Etiket arşivi: Mahmut Esat Bozkurt

1921 Anayasası ve parlamenter sistem 

1921 Anayasası ve parlamenter sistem 

Prof. Dr. Hakkı UYAR

Cumhuriyet, 22 Mart 2022

28 Şubat 2022 tarihinde altı muhalefet partisinin güçlendirilmiş parlamenter sistem mutabakat metninde tarihimizdeki anayasalara da değinilmektedir. 1921 Anayasası için “Bununla birlikte ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda çoğulcu demokrasiye geçiş de mümkün olmamıştır. 1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” denilmektedir. Peki 1921 Anayasası hangi koşullarda ortaya çıkmıştır?

1921 Anayasası, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin anayasasıdır; iktidara fiilen el koyan Birinci Meclis’in meşruiyet kaynaklarından biridir. Birinci Meclis, vatanın bağımsızlığı için oluşturulan bir koalisyon olduğu için, kurtuluş sonrasında rejimin ne olacağı tartışmasından kaçınılmıştır. Tam bağımsızlık ve Misakı Milli ideali kadar özenilen bir başka konu da ulusal egemenlik olmuştur. Meclis bir tür “meclis diktatörlüğü” esasını benimseyerek gücünü hiç kimseyle paylaşmamış, hatta kendi üzerinde hiçbir güç tanımamıştır. İşte bu haliyle Birinci Meclis, devrimci bir meclisti.

DÖNEMİN ŞARTLARI

Atatürk, 24 Nisan 1920’de, Birinci Meclis’in açılışının ertesi günü yaptığı konuşmada gücü tek elde toplamaya ve hükümet kurmaya yönelik bir konuşma yaptı. Meclis, klasik parlamenter sistemden farklı idi; bir yasama ve denetleme organı olmanın ötesindeydi. Üstelik kendinden önceki ikili meclis sisteminden (Meclisi Mebusan + Meclisi Ayan = Meclisi Umumi) farklı olarak “tek” ve “büyük” bir meclis idi. Kendinden önceki ve kendinden sonraki tüm meclislerden çok daha güçlüydü. Birinci Meclis, geçmişten ders çıkardı; ne kendisini dağıtacak bir üst güç tanıdı ve ne de kendini etkisizleştirecek bir otorite kabul etti. Meclis, şahıs diktatörlüğünü kabul etmeyecek bir siyasal birikime ve deneyime sahipti. Eğer bir diktatörlük olacaksa bu bir şahsın değil bütün gücün toplandığı Meclis’in diktatörlüğü olmalıydı.

TARİHİ KARŞI ÇIKIŞ

Üstelik meclis üstünlüğü sistemi çerçevesinde bütün gücün Meclis’te toplanması, hem Kurtuluş Savaşı’nın hem de Devrimlerin yapılmasını kolaylaştırdı. Dolayısıyla bu tarihsel miras ve güncel ihtiyaç, 1921 Anayasası’nın oluşumuna ortam hazırladı. Sonuçta 1921 Anayasası, olağanüstü şartlar (işgal ve direniş) altında oluşturulan olağanüstü bir meclisin hazırladığı olağanüstü bir anayasadır.

Birinci Meclis’te 1921 Anayasası görüşmeleri sırasında sıklıkla Fransa’ya ve İsviçre’ye göndermeler yapıldığı görülmektedir. Jön Türk hareketinden ve İkinci Meşrutiyet döneminden gelen milletvekilleri üzerinde Fransız Devrimi’nin ve Konvansiyon Meclisi’nin etkisinin olması doğaldır. Mahmut Esat Bozkurt gibi eğitimini İsviçre’de almış isimler üzerinde de İsviçre siyasal sisteminin etkilerini görmek şaşırtıcı olmasa gerektir. Bilindiği üzere siyasal çatışmalara yol açmamak için bu Meclis’te siyasal partiler yoktu. Milletvekillerinin neye dayanarak seçileceği tartışma konusuydu. Siyasal partiler yerine milletvekillerinin meslek erbabı tarafından seçilmesi gündeme geldi. Ancak bu kabul edilmedi.

Ankara’da Birinci Meclis’i oluşturan milletvekillerinin ana amacı Misakı Milli sınırları içinde tam bağımsızlığı elde etmekti. Yürütülen bağımsızlık savaşı konusunda Meclis’te bir mutabakat vardı. Odaklanılan konu işgalci güçlerle savaşarak tam bağımsızlığı sağlamaktı.

Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden Mahmut Esat Bozkurt, 1921 Anayasası’nda bütün gücün Meclis’te toplanmasından memnundu. Bu nedenle de 1924 Anayasası hazırlık sürecinde Yürütme organının gücünün artırılmasına karşı çıktı:

“Denebilir ki kuvvetli bir hükümet lazımdır. Fakat Kuvvetler Birliği buna neden mani olsun?! Yine denilebilir ki Meclis’in mutlak yetkilere sahip olması parlamento diktatörlüğüne varabilir. Bizde böyle bir şey olmadı. Tarihin kaydettiği diktatörlükler, istibdatlar, meclislerin değil, hükümetlerin hesabınadır.”

GERİCİ YÖNELİM

Aslında Bozkurt’un yaptığı bu tespit güncelliğini koruduğu gibi, aynı zamanda diktatörlüklerin Yasama organından değil Yürütme organından çıktığı gerçeğini de dile getirmektedir. Birinci Meclis’in üyeleri, tarihsel deneyimleriyle ve Batı’yı (özellikle de Fransız Konvansiyon Meclisi’ni) iyi bildikleri için 1921 Anayasası’nı hazırladılar. Her ne kadar Türk demokrasi tarihinin en kısa ömürlü anayasası olsa da 1921 Anayasası, ayrıksı yapısıyla dikkat çekici bir özelliğe sahiptir. Ayrıca güçlendirilmiş parlamenter sistem arayışında olanların ilk bakacakları yerler arasında Birinci Meclis ve 1921 Anayasası’nın olması doğaldır. Ancak bu anayasadan laiklik yok diye yararlanmaya çalışmak ya da yerel yönetimlere yönelik değinimi nedeniyle federasyon çıkarmaya kalkmak, Cumhuriyet Devrimi’nin gerisine düşmektir. Millet İttifakı kadar bu anayasaya Cumhur İttifakı’nın ve HDP’nin ilgisi olduğu unutulmamalıdır.

Ek olarak kuvvetler birliğine dayanan ve siyasal partilerin olmadığı bir anayasal sistem (1921 Anayasası), bugünün dünyası açısından hem gerçekçi değildir ve hem de güçlendirilmiş parlamenter sistemle de bağdaşmayacaktır. Unutulmamalıdır ki Atatürk, bağımsızlık savaşının ardından çağdaşlaşma idealini gerçekleştirmek için hemen siyasal parti kurmaya girişmiş ve yeni bir anayasa hazırlanmasına öncülük etmiştir.

Örümcek Kafalılar Sizi

Örümcek Kafalılar Sizi

Bu yazının kökten dinciler ile ilgili olduğunu mu düşündünüz? Yoksa muhafazakarlar ile ilgili olduğunu mu? Veya yaşlı insanlarla? Hayır, bu yazı sizinle ilgili.

Bu yoruma ‘yok canım, benimle ne alakası var’ dediyseniz, tam isabet, sizinle ilgiLİ demektir. ‘Hadi, canım’ deyip sonra ‘acaba benimle ilgili olabilir mi?’ diye şüpheye düştü iseniz, siz daha iyi durumdasınız demektir.

Neden ‘örümcek kafalı’ terimi? Kullanılmayan, işlemeyen her varlık (ev, dolap, makine, mağara…) örümcek ağları ile kaplanır. Bir zihnin kullanılmadığının anlatmak için de bu benzetme kullanılagelmiştir: örümcek ağları ile kaplı bir zihin; hareket etmeyen, kullanılmayan, içinde çalışma olmayan…

Peki zihnin kullanılmaması ne getirir? Tabii ki sabit fikirleri. Çünkü hareketsiz, kullanılmayan bir zihin yeni düşünce üretmeyecektir. Yani ‘örümcek kafalı’ olmanın göstergesi sabit fikirdir. Hani şu, konuşursunuz, anlatırsınız, açıklarsınız ama bir arpa boyu yol alamazsınız ya… İşte onlar örümcek kafalıdır; kımıldamazlar.

Konuştuğunuz her insan sizde küçük veya büyük yeni fikirler oluşturmuyorsa, uzun bir tartışmanın sonunda fikriniz yerinden milim kıpırdamadı ise, en azından karşınızdaki kişinin düşüncelerini savunurken nasıl bir mantık kurduğunu anlayamadıysanız (onun düşüncelerini kabul etmek zorunda değilsiniz, nedenlerini anlamanız yeterlidir), o zaman siz de sabit fikirlisiniz ve kapalı tuttuğunuz zihninizi işletmiyorsunuz demektir.

Açık fikirli olmak, herkes ile hemfikir olmak, her konuşma sonrası fikirlerini değiştirmek değildir. Ama herkesin farklı olan tecrübelerinden kendi tecrübelerine ekleme yapabilmektir. Öğrenmek, yeni düşünce ve bilgileri incelemek, faydalı olanları kendi düşüncelerine eklemek, önceden sahip olamadığınız yeni bakış açılarını keşfetmek, yeni yaklaşımları anlamak, insanların düşünce ve inançlarının temelini anlamak, kendini geliştirmektir. Tıpkı, büyük insan Atatürk’ün, vatan savaşını kazandıktan, yeni Türkiye’nin kurucusu olduktan sonra, cumhuriyete liderlik ederken akşam sofralarında yaptığı gibi; yeni düşünceleri dinlemek, anlamak ve kendini geliştirmektir açık fikirli olmak. O zaman zihniniz örümcek ağları ile kaplanmaz.

Türk halkının, belki de dünya genelinin bir sorunu, işini eline alınca kendini öğrenmeye kapatmaktır. Yani, çoğu insan için eğitim – öğrenim iş edinmek, işini yapabilmek içindir. Örneğin bir kişi, öğretmen oldu, atandı mı, kendini öğrenmeye kapatır. Eğitim hayatı bitmiştir, diplomasını almıştır, artık öğreneceğini öğrenmiştir. Hani derler ya, ‘dervişin fikri neyse zikri o olur’ diye, sadece sözlerimiz değil, davranış ve tutumlarımız da kararlarımızdan etkilenir. Örneğin ‘ben artık oldum, öğreneceğimi öğrendim’ dediğiniz noktada, bu irade ile zihniniz kendini öğrenmeye kapatır. Sabit fikirli olur ve mezun olduğunuz bilgi seviyesinde kalırsınız. Oysa öğrenmek hayat boyu devam eder. Bu durumun bilincinde olup kendimizi öğrenmeye açık tutabilirsek gelişimimiz devam eder ve zamanı yakalayabiliriz. Teknolojik bilgiler, insan hayatları, kültürler, sosyal gelişmeler, ekonomi, tarım, enerji kaynakları, kullandığımız araçlar… her şey ama her şey değişirken biz değişmeyen zihinlerle, örümcek ağlarının içinde kalamayız. Kalıyor isek geri kalıyoruz demektir. O yüzden ‘örümcek kafalı’ ile ‘geri kafalı’ bazen eş anlamlı algılanır. (“Yerinde duran, geriye gidiyor demektir…” –Mustafa Kemal Atatürk)

Bir başka konu da insanlar ile konuşmalarınızda onları ne kadar dinlediğiniz ile ilgili. Kendini öğrenmeye ve yeniliklere kapatan zihniyet dinlemez. Onun bilgisi kesin bilgidir, o zaten ‘olmuş’tur, o her zaman en iyisini bilir, karşısındaki zaten yanlıştır, hatalıdır, kandırılmıştır veya çıkarcı, kötü niyetlidir. Ondan iyi kimse bilemez, her zaman her koşulda o doğrudur, haklıdır. Tanıdık geldi mi?

Bu insanlar dinlemezler. Dinlemedikleri için anlamazlar, öğrenmezler, gelişmezler. Kısacası nerede duruyorlar ise orada kalırlar. Onlarla konuşmaya çalışmak boşunadır, zaman kaybıdır. Siz anlatırsınız, onlar dinlemezler, düşünceleri de bir arpa boyu yol gitmez. Aşağıda birkaç söz paylaştım, konuya ilişkin. ‘Cahil’ yerine ‘sabit fikirli’yi ekleyin (ki bence yakın anlamlılar), durum açıklığa kavuşur:

“Cahil insan her sözünde kendini aklar, alim insan her sözünde kendini yoklar” – Anonim

“Aptala nasihat etmek, cahil ile tartışmak, ikiyüzlü ile dost olmak boşunadır” – Anonim

“Bir delil ile kırk alimi yendim, kırk delil ile bir cahili yenemedim” – Mevlana

Size kırk delil getirilmesine rağmen fikrinizi değiştirmiyor, sabit fikrinizde inat ediyorsanız, kusura bakmayın ‘örümcek kafalı’sınız demektir. Bir delil ile oturup düşünüyor iseniz kendinizi geliştiriyor, zihninizi kullanıyorsunuz demektir. Sonuçta o bir delil ile öğrenip gelişiyorsanız, düşüncelerinize yeni düşünceler katıyor iseniz, yanlış anlama veya bilgilerinizi düzeltiyor iseniz siz açık fikirlisiniz demektir.

Açık fikirlilik ikide bir düşüncelerini başkalarına göre değiştirmek değildir. Sağlam temel üzerine yeni katlar, bilgi ve tecrübeler eklemek demektir. Mesela, ‘Köy Enstitüleri’ fikri Atatürk’e ait değildir, onun dinleyip hak verdiği bir eğitimciye aittir. ‘Devletçilik’ Mahmut Esat Bozkurt’un düşüncesidir. Daha nice düşünceyi Mustafa Kemal çevresindeki insanları dinleyerek veya kitaplar okuyarak, onların tecrübelerini kendi tecrübelerine katarak edinmiştir. Açık fikirlilik budur işte.

‘Yok canım, ben gayet açık fikirliyim!’ diyorsanız, size bundan beş sene önceki siz ile şimdi ki siz arasında fark var mı diye sormam gerekir. Yok mu? O zaman sandığınız kadar açık fikirli değilsiniz. Veya bir sohbette hep siz mi haklı çıkıyorsunuz? Nasıl oluyor bu? Yoksa siz mi kendinizi hep haklı görüyorsunuz? Hiç mi bilgi eksiğiniz, yanlış anlamanız, hatalı sözünüz yok? Konuştuğunuz kişiler hep mi yanlış? Onların yaşları, tecrübeleri, akılları yok mu? Neden farklı bir düşünceyi bu kadar ısrarla savunuyorlar? Onlar kandırılmış mı? Cahil mi? Fanatik mi? Yoksa onların da kendi düşüncelerini savunacak anlamlı nedenleri olabilir mi? Sizin duymayı ret ettiğiniz nedenleri, açıklamaları, bilgileri olabilir mi? Onları savundukları düşünceye ulaştıran kendi mantıkları olabilir mi? Dinlediniz mi onları? Düşündünüz mü söyledikleri üzerine?

Evet ise, tebrik ederim, zihin tıkır tıkır işliyor.

Hayır ise, en azından bana kulak verin ve daha iyi olmak için gelişmeye kendinizi açın. Dinleyin, anlamaya çalışın, üzerinde düşünün. Yine de kendi düşünceniz en iyisi ise tabii ki değiştirmeyin düşüncenizi. Ama başkalarının sözlerinin içerisinde varsa haklı yanlar, o haklı, doğru, yeni düşünceleri alın, ilerletin kendinizi, öğrenin, gelişin.

Yoksa, “Düşünmeyen beyinler, düşüncesizlere esir olmaktan öteye gidemezler.”
(Mustafa Kemal Atatürk)

HIRSIZLAR TESLİM OLUN!

HIRSIZLAR TESLİM OLUN!

Image result for aV. Erol Ertuğrul 

Erol Ertuğrul
Hukukçu 

Türk Devriminin ideologlarından Kuşadası doğumlu Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk’ün önce İktisat Bakanı, daha sonra Adalet Bakanı olmuştur. Atatürk, kendisine “Türk Devrimini yaz”, dediğinde de “Lider emrederse o emir hemen yerine getirilir”, diyerek Türk Devriminin tarihini yazmıştır.

Mahmut Esat Bozkurt, bir Bakanın yolsuzluğu nedeni ile 13 Aralık 1930 tarihli “Halk Dostu” adlı gazetede yazdığı “Hırsızlar teslim olun” başlıklı yazısında özetle, “Bugünün hırsızları daha cesur, şebekeleri daha geniştir. Bunlar çete halindedirler” diyerek yolsuzluklara cesurca karşı çıkar.

Hırsızların üzerine, onlar Bakan da olsalar korkmadan giden o kuşaktan sonra, çalan çırpan Bakanlara, devlet yöneticilerine gelmek bize acı veriyor. Üç Bakanın evlerinden çıkan para sayma makinalarını, bulaştıkları yolsuzlukları unutmadık. Zarrab adlı bir rüşvetçi, Bakanlara ne kadar rüşvet verdiğini açıkladı. Üstelik bu yolsuzluklar ayrıntıları ile telefon görüşmelerine yansıdığında, devleti yönetenler hiç utanıp sıkılmadan “Yolsuzluk hırsızlık değildir. Biz devletten bir şey çalınmış mı ona bakarız. Hırsızlık yoksa, yolsuzluk suç değil” diyerek kendi rüşvetlerini aklamaya çalışmışlardı. Bu yolsuzlukları yapanlar soruşturulup yargılanmadıkları gibi ödüllendiriliyorlar. Onlardan birisi “Her Cuma Bakara makara” diye mesajlar attığını söyleyerek ve halkımızın kutsal din duyguları ile alay etmişti. Prag büyükelçiliğimize atandı. (AS: Egemen Bağış) Diplomatlık çok önemli bir meslektir. Bu dönemde ne acı ki bu kurum da AKP’li yöneticiler tarafından çürütüldü. Dış dünyadaki yalnızlığımız bunun sonucudur.

Büyükşehir belediyelerinde AKP’nin yaptığı akıl almaz yolsuzluklardan sonra Sayıştay raporları ile SGK’nin ve öteki kamu kurumlarının nasıl soyulduğunu şaşkınlıkla ve acı içinde öğreniyoruz. Elazığ depremi ile deprem için toplanan 66 milyar TL’nin AKP tarafından başka yerlerde kullanıldığı anlaşıldı. Bay Erdoğan, bu konuda kimseye hesap vermeyeceğini söylüyor.

  • Ensar Vakfı ile kol kola Kızılay’da yapılan yolsuzluklar utanç vericidir.

Cumhuriyet tarihimizde böyle bir şey yoktur. Kimin adı yolsuzluklara karışmış olursa olsun, bunları yapanlardan, görevleri ne olursa olsun hesabı sorulurdu. Yüce Divan’da yargılanmış Bakanları, Başbakanları unutmadık.

Ulusumuz bunları hak etmiyor

AKP’den ayrılanlar yeni partiler kurarken, birbirlerinin ipliğini pazara çıkarıyorlar.

  • Ülke yönetimine gelirken hiç mal varlığı bulunmayanların bugün dünyanın en varlıklı devlet adamları arasına girmiş olmaları şaşırtıcıdır.

Bu durum, ülke olarak saygınlığımıza gölge düşürüyor. Suriye’de yürütülen Barış Pınarı Harekâtı sırasında, ateşkesin sağlanması aşamasında Bay Erdoğan’a ABD tarafından baskı yapıldığı, şantaj yapıldığı dile getirilmişti. Bu şantaj ne olabilir diye düşünürken, ABD’den gelen haberlerle bu durum açıklığa kavuştu. ABD Temsilciler Meclisine sunulan bir tasarıya göre,

  • Bay Erdoğan’ın ve ailesinin mal varlıkları ve gelirlerinin araştırılıp bu yolda bir rapor hazırlanmasının istendiği ortaya çıktı.

Rıza Zarrab’ın, Ankara’da kimlere ne miktarda rüşvet verdiği konusunda da listeler hazırlandığı anlaşıldı.

Böyle bir durum uygar, çağdaş bir hukuk devleti olan ülkelere karşı uygulanamaz.

Böyle bir durum ancak 3. sınıf, demokrasiden ve hukuk devletinden payını alamamış ülkelere karşı uygulanabilir. Güzel yurdumuzun böyle bir duruma düşürülmüş olması son derece üzüntü vericidir. Böyle bir nedenle bir ülkeye, o ülkenin yöneticilerine şantaj yapılabiliyorsa, o yöneticiler böyle bir duruma düşmüşlerse ve böyle bir koz oluşmuşsa, o ülke her şantajı kabul etmek zorunda kalacaktır demektir. Nitekim öyle oluyor. ABD karşısında her isteneni kabul etmek zorunda kalıyoruz. ABD Senatosu’nda sözde Ermeni soykırımı tasarısının kabul edilmiş olması da zincirin bir halkasıdır. Dünya kamuoyuna haklılığınızı nasıl anlatacaksınız? Bu işi iyi bilen ve çekirdekten yetişmiş diplomatlarınızla. Siz yürekli ve bilgili diplomatlarınızı “monşer” diyerek küçümserseniz, onların yerine şeriatçı kadınları, adı yolsuzluklara karışmış eski Bakanları atarsanız başarılı olamazsınız.

Türkiye hiçbir dönemde böylesine yalnız kalmamıştı. Haklı iken böylesine haksız duruma düşmemişti. Tüm arşivler açık olduğu halde, ortada soykırıma ilişkin hiçbir belge bulunmadığı halde nasıl olur da ülkemiz, olmamış bir soykırım ile suçlanabilir? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, geçen yıllarda ortada bir soykırım olmadığı yolunda sayın Doğu Perinçek’in açmış olduğu davada açık, net ve kesin bir karar verdi. Bu önemli karardan yararlanmak ve bunu dünya kamuoyuna anlatmak da mı akla gelmiyor?

Bu Ulus bunları hak etmiyor…

ABD’YE DİRENMEDE MEDENİ KANUN’UN ÖNEMİ

ABD’YE DİRENMEDE MEDENİ KANUN’UN ÖNEMİ

Mustafa SOLAK
Tarihçi – Yazar

Medeni Kanun’un amacı dine göre değil güncel ihtiyaçlara dayalı, kadını erkeğiyle çağdaş bir toplum yaratmaktır. 17 Şubat 1926’da kabul edilir, 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girer.

Ziya Gökalp’e göre eski yaşam ve geleneklerin yerini yeni bir yaşam almalıydı. Ziya Gökalp, evlilikte, boşanmada ve mirasta kadın-erkek eşitliğini savunmuştur. [1] Mustafa Kemal Paşa, 7-8 Temmuz 1919 gecesi Mazhar Müfit Kansu’ya tesettürün ve fesin kalkacağını söyler. [2]

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çabalar

Mahmut Esat Bozkurt, Mecelle olmak üzere kimi temel yasaları yeniden düzenlemek üzere kurulan komisyonların ıslahatın sosyal ve ekonomik sisteme dokunmadığını belirterek Adliye bakanını, büyük bölümü “13 yy. önce Bağdat çöllerinde yazılmış ve bir bölümü de Frenk kokan yasalar” diyerek eleştirir. [3] Daha sonra Adliye Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Kaya [4] ile birlikte “Avrupa’dan medeni yasa almak” fikrini Atatürk’e iletirler.[5]

Sonuçta İsviçre Medeni Kanunu’nun ve Borçlar Kanun’unun, kimi değişikliklerle, bütün olarak alınıp benimsenmesine karar verilir.

Mahmut Esat’ın Medeni Kanun’a yazdığı gerekçe

Medeni Kanun’a yazdığı gerekçede Mahmut Esat Bozkurt, yeni yasaya gereksinimin dinin değişmez doğasının bütün gereksinimleri karşılaşmaktan uzak olduğundan dolayı gerek duyulduğunu açıklar:

  • Mecelle‘nin temeli ve ana çizgileri dindir; oysa insanlık yaşamı, her gün, hatta her an köklü değişimlerle karşı karşıyadır. Bunun değişimleri, yürüyüşü, hiçbir zaman bir nokta çevresinde saptanamaz ve durdurulamaz. Yasaları dine dayalı devletler kısa bir zaman sonra yurdun ve ulusun isterlerini karşılayamazlar. Çünkü dinler, değişmez kurallar kapsarlar. Yaşam yürür; gereksinimler hızla değişir; din yasaları, her ne olursa olsun ilerleyen yaşamın karşısında, biçimden ve ölü sözcüklerden ileri bir değer, bir anlam taşıyamazlar. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinlerin yalnız bir vicdan işi olarak kalması, çağdaş uygarlığın temellerinden ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırıcı niteliklerinden biridir. Köklerini dinlerden alan yasalar, uygulandıkları toplumları ilkel çağlara bağlarlar ve ilerlemeleri engelleyici belli başlı neden ve etkenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun alın yazısının, bugünkü çağda bile ortaçağ düzen ve kurallarına bağlı kalmasında, dinin değişmez kurallarından esinlenen yasalarımızın en güçlü etken olduklarından kuşku duyulmamalıdır.”

Medeni Kanun’un getirdiği önemli haklar

1) Resmi nikâh zorunlu duruma getirildi.
2) Tek eşli evlilik zorunlu kılındı.
3) Mirasta kız ve erkek çocukların eşit pay almaları sağlandı.
4) Tek yanlı olarak erkeklerin olan boşanma hakkı eşit koşullarla kadınlara da tanındı.
5) Kadınlara istedikleri işte çalışabilme hakkı tanındı.
6) Patrikhane ve konsoloslukların yargı yetkileri sona erdi.
7) Laik hukuk anlayışı toplumun her kesiminde uygulanır duruma geldi.
8) Türkiye’de hukuk birliği sağlandı.

Medeni Kanun’un öncesine dönüyoruz!

Emine Bulut’un eski eşi tarafından, çocuğunun önünde öldürülmesi gibi her yıl binlerce kadının eşi tarafından öldürülmesi, yaralanması hangi eğitimsel ve kültürel ortamından besleniyor anlamamız gerek ki çözüm üretelim.

Bunlar arasında ders kitapları ve Diyanet’in fetvalarından, Medeni Kanun’un hükümlerine ve amaçlarına aykırı kimi örnekler sunalım.

  1. Nişanlılar flört edemezler, el ele tutuşamazlar.
  2. Kocaya 4’e dek çok eşli olma hakkı.
  3. Boşama yetkisi kocaya verilmiştir, koca yetkisini başkasına devredebilir. Boşama için kocanın mahkemeye gitmesine gerek yok, “boş ol” demesi yeterli.
  4. Mirastan kız çocuklara, erkeğin yarısı pay.
  5. Kadın, göstermediği sürece saçını siyaha boyayabilir,
  6. Cariyenin kendi sahibesini doğurması kıyamet alameti sayılıyor,
  7. Anneleri ile zifafa girilmeyen üvey kızlarla evlenilebilir,
  8. Kadının “açmasına izin verilen avreti; yüzü, bilekleriyle birlikte elleridir.”

Dindar gençlik yetişiyor mu?

Dindar gençlik yetiştirmek amacıyla bu ifadeler müfredata ve fetvalara eklense de saha araştırmaları da gösteriyor ki, hiç de dindar gençlik yetişmediği gibi ruh dengeleri bozulmuş gençler yetişiyor. Örneğin “Atatürk’ü toprak kabul etmedi, betona gömdüler” diyen öğrencim; başka bir zaman da  “Allah çarpsın en iyi içki Jack Daniels” demişti. Neyi savunduğunu bilemeyen gencin ruhi dengesi yerinde midir?

Neredeyse her davranışı vicdan, emek, akıl bağlantısından kopararak sevap, günah, haram, helal kavramlarına sıkıştıran anlayış psikolojik sorunları artırır. Nitekim çocuğunu, “çocuğum artık anaokulundan başlayarak dinini öğrenecek” gerekçesiyle sıbyan mektebine gönderen aileler yakınmaya başladılar. Gazeteden okuyalım:

“Evde ne yapsak ‘günah’ demeye başladı. Örneğin resim yapmak istiyor, ‘ama resim yapmak günah’ diyor…sorunlar giderek büyüdü. Doktora götürdüm. Çocuk çok ciddi psikolojik sorunlar yaşıyormuş. Neyin günah olup neyin olmadığının çelişkisini yaşadığı için depresyona girmiş. En çok da kardeşinden hırsını almaya çalışıyor. Çocuk gece altını ıslatmaya başladı. İçine kapandı, evdeki eşyalara zarar verdi. 5 yaşındaki çocuk bir gün dedi ki: ‘Annelerin çalışması günah. Anne ne olur günah işleme, lütfen çalışma. Babam bize baksın, senin paran da günahmış, o parayla bana sevdiğim şeyleri alma.’”

Aile en sonunda şunu diyor: “en doğrusu çocuğa dinsel bilgiyi ailesinin vermesi.”

ABD’ye etkili mücadelede Medeni Kanun’un önemi

Bunları söyleyen bir çocuğun annesine, kardeşine davranışı bu ise siz başka kadınlara, millete, ulusal birliğe, kendi dininden, mezhebinden olmayana davranışını düşünün!

Ülkemiz ABD tarafından Suriye’nin kuzeyi, Kıbrıs, Ege’den sıkıştırılır ve FETÖ, PKK aracılığıyla ulus devletimiz parçalanmak istenirken Medeni Kanun’a aykırı müfredat ve fetvalar Ulusal birliğimizi zedeliyor. Dolayısıyla emperyalizme karşı birleşmiş bir millet için bundan vazgeçilmelidir. Sendikalar, dernekler, partiler bunun için birbirlerini ve milleti görüşmelerle, panel, konferanslarla uyarmalıdır.

NOT: Müfredat ve ders kitaplarındaki kadın düşmanlığına ilişkin ifadeleri “Gayrimilli Eğitim” ve “Diyanet’in Fetvaları” kitabımı mücadelede değerlendirebilirsiniz.

[1] Ziya Gökalp, Yeni Hayat–Doğru Yol, (haz: Müjgan Cumhur), Kültür Bakanlığı, Ankara, 1976, s. 32.
[2] Mazhar Müfid Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.I, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1986, s. 131-132.
[3] TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Dönem, C.X, s. 175-177.
[4] Şükrü Kaya’nın hukukun laikleştirilmesine yönelik çabaları için bkz. Mustafa Solak, Atatürk’ün Bakanı Şükrü Kaya, Kaynak Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013.
[5] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1969, s. 370.

10 Kasım 2018

10 Kasım 2018

Özdemir İnce
Cumhuriyet,
11.10.18

Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 tarihinde Avrupa ülkelerini kimlerin yönettiğini bir anımsayalım: Hitler (Almanya), Mussolini (İtalya), Salazar (Portekiz), General Franko (İspanya), Stalin (S.S.C.B.), Amiral Horty (Macaristan). Komünist Stalin dışındakilerin tamamı faşist diktatördü. 
Dönemin Avrupasında, Fransa ve İngiltere dışında, Türkiye’den daha özgürlükçü anlayışla yönetilen bir başka ülke yoktur. Örneğin, Romanya’da 1920’lerde başlayan faşist Demir Muhafızlar hareketi 30’ların sonunda Antonescu diktatörlüğünü hazırlayacaktır. 
Günümüzde bütün ayrılıkçı ve bölücülerin koruyucusu olan İsveç’te 1930’larda halk ve yönetim Nazi yandaşıydı. Nitekim, İsveç bu Nazi sevgisi yüzünden, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordularının Norveç’i istila etmesi için sınırlarını açmış ve istilaya yardımcı olmuştur.
***
10 Kasım 1938’den sonra kurtarıcı olarak ortaya çıkan Mao, Nâsır, Peron gibi diktatörler, Çin, Mısır ve Arjantin halklarına kan kusturdular. Bütün Asya, Güney ve Orta Amerika, Ortadoğu günümüze dek diktatörler tarafından yönetildi. 
2000’lerin dünya jandarması ABD’nin 30’lardaki yönetim biçimi Başkanlık demokrasisidir, ama bu demokraside siyahların taa 1980’lere dek neredeyse yaşama hakkı bulunmamaktadır.
***
19 Mayıs 1919 ile 10 Kasım 1938  arasında önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, daha sonra Cumhuriyet’in yazgısının yönlendiricisi olan Atatürk bu diktatörlerin hiçbirine benzemez. Çünkü O, padişah ve halife olmak olanağı varken, demokrasiye giden yolda yürümeyi seçmiştir. Hiç kimse, entelektüel ukalalığına sığınarak, ona “Aydınlanmış Diktatör” de diyemez. Çünkü o, 1924 Anayasası hazırlanırken Cumhurbaşkanı’na veto ve Meclis’i fesih yetkisi verilmesine (ulusal egemenliği örselediği için) karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt ile Şükrü Saracoğlu’nun gerekçelerini haklı bulan bir demokrattır. Sonuçta, Cumhurbaşkanı’na bu yetki verilmedi. Şimdi, Erdoğan’ın böyle bir yetkisi var.
***
Atatürk döneminde, bu iki muhalefet partisinin kapatılması günümüz “Yetmez ama evet”çileri tarafından eleştirilmektedir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını eleştirenler, bunların laiklik karşıtı oldukları, irtica ile sıcak ilişkiler kurdukları için kapatıldıklarını dikkate almamaktadırlar. Aynı gerekçe ile günümüzde de partilerin kapatıldığı düşünülürse dönem iyi anlaşılabilir. Özellikle de bir ayak oyunu ile kapatılmayan AKP’nin kurduğu tek adam rejimi…
***
Atatürk, demokrasinin temeli ve harcı olan eğitimi ve hukuku laikleştirerek laik devleti kurmuş, 20. yüzyılın en büyük uygarlık devrimlerini yapmış bir devlet adamı. Ardından gelen İnönü siyasal partilerin kurulmasının önünü açarak parlamenter demokrasiyi başlatmış… 
Nâsır’ların, Saddam’ların, Kaddafi’lerin çıktığı Müslüman âleminin karşısında evrensel düzeyde, çağının çağdaşı bir önder. Toplumsal ve kültürel tasarım ve uygulamalarıyla 20. yüzyılın en başarılı önderleri. Tarih mahkemesi önünde veremeyeceği bir tek hesap yok… Buna karşın, gerçek Cumhuriyetçi ve demokrat Ahmet Necdet Sezer dışında, Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve ötekiler aynı mahkeme önünde zor hesap verirler…
***
Türkiye, R.T. Erdoğan sayesinde “Başyücelik” rejimine ulaştı. Bu büyük başarıda (!) Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve Çiller gibi sağın temsilcileri var. İkisi Atatürk’ün çalışma arkadaşı idi; ötekiler Cumhuriyet’in okullarında okumuşlardı. 
Bugün, kimi Avrupa ülkelerini 1938’de ezen rejime benzer bir düzende yaşamaktayız.

Şu feleğin işine bak!

BOZKURT – LOTUS DAVASI (1926)

BOZKURT – LOTUS DAVASI (1926)

Konu Büyük Atatürk Türkiye’sinin “tam bağımsızlığını – özgür ruhunu, onur ve saygınlığını” uluslararası arenada ortaya koyan fevkalâde önemli bir dava;

– 2 Ağustos 1926 Salı gecesi kömür yükünü alan “Bozkurt Gemisi”  Mersin’e gitmek üzere yola çıkmıştır, bu arada Beyrut’tan İstanbul’a gelmekte olan “Masejeri Maritim” şirketine ait Fransız bandıralı “Lotus Gemisi” de Midilli yakınlarında, Sığrı limanı önünde saat 23:30’da Bozkurt gemisine ortadan çarparak,  Türk Gemisini ikiye ayırmış ve batırmıştır. Bu çarpışmada sekiz Türk denizci yaşamını yitirmiştir.

– Yoluna devam eden Fransız gemisi, İstanbul’a gelmiş, yükünü boşaltmış ve Fransa’ya geri dönerken, Deniz Şubesi Müdürü Câmi Bey olayla ilgili inceletme başlatmıştır.

– Kaza sırasında yakınlarını yitirenler savcılığa başvurmuş ve İstanbul Savcılığı olaya el koymuştur.

– Kaza sırasında Fransız Lotus gemisi kaptanı Jan Desmons ve Bozkurt’un kaptanı Hasan Kaptan ve üç Fransız tayfası sorgulanmış, heyet oluşturularak olay tetkik edilmiş ve her iki geminin kaptanı da suçlu bulunarak, tutuklanmışlardır.

– Hakimler Heyeti, kaptanların Ağır Ceza’da yargılanmalarına karar vermiştir.

– Lotus’un sahibi Fransız gemi şirketi, Fransız hükümetine başvurarak, Fransız kaptan Desmons’ın Türk mahkemesince yargılanmasının yasal olmadığını  iddia ederek,  Türk Hükümetine müdahale edilmesini ve Fransız kaptanın derhal serbest bırakılmasını istemiştir.

– Fransız kaptanın serbest bırakılmaması ve tanıkların dinlenilmesi için duruşmanın ertelenmesi, Fransız basının kullandığı dili sertleştirmiştir. Fransız dışişleri bakanı Briand, Türkiye Elçisi Fethi Beyi çağırıp, konuşmuştur.

– Ağır Ceza Mahkemesi,  kaptanın yargılanma süreci sonun kadar “tutukluluk halinin devamına” karar vermiştir.

Necmettin Sadak, Fransız basınının ve kamuoyunun çıkardığı gürültü ve korkuların temel nedeninin aslında”kapitülasyonları devam ettirememek kaygısı olduğunu“,  Türkiye’de yargının tam bağımsız olduğunu ve kapitülasyonların artık tarihe gömüldüğünü vurgulamıştır. (Tabii ki Fransa, 1535’ten beri Osmanlıdan aldığı ticari ve adli ayrıcalıkları – yani kapitülasyonları ısrarla  ve koyu inatla devam ettirmek istiyordu!)

– Türkiye’de kimi gazeteciler ve hukukçular (Osmanlı zihniyeti taşıyanlar…), “kaptan Desmons’u serbest bıraksak daha iyi olur vs…” demeye başlamışlardır, (alışmışlar güdülmeye – emir almaya…)

Ancak Mahmut Esat (Bozkurt), bu davadan çekilmenin, Türkiye’nin uluslararası saygınlığını sarsacağına ve Lozan’da  çetin ve kararlı müzakerelerle  kaldırılan kapitülasyonlara yeniden kapıları açacağına dikkat çekerek, sonuna dek direnilmesini savunmuştur… 

Mustafa Kemal Paşa, Mahmut Esat’ı yanına çağırarak bu olayı onun ağzından dinlemiştir;

Mahmut Esat şöyle konuşmuştur: “Paşam, La Haye Adalet Divanı‘na gidelim, kimin haklı olduğu orda belli olsun. Ben haklılığımıza ve kazanacağımıza inanıyorum. Müsaade ederseniz davamızı ben savunayım. Kaybedersem, yurduma bir daha geri dönmem. Fakat kazanacağız. Hem Adalet Divanına gitmeden Fransız hükümetinin dediğini yapacak olursak, Fransız devletinin gözdağı karşında boyun eğmiş olacağız. Bu da öbür sorunlarda aynı gözdağını bize vermeleri için onları yüreklendirecektir. Divana gittiğimizde, davayı kaybetsek bile, hiç değilse uluslararası bir mahkemenin kararıyla kaybetmiş oluruz, bu da bir şerefsizlik olmaz, aksine büyük bir şeref olur.

Mustafa Kemal Paşa‘nın yanıtı: “Güle güle git, kazanacaksın. Kazanamasan da bu millet seni bağrına basacaktır.”

– Davada Türkiye’nin haklı olduğuna ilişkin inancı tam olan Mahmut Esat gerekli hazırlıklarını ve araştırmalarını yapmış ve La Haye Adalet Divanına giderek davayı, Türkiye hükümeti adına azimle savunmuş ve kazanmıştır.

Lahey Adalet Divanı 2 Ağustos 1927’de Bozkurt – Lotus davasını görüşmeye başlamıştır: Divan, yaptığı görüşme ve oylamanın ardından 7 Eylül 1927’de Türkiye’nin tezini (davasını) haklı bulmuştur.

Böylece Genç Türkiye Cumhuriyeti uluslararası hukukta, tüm tam bağımsız devletlerle eşit olduğunu, hiçbir devletten emir ve direktif almayacağını, Osmanlı tarzı kapitülasyonların (yargı ayrıcalıklarının) artık tümden tarihe gömüldüğünü tüm dünyaya kanıtlamış ve ilân etmiştir.

– Takdire değer – gerçek bir devlet adamı olan Mahmut Esat Bey için gerçekten çok gurur verici – fevkalâde büyük bir zafer olmuş ve bu dava ona “BOZKURT” soyadını da kazandırmıştır. Ne mutlu adını tarihe böyle şerefle kazıtanlara…

G. Filiz Tuzcu
Tarihçi

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ruhsar Yanmaz, ADD Bilim – Danışma ve Yazı Kurullarında birlikte çalışmaktan keyif aldığımız bir Cumhuriyet kadınıdır. Yüce Atatürk‘ü ve ne yapmak istediğini – ne yaptığını derinlemesine kavramış ve bu Çağdaşlaşma tasarımını sahiplenmniştir. Güleryüzlü, dostça ve çalışkan kişiliği ile sevgi ve saygımızı kazanmıştır.

Yarın, 4 Ekim 2013, Devrim’in “Türk Kanun-u Medenisi” nin 1926’da yürürlüğe sokulmasının 87. yıl dönümüdür. Ruhsar hoca, o görkemli yasanın ürünüdür. Bunun bilincindedir ki; Devrimin ilk üniversitesi olan Ankara Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi öğretim üyesi olmasına karşın, Medeni Yasa rejimini aydın sorumluluğu ile irdeleyen değerli bir makale “klavyeye almıştır” (artık “kaleme” değil!).

Sayın Bayan Prof. Yanmaz’ın yazısından çok şey öğreniyoruz.

Kendisini öncelikle aydın sorumluluğu ikincil olarak doyurucu makalesi için kutlayarak, ADD web sitesinde de yer alan bu çalışmasını paylaşmak istiyoruz.

  • “Medeni Yasa” seküler bir devlet – toplum yaşamının omurgasıdır.

Onu ve çok değerli kazanımlarını koruyup kollayarak geleceğe daha da geliştirerek taşımak, bize bu değerli kalıtı – emaneti bırakanlara ve gelecek kuşaklara karşı vazgeçilmez yükümümüzdür.

Ekleyelim ki; Yüce Atatürk‘ün öncülüğündeki devrimci – aydınlanmacı genç Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’ini ilan etmesinin üzerinden 3 yıl bile geçmeden, seküler – laik bir toplum – devlet düzenini seçerek Batı’dan – İsviçre’den Medeni Yasa’sını uyarlamıştır. Doğrusu Batı’lılara bir kez daha “pes” dedirtmiştir Anadolu Rönesansı‘nın mimarları. Böylelikle, beklenmedik bir gelişme yaşanmıştır :

  • Lozan Antlaşması (24 Temmuz 19213) uyarınca “azınlık” (minority) sayılan gayrı müslim yurttaşlar (Rum, Ermeni ve Yahudiler), cemaat önderleri aracılığıyla Türk Hükümeti’ne başvurarak Medeni Yasa’ya bağlı olmak istediklerini dilekçe ile bildirmişlerdir. (Bkz. “90. Yılında Lozan Anlaşması ve Türkiye’nin Geleceği” başlıklı makalemiz; 24.72012’de http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=2729&action=edit, izleyen gün www.add.og.tr’de)

Bu olgu, genç Türkiye Cumhuriyet’inin insan haklarına ve demokratikleşmeye dönük içtenliğinin ve kararlılığının somut göstergesi olarak değerlendirilmiş,
uluslararası toplum katında pek haklı olarak, ülkemize saygınlık ve güven kazandırmıştır

Anılan destansı devrimci dönüşümleri gerçekleştirenlere, başta Türk Devrimi‘nin de Başkomutanı olan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, en yakın
dava ve silah arkadaşlarına, dönemin Başbakanı İsmet İnönü‘ye şükranlarımızı sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
03.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?

portresi

 

Prof. Dr. Ruhsar YANMAZ
Atatürkçü Düşünce Derneği 
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Ülkemizi yönetenler görevlerine başlarlarken hukukun üstünlüğü üzerine yemin ederler. Uygulamaya bakıldığında ‘Hukuk herkese gerekli’ derler ama, ülkemizde son dönemlerde hukukun üstünlüğünün tehlikeye girdiğini görüyoruz.

Hukuk, toplumları düzene sokmak için geliştirilmiş kurallar bütünüdür. Hukuk kuralları devletin yaptırım gücüne bağlı olduğu için, yöneticilerin hukuka bakışı toplumun gelişimi üzerinde etkilidir.

“Medeni hukuk” denilen hukuk dalı, toplumdaki insanların kişisel, aile, varlık, borç ve miras hakları ile ilgili kuralları düzenler. Buna göre medeni hukuk kuralları evrensel olan toplumlarda insan hakları en üst düzeyde uygulanır. Medeni hukuk, adından da anlaşıldığı gibi toplumları uygarlaştırmayı hedefler. Dolayısıyla bir ülkenin ne kadar demokratik olduğu, sahip olduğu Medeni Hukuk Yasası ve bunun uygulanış biçimiyle de değerlendirilir.

İnsanlar toplum yaşamına geçtikten sonra, aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözümlemek için yasalar hazırlamışlardır. İlk Medeni Hukuk kuralları Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen tarafından MS 6. yy’da İstanbul’da (O zamanki adıyla Konstantinopolis) yapılmıştır.

Osmanlı döneminde toplum düzeni şerî hukuk kuralları dikkate alınarak, padişahın yetkisi altında sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki uygulamalarda kadınların toplum düzeni içindeki hakları yok kabul edilmiş, eğitim hakları, miras hakları şeriat yasalarına göre değerlendirilmiştir. Tanzimat döneminde, hukuk sistemindeki aksaklıkları gidermeye yönelik düşünceler dillendirilmeye başlanmış; Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa Sultan Aziz’e Fransız Medenî Kanunu’nun aynen kabul edilmesi için girişimde bulunmuşlardır. Ancak medrese kökenli Ahmet Cevdet Paşa’nın itirazı sonucu, 1851 maddeden oluşan Mecelle denilen (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), 20 Nisan 1859’dan başlayarak 16 yılda 16 bölüm olacak şekilde hazırlanmış ve 16 Ağustos 1876’da yürürlüğe girmiştir. Yani dini düşünce nedeniyle hak ve hukuk sistemi 16 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Dini esaslara göre hazırlanan Mecelle’de, kişi, aile ve miras hukuku kurallarına yer verilmemiş, eşya ve borçlar hukuku esas alınmıştır. Aile hukukuna ilişkin düzenlemeler 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” ile getirilmiş, ancak bu kararname İstanbul Hükümeti tarafından 19 Haziran 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır.

Kurtuluş savaşı sonrası Mustafa Kematl Aatürk’ün en önemli icraatlarından biri de Medeni hukuk kurallarını yeniden düzenlemesi olmuştur. Türk Medeni Kanunu’nun esası Atatürk devrimlerinin temeli olan dinsel (AS : şer’i, Şeriata dayalı) hukuk düzeninden laik hukuk düzenine geçişine dayanmaktadır. Nitekim Atatürk, 1923’te Bursa’da halka yaptığı bir konuşmada, “Yeni Türkiye’nin 1000 yıl öncesine dayalı kurallara göre oluşturulmuş Mecelle yerine, en uygar ulusların kullandığı hukuk kuralları ile yönetileceğinin..” de sinyallerini vermiştir.

Medeni Yasa hazırlıkları 1923’te başlamış, bu amaçla Batılı ülkelerin yasaları incelenmiş ve en sonunda en gelişmiş yasa olan ve İsviçre’de 1912’de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Yasası benimsenmiştir. Benimseme gerekçeleri arasında basit dille yazılmış olması, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzenine dayanması ve yargıca takdir yetkisi vermesi bulunmaktadır.

Yasa hazırlanırken Avrupa’daki en eski yurttaşlık yasalarından olan Fransız Medeni Yasası’nın eskimiş olduğunun kabul edilmesi, Avusturya Medeni Yasası’nın Habsburg Hanedanının “mutlakiyetçi” anlayışını yansıtır nitelikte bulunması, Alman Medeni Yasası’nın ise çok teknik bir metin olması nedeniyle kabul edilmemesi, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye için öngördükleri uygarlığın hedefini açıklama açısından önemlidir.

Türk Medeni Kanunu tasarısı hukukçu milletvekilleri, öğretim üyeleri, yargıç ve avukatlardan oluşan 26 kişilik bir kurulca hazırlanmıştır. Taslak 20 Aralık 1925‘te Bakanlar Kurulu’nda (3. İnönü Hükümeti) görüşülerek kabul edilmiştir.

O dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alınan gerekçe bölümünde yer alan sözlerin bugün geldiğimiz koşullarda hâlâ geçerli olması da ülkemizdeki Medeni hukuk kurallarının ne derece uygulandığının bir göstergesidir. Bozkurt, gerekçede;

  • Türkiye halkının, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısında bulunduğunu, halkın kaderinin rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukuk kurallarına bırakıldığını belirtmiştir. Yine gerekçede Türk adaletinin
    bu karışıklıktan, yokluktan ve ilkel durumdan kurtarılması için, modern ve yeni bir Türk Medenî Kanunu’nun hızla yapılarak uygulamaya konulmasının zorunlu hale getirdiği de vurgulanmıştır.

4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan yasa, 6 ay sonra,
4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir.

Medeni Hukuk yasasının temel olarak getirdiği yenilikler aşağıdaki gibi sıralanabilir :

  • Türkiye’de hukuk birliği sağlanmıştır.
  • Tek eşle evlilik esası getirilmiştir.
  • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlanmıştır.
  • Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirilmiştir.
  • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır. 
  • Böylece kadın ve erkekler arasında ekonomik ve sosyal alanlarda eşitlik sağlanmıştır.
  • Kadınlara mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında
    erkekle eşit haklar verilmiştir.
  • Patrikhane ve konsoloslukların yargı yetkileri sona erdirilmiştir.
  • Laik hukuk anlayışı toplumun her kesiminde uygulanır duruma gelmiştir.

Doğal olarak yasanın işleyişi sırasında ortaya çıkan aksaklıkları gidermek amacıyla
Türk Medeni Kanunu’nda ilki 1938’de olmak üzere 15 kez değişiklik yapılmış,
1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.

1994-98 arasında yeni Anayasa hazırlama çalışmaları başlamıştır. Yeni yasa için, 1971 ve 1984’te yayımlanan 2 öntasarı ile İsviçre Medeni Yasası, bir ölçüde Alman Medeni Yasası, Fransız Medeni Yasası ve İtalyan Medeni Yasasından yararlanılmıştır. 1999 seçimleri nedeniyle yürürlük alamayan tasarı, seçim sonrası yeniden ele alınmış; sonunda 1 Ocak 2002’de yeni Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi ile ‘İsviçre Medeni Yasası’nı esas alan ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

1926’da uygulamaya konan ve temeli laik (dinin devlet işinden ayrıldığı), demokratik
ve hukuka saygıya dayanan O günkü medeni Hukuk kurallarının günümüze gelindiğinde daha modernleşmesi beklenirdi. Nitekim toplum bu hukuk düzeni içinde laikliği benimsemiş, öbür Müslüman ülkelerde görülmeyecek biçimde dinini yaşar duruma gelmiş, kadınlar hukuksal haklarının bilincine varmış ve haklarını savunur hale gelmiştir. Ancak 1950’li yıllarda başlayan, ardından 1980’li yıllardan sonra ivme kazanan ve 2000’li yıllarda hızla artan dini esaslara dayalı eğitim ve hukuk anlayışının ülkemizin medenileşmesinin önündeki 2 büyük engel olduğu görülmektedir. Ülkeye yönetmeye istekli olanların laik düzene bakış açıları nedeniyle modern bir hukuk sistemi getirebilecekleri konusunda kuşkular bulunmaktadır. Geçmiş yıllarda insan haklarına uyulmadığını, hukuksuzluk olduğunu, demokrasiden uzaklaşıldığını söyleyenlerin,
bugün hukuka uygunluk altında hukuksuzluk yapmaya devam etmeleri düşündürücüdür.