Etiket arşivi: Dr. M. Galip Baysan

BATI DÜNYASININ BÜYÜK GÜNAHLARI- SOYKIRIMLAR (AMERİKA KITASI)

BATI DÜNYASININ BÜYÜK GÜNAHLARI- SOYKIRIMLAR
(AMERİKA KITASI) 

Dr. M. Galip Baysan

Bir önceki yazımda sizlere Batılı çeşitli siyasaş düşünürlerin Osmanlı toplum yaşamı konusundaki görüşlerini anlatmıştım. Bu görüşlerin çoğu olumsuz ve kanaatimce Türkler ve Müslüman Dünyasına şaşı bakan, ön yargılı görüşlerdi. Ancak Türkler aleyhinde bu kadar olumsuz görüşlerin oluştuğu dünyada Osmanlıda çok güzel ve çağına göre çok ileri davranışlarda vardı. Tabii ki bu konudaki görüşlere ilerideki yazılarımızda yer vereceğiz. Ancak Osmanlı Yaşamını anlayabilmek ve değerlendirebilmek için Dünyada ne oyunlar oynandığını da öğrenmek ve değerlendirme yaparken göz önünde bulundurmak mecburiyeti vardır.
Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 20 Kasım 1918’de eski İngiliz Başvekili Asquit: “Asırlardan beri ilk defa olarak en gerici bir kuvvetin, yani Türk Avrupa’sının yok oluşuna şahit oluyoruz. Büyük hasta, can çekişirken, pişmanlık göstermek için fırsatlar bulmuş, fakat bunlardan faydalanamamıştır. Milletler ailesinin kötü bir kuvvetinin son günlerini geçirdiğine şahit oluyoruz. Bu hastanın mezarının üzerine ne yazılırsa yazılsınölümden sonra tekrar dirilmesi yolunda bir olay cereyan etmeyecektir.” (1) derken, yine bir İngiliz, General Allenby’de (1917’de) Kudüs’e girdiği zaman, Haçlı Seferlerini tamamlıyorum (2) sözleriyle gerçek duygularını dile getirmişti. 1. Cihan Harbi’nin ünlü İngiliz casusu Lawrence’ın görüşleri de bunlardan farklı değildi. İftira, kin ve nefretle doluydu (3).

Bu acımasız sözlerin muhatabı Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler tam 900 yıldır bu topraklar ve çevresinde yaşıyorlardı. (1071–1918) Birlikte yaşadığı gayrimüslimler sosyal ve hatta siyasi yaşam olarak Türk ve Müslümanlardan daha iyi şartlar içinde bulunuyorlardı. Bu yaşam özellikle 19’uncu yy.dan itibaren tamamen Avrupalı güçlerin isteklerine uygun bir şekilde, hiçbir baskı altında kalmadan daha iyi şartlarda devam ediyordu. Temelde her toplum kendi bölgesinde kendi din, dil, örf ve geleneklerini koruyarak ve onlara uygun bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Osmanlı yönetimine nefretle bakan bu siyasilerin dünyanın yarısına yakın bir kesimde egemen olduklarını biliyoruz. Acaba onların yönetimi çok mu farklıydı?  Çok mu insancıl, hoşgörülü ve demokratik haklar yönünden yönetilenlere büyük imkânlar tanıyan bir yönetim miydi? Zannederiz ki bu konu üzerinde biraz durmakta yarar var. Belki de böylece okurlarımıza mükemmel bir yönetimin nasıl olması gerektiği konusunda ilginç örnekler sunma imkânını bulabiliriz.

Osmanlı Sultanı, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedip Balkanlara ve Batı Anadolu üzerinde büyük bir imparatorluk kurduğu, Müslümanların yanında büyük sayıda Hıristiyan, Yahudi ve diğer dinlere mensup halkları yönettiği bilinen bir husustur. Bu arada 10.000’lerce Ermeni’yi İstanbul’a göç ettirip, İstanbul’da bir Ermeni patrikhanesi kurmuş ve yönetilenlere daha 1463 yılında büyük bir Dinsel özgürlük vermiştir. Bu tarihten 40 yıl kadar sonra, Emevileri yenerek İspanya’ya hâkim olan İspanyolların Engizisyon mahkemesi vasıtasıyla bütün Müslümanları yok ettiği ve daha sonra Katolikler dışındaki diğer mezhep ve Yahudilere tam bir soykırım uyguladığını hatırlıyoruz. Bu kıyımlar öyle büyük seviyelere ulaştı ki sonunda dayanamayan Osmanlı Sultanı, 2. Beyazıt; bu soykırımı önlemek için özel gemiler gönderip, özel izinler alarak yüz binlerce masum insanı, Engizisyon’un elinden kurtarmış, kendi ülkesinde ve kendi kuralları çerçevesinde özgürce yaşamaları ve ibadet etmelerine izin vermiştir. Bu olayların geçtiği 1490’lardan 15–20 yıl kadar sonra, Avrupa ülkeleri yeni bulunan bir kıtadan, nasıl yararlanacakları arayışı içinde bulunuyorlardı. Şimdi bu konudaki gelişmeleri pek derin incelemeye gerek duymadan, ansiklopedik bilgiler çerçevesinde izlemeye çalışıyoruz.
“Amerika’nın fethi sırasında yapılan kıyımdan Meksika’daki Çiçimekalar ya da Şili’deki Araukanlar gibi, her türlü asimilasyona karşı çıkan kabilelerin yok edilmesinden sonra, maden ocaklarındaki zorunlu çalışmadan kaynaklanan ölümler, mikrobik hastalıklar, korkunç salgınlara yol açar. Meksika yerlilerinin sayısının 1519’da on milyon kadar olduğu sanılmaktadır. 1650’de burada yalnızca bir buçuk milyon yerli kalmıştır. Bütün Güney Amerika için nüfus azalmasının (aynı süre içinde) yirmi milyon dolayında olduğu kestirilmektedir. Antil Adaları’nda yerliler hemen hemen tümden yok olmuşlardır. Hıristiyanlaştırma çabası sömürgeleştirmeye eşlik eder; daha 1528 yılında 28 piskoposluk kurulmuştur… Bazı kabileler Hıristiyanlaştırılmaktan kurtulmak için ormanlara ve dağlara sığınır” (4).

“Cortes Küba’nın fethinden sonra, Santiago dolaylarındaki toprakları ele geçirerek burada yönetici olur. Ama bu görevden çabuk sıkılır. Masalsı toprakların fethine çıkmayı daha uygun bulur. Cortes 500 İspanyol askeri (32’si okçu, 16’sı tüfekçi) Avrupa’dan getirilmiş 16 at ve 10 top elde eder ve ileri harekâtı başlatır.

Meksika’ya ulaşınca 1519 Ağustosunda iç kesimlere doğru ilerlemeye karar verir. Küçük ordu, Totorak (yerli) savaşçıları eşliğinde, yüzlerce taşıyıcının da yardımıyla ve 400 piyade, 15 süvari ve 7 topla, yola çıkar. Bağımsızlığını korumuş olmakla beraber, Aztek’lerin etkisinde olan Tlaxcala yerlilerinin topraklarına gelince 50.000 kişilik bir orduyla savaşmak gerekir. Tlaxcaltek’ler bir avuç asker karşısında bozguna uğrayınca;doğaüstü hayvanlara binip, yıldırım taşıyan, dolayısıyla da yenilmeleri olanaksız olan Tanrılar karşısında bulunduklarına inanırlar. Azteklerle hesaplaşmak üzere onlar da İspanyollara katılırlar… Cortez Mexica’nın fethini böylece 400 küsur askerle ve yerlilerin yardımı ile tamamlar” (5).

“Kıyıdaki şekerkamışı tarımı işletmeleri çok erken bir dönemde sömürgeleştirmeye temel olmuşlardır ve Brezilya’nın başarısını sağlamışlardır. İlk zenciler 1530’da buraya getirildiler. 1585’te 57.000 sömürgeci ve 14,000 köle vardı” (6).

Sömürgeleştirmenin ilk anlarında yerlilerin sahip olduğu altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin elde edilmesi ve Hıristiyanlaştırma önem kazanmıştır.
“1503’te kurulan ve Amerika’yla İspanya arasında deniz ve ticaret ilişkilerini denetleyen, Sevilla Casa de la Contratacion (Ticaret Odası)’nın arşivlerine göre; 1503’ten 1660’a kadar (Amerika’dan-Avrupa’ya) 181 ton altın ihraç edilir. Bunun yanında gizli kaçakçılık da göz önüne alınırsa gerçekte 300 tona yakın altın çıkarıldığı kabul edilebilir. Çıkarılan gümüş de 16.000 tonun üzerindedir.” (7)

“Vakanüvislerin adil birisi diye tanımladıkları Bartholome de las Casas’ın (Kızılderililere karşı yapılan haksızlıklar karşısında) sesi yükselmeye başlar. Kristof Kolomb’un yakın arkadaşı olan babası ona Saint-Dommique’de geniş topraklar bırakmıştı. Tanrının bu lütfundan sonra çok etkilenen Las Casas, piskopos olduğu şehirde kölelerini serbest bırakmıştır. Kızılderililerin maruz kaldığı İspanyol canavarlarının kana susamış davranışlarından üzüntü duyan, bu pişman olmuş İspanyol serüvencisi, araştırmalar yapmış ve çarpıcı bir eser bırakmıştır. Avrupa’da çok büyük yankılar uyandırmış olan bu eser, “Historie des İndes” (Kızılderililerin Tarihi) birçok dile çevrilip yorumlanmıştır” (8).

Dindar piskoposun anlattığına göre, Küba adasında üç ay içinde yedi bin çocuk, gıdasızlıktan ölmüşlerdi. Belli bir yaşama alışmış, hayatlarını kurmuş olan ilkel topluluklar, açgözlü sömürgecilerle karşılaşınca savaşmışlar ve doğal olarak yenilmişlerdi. “İspanyollar, Kızılderililerin kadınlarını ve çocuklarını alıp onların emeğiyle elde ettikleri etlerle beslenmekteydiler. Bu insanlar yiyeceklerini büyük zorluklarla elde ettiklerinden, azla yetinmeye alışmışlardı. Fakat Hıristiyan İspanyollar bu küçük porsiyonlardan memnun değillerdi ve otuz kişi için bir ayda hazırlanmış yiyeceği bir saatte bitirmekteydiler. Şunu belirtmek gerekmektedir: Bir savaşın sonunda bütün erkekler öldürülürse ve kadınlar ve çocuklardan başka kimse kalmazsa ne yapılır? Kalan zavallı halkı İspanyollar arasında paylaştırıp, altın çıkartmak üzere madenlere göndermekten başka çare yoktur… Yiyecek olarak otlardan başka hiçbir şey vermedikleri için kadınlar çok zayıf düşüyor, çocuklarda kısa sürede ölüyorlardı. Kalan erkeklerde madenlerde açlıktan ölüyor, dolayısıyla ada kısa sürede yaşanmaz hale geliyordu.” (9)

Amerika’nın keşfinin ilk yüzyılı içinde bölgedeki yerli halk böyle kırılırken, gelişen çiftlikler ve üretim sahaları nedeni ile ihtiyaç duyulan “iş gücü” için gözler yine savunmasız kıtaya, Afrika’ya çevrilir. Afrikalıların Amerikan tarihi içinde öne çıktığı bu dönemden, günümüze kadar karşılaştığı güçlükler dev boyutlardadır. Avrupalıların bu güçlükleri nasıl yenmeyi başardıklarını bir sonraki yazımızda sunmaya çalışacağız.

DİPNOTLAR..

(1) Süleyman Kocabaş: Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar, s.231( İstanbul–1985)
(2) S.Kocabaş, a.g.e., s.231 (Altuğ, I.Dünya Harbinde., s.48).
(3) T.E.Lawrence, Seven Pillars of Wisdam, a Triumph, s.44–48 (Garden City, New York, Doubleday, Duran & Company İNC. –1935).
(4) Türk ve Dünya Tarihi Ansiklopedisi, Gelişim Hachette, Cilt 4, s.1162 (le Livre de Paris S.N.C. Biblioclub de France Hachette Et Cie ve Gelişim Basım ve Yayım A.Ş. İstanbul –1985).
(5) Türk ve Dünya Ansiklopedisi, Cilt–3, s.749–750.
(6) Aynı Eser, Cilt 4-s.1166.
(7) Aynı Eser, Cilt 4-s.1161.
(8) Maurice Lengelle, Kölelik, s.80 (Çev. Emine Su, iletişim Yayınları – Press Universitories De France, İstanbul- 1993).
(9) Aynı Eser, Cilt 4, s.80–81.

=================================

Dostlar,

Yukarıdaki önemli tarihsel derlemenin, sömürgecilik vahşetinin içyüzünü sergileyen incelemenin yazarı Dr. M. Galip Baysan’ın bize seslenişi aşağıda..

*****

Sayın Hocamız Ahmet Bey, 

Selam..
Gençlerimize, Batının yapılan bütün propagandaların dışında gerçek dünyasını tanıtma amacıyla yazdığımız yazı dizisinin Amerika Kıtası ile ilgili olan bölümünü ekte sunuyorum.

Dr. M. Galip Baysan

*****


Biz de bu önemli çalışmayı site okurlarımızla paylaşmak istiyoruz..Batı emperyalizmi kucağında sözde özgürlük – halkların kurtuluşu savaşımı veren Türkiye’deki kişi ve kurumların, HDP’nin. PKK’nın, YPG’nin, KCK’nın vd. nin bilgi ve ilgisine özellikle sunarız..Dr. Baysan’ın Afrika kıtasındaki Batı sömürgeciliği hakkındaki yazısını da okmalısınız..
Sevgi ve saygı ile.
30 Eylül 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

SEVR OSMANLI DEVLETİNE SEVR NASIL KABUL ETTİRİLDİ?

Dostlar,

“SEVR OSMANLI DEVLETİNE SEVR NASIL KABUL ETTİRİLDİ?”

başlıklı özlü bir çalışmayı paylaşmak istiyoruz.

Sayın Dr. Galip Baysan’a emeği ve paylaşımı için teşekkür ederek..

Sevres_Treaty_map_10.08.1920

Sevgi ve saygı ile.
18.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

“SEVR OSMANLI DEVLETİNE SEVR NASIL KABUL ETTİRİLDİ?”

Dr. M. Galip Baysan
mgalipbaysan@yahoo.com.tr, 18.5.13

Son 5 bölümlük yazı serimizde Sevr Antlaşması’nın içini, dışını inceledik, özellikle son bölümde büyük dostumuz! Lloyd George’un muhteşem atraksiyonunu izledik. Bu baskıların sonunda İstanbul’un Sultan ve Hükümetinin, ülkeleri için hazırlanan bu idam fermanını, (günümüzün siyasi olaylarını andırıcasına) nasıl kabul ettiklerine ve halka nasıl kabul ettirdiklerine bir göz atalım. İstanbul Hükümeti sözde halkın onayını alıyormuş görüntüsü vermek için değişik görevlileri içine alan bir Şura toplamaya karar verdi ve bu toplantıya Saltanat Şurası adı verildi.

İstanbul’da Saltanat Şurası toplanırken İtilaf Devletleri Yunan Ordusunu Trakya’da ileri sürdüler. Padişah’ın da katıldığı Saltanat şurası toplantısında İstanbul’un ünlü devlet adamları, aydınları, ulemaları bir araya geldiler. Sunulan barış teklifini, “Tamamen yok olmaktansa, zayıf da olsa bir varlık olarak yaşamak daha iyidir.” gerekçesi ile sadece bir kişi (Topçu generali Rıza Bey) haricinde herkes oybirliği ile kabul etti.(1) Aslında bu oylama dahi tek başına, Osmanlı Yönetimi ve Türk Tarihi için yüzkarası olarak kabul edilecek bir olay olup, mutlak monarşinin keyfi ve kişisel zihniyetini açığa çıkaran önemli bir örnektir. Osmanlı Devletinin sonunu getiren bu oylama işini Padişah’ın damadı İsmail Hakkı (Okday)’ın kaleminden izleyelim:

“Memleketin kalburüstü gelen vezir, paşa, eski nazır, ayan ve eşrafı adına İstanbul’da bulunan kim varsa davet edilmişlerdi. Sadrazam Damad Ferid Paşa ilk sözü alıp kürsüye çıktı. Siyasi durumu dramatik bir şekilde izahla söze başladı ve galip devletler tarafından hazırlanmış olan Sevres Sulh Antlaşması’nın olduğu gibi ve herhangi bir tadile ( değişikliğe) uğratılmaksızın Murahhas Heyetimize sunulmuş olduğunu anlattı. Bu muahede taslağı ya aynen kabul edilecek yahut da reddedilecekti. Binaenaleyh toplantıda bulunanlardan istenen şey, ya bir evet yahut bir hayır’dan ibaretti. Herhangi bir maddenin tadili bahis mevzuu olamazdı. Çünkü galip devletler bu noktada karar birliğine varmışlardı.

Nihayet muahedeyi kabul edenler ayağa kalksınlar denildi. Damad Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Kayınpederim Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah 6. Mehmet Vahdettin ayağa kalkınca da hazır olanlar saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki: bu ayağa kalkış muahedenin kabulü manasına mı geldiği, yoksa Padişah’ı selamlamak için mi olduğu anlaşılmadan oylama bir oldu biti ile tamamlandı.”(2) İşte Osmanlı Devleti’nin sonunu getiren belge böyle oylanmış ve 10 Ağustos’ta Korgeneral Hadi ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Beyler tarafından Paris’te imzalanmıştır.”(3)

Tarihin bu döneminde bütün dikkatler Ankara’da kurulan yeni Türk Milli Meclis’i üzerinde yoğunlaştığından Osmanlı Devletinin bu acı dönemi biraz ihmale uğramış gibidir. Konumuzla ilgisi açısından bu acı son üzerinde ısrarla durmamızın nedeni ise, günümüzde dahi bazı kaynakların kasıtlı olarak Osmanlı Devletinin o günlerde tükendiğini görmek istememeleri, bütün tarihsel gerçeklere rağmen, batışın nedeni olarak Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının gösterilmek istenmesidir. Oysa Osmanlı Hanedanının sonunu görüldüğü gibi güvendikleri işgal güçleri, devlet adamları ile işgal güçlerine karşı uygulanan kişiliksiz, pasif politikalar hazırlamıştır.

İşgalciler Türk Devletini bitirmek için herkesin isteklerine kulak vermiş fakat bütün ümidini işgalcilerin merhametlerine bağlamış olan Osmanlı Sultan ve yöneticilerine hiçbir destek vermemişlerdir. Hatta savaş döneminden sonra da İngiltere’ye bağlılığını devam ettirmek isteyen “Osmanlı Ailesi mensupları”, bu hatalarının cevabını İngiliz hükümetinden ağır bir şekilde alacaklar, büyük maddi ve manevi sıkıntılara düşeceklerdir. Bu nedenle denilebilir ki Osmanlı ailesinin düşmanı Mustafa Kemal ve arkadaşları değil, ancak dostluğunu aradığı yabancı güçler olmuştur. İngiltere’nin ibret alınacak tutumunu Fransız yazar Berthe G. Gaulis şöyle özetlemektedir:

“İngiltere’nin hatası her yerde aynıdır. Bu Türkiye’de her yerdekinden daha açık görülür. 1920 Temmuzundaki büyük ölçülü Yunan taarruzuna kadar, Türk milliyetçileri, devamlı olarak İngiltere ile çalışmaya bakmışlar, hatta Anadolu’nun işgalinden sonra bile, onu inandırmaya çalışmışlar, fakat her defasında onun, Türkiye’yi yok etme yolundaki arzusuna çarpmışlar, bu da, kendilerine, daha iyi bir savunma sağlama yolunu seçme zaruretini doğurmuştur. Böylece hareket planlarını geliştirerek, kendilerine yeni kaynaklar bulacaklardır.”(4)

“Temmuz 1920’de o bir dizi başarısızlıkların etkisi altında, ayrıca Hindistan’daki Müslümanların devamlı şikâyetinden endişe duyan(5) İngiltere, bu işin sonunu getirmek ister ve Yunanlıları Anadolu üzerine sevk eder. Vaat edilen armağanlar çok büyüktür; İstanbul, bütünü ile Trakya, İzmir, Batı Anadolu yani Küçük Asya’nın en zengin toprakları, Hellada’nın yani Yunan rüyaları içinde en ölçüsüz olanların bile gerçekleşmesi. Yunan ordusu, bolluk içinde harp malzemesi ile devamlı donatılacak, İngiliz altını hep konuşacak, İngiliz subayları operasyonlar yöneteceklerdir.”(6)

Sevr antlaşması, son hayalleri de dağıtmıştır. Bu kez ihtiyar Türkiye bile anlamıştı ki, İngiltere O’nu avlamış, ona Britanya mandası altında, aşağı yukarı eski imparatorluk kadar geniş bir Türkiye’nin, bir iyilikseverlik sonucu elde kalacağını açıkça söylemese bile ima etmişti.”(7)

Orduya karşı saldırılar 22 Haziran tarihinde başlayan Yunan ilerlemesi sonucunda (günümüzdeki saldırılara benzer şekilde) inanılmaz boyutlara ulaştı. Bu haksız tecavüz karşısında, İstanbul hükümetinin bir bakanı ile yapılan bir röportaj ihanetin boyutlarını açıklamak için yeterlidir: Damat Ferit Hükümetinin Adliye Nazırı’nın bir yabancı gazeteci ile yaptığı konuşma şöyledir:

“Soru : Hükümet Yunan Ordusu tarafından yapılan hareketi protesto etmek niyetinde midir?

Nazırın cevabı: Hükümetimiz Mustafa Kemal taraftarlarını resmen mahkûm etmiş ve hilafet ve vatan haini olduklarını ilan etmiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere layık oldukları cezayı vermektir. O halde kendi programımıza dâhil olan bir hareketi niye protesto edelim.

Soru : Bu hareket mühim güçlüklerle karşılaşacak mıdır?

Cevap : Hayır, bunun sebebi şudur ki, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan ve sırf yağma hırsıyla hareket eden bir takım şahıslardan mürekkep, teşkilatsız, inzibatsız ve mümaresiz bir ordudur.

Soru : Fikrinizce hareket uzun sürecek midir?

Cevap : Asker değilim fakat intibaım şu merkezde ki; General Paraskevopulos’un ordusu şimdi süratle ve şiddetle harekete devam eyleyecek olursa, birkaç hafta da Ankara sınırları önünde bulunacaktır.”(8)

Türk askeri üstün düşman kuvvetleri karşısında çekilirken özellikle Bursa yöresinde mürteciler de harekete geçirilecektir. “Milli kuvvetlerin dağılması ve Yunan ordusunun ilerlemesi tabii olarak mürteci ruhun mukavemet ve müdafaa taraftarlarına (ordu mensupları ve onları destekleyen sivillere) karşı olan hiddetini kamçıladı. Çekilen askerimize ve bilhassa subaylara karşı bazı kasaba ve köylerde çok kötü muameleler yapıldı. Bunlara yiyecek, hatta su verilmedi ve içlerinden bazıları öldürüldü. Bazı subaylar, köylülerin tecavüzlerinden korunmak için üzerlerindeki askeri elbiseleri atıp, köylü kıyafetine girmekle kendilerini kurtardılar.”(9) (Yani mürtecilerin asker karşıtlığı yeni bir şey değildir ve askerler bunu çok iyi bilmektedirler. Aslında, Cumhuriyet dönemi askeri müdahalelerinin dikkatle incelenmesi sonunda ana nedenlerinin ülkenin irticai güçlerin eline geçmesini önlemek olduğu açıkça görülecektir.)

Bu durum karşısında Bursa’da yapılacak bir savunmadan komutanlar ve hatta TBMM Başkanı Mustafa Kemal umutlu değildir. Bu nedenle TBMM Hükümetince bir bildiriyle halkın uyarılması kararlaştırıldı. Batı Cephesi komutanı Bursa halkının bu olumsuz tutumunu iyi bir değerlendirmeden geçirerek verdiği savunma emri şöyledir: “… Erleri Bursalı olan 56’ncı tümen muharebesiz çekilse bile, bütün personelin tümeni bırakarak Bursa bölgesinde kalması, bu sırada çekilenleri gören Milli kuvvetlerin de dağılması göz önünde tutulmalıdır.” Bu emir üzerine Albay Bekir Sami de Bursa batısındaki savunmayı benimsemiş ve geride, seçilen savunma mevziinde hazırlık yapılması emrini vermiştir.(10)

Yunan saldırısı üzerine 24/25 Haziran 1920’de Garp Cephesi Kumandanlığı kurularak bu göreve seferde Ordu Komutanı yetkisi ve sorumluluğu ile Ali Fuat Paşa atanmış ve cephe bir düzene sokulmuştur.(11)

Mustafa Kemal Paşa, düşünce ve amaç birliğinin önemini şu sözlerle belirtmektedir:

“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir fakat bu hal hiçbir vakit memleketi mahvedemez. Mümkün olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir. Bu hakikati bizden iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar.”(12)

Dış güçlerin baskısı ile son Osmanlı Padişahı ve hükümetince kabul edilen Sevr Antlaşması Ankara’da Meclisçe reddedilip lanetlendi

    kten sonra, faaliyetler ülke içinde milli birliğin sağlanması ve muntazam ordunun oluşturulması istikametinde yoğunlaştırıldı.

    DİPNOTLAR:

    (1) Komutan, Devrimci, Devlet Adamı Yönleriyle Atatürk, s.299
    (Genkur, İstanbul-1973)
    (2) İsmail Hakkı Okday: Yanya’dan Ankara’ya, s.414-5 (İstanbul-1975)
    (3) Atatürk, Komutan, Devrimci, s.299
    (4) Berthe G. Gaulis, Çankaya Akşamları, s.59 (Türkçesi Firuzan Tekil, İstanbul-1983)
    (5) Hindistan’ın durumu için bkz. R.K. Sinha, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi, s.112-124, 131-144 (Milliyet Yayınları); Bkz. Atatürk Yolu, s.20 (Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-1987)
    (6) Çankaya Akşamları, s.52
    (7) Aynı eser, s.54-55
    (8) İhsan Güneş, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.149-150 ( Genkur. Ankara-1987)
    (9) Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.198(TTK Ankara-1983)
    (10) Şükrü Erkal, İkinci Asker Tarih Semineri, s.165
    (11) ATASE Başkanlığı Yayınları, Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Vesika No. 1189; İhsan Güneş, İkinci Harp Tarihi Semineri, s. 145-6
    (12) Suat İlhan, Harp Yönetimi ve Atatürk, s.29 (TTK, Ankara-1987)

MENEMEN OLAYI ve ŞEHİT ASTEĞMEN KUBİLAY

MENEMEN OLAYI ve ŞEHİT ASTEĞMEN KUBİLAY

Dr. M. Galip Baysan
23.12.12

Tam 82 yıl önce, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapanmasından beş gün sonra
23 Aralık 1930 günü, Nakşibendî tarikatı mensubu bir grup insan, Menemen’de gerici bir ayaklanma başlatmışlardır. Zaman zaman irticayı teşvik eden unsurlarca mümkün olduğu kadar göz ardı edilmeye, unutturulmaya çalışılan bu olay; Cumhuriyet döneminin en önemli irtica olayı kabul edilmelidir. Belki çapı o kadar büyük değildir, ancak böyle akıl dışı iddialarla ortaya çıkan 5-6 kişilik bir grubun yerli halk tarafından böylesine içten desteklenmesi düşündürücüdür ve fanatik dinci kesimin harekete geçtiği zaman neler yapabileceğinin en önemli göstergesidir. Bu nedenle çağımız Türkiye’sinde Laiklik, özgürlükler ve insan haklarına saygı duyan herkesin mutlaka bilmesi ve unutmaması gereken bir olaydır. Bu gün size biraz bu olaydan bahsetmek istiyoruz.

Olayların temelinde Saltanat’tan Cumhuriyet dönemine geçiş ve Atatürk İnkılâpları olarak adlandırdığımız inkılâplara karşı, bu konularda tümüyle cahil halkın ve din adamlarıyla onların yanında bütün karşıt güçlerin yarattığı atmosfer bulunmaktadır. Serbest Cumhuriyet fırkası bu kesimler için bir umuttu. Onlara göre; tepeden inme bir şekilde halkın önüne konan zorlamalar, bu parti iktidara gelince değiştirilebilecekti. Mesela şapka kaldırılacak, kıyafet serbest bırakılacak,tekke ve zaviyeler, eski yazı, Hilafet, Şeyhülislamlık gibi kurumlar hatta saltanat tekrar geri gelebilecekti. Kadın erkek eşitliği ne demekti? Hiç kadınla erkek bir olur muydu? Kadının yeri evi ve çocukları olmalıydı ve kocasına itaat etmeli ve onu memnun etmeye çalışmalıydı. Böylece bozulan aile düzeni yeniden özlenen seviyeye getirilebilecekti. Serbest Fırka bu nedenlerle birkaç ay içinde çığ gibi büyüdü. Bu gelişmelerin ardından,
Partinin kapatılma ihtimali belirince bazı tarikatlar bundan büyük rahatsızlık duydular.

Yargılama sırasında olayın Nakşibendî Tarikatının lideri Şeyh Esat ve yandaşları tarafından planlandığı ve Manisa’da günler öncesinden hazırlanan Derviş Mehmet adında bir kişinin liderliğinde bir grup tarafından icra edildiği anlaşılmıştır. Bu grup,
Şeyh Esat’ın Manisa’daki örgütlenmeyi yapan temsilcisi Laz İbrahim tarafından yönlendirilmekteydi. Dördünün ismi Mehmet (Muhammet), ikisinin ismi Hasan olan bu grup günlerce Manisa çevresindeki köylerinde, birlikte içki ve uyuşturucu âlemleri yaptıktan sonra yine hep birlikte 23 Aralık sabahı Menemen’e gelmiş ve saat 06:20de sabah namazı için Müftü camisindeki cemaatin arasına katılmışlardır.

Burada bir not olarak şu hususu da eklemek isteriz : Aslında grup 7 kişi olarak
yola çıkmıştı. Belirtildiğine göre bir de köpekleri varmış ve köpeğin de ismi Kıtmir imiş. Bu size ünlü dinsel “Yedi uyuyanlar” efsanesini hatırlatmıyor mu? Yedinci kişi Çakıroğlu Ramazan grupla birlikte gelmemiş, daha önce aralarından kaçarak ayrılmıştır. İfadeler Camiye gelinmeden önce çifter çifter esrarlı sigara içildiğini belirtmektedir.

Namazdan hemen sonra Derviş Mehmet; mihraba asılı bir durumda olan ve üzerinde “La İlahe İllallah, inna fetehnake” ayeti yazılı yeşil bayrağı alarak kendisinin
Mehdi olduğunu, arkasında 70.000 kişilik Halife Ordusu bulunduğunu, öğlene kadar
bu bayrağın altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylemiş ve bütün Müslümanları eylemlerine katılmaya davet etmiştir. Hep birlikte cami dışına çıkan grup yüksek sesle tekbir getirerek yürümeğe başlayınca, diğer camilerden çıkan ve işine giden pek çok insan ne olduğunu anlamak için toplanmaya başlamışlardır.
Gelişmelerin olumsuz bir yöne doğru kaydığını gören bir Jandarma subayı, durumu Alay Komutanlığına bildirmiş ve Komutanlık o an eğitime gitmekte olan yedek subay, Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ve askerlerini şehre göndermiştir.

Durumun pekiyi olmadığını gören Kubilay, gözdağı vermek için (mermileri olmadığından) askerlerine süngü taktırmış, hem halkı ve hem de askerlerini korumak istediğinden bizzat kendisi nümayiş yapan grupla temasa geçmiş ve onların yaptıklarının kanunsuz olduğunu, dağılmaları gerektiğini söylemiştir. O anda hiç beklenmedik bir çıkış yapan Derviş Mehmet silahını ateşleyerek Kubilay’ı vurmuştur. Yaralı Asteğmen acı içinde kendisini Caminin Musalla taşı arkasına atabilmiş ancak oraya yetişen asiler çılgınca haykırışlar ve tekbir sesleri arasında çantalarından çıkardıkları bir bağ bıçağının testereli kısmıyla
Türk subayının başını kesip ayırmış
ve bayrak sopası üzerine dikmişlerdir
. Baş, bayrak direğinde durmayınca çevredeki bir dükkândan getirilen bir iple sıkıca bağlanmış ve kalabalık avuç avuç şehidin kanını içen, tekbir getiren kendisinin Mehdi olduğunu ve bu nedenle kendisine kurşun işlemeyeceğini iddia eden Derviş Mehmet’in peşinde dolaşmaya başlamıştır.

Kalabalığın yaptıklarını gören Bekçi Hasan Kubilay’ı kurtarmak için ateş edip birini yaraladıysa da karşı ateşle O da ve hemen arkasından diğer bir bekçi Şevki de
açılan ateşlerle şehit edilmişlerdir.

Durumun ciddiyetini anlayan Alay komutanı gönderdiği silahlı birliklerle çevreyi kuşattı. İsyancılara teslim olmaları ihtarı yapıldı. Teslim olmayı reddeden, bana kurşun işlemez..korkmayın diye direnen Derviş Mehmet, açılan ateş sonucu  yere serilen ilk insanlardan biri oldu. Bütün suçlular yakalandı ve dava ile ilgili görülen 105 sanık, General Mustafa Muğlalı Başkanlığında kurulan Sıkı Yönetim mahkemesinde yargılandı. Esat Hoca İstanbul’dan getirildi, 90 yaşındaydı. Yargılama sırasında öldü.

Mahkemenin kararı 29 Ocak günü açıklandı. 36 kişi idam, 41 kişi çeşitli hapis cezalarına mahkûm edildiler, 40 kişi de beraat etti. TBMM yaşları küçük olduğu için 6 idam cezasını hapse, ikisini de 2 yıl hapse dönüştürdü. İdamların çoğu Kubilay’ın şehit edildiği yerde infaz edildi. Bir idamlık infaz anında firar etti. 15 gün kadar dağlarda saklandı. Yakalanınca o da Meneme’nde idam edildi.(Detaylı bilgi için bakınız; Kemal Üstün, Menemen Olayı ve Kubilay, Çağdaş Yayınları, İstanbul- 1977)

Dinsel bağnazlık ve uyuşturucu karışımı ayinlerle kontrollerini kaybeden fanatik bir grubun isyan ederek askerlere ateş edip, Asteğmen Kubilay’ı önce yaralamaları,
sonra da vahşice öldürmeleri daha sonra da iki Emniyet Mensubu görevlinin ard arda öldürülmeleri inanılması güç bir olaydı. Askerler Milli Mücadele döneminde de subaylara yönelik bu tip çılgın davranışlarla karşılaşmışlardı. Ancak cehaletten kaynaklanan bu tip dinsel fanatik davranışların gerilerde kaldığına inanılıyordu.
Hele yeşil bir bayrak altında, tekbir sesleri arasında şehirde tur atan, cinayetler işleyen bu gruba yerli Halkın karşı çıkacak yerde sessiz kalması, hatta isyancıları destekler gibi görünerek onlara katılması Mustafa Kemal Paşa’yı ve
Ordu mensuplarını çok üzmüştü. Mustafa Kemal Paşa Orduya hitaben olayı telin eden bir bildiri gönderdi. Kazım (Özalp) Paşa olayı ve Mustafa Kemal Paşa’nın reaksiyonunu
şu sözlerle anlatmaktadır:

Bu haber Ankara’da bir bomba tesiri yaptı. Derhal köşke çağrıldım. Mustafa Kemal Paşa görülmemiş şekilde kızgın, üzgün ve heyecanlıydı. Başvekil İsmet Paşa,
Milli Müdafaa Vekili Zekai Bey (Apaydın) Ordu Müfettişi Fahrettin Paşa (Altay) da köşke geldiler.
Mustafa Kemal Paşa çok sinirli bir durumda söze başladı: 

  • “Bu ne haldir, mürteciler hükümet meydanında ordunun subayını din adına boğazlayabiliyorlar. Binlerce Menemenliden kimse çıkıp mani olmuyor, bilakis tekbirle teşvik ediliyorlar. Yunan idaresi altındayken
    bu hainler neredeydiler?
     Onların namusunu ve dinini kurtaran Ordunun
    bir subayına reva gördükleri bu saldırının cezasını yalnız hain katiller değil, hepsi en ağır şekilde çekmelidir. Bu, Cumhuriyetin ve bizim başımızı kesmektir. Bundan bütün Menemen sorumludur.
    Bu kasaba da “Vilmodit”
    ilan edilmeye müstahak olmuşturFransızca olan “Ville Maudite” kelimesinin karşılığı cezalandırılmış şehirdir. Vilmodit kasaba demek,
    o kasabanın bütün halkı şehir
     dışına çıkarılır, 
    aileler birer ikişer memleketin başka şehirlerine dağıtılır, tam boşaltılmış şehir tümüyle yakılır, bugünkü ve yarınki nesillere ibret olmak üzere hükümet meydanında büyük bir siyah taş, sütun olarak dikilir. Derhal harekete geçmeliyiz.” 

dedi. Vakit kazanmak ve havayı biraz yumuşatmak için “acaba ayrıntılı raporların gelmesini beklesek mi?” diye bir görüş ortaya attım. Aramızda bir-iki gün beklemeyi, Paşa’nın tepkisinin ne ölçüde değişebileceğini görmeyi uygun gördük. Ancak normal kanuni işleri hemen başlattık. Paşa bir daha “Vilmodit”ten bahsetmedi. Derviş Mehmet ve arkadaşları yakalandı., kurulan Divanı Harp’te mahkeme edilerek idam edildiler. Mustafa Kemal Paşa bu olayı hiçbir zaman unutmadı. Bir daha da çok parti denemesine girişmedi”. (Kazım Özalp, Atatürk’ten Anılar s.47-48,
T. İş Bankası yay., Ankara-1992)

Şehitlere Tanrıdan rahmet ve ülkemizde bir daha bu tip acı irticai olaylarla karşılaşılmamasını yürekten dileriz.

(Bu yazıyı 4-5 yıl önce ilk yazdığımızda bu dilekte bulunduk ama Komutanlar ve sivil aydınlar aleyhinde bildiğimiz amaçlarla yapılan tutuklamalar ve karmakarışık yargılamalar bu ülkenin mürtecilerden daha çook çekeceğini göstermektedir.)

===========================================

Dostlar,

23 Aralık 1930, Cumhuriyetimiz daha  7 yaşında iken yaşanan çok hazin bir gerici kalkışmadır. Türk Devrim tarihinin bir kırılma tarihi ve olayıdır. Dr. M. Galip Baysan‘ın yukarıdaki makalesi özlü bir derlemedir..

Kin ve nefret tutmayalım yeni kuşaklara aktarmayalım..
Ama tarih bilincimizi de eksik etmeyelim..
Gerekli önlemleri alalım ki, tarih acımaksızın yinelemesin..
Unutmayalım; tarih aptallar için yinelemedir (tekerrür)..

Kubilay’a, Tüm Devrim şehitlerine, başta önder Gazi Mustafa Kemal Paşa
olmak üzere; minnet ve şükran dolu selam ve rahmet olsun..

Atatürk’ün Anadolu Aydınlanma Devrimi’ni koruma kararlılığımızı da
tüm dünya alem bilsin..

Sevgi ve saygı ile.
23.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net