Etiket arşivi: böl ve yönet

Toplum Barışını Bozmak İsteyenlere Karşı Dikkatli Olmalıyız

BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ
KIBRIS TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ

Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ
E. Albay, Cumhuriyet Tarihi Uzmanı
Merkez Müdürü

Kıbrıs, coğrafi konumu nedeniyle her dönem egemen güçlerin ilgisini üzerine çekmiş ve tarih boyunca çok sayıda devletin/gücün egemenliği altına girmiştir. Bu durum Kıbrıs’taki yerel toplumlarının/halkların kendi geleceklerini belirleme iradelerini (istençlerini) gerçekleştirilmelerini önlemiş, geciktirmiştir.

İngiltere’nin Kıbrıs’a yönelik sömürge planlarını uygulamaya başladığı 19’uncu yüzyıl ve sonrasındaki süreç bugün yaşanan sorunların temelini oluşturmaktadır. Dünyanın farklı kıtalarında çok sayıda sömürgesi olan ve “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak da nitelendirilen İngiltere’nin bu denli geniş bir coğrafyada egemenliğini uzun yıllar sürdürmesinin altında yatan en önemli ayrıntı ise, uyguladığı “Sömürge Politikası”dır.

İngiltere’nin meşhur (ünlü) sömürge politikasını tanımlayan olgu ise “Böl ve Yönet”tir. İngiltere sömürmeye karar verdiği coğrafyalarda öncelikle ayrıntılı demografik araştırmalar yapmış, varsa ihtilaflı (çatışmalı) noktaları tespit etmiş (belirlemiş), yoksa ihtilafı (çatışmayı) kendisi yaratmış ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır.

İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleştiği 1878 yılı ve sonrasındaki süreç de bu biçimde olmuştur. 19’uncu yüzyılın hemen başlarında Rumların ENOSİS isteğinin en büyük destekçisi olan İngiltere, Mora İsyanı sırasında (1829) Yunan asilerine (ayaklanmacılara) destek vermiş, ancak söz konusu Kıbrıs olunca bu destekten vazgeçmiş, Rumların isteklerini kimi Kıbrıs Türklerini kendi politikalarına uygun olarak “besleyerek” desteklemiştir.

İngiltere’nin Kıbrıs Türklerinin birlikte davranmamaları yönündeki politikasının en somut örneği Mehmet Münir’dir. İngiliz Kraliçesi Elisabeth tarafından1947’de “Sir” unvanı (sanı) ile de taltif edilen (övgülenen) Mehmet Münir 1925’ten 1947’ye dek İngiliz çıkarları doğrultusunda Kıbrıs Türklerinin temel haklarını gasp ettiği (el koyduğu) tarihçilerin uzlaştığı olduğu bir konudur.

Mehmet Münir’in İngiliz çıkarları doğrultusunda hareket etmesinden hoşnut olmayan ve önderliğini Mehmet Necati (Özkan) Bey’in yaptığı Halkçı Hareket bu duruma müdahil olmak (karışmak) istemiş ve 1930 yılındaki Kavanin Meclisi’nin seçimlerinde Mehmet Münir’e karşı M. Necati Bey’in aday olmasına karar vermiştir. İngiliz sömürge yönetiminin her türlü desteğini alan Mehmet Münir seçimleri yitirmiş ve M. Necati Bey Kavanin Meclisine Girne-Lefkoşa milletvekili olarak girmiştir.

Kıbrıs valisi bu gelişme üzerine Halkçı Hareketin önderi Kavanin Meclisi üyesi M. Necati Bey ile yaptığı görüşmede, İngiliz politikalarını desteklemesini isteyince, M. Necati Bey’in “Ne İngiliz’in ne de Rum’un çıkarları doğrultusunda hareket ederim. Yalnızca Kıbrıs Türklerinin hak ve çıkarları için çalışacağım” biçimindeki yanıtı sonrasında şaşkınlık içinde kalmış, yeni bir politikayı uygulamaya karar vermiştir. M. Necati Bey, Kıbrıs Türklerinin haklarını elde etmek amacıyla oluşturduğu stratejiyi (yordamı) uygulamaya hemen başlamış ve seçimden dört ay sonra 1 Mayıs 1931’de Lefkoşa’da Ulusal Kongre’yi toplamıştır. Ulusal Kongre’nin Kıbrıs Türklerinin hak ve çıkarlarının elde edilmesine yönelik yayımladığı manifesto (bildirge) ve hemen sonrasındaki uygulamaları Ada’nın yakın geleceğini de doğrudan etkilemiştir. İngilizlerin denetiminde yapıldığı konusunda tarihçilerin mutabık kaldığı (uzlaştığı) 1931 Rum İsyanı sonrasında İngiliz sömürge yönetimi anayasal düzeni askıya almış, yerli halk arasında ulusal duyguları geliştiren politikalarına son vermiş ve Kıbrıs’taki denetimi yeniden ele geçirmiştir.

İngiliz sömürge yönetimi, konjonktürel (durumsal) koşulların yeniden belirlendiği 2. Dünya Paylaşım Savaşı sırasında da hem Rumların siyasal örgütlenmesi olan AKEL’in hem de Kıbrıs Türklerinin kurduğu Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK)’ın oluşumuna destek vererek Ada’daki siyasal ortamı kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek istemiştir. Söz konusu dönemde siyasal yaşamına yeni başlayan Dr. Fazıl Küçük bu etkinin ayrımına varmış ve KATAK Kurulundaki görevinden istifa ederek 23 Nisan 1944’te Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi (KMTHP)’ni kurmuştur.

İngiltere, Kıbrıs da içinde olmak üzere sömürgelerindeki egemenliğini sürdürmek için halkların iradelerine (istençlerine) her dönem karışmış ve bunu yaparken de iç birliğin oluşmaması için etkili politikaları başarı ile yürütmüştür.

İngiltere’nin Kıbrıs’ta uyguladığı sömürge politikasının temelini / özünü oluşturan “böl ve yönet” ilkesinin etkilerinin KKTC’de sürmekte olduğunu gözlemlemek üzüntü vericidir. Kıbrıs Türk halkının 1955’ten 1974’e birlik içinde hareket etmesi, söz konusu dönemdeki sorunların toplumsal uzlaşma ile çözüldüğü genel olarak kabul gören bir noktadır. Ancak Kıbrıs Türk halkının geleceği söz konusu olunca, her türlü siyasal ve kişisel çekişmelerin ertelenmesinde bu uzlaşma son yıllarda yitirilmiş; ekonomik, siyasal, sosyal ve askeri alanda sanki her şey yolundaymış gibi iç çekişmeler / kavgalar / tavırlar sürmektedir.

Kıbrıs Türk halkının hak ve çıkarlarını elde edilmesi için “İç barışın” sağlanması,  manipülasyonlara (yönlendirmelere) karşı dikkatli olunması, KKTC’nin hak ve çıkarlarının sağlanması bağlamında toplum olarak birlikte davranılması yaşamsal derecede önemlidir. Ancak bu noktada gerek kamuoyunun gerekse de siyasal karar vericinin bu anlayışla davranması da kaçınılmaz bir ayrıntıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yüzyıl önce söylemiş olduğu, “Bir toplumun iç kuruluşu ne denli güçlü, sağlam olursa, dış siyaseti de o ölçüde güçlü ve dayanıklı olur.“ özlü sözü, her düzeyde dikkate alınmalı ve uyanık olunmalıdır.

Türker ERTÜRK : TAK TAK TAK


TAK TAK TAK

portresi_adiyla


 

Türker ERTÜRK


Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Çatı adayı” olarak tutmayacağı o kadar belliydi ki,
Akşehir Gölü’nü mayalayıp yoğurt olmasını beklemek daha akıl karı olabilirdi!

Ayrıca Ekmeleddin’in adaylığı çok tehlikeliydi ve korkulan da oldu. Çünkü Erdoğan’ın
12 yıldır ülkemizi felakete doğru sürükleyen tasarruflarına tepki duyan ve her geçen gün büyüyen ama birleşmeye çalışan muhalefeti, Atatürkçüleri, Ulusalcıları ve Milliyetçileri böldü.

Seçim bitmiş olmasına karşın suçlamalar hala sürüyor. Sandığa gitmeyenleri, gidip de kasten geçersiz oy kullananları Atatürkçü olmamakla ve hain olmakla suçluyorlar. Demek ki, Türkiye’yi işbirlikçileri eliyle dönüştürmeye, başkalaştırmaya ve bölmeye çalışan irade maksadına ulaşmış gözüküyor. Eski bir taktik olan “Böl ve yönet”
(AS: Divida et impera!) burada da taşeronlar eliyle sahneye konmuş gözüküyor.

Boykot değil isyan vardı!

Oy vermek gibi oy vermemek, kendisine sunulan seçeneksizliğe isyan edip yukardakilerden hiçbiri demek de bir demokratik tercihtir ve saygıyı hak eder.
Yaklaşık 15,5 milyon seçmen yani 4 seçmenden biri hatta daha fazlası sandık başına hiç gitmemiştir. Bunu duyarsızlıkla ve tatille açıklamak olanaklı değil. 10 Ağustos’ta yapılan son seçim dışında 2002’den bu yana yapılan seçimlerde katılım ortalaması %83, son seçimde ise %73’e düşmüş; bunun bir anlamı yok mu?

Seçimlerde örgütlü bir boykot kesinlikle yoktu. Zaten geniş halk kesimlerinde karşılığı olan hiçbir örgüt boykotu savunmadı. Medyamızın % 98’i sandığa gidilmesini istedi ve propagandasını yaptı. Yalnızca iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yazar ve aydın aksini savundu. Seçime katılım oranının öncekilere göre fahiş bir şekilde düşük olmasının nedeni, halkın kendisine sunulan seçeneksizliğe ve anti-demokratik dayatmaya karşı içten gelen bir isyandı!

Yüzde kaçı yürekten!

10 Ağustos günü benim önümden oy vermek için kapalı bölüme giren kadının mührü tak tak tak şeklinde vurarak salonda yankılanması seçeneksizliğe ve dayatmaya itirazın açık bir belirtisiydi. Elinizi vicdanınıza koyun ve kendinize sorun; Ekmeleddin’e “evet” diyenlerin yüzde kaçı yürekten evet demiştir? O zaman niçin Ekmeleddin aday yapıldı?

Seçimlerden önce CHP’li bir okurum, “Bugüne dek Allah kahretsin diyerek oy veriyordum ama şimdi Allah belanızı versin diyerek oy vermeyeceğim.” dedi.
Bunun terbiye sınırlarını zorlayan bir haddini bilmezin ifadesi olarak görür ve değerlendirirseniz sorunu anlamamışsınız demektir.

Esas tepki duyulması gereken Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimidir.
Onlar bulundukları yere emperyal bir operasyonla gelmişlerdir. Operasyonun nedeni Türkiye’nin dönüştürülmesi çalışmalarında Erdoğan ve AKP’ye zorluk çıkarmamak, ülkemiz adım adım bölünüyor olmasına karşın sert muhalefet etmemek ve
halkı uyutmak misyonunu CHP’ye yüklemekti. Y-CHP ise bunun adıdır.

Riskin hesabını vermeli!

Ekmeleddin adı aracılar vasıtası ile Kılıçdaroğlu’nun kulağına okyanus ötesinden üflenmiştir. Ekmeleddin, değil geniş halk kesimlerini ve CHP ile MHP’yi birleştirmesini, CHP grubunda bile birleştirici olamamıştır. Parti kurullarına ve örgütüne danışmadan Kılıçdaroğlu kararı tek başına almış ve “risk aldım” demiştir.
Şimdi bu riskin ve oynadığı kumarın karşılığını vermeli, hesabını ödemeli ve
derhal istifa etmelidir.

Başka bir aday daha, mesela Emine Ülker Tarhan da aday olsa şimdi karşımızda başka bir tablo olacaktı. Ama Tarhan’ın adaylığı ceberutlukla, anti-demokratik yöntemlerle ve korku imparatorluğu ile engellenmiştir.

Halen ülkemiz için kötüye giden süreci tersine çevirebilmek için Cumhuriyetimizin kurucu kalesi CHP emin, enerjik, genç, kurucu ideolojimizle barışık, Atatürk sevgisini yüreğinde hisseden, hesap verebilir bir geçmişe sahip siyasetçilere
teslim edilmelidir. CHP örgütüne düşen görev bunun gereğini yapmaktır. Yoksa şu anda yaşanan hayal kırıklığı 2015 Genel Seçimlerinde yaşanacakların yanında çok hafif kalacaktır.

Saygılar sunarım.

========================================

Dostlar,

Türker beyin eleştirilerine genelde katılıyoruz.
Ancak ölçü kaçırılıyor galiba…
Kemal Kılıçdaroğlu ekibi için

– halkı uyutmak misyonunu CHP’ye yüklemek
– Kılıçdaroğlu’nun kulağına okyanus ötesinden üflenmiştir.

tümcelerini çok abartılı ve kanıtsız buluyoruz.

Ayrıca Türker bey, kendisinden 20 yaş kadar büyük olan birisini adıyla anmak yerine, “Ekmeleddin Bey” nitemini (sıfatını) kullanmalıydı. Her ne denli hoşlanmasa da,
enaz (asgari) terbiye ve nezaket kuralları bunu gerektirir.

Sevgi ve saygıyla.
13.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

Türker Ertürk: İŞGALCİLER İSİMLERİ DEĞİŞTİRİR


E. Amİral Türker Ertürk

portresi_sade

İŞGALCİLER İSİMLERİ DEĞİŞTİRİR

Atatürkçü Düşünce Dernekleri’nin davetlisi olarak üç gündür eski CHP MV
Şahin Mengü
 ile birlikte Almanya’dayız. Bu yazımı size Stuttgart’tan otel odasından yazıyorum. Bugüne kadar Wurtheim, Frankfurt ve Stuttgart olmak üzere üç yerde
panel yaptık. Bu panellerde hazırlanmakta olan yeni anayasa, dış politikamız ve
Suriye konularını konuştuk.

En çok dikkatimi çeken şey Almanya’da yaşayan Türk toplumunun ülkemiz sorunlarına olan duyarlığı, ilgisi ve Türkiye’nin nereye götürüldüğü konusunda duyduğu endişeydi.

Her panelden sonra dinleyici olarak katılanların soru sormasına imkan sağlamak için uzun zaman ayırdık. Ama biz ne kadar uzun zaman ayırırsak ayıralım, süre yeterli olmuyordu. Çünkü insanlarımız sordukça daha fazla sormaya çalışıyorlardı. Herkesin endişe, korku, infial ve kızgınlık içinde olduğunu gördük. AKP’ye ateş püskürülüyor ve Türkiye hızla felakete doğru sürüklenirken muhalefetin sessizliği, etkisizliği ve kimi zaman bu kötü gidişe desteği sorgulanıyordu.

En çok zorlandığım ve üzülerek anlattığım konu Türk dış politikasıydı.
Çünkü başında Davutoğlu’nun bulunduğu Dışişleri Bakanlığı’nın sürdürdüğü
dış siyaset Türklüğe düşmandı, hayal peşindeydi ve ülkemizin çıkarına olmayan
ama emperyalist işbirlikçisi olan çalışmalar içindeydi. Bu konuda sayısız örnek vermek mümkündü.

Panellerden sonra insanlarımızla uzun uzun sohbetler yaptık. Onları, dertlerini ve sorunlarını dinledik ve anlamaya çalıştık. Bu ilk gelişimiz değildi. Daha önce de
birçok kez Almanya’nın değişik kentlerine gelmiş aynı sorunları farklı bakış açılarından yine dinlemiştik.

Böl ve yönet!

Almanya’da yaşayan insanlarımızın en büyük sorunu bölünmüşlükleri
ve en temel sorunlarında bile bir araya gelme iradesini ortaya koyamamalarıydı.
Bu durum yanlış politikalar, çok uzun süren ilgisizlik, dinci ve tarikatçı yaklaşımlar nedeniyle oluşmuştu ve her geçen gün daha da derinleşmekteydi. Türkler Almanya’da yaşayan en büyük yabancı grubu oluşturmalarına karşın, bin bir parça olmaları nedeniyle güçlü bir ses verememekteydiler.

Etnik bölücülük ve tarikatçılık virüsünün arkasında Almanya’nın da olduğunu söylemek sanırım abartı olamaz. Emperyalizmin böl ve yönet ilkesi burada kendisini göstermektir. Almanya’da yaklaşık 3,5 milyona ulaşan Türkiye kökenli nüfusu, bir biçimde bölemez ve birbirine düşüremez isen, azınlık haklarına dek varan istemlerde bulunabilirler. Bölersen en temel hak istemlerinde bile bir araya gelemezler!

Ne yazık ki AKP yönetiminde bulunan dış temsilciliklerimizin çoğu, Almanya’da ve Avrupa’da yaşamını sürdüren insanlarımızın bölünmüşlüğüne bölünmüşlük katan faaliyetler içindeydi. Yalnız bu neden bile AKP’nin ivedi yıkılmasını gerektirmektedir.

Almanya’nın güneybatısında yer alan Stuttgart, 650 bin nüfusuyla bu ülkenin 6. büyük kent, olup Baden-Württemberg eyaletinin başkentidir. Stuttgart ve çevresi Almanya’nın en önemli endüstri merkezlerinden biridir. Mercedes, Porsche ve Bosch buradadır. Otomotivde dünya lideri olan Mercedes-Benz’in genel merkezi de buradadır.
Stuttgart borsası Frankfurt’tan sonra Almanya’nın 2. büyüğüdür.

Stuttgart’ın bizim için de önemli başka bir özelliği, 2008’de kurulan ABD’nin Afrika Komutanlığı’nın burada olmasıdır. 2011’de Libya’da yapılan operasyonda bu komutanlık aktif olarak görev almıştır. AKP hükümetinin Meclis’ten daha tezkereyi çıkarmadan Libya’ya gönderdiği 6 savaş gemimiz, bu komutanlığın sorumluluk alanında
görev yapmıştır.

Halen 4 yıldızlı bir general tarafından komuta edilen ABD’nin Afrika Komutanlığı, Stuttgart yakınlarında bulunan Kelly kışlasında konuşlanmıştır.

Bu kışla ilk kez Almanlar tarafından Helenen Kaseme adıyla 1938’de kurulmuş ve
2. Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın müttefiklerce işgal edilmesi sonunda 1951’den başlayarak Amerikalılar tarafından kullanılmaya başlanmıştır.

Amerikalı kahraman Başçavuş

Fakat Amerikalılar kışlanın adını Kelly olarak değiştirmişlerdir. Bu ad Amerikalı Kıdemli Başçavuş Jonah E. Kelly’e atfen verilmiştir. Başçavuş Amerikalılar için kahramandır ama bu kahramanlığı Almanlara karşı kazanmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında Belçika-Almanya sınırında Amerikalılar ile Almanlar arasında meydana gelen en uzun süreli (19 Eylül 1944 -10 Şubat 1945) muharebede (The Battle of Hürtgen Forest) Kelly, büyük kahramanlıklar göstermiş Almanların canına okumuştur.

Ne denli onur kırıcı değil mi? Sizin askerinizi öldürerek kahraman olmuş, sizin için düşman olan birisinin adı kendi topraklarınızda bir kışlaya ad oluyor. İster istemez,
işgal eden gücün buna hakkı oluyor. İşgali yaşayanlar da bu onursuzluğa katlanmak zorunda kalıyor.

Ya bizim ülkemizde neler oluyor? İstiklal Savaşı’nda düşmanla işbirliği yapanların, düşmanla aynı safta atalarımıza karşı savaşanların, emperyalist kışkırtma ile isyan edip askerimizi öldüren ve arkadan vuranların, karşı devrim operasyonlarında görev alan işbirlikçilerin ve hainlerin adları sağa ve sola verilmiyor mu?

Bu durumun tek bir açıklaması var; ülkemiz işgal altındadır.

Fakat işgal; halk uyanmasın diye işbirlikçileri eliyle gizli yapılmaktadır.

Bayrağımızın hala dalgalanıyor olması; işgali halkın gözünden kaçırmak içindir.

Saygılar sunarım.
İLK KURŞUN
19.3.12

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in Yeni Anayasa Hakkında 4 Makalesi ve görüşümüz..

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, CHP İzmir Milletvekili seçilmeden önce
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi idi.

Yıllarca bu konuları derslerinde işledi, kitaplar ve makaleler yazdı, bildiriler sundu bilimsel toplantılarda.

Bosna’dan ülkemize gelen, Boşnak kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Türk’tür.

Ülkemizin Yugoslavya gibi etnik temelde ayrıştırılmasını, birbirini boğazlayarak mezbahaya dönüşmesini ve iç savaşla parçalanmasını istemiyor doğallıkla.

Bu vahim tehlikeye altını çizerek dikkat çekiyor..

Batı emperyalizminin “nation building” kaması ile “çevre ulus devletleri”
parçalama oyununa işaret ediyor. Dikkat buyurulsun “çevre ulus devletleri” diyoruz, “merkez kapitalist ulus devletleri” değil!

En büyük ulus devlet ABD, 52 eyalette 52 milliyeti sentezleyerek AMERİKAN ULUSU-MİLLETİ oluşturmuş. Kaya gibi bir blok.. Tek resmi dil, tek bayrak, tek devlet..
Her “milliyet”, örneğin “Ben İtalyan kökenliyim ama Amerikan’ım” diyor.. “Amerikalıyım” değil, “Amerikan’ım” diyor.. Gönüllü birliktelikle  Amerikan ulus devletinin eşit bireyleri durumundalar. Anayasalarında da “Amerikan milleti-ulusu” kavramı-nitelemesi var.
“Amerikan” kimlikkartı ve pasaportu taşıyorlar. Nüfusun yarısına yakınının Hispanik (İspanyol kökenli) olduğu güney eyaletlerinde bile sosyal-kültürel alanda İspanyolca çok yaygın iken, kamusal alanda resmi dil tek ve İngilizce. Bu gerçeği bizzat biz, yerinde gördük, tanık olduk. Yurttaş olmanın en temel koşullarından biri, yeterli İngilizce bilmek!

20. yy (1900’ler) başında dünyada başlıca 50-60 devlet vardı. Bu yy. sonunda 200 devlet oluştu. Küresel emperyalizmin hedefi, 21. yy. sonunda 1000 “devletçik”! Yani, Latince “Divida et impera” bağlamında “Böl ve yönet”!

20. yy. başında 50-60 dolayındaki devlet sayısı, yüz yılda 200’ü aştı. Daha da artırılarak bin devlet(çik) hedefleniyor egemen emperyalistlerce. Daha sonra, hepsini postmodern yöntemlerle yeniden sömürgeleştirerek tek dünya devleti kurmak Elit’in stratejik ereği!

  • “ Dünyada bin (1000) devlet oluşturduğumuzda modern dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların kendini yönetme hakları artık dünya bankerleri ve entellektüelleri olan Elitin otoritesi altına girecektir. Yüzyılımızda izleyeceğimiz strateji budur! ”
    (
    Arthur Schlesinger, CFR Dergisi Foreign Affairs, 1995)

Bir kez daha dikkat çekelim, merkez kapitalist ülkeler kaya gibi ulus devlet..

Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Çin, Hindistan, Rusya … daha onlarcası.

Bizim gibi ülkelerin ise parçalanması gerekiyor!
Sevr ile başarılamayan, şimdilerde bu tür etnik ayrıştırma oyunlarıyla
gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

Çok ilginç bir çelişki de, AB örneğidir.

Türkiye’yi milliyetler / etnisiteler temelinde federe devletlere ayrıştırmayı planlayanlar, 27 ülkeyi, 27 farklı milleti-ulusu bir araya getirerek “Avrupa Birleşik Devletleri” kurmaya çabalıyorlar. Anımsayalım, 1950’ler başında Kömür-Çelik Birliği ile
yola çıkan birkaç ülke zamanla AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) dönüştü.
Üye sayısı giderek artarken “E” harfi atıldı ve “Ekonomik Topluluğun” siyasal birliğe
dev bir adım atılarak “Avrupa Topluluğu” AT’ye dönüştü. Yetmedi, son durumuyla “Avrupa Birliği” (AB, European Union, EU) statüsüne dönüştü 27 ülke.
Tek bayrak, tek parlamento, tek para..

Niçin ? Nedir bu derin çelişki ? Kendileri birleşirken bizleri neden ayrıştırıyorlar?

Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü niçin çarpıtılmaktadır?

Bu bir ULUS DEVLET olma, ULUSLAŞMA, emperyalizme karşı birlik olarak güçlenme ve lokma olmama çağrısı değil midir? Etnik kimliklerinizi koruyun, sosyal-kültürel alanda yaşatın ama kamusal alanda tek parça-blok olun, birlikten güç doğar ve bu yolla da “Türk’üm” deyin, mutlu olun.. anlamında değil midir?

Atatürk’ün sağ kolu İsmet İnönü, bizzat Kürt kardeşlerimizce “Kürt İsmet” olarak sahiplenilmiş  değil midir? Lozan heyetine yazılan mektupta vurgulanmamış mıdır?

Kemal paşa Türk milleti tanımını şöyle yapmamış mıdır ?

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına
    (ahalisine, Türkiye’de yaşayan herkese!) Türk milleti denir.”

Bu tanım, dünyada 4000’e yakın etnisiteyi / milliyeti kucaklayan yaklaşık 200 devlet için geçerlidir. Biyolojik ırkçılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Bu bakımdan, Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan tanım korunmalıdır :

I. Türk vatandaşlığı
Madde 66 – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
Kürt ya da başkaca etnik kökenli yurttaşlarımıza (milliyetlere) ülkemiz,
AB’ye üyelik sürecinde Kopenhag Ölçütleri kapsamında tüm hakları tanımıştır.
Bundan ötesi ayrışma, parçalanma getirir.Artık ayrılıklarımzı değil ortaklıklarımızı pekiştirme zamanıdır.Türkiye, Batı güdümünde sokulduğu bu yapay tartışmaları aşarak asıl gündemine dönmelidir. Yoksullukla, işsizlikle, dengeli bölgesel kalkınma ile, borçlarla, dış güvenlik sorunlarıyla…. çağdaşlaşma ile meşgul olmalıdır.Birgül Ayman Güler hoca bilimsel doğruları dile getirmiştir. Asla ırkçılık, ayrımcılık yapmamıştır.

“Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir.” sözü bilimsel bir anlatımdır.

“Türk ulusu” nitemi (sıfatı) ülkemizdeki 80 milyon insanın ortak sıfatıdır.

“Kürt milliyeti” ise Kürt kökenli yurttaşlarımızı, bütünün bir parçasını tanımlıyor.
Bu bakımdan, “parça bütüne eşit olabilir mi?” Söylenen budur.

Başta Başbakan RT Erdoğan olmak üzere, BDP’li Vekil Sırrı Sakık vd. bilerek
ve isteyerek, kasıtlı olarak Sayın Prof. Ayman’ın sözlerini çarpıtmışlardır.
Bu, ucuz ve çirkin bir popülizmdir.. Ülkemize yakışmamaktadır. Eğitimi yetersiz
halkın kafasını karıştırmaktan yarar ummak erdemli ve ülkemize yararlı bir davranış değildir. Bu tehlikeli hatadan ve politik sömürüden vazgeçilmelidir.

Şimdi, 1920’lere gidelim ve Said Nursi‘nin bir makalesine değinelim :

Said Nursi’nin İkdam’da yer alan makalesi, 7 Mart 1920 (22 Şubat 1336, sayı: 8273) :

Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. 
– Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor…
Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense,
ölümü tercih ediyorlar.

Eğer Kürdlerin serbestii inkişafını düşünmek lazım gelirse;
bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i âliye düşünür.

– 
Hülâsa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler..
Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafaa olarak kabul etmiyorlar.

*****

  • Türk-Kürt kardeştir! Altın kural budur!!
  • Emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir halkı, etnisiteyi…. 
  • özgürlüğüne kavuşturduğu görülmemiştir.
  • Emperyalizmin tunç yasası : “BÖL/PARÇALA-YÖNET-SÖMÜR” dür!
  • Kürt kardeşlerimizin en yakın dost ve müttefiki Türklerdir.
  • Biz birbirimizin doğal müttefikiyiz. 
  • Aradan ABD-AB emperyalizminin maşası PKK’yı çıkarmalıyız.
  • Kalan sorunlarımızı oturur, dostça ve insanca çözeriz, buna inanın..
  • Emperyalizmle işbirliği yaparak özgürlük savaşı yapılabilir mi?
    Kürt kardeşlerimizi bu onursuzluktan tenzih etmek istiyoruz.

Sayın Prof. Dr. Birgül Ayman Güler‘in söylemini ve aşağıda verdiğimiz 4 makalesini (http://www.baguler.blogspot.com/) doğru, bilimsel, ülkemizin yararına buluyor ve bu gerekçelerle açıkça destekliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
3.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in Yeni Anayasa Hakkında 4 Makalesi

portresi
1.  Makale :Vatandaşlık Ulusal mı Olmalı Anayasal mı?

Türkiye’nin toplumsal geleceğini çizecek iki siyaset var.

Bunlardan biri ulusal vatandaşlık ilkesi derken,
diğeri anayasal vatandaşlık ilkesi diyor.

Bu iki görüş, güncel “yeni anayasa” çalışmalarının bel kemiğini oluşturuyor.

Birincisi, yaklaşık yüz yıl önce benimsediğimiz “Türk vatandaşlığı sistemi”ni uygun ve gerekli görmek demektir. İkincisi ise “TC / Türkiye vatandaşlığı” ya da sıfatsız yalnızca “vatandaşlık” demeyi önermektedir.

İlk görüş CHP ve MHP resmi görüşleridir; ikincisi AKP ve BDP resmi görüşleridir.

Partilerin tümünde diğer görüşün sesli ya da sessiz savunucularına rastlanabilir.
Konuyu olanca ayrıntılarıyla bilmek, özellikle bu geçişkenlikler nedeniyle kritik önem taşımaktadır. Savunucular arasında bir de dinci çevrelerin bulunduğu bilgisini eklemeliyiz.

Ulusal – Anayasal Vatandaşlık Ne Demektir?

Ulusal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, refah içinde diri bir geleceği güvence altına almak amacıyla dünyanın ve Türkiye’nin güncel ortamıyla koşulları
kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları ulusal devlet deneyimidir.

  • “Türk” bir etnisite değildir.

Türkmen, Yörük, Tahtacı … gibi etnisiteler vardır; ama Türk adı taşıyan bir etnik grup yoktur. Türk, kültürel kavim adlandırmasıdır; Anadolu’da bin yıllık Türkçe ortaklığı ve
yüz yıllık Cumhuriyet’le yaşanan uluslaşma süreci, Türk kavramını her türlü etnik aidiyetten kurtarmıştır.

Ulusal vatandaşlık, topluluk kimliklerini yani etnisite ve milliyet bölünmelerini aşmayı sağlayan ulus kimliğinin ürünüdür.

Bu sistem, toplumu toplulukların değil bireysel temelde yurttaşların eşitliği üzerinde yükselir. Böyle bir eşitlik, her türlü etnisite; inanç grubu; cinsiyet gömleklerini yırtar ve bireysel özgürleşme sağlanır.

Anayasal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, farklılıkların altını çizmek ve
“ötekini savunmak” amacıyla dünyada yaşandığı varsayılan (dünyanın değil) “küreselleşme”nin gerekleri ile Türkiye’deki alt toplulukların (Türkiye’nin değil) istemlerini kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları küresel emperyalizmin felsefecisi Alman Jürgen Habermas’tır:

Vatandaşlık “ulus” üzerinden değil, yalnızca “anayasa” sözleşmesi çerçevesinden kurulmalıdır. Şimdi ulus ve vatandaşın adı olan “Türk”, bir etnisite/ırk adıdır. Türkiye’de yaşayan kimi vatandaşlar bu isimden rahatsızdır; Türk adlandırmasının kendilerini ifade etmediği ve dışladığı düşüncesindedirler.
Anayasal vatandaşlık, “eşit”lik sağlamalıdır. İlkenin tam adı “eşit anayasal vatandaşlık”tır. Bu sistem, bireyleri değil toplulukları bir arada tutacaktır.
Ulus kimliğinden kurtuluş, topluluklar kimliklerinin tanınmasını mümkün kılacaktır. İşte bu farklı kimlikler arasında eşitlik sağlanması gerekir.
Bu özellikler sayesinde, anayasal vatandaşlık sistemi, toplumdaki her farklı topluluğu anayasanın koruması altına almış olacaktır. Tüm topluluklar, kendi varlıklarını sürdürebileceklerdir. Bunun yolu, farklı topluluklara hukuksal tanıma sağlamaktan geçer. Anayasal vatandaşlık ilkesinin en önemli “yeni bir sistem” özelliği de burada ortaya çıkar. Toplumdaki etnik ve inanç/din temelli topluluklar, toplumsal ve siyasal yaşamda “kendi” adlarına etkinlik gösterme gücüne kavuşturulmuş olurlar. “Kendi” dillerinin resmi dil olarak kabulü, “kendi” eğitim sistemleri, “kendi” temsilcilerinin siyasal yarışı, “kendi” sinemaları, evlilikleri, gömü törenleri ve mezarlıkları….. Devletin yapması gereken, her topluluğa “eşit haklar” tanıyıp bu temelde davranmasıdır.

Kısaca anayasal vatandaşlık, toplum ve siyaset için tek ulusal yaşamdan vazgeçilip cemaatler ve milliyetler yaşamı vaat eder. Toplum ve devlet ulusal değil “cemaatler ve milliyetler dünyası olacaktır.

Bizim İçin Hangisi?

Anayasalar, kişi ya da toplulukların psikolojik doyumlarını sağlamaktan daha fazlasını yapar. Bir ülkenin tüm yönetim sisteminin yapı ve ilkelerini kurar. Yapı ve ilkeler, şimdiki gibi tarihsel dönüm noktalarında bütün bir ülkenin ve halkın varlık – yokluk sorunudur. Şimdi söz konusu olan Türkiye’nin ve Türk Ulusu’nun geleceğidir. Bu nedenle, “hangisi” sorusuna yanıtımızı politik / taktik nedenlerle değil tarihsel / stratejik nedenlere dayanarak vermek zorundayız.

İki sistemden birini yeğleyebilmek için sorulması gereken temel sorular şunlardır:
“Ulusal vatandaşlık” bizi geleceğe eskisinden daha güçlü bir biçimde taşıyabilir mi? Bunun için bin yıllık oluşum ve yüz yıllık kuruluş dönemleri temel alınıp eleştiri süzgecinden geçirilmeli mi?

“Eşit anayasal vatandaşlık” ilkesine göre kurulacak bir yönetim sistemi,
ülke olarak ‘bir Türkiye’nin varlığını ortadan kaldırma sonucu yaratır mı?
Bu ilke, tüm halkın refahının artmasına hizmet edebilir mi?

Bize gereken nedir? Ve elbette tarihsel – toplumsal koşullar bakımından değerlendirdiğimizde mümkün olan hangisidir?
Ulusal devlet mi yoksa milliyetler devleti mi?

=================================================

2. Makale :

Anayasal Vatandaşlık ve Nurcu – Gülenci Kesim

“Yeni Anayasa” tartışmalarında AKP, BDP, kendi partisinin resmi görüşü farklı olmakla birlikte bu cenahta yer tutan bazı siyasetçiler ve Nurculuk, Gülencilik gibi çeşitli dinci çevreler, Türkiye’nin yönetimi için “anayasal vatandaşlık” öneriyorlar.

Hedeflerini tümüyle dinsel referanslara dayandırdıklarını ileri süren dinci siyasal kesimler, “milli” olanın “dini” olanı yok ettiği düşüncesindedir. Bu nedenle çıkış yolunu Osmanlı Devleti’nin hilafetçi örgütlenme kodlarında aramaktadırlar. Bunlardan biri, düşünsel gücünden çok sahip olduğu dünyevi servet ve zengin küresel müttefikleri sayesinde ülkemizde başlıca iktidar odaklarından biri haline gelmiş olan
Nurcu – Gülenci siyasettir.

Nurcu – Gülenci kesim, Nesil Yayınlarından Ocak 2011’de Demokratik Açılım Üzerine Düşünceler – Çözüm Mümkün / Çareseri Mimkune başlıklı bir kitap çıkarmıştır. Kitap biçiminde, ama gerçekte Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Arapça dillerinde kaleme alınmış bir bildirge içeren bu yayında, “anayasal vatandaşlık” savunusu yapılmaktadır. Saidi Nursi’yi temel alan Nurculuğun bildirgesine göre anayasal vatandaşlık yapısal çözümdür.

Bildirge 4 maddede şöyle özetlenebilir:

1. “Milliyetçilik bir bilinç çarpılmasıdır ve aslında dinle bağdaştırılması mümkün olmayan bir şeydir. Eğer biz kendimizi etnik kimliğimizle tanımlarsak Türk ile Kürt hakiki kardeşliğini hissedemez… Ama asli kimliğini Müslüman olarak görürse, hangi milliyetten hangi dilden hangi coğrafyadan olursa olsun hangi sosyal sınıftan olursa olsun bütün müminleri bu kimliğin içine koyabilir.” (s. 32)

2. “Sadece Türk etnik kimliği temelinde tanımlanmış bir millet anlayışı, Türkiye toplumu açsısından problemleri çözücü bir yaklaşım değildir… milli kimlik tanımlamasının etniklikten arındırılması bir zorunluluktur….. Anayasal vatandaşlık olarak adlandırılan, devletin vatandaşıyla kurduğu ilişkinin esas itibarıyla hukuki bir ilişki olması gerektiğini söyleyen yaklaşımı temel alarak bir üst kimlik inşa etmeliyiz.” (s. 22-23) “Türk kimliği yerine, bir üst kimlik olarak anayasal vatandaşlığın ikame edilmesi gerekir.” (s. 38, 48)

3. “Dün Kürtler ile Türkler veya Kürtler ile devlet arasında bir sorun olduğunda, bunu Islam’a göre çözmek mümkün olmakla birlikte, seküler milliyetçiliğin iki tarafta da egemen olduğu bugünün vasatında, böyle bir imkanımız mevcut değildir. Dolayısıyla mesele, .. insan hakları anlayışı çerçevesinde çözülme durumundadır. İnsan hakları çerçevesi içerisinde ise temel haklar, sosyal haklar ile kültürel haklar, kolektif haklar ve siyasal haklar yer almaktadır.” S. 49

4. “Ref’i imtiyaz lazım”…. (s. 50). Bu anlayışa göre, ulusal yapılanmaya ait ne varsa, toplumda bir kesime tanınmış imtiyaz özelliği taşımaktadır. Dil, bayrak, eğitim, kısaca toplumsal yaşamın her alanında Türk ulusu kimliğine ait her şeyin temizlenmesi gerekmektedir. İşte birkaç örnek:

Anayasanın başlangıç kısmında Atatürk milliyetçiliğinin esas alınması… önemli bir soruna işaret etmektedir…. kesinlikle değiştirilmesi…”

Ülke genelinde birden fazla resmi dil ya da bölgesel düzeyde birden fazla resmi dil kabul edilebilir. (s. 35-36)

“Mesele [Kürt meselesi değil] öncelikle bir Türk meselesidir.” (s. 41). Ulusal/resmi tek dil kaldırılmalı; kültürel çoğulluk, yerel özerklik, “Türk figürlerinin yanında Kürt, Arap ve diğer etnik kimliklerden figürlerin de pozitif şekilde yer aldığı çocuk kitapları, ….” (s. 55)

“Sorun Türk Sorunudur”

Bildirge’nin en önemli ve en kestirme cümlesi, Türkiye’de yaşanan sorunun “Kürt Sorunu Değil Türk Sorunu” olduğunu dile getiren cümledir. Dinci çevreler, kendi iktidarlarının ulusal mücadelelerle sona erdiğini hiç unutmamakta; Osmanlı’da hilafete son verilmesini suçların en büyüğü saymaktadırlar. Çünkü bu devrimle birlikte “dini devlet” ortadan kalkmış ve yerine “ulusal devlet” geçmiştir. İşte bunu yapan Cumhuriyetçi kadroyu, Mustafa Kemal’i, Kemalizmi, Atatürkçülüğü ve Türk vatandaşlığı sistemini öfke ve nefretle karşılamaktadırlar.

Günümüzde “İslam ittihadı” hedefiyle yol alamayacaklarını görüp gerçekçi davranmakta ve kendileri için en korunaklı limanın Batı kaynaklı “evrensel insan hakları sistemi” olduğunu kavramış bulunmaktadırlar. Bunu da yukarıda (3). maddede yapılan aynen aktarmadan görüleceği gibi açıkça dile getirmekten kaçınmamaktadırlar. Bu, kendi varlığını “İslam” üzerine kurduklarını ileri sürenlerin “Hristiyanlık” ile nasıl kolayca iç içe geçtiklerine ilgi çekici bir örnek oluşturmaktadır.

Bunun kadar ilginç bir diğer şey de, İslamcı olduğunu söyleyenlerin, kendi hedeflerine hizmet eden bu yolu, küreselciliğin Alman filozofu Jürgen Habermas’a borçlu olmalarıdır. Nurcu – Gülenciler bu konu bakımından Habermascıdır!
Neden “Yeni Anayasa”? Neden anayasal vatandaşlık?…

Dinci çevreler, 1923’te yaşadıkları büyük yenilgiyi yüz yıl sonra zafere dönüştürmeye çalışıyorlar. Bunun için yeni anayasa, bunun için anayasal vatandaşlık istiyorlar diyebiliriz.

Ya da daha kısaca: ‘Krizi fırsata dönüştürüyorlar’.

==================================================

3. Makale          :

Anayasal Vatandaşlık ve Kürtçü Yaklaşımlar

“Yeni Anayasa” tartışmalarında vatandaşlık sisteminin değişmesini ve sistemin “anayasal vatandaşlık” görüşüne göre tanımlanmasını isteyen kesimlerden biri de Kürt milliyeti çerçevesinde siyaset yapanlardır.[1]

Katılımcı Demokrasi Partisi (KaDeP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) üniter devlete karşı federalizm talebinde bulunurken, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ‘demokratik özerklik’ etiketiyle üniter devlete değil ulusal devlete karşı konumlanmıştır. Bu iki talep, Anayasa’nın “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” ilkesinin ortadan kaldırılmasını gündeme getirir.

Anayasa’da benimsenmiş olan “bölünmez bütünlük ilkesi” şöyledir:

“MADDE 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.”

Anayasal bölünmez bütünlük ilkesi, tartışmalarda farklı anlamlar yüklenerek konuşulur. Bu ilkeye karşı olanlar, ilkenin içeriğinden rahatsızdır. Ama bir de, bu ilkenin ‘duygusu’ndan rahatsızlık duyanlar vardır. Rahatsızlık daha çok ‘vatanın bölünmez bütünlüğü’ sesinin 12 Eylül faşizmini hatırlatmasındandır.

Ne var ki, konuyu gerçek niteliğiyle anlayabilmek için, sözkonusu ilkenin matematiksel haline odaklanmakta büyük yarar vardır. Devletin ‘ülkesi ile’ bölünmezliği üniter devlet ilkesinin benimsendiğini; ‘milleti ile’ bölünmezliği de ulusal devlet ilkesinin temel alındığını gösterir. Buna göre, Türkiye’de devletin coğrafyaya göre toprak üzerindeki örgütlenişi üniter/tekçidir; federal olamaz. Yani yasa yapma ve yasaları uygulama gücü, ülkenin parlamentosu ile hükümetindedir; bunun dışında siyasal karar ve yürütme organı yoktur. Diğer bütün kurumlar, valilik ve kaymakamlıklar, yerel yönetimler siyasi değil, idari nitelik taşır. Yine buna göre, devletin insana/topluma göre örgütlenmesi “ulus” esasına dayanır; milliyetler devleti olamaz. Tüm vatandaşlar etnik kökeni, inancı, cinsiyeti ne olursa olsun Türk vatandaşıdır. Devlet ve hukuk karşısında vatandaşlara ne birey ne de topluluk olarak hiçbir ayrıcalık ya da dışlama sözkonusu olamaz; vatandaşların eşitliği esastır.

FEDERALİZM YA DA ANAYASAL VATANDAŞLIK! 

  • Kürtçü siyasetin KDP ve HAKPAR kanadı devletin ülkesi bakımından,
    BDP kanadı ise milleti bakımından bölünmesini talep etmektedir.

KDP ve HAKPAR gibi yapılar, Türkiye’de devletin toprağa göre federalizm esasına göre örgütlenmesini talep ederler; bu talep parti programlarında açıkça yazılmıştır. Öncülüğünü Şerafettin Elçi’nin yürüttüğü (KDP) Programı’nda şöyle denir: “4- Sorunun çözümünde farklı formüller tartışılabilir. Partimizin çözüm formülü özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, laik, demokratik federal sistemdir.” Başkanlığını Kemal Burkay’ın yaptığı HAKPAR Programı’ndaki ifade ise şöyledir: “Parti, üniter devleti reddeder. Kürt sorununda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ilkesel olarak benimser. Sorunun çözümü için, Türkiye’nin Kürt ve Türk halkının eşitliğine dayalı demokratik ve federal bir tarzda yeniden yapılandırılmasını savunur.”

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Programı’nda ulusal devletin ortadan kaldırılması talebi yer alır: “Tek ırk, tek dil, tek din, tek kültür ve erkek egemen anlayış yerine toplumdaki bütün etnik, kültürel, inançsal ve cinsiyet farklılıklarını kapsayacak şekilde, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” esas alınacak ve anayasal yurttaşlık olarak bu üst kimlikle tanımlanacaktır.” BDP için sorunun çözümü, “Türk ulusu” ve “Türk vatandaşlığı” sisteminin ortadan kaldırılmasındadır. Öngördüğü “TC vatandaşlığı”nın nasıl bir yapı getireceği konusunda ise açıklık yoktur. Partinin savını daha çok çoğulculuk, katılımcılık, özgürlük, evrensel insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanmak gibi genel kurallarla savunduğu görülmektedir.

FEDERALİZM ile ANAYASAL VATANDAŞLIK BİRBİRİNİ TAMAMLAR! 

İki çözüm birbiriyle çelişir mi? KDP – HAKPAR’ın toprağa dayanan –ülkesi bakımından- federalizm talebiyle BDP’nin topluluğa dayanan –milleti bakımından- federalizm [anayasal vatandaşlık] birbirine karşıt mıdır, değil midir?

Bu soru, Rızgari Dergisi’nde 2007 yılında İbrahim Güçlü tarafından şöyle yanıtlanmıştır:[2] “Türkiye’nin federalleşmesi ile anayasal vatandaşlık arasında bir paradoks değil, birbirini tamamlayan, birbirinin “olmazsa olmaz” şartlarındandır”. Rızgari yazarı, Said-i Nursi gibi “ref’i imtiyaz lazım’ demektedir. Ona göre de “Türk vatandaşlığı” ülkemizde etnik gruplardan birine tanınmış bir ayrıcalıktır:

“Anayasal vatandaşlık, …. tanımı, etnik ve ulusal, dinsel ve mezhepsel, kültürel bir öğeye dayanmaz. Bu anayasal vatandaşlık tanımında, öncelikli ve imtiyazlı herhangi her hangi bir ulus ve etnik grup yoktur. Yani Türkiye’de vatandaş olan herkesin Türk kabul edildiği bir anlayış, Türk ulusal ve etnik yapıya tanınan imtiyaz, anayasal vatandaşlık konseptine aykırıdır. [Devlette]… bütün grupların kolektif hakları güvence altına alınır.”
Rızgari yazısı, anayasal vatandaşlık kavramının Alman Jürgen Habermas tarafından Avrupa Birliği’nin inşası için geliştirildiği bilgisini vermektedir. Çok farklı bir sorun için ortaya atılmış olan kavramı, yapı ve sorunların birbirine benzemezliğine aldırmadan büyük bir hızla kabul edilebilir görmüştür. Yazara göre, “anayasal vatandaşlık, Türkiye Cumhuriyeti gibi çok uluslu ve etnikli topluluklar için daha çok anlamlı bir vatandaşlıktır.”

DEĞERLENDİRME

Anlaşılıyor ki, Nurcu – Gülenci kesim için olduğu gibi Kürtçü kesim için de sorun gerçekte Kürt sorunu değil, “Türk sorunu”dur. Bu nedenle elele verip bizi –Türk vatandaşlığı güzeldir diyenleri- ikna etmeye çalışıyorlar. Bütün “empati programları” buna yönelik. Oysa biz “biz-onlar” karşıtlığı içinde değiliz. Dolayısıyla ortadaki sorunu “empati”yle değil, ancak, hepimiz için yerli yerinde bir dünya ve Türkiye analiziyle çözebiliriz.

Anayasal vatandaşlık, siyasal yapılanma düşüncemizi “birey – toplum” ekseninden “topluluklar – toplum” eksenine sürüklemeye çalışıyor. Bu geri adımı da unsurları topluluklar değil ulusal devletler olan bir AB için imal edilmiş; gelişmiş Batı ülkelerinde yaşanan “göçmenler ve vatandaşlık” sorunları için uygulanabilirliği soruşturulmuş bir kuramdan esinlenmeyle atıyor.

Eldeki kuram bir Alman’a; 1990’lı yıllara; ve Avrupa Birliği’nin inşası amacına dönüktür. “25 ayrı ulusal devletten Avrupa Birliği’ni nasıl yaratırız?” sorusu için ortaya atılmış bir kavramın, bin yıllık tarihle yüz yıllık uluslaşma sürecine sahip Anadolu için uygun bulunmasını anlamak, tarihsel ve mantıksal olarak olanak dışıdır.

Nurcu – Gülenci kesimde olduğu gibi bu kesimde de tarihsel ve mantıksal koşullar, bir çırpıda ideolojik ve siyasal sabitlere kurban edilmiştir. Üstelik bu işlem yalnızca bir “dışalım” da değil, aynı zamanda tarihin çok özel örneklerinden biri olan AB için yapılmış bir kuramın dışalımıdır. Bu tür bir tarihsel – kuramsal tutarsızlık, Türkiye’ye çıkış gösterebilir mi?

Bu formül çıkıştan çok, çıkmaz sokak girişidir.

================================================

4. Makale          :

Anayasal Vatandaşlık ve “Ne Var ki Bunda!”

“Yeni Anayasa”nın en önemli tartışmalarından biri, vatandaşlık tanımı.
AKP –çevresindeki cemaatler- ve BDP ile diğer Kürtçü siyasetler, “anayasal vatandaşlık” olsun diyorlar. Bunun anlamı, “ulusal vatandaşlık” ilkesinin terk edilmesi. Somut söyleyişle, anayasal vatandaşçılar vatandaşlığa “TC / Türkiye vatandaşlığı” densin istiyorlar. CHP ve MHP ulusal vatandaşlık sürmelidir, yani “Türk vatandaşlığı ilkesi kalmalıdır” diyorlar.

Bazılarımız da, “ne var ki bunda!” duygusu içindeler. Bu duygunun içinden konuşanların ileri sürdükleri başlıca savları beş maddede toplamak mümkün görünüyor:
• Vatandaşlığın anayasada yazılması kötü bir şey mi? Tabii anayasal olsun, anayasada belirlensin!

Önerilerden birinin “anayasal vatandaşlık” diye adlandırılmış olması, böyle bir karışıklığa yol açmaktadır. Gerçekte, her iki tür vatandaşlık da anayasada tanımlanır. “Anayasal vatandaşlık”, bu kurumun anayasada belirlenmesi anlamına gelmez. Vatandaşlığın “ulusa göre” tanımlanmaması, bunun yerine devlete (TC) ya da toprağa (Türkiyelilik) göre tanımlanması anlamına gelir. Yani bu terim, farklı bir vatandaşlık sistemini ifade eder.

• Madem bazı vatandaşlar kendilerini “Türk” diye adlandırmak istemiyorlar,
o zaman daha geniş adları kabul edelim; onlar da kendilerini bu ülkeye ait hissetsinler. Bu kavga da bitsin!

Anayasalar yalnızca aidiyet duygusuna karşılık veren metinler olsa, bu olabilirdi.
Ne var ki anayasalar, içerdikleri her cümle bakımından bir mekanizma öngören
hukuk metinleridir. Türk vatandaşlığından vazgeçmek, bireysel haklara dayanan yurttaşlık sisteminden topluluk haklarına dayanan bir toplumsal – siyasal sisteme
geçiş yapmak demektir. Birkaç örnek vermek gerekirse, Başbakan’ın dile getirdiği
36 etnik grup temelinde okullaşma ve eğitim sistemleri; birden çok dilin resmi dil olarak kabulü; farklı inanç grupları için farklı mezarlıklar; siyasal seçimlerin topluluklara kota uygulamasıyla yapılması; vb… demektir. Devletin bireylere değil topluluklara göre örgütlenmesi, hak ve özgürlükleri hepimiz için genişletmeye hizmet etmez. Aksine, bugün ulaşmış bulunduğumuz ulusal bütünleşmeden yapay biçimde geri adım atmak, bireysel özgürleşmeyi etnik kimliklere sıkıştırarak adeta dinamitler. Böyle bir sistem “kavga” bitirme gücü taşımaz; aksine “kavgalar” yaratır.

• “Eşit anayasal vatandaşlık”, buna nasıl karşı çıkılabilir ki?
Hem eşitlik hem anayasallık, bunlar iyi şeyler!

Anayasal vatandaşlığın anayasallığı nasıl “anayasaya yazma” anlamına gelmiyorsa, bunun eşitliği de yurttaşlar arasında eşitlik anlamına gelmez. Buradaki eşitlik bireyler arasında değil, grupların/toplulukların birbirine eşitliğidir. Başka bir söyleyişle “eşit anayasal vatandaşlık”, ülkedeki inanç ya da etnik temelli gruplar arasında eşitlik sağlanması talebi demektir. Buna göre, örneğin, her topluluğun dili devlet yaşamında yer bulmalı; resmi dil olabilmelidir. Aksi halde, tek dil resmi dil olursa, o dilin etnik grubu diğer etnik gruplara göre üstünlük elde etmiş, “eşit anayasal vatandaşlık” bozulmuş olur. Yine örneğin eşitlik gereğince, her topluluk kendi kimliğiyle yer alacağı toplumsal – siyasal yaşamda bir diğer topluluğa “eşit olarak” temsil edilmelidir. Bürokraside ve siyasette makam ve sandalyelerin dağılımı, topluluklar arasında eşitlik gözetilerek yapılmalıdır. Kısacası bu anlayışın tasarladığı yapı, cemaatler ve milliyetler devletidir. Formülün “iyi” olup olmadığına, bu içeriğe bakılarak karar verilmesi gerekir.
• Anayasa’da vatandaşlığa Türk denmişti de ne oldu? Anayasaya yazmak, fiili durumun öyle olacağı anlamına gelmez ki! Bunda arıza çıkarmaya ne gerek var?

Karşısında bir şey söylenmesi en güç ‘yorum’ bu! Eğer böyleyse, “neden anayasa var’ ve ‘bu kadar insan yıllardır neden anayasa üzerine vakit yitirmişler ki?’ diyebiliriz herhalde. Böyle bir düşüncenin, ‘eşit anayasal vatandaşlık’ formülüyle yapılmak istenen işlere yeşil ışık yakmak anlamına geldiği açıktır.

• ABD ‘anayasal vatandaşlık’ ilkesine dayanıyor; kendilerine Amerikalı diyorlar. Parçalanmadıkları gibi dünyanın da süper gücü olmuşlar!

ABD’nin vatandaşlık sistemi ulusal vatandaşlık ilkesine dayanır. Bu ülkedeki 50 eyalette yaşayanların tümü tek resmi dil kullanırlar. Farklı etnik gruplar toplumsal ve siyasal yaşamda “kendi kimlikleri” ile eşit topluluklar olarak değil, eşit bireyler olarak varlık gösterirler. Bu örnek, konunun basit bir isim değişikliği olmadığını güzel bir biçimde göstermektedir.

“Ne Var ki Bunda”cılık

Anayasal vatandaşlık formülü, vatandaşlık sisteminde isim değişikliği yaratmaktan ibaret değildir. Ardında hem toplumun hem devletin başka tipte örgütlenmesini gerektiren kapsamlı bir mekanizma taşır. Sistemi birey olarak yurttaşların eşitliğine göre değil, etnik ve inanç gruplarının eşitliğine göre kurar. “Ne var canım bunda!” tavrı, ya ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak’ durumu ya da başkalarını kandırma amaçlı bir tavır tercihidir.

Geçmiş Kalıplarla Geleceği Tartışmak…

 

Cumhuriyet 29.01.2013

AYDINLANMA
Emre Kongar

 

Geçmiş Kalıplarla Geleceği Tartışmak…

Amerika’nın dünya barışına yaptığı en büyük kötülük, mikrodinciliği ve mikromilliyetçiliği yeniden siyaset sahnesinde gündeme getirmesi ve desteklemesidir.
Ünlü “böl ve yönet” ilkesinin günümüzdeki bir yansıması olarak ortaya çıkan bu davranış, bütün dünyadaki halkların tarihten gelen farklılıklarını ve çatışmalarını yeniden gündeme getirmiş, siyaset sahnesine taşımış ve hem ülkelerin içindeki
hem de dünyadaki barışın altını oymuştur.

Hiç kuşkusuz, Amerika’nın bu tutum ve davranışı kendi açısından, Irak olayında görüldüğü gibi, kısa vadede işe yaramış görünmektedir:

ABD işgalindeki Irak’ta en büyük katliamlar, din ve mezhep temelinde, Hıristiyan ve işgalci Amerika’ya karşı değil, Sünni ve Şii grupların birbirlerine karşı ortaya çıkmıştır.
Sadece azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere özgü bir tehlike değildir mikromilliyetçilik ve mikrodincilik…

Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde de ortaya çıkan ırkçı akımlar ve ırkçı partilerin yükselişi bu virüslerin o toplumlarda da yeniden yeşerdiğini göstermektidir.
Yeniden yeşerdiği” diyorum çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın dünyayı kasıp kavuran faşist ırkçılığı henüz sadece 70-80 yıl geride kalmıştır…

Daha bu korkunç anılar tazeliğini korurken mikromilliyetçi ve mikrodinci akımların Huntington’un öncülüğünü yaptığı bir ideolojik yaklaşımla ABD tarafından yeniden sahneye çıkarılması, insanlığın içine girdiği yeni “Bilişim Devrimi” aşamasında
büyük bir tehlikedir.

Ayrıca bu akımlar, mikrodincilik Tarım Devriminin egemen olduğu ortaçağdan kalma, mikromilliyetçilik de artık aşılmış olan Endüstri Devriminin egemen olduğu yakınçağdan gelme olduğu için, anakronik, yani “tarih içinde yerini şaşırmış” bir nitelik taşır.

***
Türkiye’de de siyasetin iki alanında bu tehlikelerin varlığı şiddetli hissedilmektedir:

Birinci alan, AKP lideri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Zerdüştlük” veya “Alevilik” göndermesi yaptığı mikrodinci yaklaşımlar alanıdır.

İkinci alan, ülkedeki terörün “Kürt milliyetçiliği” temeline dayandırılmasından ve bunun tepkisi olarak “Türk milliyetçiği” akımının güçlenmesinden kaynaklanan mikromilliyetçi yaklaşımlar alanıdır.

***
Son günlerde gerek Aygün’ün gerekse Güler’in sözleri ve davranışlarıyla,
“CHP içinde çalkantı” biçiminde kamuoyuna yansıyan sorunlar da bu bağlamdadır… Ama bu sorunlar, yine CHP’nin programındaki milliyetçilik tanımının egemen kılınması ile aşılabilir:

  • CHP Atatürk milliyetçiliğini benimsemektedir:

Türkiye Cumhuriyeti din, dil, ırk ve etnik köken temelleri üzerinde değil,
siyasal bilinç ve ideal beraberliği zemininde kurulmuştur. 
Milliyetçilik, ırk, köken, din, mezhep, bölgecilik, kavimcilik anlayışlarının ulusal düzeyde aşılmasıdır.

  • Türkiye hiçbir zaman ırk, kan ve kafatası esasına göre yönetilen bir devlet olmamıştır, olmayacaktır.

Ülkenin sorunlarının çözümüne ırk temelinde değil, yurttaş temelinde yaklaşmaktayız. Türkiye’nin bölünmesine ve parçalanmasına yönelik tüm düşünceleri CHP kesinlikle reddeder. CHP sosyal demokrat anlayışın gereği olarak iktisaden ve siyasi açıdan güçlü sınıfın bu güce sahip olmayan sınıflar üzerinde egemenlik kurmasını reddeder.”

Sorun, bu anlayışın sadece CHP içinde değil, bütün siyasal partiler ve onların mensupları tarafından da içselleştirilmesi, benimsenmesi sorunudur…

Liderlerin, parti programlarının ve parti disiplininin fonksiyonları nedir ki? 
Elbette bizzat liderinin mikrodincilik ve mikromilliyetçilik yaptığı partilerin sorunları daha farklıdır!

ADD 12. Genel Kurulu’nun Ardından.. / Remarks Following General Assembly of Association for Ataturk’s Ideology

ADD 12. Genel Kurulu’nun Ardından..

Prof. Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
www.ahmetsaltik.net

Dostlar,

Çok coşkulu bir genel kurul geçirdik.
Dileğim ADD’nin bu süreçten güçlenerek çıkmış olmasıdır. Gözlemim de budur.
Bir Cumhuriyet kadınının, emekli Danıştay Başkan Vekili / Başsavcısı gibi yüksek sıfatı olan aydın
ve yürekli bir hanımefendinin, Tansel Çölaşan’ın ADD başkanlığı, Cumhuriyet devrimlerinin ürünüdür ve
çok kıvanç vericidir. Bana çok keyif veriyor.. Divan da bir “kadın”ın yönetimindeydi,
kadroda da epey “kadın” arkadaşlarımız var..

Kadınlarımız meş’um (lanetli) gidişe el koyuyorlar galiba.. Ne güzel!
Hiçbir göreve aday olmadığımız biliniyor. Ama verilecek her görevin neferi olduğumuz da..
Ünvan, rütbe vb. istemeden, aramadan..

Gazi Kurtuluş savaşımızı “Sine-i millette ferd-i mücahit” olarak hiçbir ünvanı, sanı olmadan,
üstelik boynunda idam fermanı ile yürütmedi mi?

Bütün Örgütü kutlamak gerekir. Başarı tüm özverili ADD emekçilerinindir.

Yönetim elbette yapıcı biçimde eleştirilecektir ama öneri de sunarak.
Asla yıkıcı olmadan.. Koşullar çoook ama çooook ağır, kritik.. Tek reçete ULUSAL BİRLİK!

Bir dahaki seçime dek koşulsuz şimdiki kadronun vargücümüzle arkasındayız!

Sayın Bayan Çölaşan ve çok değerli takım arkadaşlarına gönülden başarı diliyoruz ve
hep ama hep birlikte olacağımızı açıkça ve koşulsuz belirtiyoruz.

* * * *

Dostlar,

Sonuç bildirisinin yazılması için Genel Kurul bizleri onurlandırarak görevlendirdi. ADD (ve bizim)
web sitesinde yer alan bildiri metninin altında öbür çok değerli 4 arkadaşımın da imzası görülüyor.
Bizim metnimizde şöyle bir tümce de vardı :

 “Açıkça sormak isteriz ki; ülkesinin bölünmesini net biçimde içeren resmi haritaların yayınlandığı bir küresel oyunda Eşbaşkan olmak, sözcüğün en açık anlatımıyla VATAN HAİNLİĞİ değil midir?”

Genel Kurulumuz (Divana verdiği yetki ile) bu tümceyi uygun görmedi.. Elbette saygı ile karşılıyoruz..
Fakat ben kendi adıma bu soruyu sormak istiyorum, yanıtını da çook ama çoook merak ediyorum :

Tayyip Bey Anayasa Mahkemesi’nde partisinin kapatılma davasında BOP Eşbaşkanlığı görevini yadsıdı
(gerçek dışı bildirimde bulundu!). Suç değil idi ise, sorun yaratmayacak idi ise niçin yadsıdı?

Sorun olacak idi ise neden görev aldı? Açık açık neden savunmadı eylemini Yüce Mahkemede ?
Oysa Ulusal Kanal’da görüntülü-sesli kayıtlarını izliyoruz.. 34-36 kez Eşbaşkan olduğunu kendi ağzıyla söyledi. Bu kayıtlara Tayyip beyin bir itirazı olmadı.. Olamaz ki! Kanıtlı..

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ne yapar bilmiyoruz.. Ama bir şey yapmadığını görüyoruz..

*****

Sevgili AKP’liler,

Bu çok açık ve kritik bir kırılma noktasıdır.. Tarihte acı örnekleri vardır.

Ülke ve Ulus adına hazmedilmesi ve kabulü asla ve asla olanaklı değildir.

Bir ülkeyi yöneten insan, ülkesinin bölünmesini hedefleyen haritalar apaçık orta yerde iken,
bu haritalar BOP kapsamında ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayınlanırken, NATO toplantısında
İtalya’da Türk subaylarına gösterilirken.. orada eşbaşkan olamaz!

Bunun 2 açıklaması vardır :

1. Çok ağır gaflet-dalalet
2. Hıyanet..

Zırva tevil götürmez.. Mızrak da çuvala sığmaz.. Tersine örnek gösterilemez..

Türkiye bir akıl tutulması yaşıyor.

Basın ve yargı kuşatılmış.. Konu gündeme taşınmıyor, tersine unutturuluyor.
Ama bu tablo herhalde sonsuza dek sürmeyecek..

12 Eylül sürdü mü?? Hitler, Cromwell, Franco, Mübarek… rejimi sürdü mü? Hatta 28 Şubat !?
Tayyip beye uzun ömür dileriz, Kenan Evren gibi 90′lı yaşlarında da olsa bu ağır eyleminin hesabını yargıda mutlaka verecektir.. Olmadı gıyabında yargılanacaktır.

Yenilir yutulur tarafı olamaz bu BOP EŞBAŞKANLIĞININ..

Bir Toplum Hekimliği Uzmanı olarak Hekimce tanımızı (teşhisimizi) söyleyelim :

Bu, bir toplumun akıl tutulmasıdır;

* halkın kollektif illüzyonudur,
* kitlelerin realiteden koparılmasıdır,
* sosyal dissoyatif sendromdur..

Çıplak söyleyelim : SOSYAL ŞİZOFRENİDİR!

CIA operasyonudur..

Görevimiz halkımızı bu patolojik tablodan çekip çıkarmaktır.
Bunun yol ve yöntemlerini bulmaya, içinde bulunduğumuz tablo bizi mahkum kılıyor.
Dolayısıyla çözüm bu mahkumiyetten doğal olarak ve kaçınılmaz biçimde (diyalektik!) doğacaktır.

Bu arada yine de dileyelim :

Sn. Erdoğan bir an önce bu görevi (hangisini isterse??) bırakmalıdır.
Bu kez de, bu koşulla iktidar yapıldığı için ABD desteğini yitirecektir ve
iktidarda kalma olanağını yitirecektir..

Kırk satır mı kırk katır mı??

Sanırım dünyanın en zorda adamı Tayyip bey olmalı.

Yine de zararın neresinden dönülürse kârdır; ata sözüdür..

*****

Türkiye kadim bir ülkedir; bu zincirleri er geç kırar; AYDINLIK hep ama hep kazanır..
Ama sorumlularının, başta Tayyip bey ve Abdullah Gül, onlara gözü kapalı, koşulsuz destek veren
AKP siyasal kadrolarının faturası giderek ağırlaşır, altından kalkılamaz duruma gelir.
AKP’ye milyonlarca oy veren necip halkımız da elbet derin uykusundan uyanacaktır, uyandırılacaktır.

Sayın Başbakan, Sayın Gül, sevgili AKP’liler..

Lütfen biraz sağduyu, sağduyu, sağduyu..

Bunları size yaşı 60′a gelmiş, 36 yıllık bir hekim ve 17 yıllık bir tıp profesörü olarak içtenlikle
ama derin kaygı ile yazmaktayım.

 Mazlum bir ulusun, 80 milyon insanın yazgısı elinizde..

Çok ağır vebal altındasınız; ah almayınız, almamalısınız, altından kalkamazsınız.
Vicdanınıza tarihsel vebalin hesabını veremezsiniz, ruhsal apseleriniz sizi bitirir..

Duyuyor, görüyor musunuz, hissediyor musunuz ????

Yoksa ???

Sevgi ve saygı ile.
12 Haziran 2012, Ankara

Prof. Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
www.ahmetsaltik.net

Atatürkçü Düşünce Derneği 12. Genel Kurulu Sonuç Bildirgesi / Final Declaration of Association for Ataturk’s Ideology General Assembly

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
12. OLAĞAN GENEL KURULU SONUÇ BİLDİRGESİ
9-10 Haziran 2012, DTCF Farabi Salonu / ANKARA

Devrim Şehidi Prof. Dr. Muammer AKSOY öncülüğünde 19 Mayıs 1989’da elli yurtseverin kurduğu
Atatürkçü Düşünce Derneği, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dernekleri” işlevi ile tarihsel görevini sürdürmekte ve Yüce Atatürk’ün bizlere kutsal emaneti Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni,
ulusun bağrından çıkan öz halk örgütü olarak savunmaktadır.

Nice Aydınlanma ve Devrim şehitleri veren bu onurlu Örgüt, tarihsel savaşımının 24’üncü yılında
12’nci Genel Kurulunu yapmış ve bu metnin Türk ve Dünya Kamuoyuna sunulmasını benimsemiştir:
Küreselleşme (=yeni emperyalizm!) adıyla dayatılan sözde “yeni dünya düzeninde”
Ulus devletleri yok etme (Divida et impera!) politikası hızla yol almaktadır.

20. yy’ın başlarında mazlum ulusların umut kaynağı olan Ulusal Kurtuluş Savaşımız sonrası yaratılan uluslaşma bilinci ve yurttaşlık kültürü, son yıllarda hızlanan bir ivmeyle yok edilerek; küreselci,
tüketici, teslimiyetçi, bananeci, köşedönmeci, şaşkın, “postmodern tebaa”ya indirgenmektedir.
Özellikle son yıllarda, mirasyedi sorumsuzluğuyla, küresel sömürgen sermaye ile iğrenç işbirliği içinde Cumhuriyetimizin 80 yıllık alın teri birikimi haraç mezat pazarlanmış; ulusun manevi değerlerinin de
yok edilmesine çalışılmıştır.

Somut olarak söylemek gerekirse; 2002 yılında 221 milyar $ olan toplam borç, 2012 yılında
3 katına tırmanmıştır. Cari açık 0,6 milyar dolardan, 130 kat büyüyerek 80 milyar doları aşmıştır.
Bu kaynaklar, ülkemizi dünyanın önde gelen dolar milyarderi sahibi ülke yapmada rant olarak özellikle yandaş yeşil sermayeye aktarılmış; halkımız bilerek yoksullaştırılmış, sadaka kültürü ile bir yandan da
çok çocuk yapmaya adeta zorlanarak, bilinçsiz oy deposuna indirgenmek istenmiştir.

“Yasama ve yürütme” yi denetleme konumunda, hukuk devletinin 3 temel erkinden biri olan Yargı,
bırakın bu 2 erki denetlemeyi, bugün için tümüyle bağımsızlığını yitirmiş ve iktidarın neredeyse bir
alt organı konumuna düşürülmüştür. Savunma hakkının vazgeçilmez güvencesi olan bağımsız ve özgür
“Baro” lar temel işlevlerinden dışlanmakta ve hukuk devletinin en temel ilkeleri vahşi bir biçimde
ayaklar altına alınmaktadır.

Bu bağlamda cezaevlerinde yüzlerce yurtsever aydın, gazeteci, asker ve yurttaşımız, Bekirağa Bölüğü’nü aratacak biçimde adeta tutsak ve rehin alınmışlardır. Beş yıla varan asla kabul edilemez
uzun tutukluluk süreçlerinde hukuka aykırı kanıtlar üretilmiş, derhal kaldırılması gereken,
cemaat güdümlü olduğu savlanan özel yetkili mahkemeler bu hukuk katline alet edilmiştir.

Yurtseverlerimiz derhal serbest bırakılmalı, tutuksuz yargılanmalıdırlar.

Anayasa Mahkemesince, “laiklik karşıtı söylem ve eylemlerin odağı” olmakla mahkum edilen (30.7.2008).

İktidarın, anayasa yapmaya hatta değiştirmeye bile meşru olarak hakkı yoktur.

Yeni Anayasa adı altında yürütülen ve laik cumhuriyete kin duyanlarla, bu sürecin emperyalist bir saldırı olduğunu, sonunda ülkenin Irak ya da Libya gibi bölünerek küreselleşmeye “açık pazar” devletçiklere dönüşeceğini görmezden gelenlerin yararlanmak istediği bu sürece Atatürkçü Düşünce Derneği olarak
asla katkı koymayacağız. Şiddetle reddediyoruz.

Demokrasinin vazgeçilmez 4. Erki olan ve halkın doğru, yansız, zamanında haber alma ve eleştiri hakkını kullanma aracı olan basının baskı altına alınışı, yandaş basın-yayın organları ve yazarların türetilmesi,
siyasal iktidarın kullanmaktan çekinmediği bir başka tahrip edici yol olmuştur.

Türkiye, basın özgürlüğünde dünya sıralamasında son 1 yılda 179 ülke arasında 10 basamak birden geriletilerek 138. sıradan 148. sıraya, düşürülmüştür. Bugün yüz dolayında gazeteci tutukludur.

“4+4+4” dayatmasının amacı, eğitimin “Milli” Eğitim Bakanlığı’nın elinden alınması ve yerel yönetimlere devredilmesidir. Din dersleri seçmeli yapılacak, gerçekte malum cemaatlerin atadığı “mele” ler
(postmodern molla!) eliyle verilecek ve böylelikle etnik-dinsel-dilsel bölünmenin altyapısı pekiştirilecektir.

Bu politika, Anayasa’mızın başlıca 24. ve 174. maddesinde düzenlenen laik-akılcı-bilimsel eğitim sistemine kökten aykırıdır ve eğitimde fırsat eşitliğini daha da bozacaktır. Bu eğitim yapılanması; soru sormayan, eleştirmeyen, yargılama yapamayan, hatta düşünemeyen ve salt itaat eden ezberci kitleler yetiştirecek ve 21. yüzyılın yarışmacı dünyasının gerektirdiği temel modern donanımları edinmiş insangücü yetiştirilmesine engel olarak ülkemizi geri bırakacaktır.

Kısa adıyla “BOP”, ABD Emperyalizminin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Fas’tan Çin’e dek Türkiye dahil
24 ülkenin parçalanarak emperyalizmin rahatça sömürebileceği devletçiklere dönüştürülmesinin adıdır.

Türkiye bu oyunda ABD, AB ile ortak davranmaktadır. Literatürde hainlikle eş tutulan bu stratejide
T.C. Başbakanı ne yazık ki, -kendi bildirimiyle- “Eşbaşkan” dır! Bu kabul edilemez rolü üstlenen
ülke yöneticilerini, derhal bu görevden çekilmeye çağırıyoruz. Aksi halde Türk Ulusu,
kendisine yapılacak hukuksuzluğun hesabını er ya da geç mutlaka soracaktır.

Bu bağlamda, komşumuz Suriye, Irak ve İran’ın toprak ve ulus bütünlüğünü içtenlikle savunuyoruz.
İktidar, son on yıldır ülkemizi, sağlıktan eğitime, sanattan kültüre, ekonomiden altyapıya,
dış politikadan adalete, akla ve bilime dayalı yönetime.. dek son derece kötü ve başarısız yönetmiştir.
Ülkemiz, deyim yerinde ise bütünüyle, “ağır derecede talan ve tarumar” edilmiştir.

Örneğin sağlık hizmetleri tümüyle özelleştirilerek yabanıl (vahşi) piyasa koşullarına terk edilmiştir.

Bir başka somut örnek de, kadınların en temel insan haklarından olan kürtaj hakkına el atılmasıdır.
AİHM, bu yasaklamayla ‘özel hayatı koruma’yı güvence altına alan 8. md. ile ‘işkence ve kötü muamele’yi yasaklayan 3. md.nin çiğnendiğine hükmetmiştir. AİHM kararları ülkemizi bağlar.

Çağın gereklerine ve ulusumuzun gereksinimlerine ters tüm dayatmalardan geri dönülmelidir.

Sonuç olarak :

Her türlü “…ahval ve şerait içinde dahi 1. vazifemizin Türkiye Cumhuriyetimizi sonsuza dek
korumak ve kollamak..” olduğunun bilinci içindeyiz. Bu kararlılığımızı bir kez daha vurguluyoruz.

Devletimizi, en az bin yıllık yurdumuzda başı dik ve onurlu, tam bağımsız yaşatmaya söz veriyoruz.

Örgütümüzün hiçbir önemli iç sorunu yoktur. Her büyük örgütte olduğu gibi, kimi görüş ayrılıkları demokrasinin gereğidir, hizmet yarışı anlayışının türevidir ve örgütsel canlılığa da net kanıttır.

Atatürkçü Düşünce Derneği, Kurtuluş Savaşımızda olduğu gibi, Büyük Atatürk’ün hep vurguladığı üzere,
tüm ulusal güçlerin, emek örgütlerinin bir araya getirilmesi için var gücüyle çalışacaktır.

Hain ve alçak emperyalist kuşatmayı yerli işbirlikçileriyle birlikte darmadağın ederek
tarihin çöplüğüne gömmenin yol ve yöntemlerini artık çok iyi bilen, çok deneyimli bir halkız.

Hiç kuşku yok, ülkemiz ve ulusumuz, içine sürüklendiği bu darboğazı da aşacak ve sorumlularından
yargıda hesap sorarak insanlık tarihinde saygın yerini koruyacak, uygarlığa pek çok katkı verecektir.

Ne mutlu; insana yakışan bu onurlu, anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı savaşıma omuz verenlere!

Genel Kurulca görevlendirilen Kurul olarak, saygı ile takdire sunarız. 10 Haziran 2012, Ankara

Mahmut Demir (ADD Karaman Delegesi)
Mustafa Durna (ADD Antalya Delegesi)
Av. Ahmet Köksal (ADD Giresun Şubesi Başkanı)
Mehmet Pınar (ADD Antalya Delegesi)
Prof. Dr. Ahmet Saltık (ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı)

19 Mayıs 1919 Kuvayı Milliye Ruhu ve Günümüz

19_Mayis_1919_kuvayi_milliye_ruhu_ve_gunumuz