Etiket arşivi: Kanuni Sultan Süleyman

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi (dog.kekevi@t-online.de) aşağıdaki makalesini bizlerle paylaştı sağolsun.. Biz de yarın kutlayacağımız 81. Dil Bayramımız adına sizlere sunuyoruz. Sağolsun Sn. Kekevi, bir yandan “TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!” demekte bir yandan da ağdalı bir Osmanlıca kullanmakta..

D ü z e l t m e    n o t u                  :

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi’den aşağıdaki düzeltme notunu aldık :

*****

Saygın Ahmet SALTIK bey iyi akşamlar;

Önce söz konusu yazıyı sitenizde yayınladığınız için sağolunuz.

Yalnız, dikkatinizden kaçmış, söz konusu yazı benim değil iletiden de görüleceği gibi
Sn. Güzide Filiz TUZCU’nundur.

Ben yalnızca paylaşıcı / dağıtıcı konumundayım.

Sitenizde söz konusu yazıda bu ad değişikliğini yapar, yanlışlığı düzeltirseniz sevinirim.

*****

Biz de elbette düzeltir, Sn. Kekevi’den ve Sn. Tuzcu’dan özür dileriz.
Gerçekten dikkatimizden kaçmış.

Bu arada Sn. Kekevi “Öztürkçeci” olduğunu belirterek 2 makalelerini de lütfetmişler.
Bu 2 değerli makaleyi değerlendireceğiz sitemizde yer vermek üzere..

1. Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders”
    olmasında (mı?).. (5 sayfa)

2. METROPOL- MEGAPOL (2 sayfa)

*****

Sn Güzide Filiz TUZCU’nun yazısını özüne dokunmadan yer yer güncel (arı da değil!) Türkçe sözcükleri koyduk..

Yüce ATATÜRK‘ün Türk dili hakkında önemli bir söylemini sunarak katkı vermek isteriz..

  • “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
    Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti,
    dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

Sevgi ve saygı ile.
25.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=====================================

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Güzide Filiz TUZCU
(gftuzcu@hotmail.com)

Millet olarak, söz konusu bu Bayramın gerçek değerini anlayabilmemiz için, belleğimizi tazelememiz, bir başka deyişle geriye dönüp “tarihimize bakmamız” gerekmektedir…

Türk Dili – Kültürü ve Tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle  son yüzyıllarında tümüyle ihmal edilmiş, bir kenara itilmiş hatta tümden yok varsaılmıştır. Bilindiği üzere Osmanlı hanedanı “Arapça ve Farsça” dillerinden karışık, halkın anlayamadığı
yapay bir dil” (A.S.:Osmanlıca!) benimsemiş ve  “Türk Dilini” küçümseyerek,
(AS: özellikle) arka plana atmıştır.”Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislâmı Ebusuud Efendi, insan – doğa ve
Allah sevgisini bir nakış gibi  işleyen – ölümsüz büyük Türk Ozanı Yunus Emre‘nin “Türkçe Şiirlerini” bile yasaklamış ve bu şiirleri okumanın dinsizlik sayılacağına dair fetva vermi
ştir.”
  (Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay. İstanbul, 1991, syf. 22)Hatta Osmanlılar, Türklerin Kuran’ı ana dilleri olan Türkçe okumalarını bile yasaklayarak, Kuran ayetlerini Türklerin anlamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir. İslâm’da baskı ve zorlama kesinlikle olmadığı halde Osmanlı padişahları ve yöneticiler, İslâm dini adına Türklere baskı, zulüm ve yasaklar uygulamışlardır.
Bu yüzden Türkler, kendi dinlerinden, kimliklerinden ve tarihlerinden habersiz yaşamışlardır…Anımsatmak isteriz ki, o çok bilinen ve haklı olarak övünülen ve dünyada bilinen en eski Alfabe “Futhark Alfabesi – yani aslında Türk Runik Harfleri Alfabesiyle” yazılmış olan “Orhun Abideleri Yazıtları” bile, Türkler tarafından değil, 19. yüzyılda yabancılar tarafından bulunmuş ve gün ışığına çıkarılmıştır. 

1923 – 38 döneminde “Antik Tarihin” tarafsız bir şekilde araştırılması ve ortaya çıkarılması için yine Mustafa Kemal Atatürk öncü olmuştur. Ancak 1938 sonrasında, maalesef  yine Osmanlı dönemlerine geri dönülmüştür…

Oysaki daha gün ışığına çıkarılmayı ve dünya kamuoyuna duyurulmayı  bekleyen
göz kamaştıran nice Türk Yazıtları ve Tarihi Eserleri vardır. Hatta Türkiye’de bulunan müzelerimizde “Antik Türk Tarihine” ait değerli tarihi eserlere “Helenistik” diye
etiketler konulmuş olması oldukça üzücü ve  düşündürücüdür…

Anımsatmak isteriz ki, söz konusu “Türk Değerleri ve Antik Mirasımız“, oldukça geç bir tarihte, ancak 2. Meşrutiyet’te (1908) İttihat ve Terakki’nin “Türkçülük Akımı” düşünceleri doğrultusunda Osmanlıda önem kazanmaya başlamıştır… Ancak Türklerin çok geç de olsa uyanmaları, kimliklerinin, dillerinin ve tarihlerinin farkına varmaları,
ülke yönetimi dahil, ülkede pek çok şeye egemen olan Osmanlının gayrimüslim ve gayri-Türk tebaasını oldukça rahatsız ve tedirgin etmiştir
.

Bu bağlamda 1908 – 14 dönemi oldukça çalkantılı, sıkıntılı bir dönem olmuş; siyasal, iktisadi, ticari  ve dış politika açısından ülkede gerekli istikrar sağlanamamıştır.
Daha sonra da bilindiği üzere 1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı çıkmış, Enver Paşa ve ekibi Almanya saflarında savaşa katılmaya karar vermiş ve Mustafa Kemal Paşa‘nın bütün itiraz ve uyarılarına rağmen, Türk ordularını Alman komutanların emrine vermişlerdir. Herkesin bildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu savaş sonunda büyük bir yenilgiye uğramış, emperyalist Batılı devletler daha önce kararlaştırmış oldukları gibi, “Türkleri, Anadolu’dan tümüyle atıp, yok etmek, “İslâm dünyasına esaslı bir gözdağı – ders vermek üzere” bir idam fermanı niteliğinde olan Mondros Mütarekesi‘ni ve daha sonra da, kimi yabancı gözlemci ve yazarların bile oldukça haksız buldukları “Sevres Antlaşması‘nı” Osmanlı yönetimine imzalatmışlardır.

Şayet bütün bu haksız uygulamalara, işgallere ve zulümlere, Mustafa Kemal Paşa ve değerli silah arkadaşları da sessiz kalsalardı ve deselerdi ki;

  • Karşımızda dünyanın en güçlü koskoca devletleri var, bizler de kim oluyoruz? Onlara nasıl kafa tutarız? Bizler onlara itaat etmek zorundayız, başka elimizden ne gelir ki? Bizler gözümüzü kaparız – görevimizi yaparız, padişahtan ve Osmanlı hükümetinden yana oluruz, saltanatımızı kurtarırız ve keyfimize bakarız…

Allah korusun bugün ne Büyük T.C. Devleti vardı, ne onurlu,  haysiyetli ve özgür bir yaşantımız vardı, ne baş tacı ettiğimiz güzel dinimiz, ne camilerimiz, ne de göklerde şerefle dalgalanan şanlı Türk Bayrağımız…

Ne de bu gün kutlanacak olan bir “Dil Bayramımız” olacaktı…
Ayrıca ne Türk Tarih Kurumumuz, ne Türk Dil Kurumumuz,
yani hiçbir şeyimiz olmayacaktı…

Büyük Türk Milletini “derin bir gaflet (AS : aymazlık) uykusundan uyandıran,
onlara şanlı ve köklü kimliklerini, dillerini, kültürlerini ve tarihlerini anımsatan;
Türkleri padişahlara ve padişahların buyruğundaki görevlilere kul ve köle olmaktan kurtaran ve milletinin yeniden kendisine güven duymasını sağlayarak, onları özgür, onurlu – saygın bireyler yapan; milletini ve ülkesini kalkındırmak, eğitmek, refahını (AS : gönencini) sağlamak ve sonunda en ileri uygarlık düzeyine taşımak için

var gücüyle, gece -gündüz çalışan, bu uğurda çok sevdiği askerlik mesleğini, gençliğinden başlayarak bütün yaşamını, hatta canını bile ortaya koyan Büyük Atatürk‘ün önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, büyük minnet duygularımızı
ve engin sevgilerimizi arz ediyoruz..

İSLAMIN SORUNU İSLAMCILAR

Dostlar,

Sayın Duran Aydoğmuş dostumuz (Dış politika konularında uzmandır), yerinde bir girişle, bizim “Cumhuriyetimizin ağabeyi” diye tanımladığımız 1922 doğumlu, 91 yaşındaki bilge Sn. Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen‘in önemli bir yazısına gönderme yapmakta :

*****

Sevgili Dostlar,

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN‘i (Eski Milletvekili-Yazar) -henüz tanımayanınız varsa- Google’a adını tam yazıp bir baksın derim. Kendileriyle şahsen tanışıyorum, Konferanslarda vs bir araya geliyoruz. Karşılıklı iletişimdeyiz. İki ayda bir yayınladığı “Türkiye Sorunları” kitabını adresime gönderiyorlar. Kendilerine müteşekkirim ve bu vesile ile tekrar saygılar sunuyorum. Bu kitapları numaralıdır. Bana 80. numaradan itibaren göndermeye başladılar (kendileriyle tanıştıktan sonra). Çok faydalanıyorum bu kitaplarından.

Aşağıdaki bağlantıyı tıklayıp web sitesinden hem bu kitapları (yazılarını) görün,
hem de siteye girince solda görülen başlıkları tıklayıp bir bakılmasını öneririm.

Sayın Ölçen’in bugünkü makalesi çok önemli ve sizlerle paylaşıyorum
(Daha önce okumayanlar için).

http://www.olcen.net/index.php?action=anasayfa

Saygılarımla.

Duran Aydoğmuş
19.08.2013

*****

Dostlar,

Daha önce bu sitede Sn. Ali N. Ölçen’in pek çok yazısına sevinçle yer verdik.

Sağolsunlar, kendileri de

    TÜRKİYE SORUNLARI

dizisinde bizim yazılarımızı yayımladılar. Başından beri bize de yollarlar karşılıksız olarak.

10’u aşkın kitabın yazarı Sayın Dr. Ölçen, bu kitaplarını bize imzalayarak sunma inceliği de gösterdiler. Ortak bir ilgi alanımız SAĞLIK EKONOMİSİ’nde oluştu. Biz yıllardır bu dersleri Tıp Fakültelerimizde işliyoruz. Kendilerinin de doktora tezi..

Bir de Sn. Ölçen ile ADD Genel Yönetim Kurulu’nda 2004 -2006 dönemminde birlikte çalışma olanağı elde ettik.

Son olarak, halen ADD Bilim – Danışma Kurulu’nda birlikteyiz..

İSLAMIN SORUNU İSLAMCILAR… başlıklı yazısı bize de ulaşmıştı ve yayımlayacaktık ama Sn. Aydoğmuş’un takdimini de palaşalım istedik.

İSLAMIN SORUNU İSLAMCILAR başlıklı makale, Sn. Öçen’in son yıllarda yazdığı belki de en önemli makaledir. İslam ve Aydınlanma tarihine, bir fen bilimciden amatör ama özgün bir katkı sayılabilir.

“Kendini Yokeden Osmanlı” (İMAJ Yyınları) adlı yapıtında da bu konulara değinilmektedir (2008. Sayın Ölçen bu yapıtında Osmanlı’nın kendini yok ediş tarihini 1535’ten başlatmaktadır (bitiş 1914). 1535, anımsanacağı üzere, Kanuni Sultan Süleyman‘ın Fransa’nın tutsak Kralı 1. Fransuva’ya “Evladım Fransuva” diye başlayan mektubuyla tanıdığı kapitülasyonların başlangıç yılıdır.

Her 2 dostumuzu da -Dr. A. N. Ölçen ve Duran Aydoğmuş- ve sevgi ve saygı ile salamlıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 21.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================================

İSLAM’IN SORUNU İSLAMCILAR

    portresi

    Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen

    Hangi din devlete sığınır, devletle bütünleşirse, sonuçta siyasallaşarak din olmaktan çıkacaktır. Din karşısında en güvenilmez kurum, devlettir çünkü. Devlet, her zaman onu ele geçiren kadrolar tarafından yeniden biçimlendiril­miştir. O nedenle dini siyasallaştıran ve onu devletin içine yerleştiren kad­rolar dindar olamazlar, kolay­lıkla kindar olurlar. İslam’ın tarihi incelenecek olursa, hiçbir dinde söz konusu olmayacak ölçüde devlet ile iç içe olduğu ve devlet ile bütünleştiği görülür. Abbasiler’in son döneminde de böy­leydi, Emeviler döneminde de ve şimdi de.

    Daha da kötüsü, emperyalizmin kucağındadır İslam Dünyası!

    Bu­nun Coğrafya ile ilintisi olamaz. İslam Dünyası’nın Emperyalizmin güdü­müne girişi, bilime, teknolojiye, özgür düşünceye, barışa ve hatta ahlaka ka­palı kalışının nedenini coğrafyada aramak, temeldeki gerçeği görmemeye yol açar.

    İslam’ın bilime, teknolojiye, özgür düşünceye kapanışı, 700’lü yıllarda doğan Mutezile akımının terk edilmesiyle başlar. Mutezile, İslam’ın hoş görüye, tartışmaya açık olduğu dönemdir. Kısa sürmesine karşın etkileri 1200’lü yıllara dek sürdü.

    İslam Dünyasında Sayın Prof. Kemal Arı’nın İmam Gazali ile artık aklın devre dışı kaldığı oysa, aynı zaman diliminde Avrupa’da Rönesans’ın başla­dığı düşüncesi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü İslam Dünyasında aklın (özgür düşüncenin) tek edilişi İmam Gazali’den çok önce başlamamış ve Rönesans ise aynı dönemde değil İmam Gazali’den 450 yıl sonra gündeme girebilmiştir. Sayın Kemal Arı’nın bir tümcede iki yanılgısı dalgınlık sonucu olsa gerek.

    Akla kapanış, İslam’ın ilk yıllarındaki mezheplerin doğuşu ve dinsel iktidar paylaşımının yarattığı çatışmaların (daha doğrusu boğazlaşmanın) ürünüdür. Söz konusu mezheplerden biri, yalnızca

    Mutezile akımı, İslam’ın kuruluş yıllarında akıl kullamayı ön görüyordu. Çünkü, Kutsal kitabı “Tanrı Kelamı” kabul etmiyor onun “Ha­dis” yani Peygamber’in sözleri olduğunu ileri sürü­yordu:

    “Eğer Kur’an Tanrı sözü olsaydı, susar durumdan konuşur duruma geçmiş, dolayısıyla gelişime uğramış olurdu. Oysa Tanrı, gelişmişliğin üstünde, “Kamil-i Mutlak’tır.” Bu sav, İslam Dünyasının bilime açılışıydı.

      Kutsal Kitab’ın “Hadis” olarak kabulü

    ,

    aklı kullanmanın yolunu açmış oldu; yıl 775.

    Oysa daha önce Kur’an’dan başka hiçbir yazı ve de kitabın geçerliliği hatta okunması bile söz konusu değildi. Bu gerçeği İbn Haldun, Türkçe’ye çevrilen Mukaddime adlı yapıtının 2. cildinde şöyle açıklıyor:

    İran’ı zapt eden İslam ordusunun komutanı Saad bin Vakkas, birçok eser ve kitaplar bularak bunlardan yararlanmak üzere Halife Ömer’e mektupla iznini ister.

    Ömer: ”Bu kitapları suya veya ateşe atınız, hidayet yo­lunu gösteren ilimleri içine alıyorsa. Yüce Tanrı’nın pek mükemmel olarak bize hidayet yolunu göstermiştir. İnsanları azgınlığa sevk eden bilgileri içine alıyorsa Tanrı bunlardan korunmuş olur.”

    Buna karşın, Horasan’daki uygarlığın etkisi ile ilk kez İran’lı İbn Mukaffa (ölümü 757) “Kelile ve Dimne” ile “Kitab’ül Müluk”u (Hükümdarlar Kitabı’nı) Arapça’ya çevirir. Ve Abbasi Hali­fesi Ebu Cafer el Mansur (yıl 775) Mutezile akımını devletin resmi mezhebi kabul eder.

    859-946 yılları arasında yaşayan Ali bin İsa, İslam Dünyasının bilime açılan kapısından içeriye girerek yazdığı “Tezket’ül Kehhalin” (Göz Hekim­lerine Notlar) kitabıyla “Göz Anatomisi’nin kurucusu olacaktır. O’nun bu yapıtı 1845 yılında “Monitorium Ocilariorum Specimen” adıyla Venedik’te La­tince’ye çevrilir. İsa bin Ali bin Hasan el Sadi’nin “Tarih-i Tabii (Doğa Tarihi) kitabı Musee Britanique’de 1367 sıra numarası ile kayıtlıdır. (Şemset­tin Günaltay).

      Batı’ya aydınlığı armağan eden; İslam’ın Mutezile okuludur

    Bugün hiç kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği bir deyimi o dönemde Ebu Hanife söyleyebilmişti:

    “Namaz din’in bir parçası değildir.”
    (İslam Ke­lamı, A.S. Tritton, Türkçeye Çeviri; Mehmet Dağ, s.49)

    Bu bilgileri şunun için açıklamaya gereksinim duymaktayım:

    İslam Dün­yası’nda Rönesans 800’lü yıllarda, Batıdan 500 yıl önce başlamıştı, Mutezile akımı sayesinde.

    Ne zaman o aydınlık dönem kararmaya başladı?

    İmam Gazali’den çok önce 870’li yıllarda. Abbasi Halifesi Mütevekkil’in öldürülmesinden sonra yerine geçen Mütevekkil döneminde kargaşa doruk noktasına ulaşmıştı. Sokakta insanlar katlediliyor, evler soyuluyordu. Kimsenin can güvenliği kalmamıştı. Güçlü bir Mutezile yanlısı olan İmam Eşari bir Camide (Yıl 870);

    * Mutezile’yi bu cüppe gibi sırtımdan çıkarıp atıyorum..” demiştir.

    Bu, İslam’ın Kutsal kitabının “dev­let gücünü pekiştirecek kaynak” olmasının yolunu açtı.

    Mutezile akımına inananlar işlerinden kovuldular, karşı çıkanlar Silivri ben­zeri zindanlara atıl­dılar, işkence gördüler. İmam Eşari, Gazali’den 230 yıl önce “Ehl’i Sünnet ve’l Cemaa” nın kurucusu olarak “Sünni mezhebi”ni Abbasi Devletinin son döneminde resmi mezhebine dönüştürdü. Açıkçası Gazali, İmam Eşari okulunun (yani Sünni akidesinin) yalnızca sözcülüğünü yapmış, güncelleşmesini sağlamaya çalışmıştır.

    Akla kapanışın mimarı, aslında İmam Eşari’dir.

    Şimdi haklı olarak soracaksı­nız; Abbasi döneminin ilk yıllarında ku­rulan “Bey’ül Hikme” adlı Akademi ve kitaplar ne oldu?

    Kapatıldı ve yakıldı!

    1952 yılı Demokrat Parti iktidarında Halkevlerin kapatılıp kitaplarının yakıl­ması gibi.

    Eşi Hıristiyan Despina Hatun olan Fatih Sultan Mehmet, Mutezile ile Sünni mezheplerinden hangisini kabul etmek gerektiğini o dönemin din bilginlerine görev olarak verir. Uzun görüşmeler sonucu Sünni Mezhebi kabul edilmiş ve

      bilime kapanıklığa Osmanlı katılmış oldu

    .

    Bu satırları yazan kişinin (1922 do­ğumlu Ali Nejat Ölçen’in) küçük bir defteri andıran nüfus cüzdanında mez­hebinin “Sünni” olduğu yazılıydı.

    Yalnız İslam Dünyası değil, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti de em­peryalizmin kucağındadır.

    İslamcılar yüzünden.

    İslam’ı İslamcıların elinden kurtarmak, dinin siyasallaşmasına engel olmak, Ortadoğu Coğrafyasına aydınlığı getirmek demektir.

    Böyle biline ve çare buluna.

    Dr. Müh. Ali Nejat Ölçen
    Ağustos 2013, Ankara

HİPERTANSİYON, DAMAR SERTLİĞİ…. ve KORUNMA


Dostlar
,

Bu sitede hem günlük yaşama ilişkin sosyal – politik yazılara ve dosyalara da
yer veriyoruz AYDIN sorumluluğumuz gereği;

Hem de sağlıkla ilgili yazılarımız oluyor, profesyonel sorumluluğumuz gereği..

Bu kez hipertansiyon, damar sertliği ve ciddi komplikasyonlarından söz etmek istiyoruz.

Yaklaşık 5 sayfalık bir metin oluştu.

Bu yıl, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) de yıl boyunca işlenecek temayı
YÜKSEK KAN BASINCI (yüksek tansiyon; HİPERTANSİYON) olarak belirledi.

Dünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1947’de kuruldu. Türkiye de bu Örgüte üye.
Üyelik statüsü, DSÖ Anayasasını (Ana Sözleşmesini) ulusal parlamentoda bir “yasa” olarak benimsemekle olanaklı ve Türkiye de bu işlemi 5062 sayılı yasa ile o yıl yapmıştı.

DSÖ Genel Başkanı Dr. Margaret Chan, bu yılki geleneksel basın açıklaması temasını HİPERTANSİYONA ayırdı. Bu metni İngilizce olarak 7 Nisan 2013 günü web sitemize koyduk (http://ahmetsaltik.net/world-health-day-message-on-blood-pressure/).

İlk fırsatta Türkçesini de vereceğimizi belirtmiştik. Şimdi sunduğumuz 5 sayfalık kapsamlı yazı, bir bakıma o sözümüzün gereği..

İyi okumalar ve sağlıklı yaşamlar dileğiyle..

Büyük Atatürk‘ün aşağıdaki uyarısını hiç akıldan çıkarmadan :

Vahşi SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRME politikaları

SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM diye halka yutturmaya çalışarak değil..

ATATURK_Devletin_en_birinci_gorevi_saglik

Sevgi ve saygı ile.
12.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==============================

Atherosklerosis / Arteriosklerozis / Damar Sertliği ve Korunma

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com, 12.4.13, Ankara

Bu yazı, günümüzün önemli sağlık sorunlarından biri olan damar sertliği hastalığı hakkında genel bilgiler sunmak ve korunma yöntemlerini aktarmak için kaleme alınmıştır. Önce genel bilgiler, ardından korunma yöntemleri özet olarak işlenecektir.

İsterseniz önce bir tanım yapalım.. Tıpta arteriosklerozis, halk dilinde damar sertliği denilen bu hastalık şöyle tanımlanır :

Arteroisklerosis :  Arter adı verilen atar damarların duvarlarında kalınlaşma, sertleşme ve esnekliğin ortadan kalkmasıdır. En sık görülen şekli, atardamarların iç duvarlarında kolesterol gibi yağların bazen de kalsiyumun depolanması ile olur.

Böylece atardamarlar daralır ve içindeki kan akımı azalır, yavaşlar. Bu durum 3 sonuca yol açabilir :

  1. Tromboz denilen kan akımının yavaşlamasına bağlı kan pıhtılaşması ve damar tıkanıklığı,
  2. Kalp hastalığı (özellikle koroner arter hastalığı ve pompa yetmezliği)
  3. Beyin kanaması veya beyin damar tıkanıklığına bağlı inme (stroke, felç, ölüm)

Arterioskleroz’un yaygın bir biçimi, atheroskleroz diye bilinir. Atherosklerozis, kolesterol içeren ve atherom plağı denilen lipitlerin yani kan yağlarının, büyük ve orta boy atardamarların (arter) en iç tabakasında (intima yüzeyinde) birikimi ile oluşur.

Athero (ma) + sklerosis (sertleşme) terimlerinin birleşmesiyle türetilmiştir. Bu süreç ise, Athero (ma) + genesis sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan atherogenezis adıyla anılır.

Cerrahi yolla yapılan sağaltım (tedavi, endarterektomi) bazen etkilidir fakat bu hastalığın özgül (spesifik) bir sağaltımı yoktur. En etkili yol korunma olarak gözükmektedir.

Düşük kolesterollü bir diyet ve hastalığa zemin hazırlayabilecek risk etmenlerinden sakınmak genellikle önerilmektedir. Kaçınılması gereken zemin hazırlayıcı bu etmenler şunlardır :

¨Hipertansiyon (yüksek kan basıncı)          ¨Sigara içimi (tütün kullanımı)

¨Diyabet (şeker hastalığı)                            ¨Şişmanlık (obesite)

*************** 

Damar Sertliği Önemli midir ?

Evet, hem de oldukça önemlidir (Yüksek DALY yükü)..
Çok önemli oluşu başlıca 3 nedene dayalıdır :

1. Çok görülmektedir   2. Çok öldürmektedir   3. Çok engelli (özürlü) kılmaktadır.

Hastalık çok görülmekle kalmamaktadır. Gerçekten de hemen hemen tüm dünyada
1. ölüm nedeni kalp ve damar hastalıklarıdır (AÇLIK ölümleri gerçekte 1/5 ile ilk sırada!). İzleyen sıralarda ise kanserle birlikte beyin damar hastalıkları, beyin kanaması, beyin damar tıkanıklıkları gelmektedir. Geri kalmış ülkelerde bulaşıcı hastalıklar da
ön sıralardadır.

Bu hastalık ayrıca yüksek oranda engelliliğe de yolaçmaktadır. Damar sertliği yüzünden bir bölüm yaşamsal organlar yeterince kan alamayınca, onların işlevleri de bozulmaktadır. Bu organlar başlıca 4 temel organdır :

1. Kalp           2. Beyin          3. Böbrekler         4. Gözler

Atardamarların iç duvarlarında oluşan yağ birikimi, çok önemli fakat istenmeyen bir sonuç olarak da kan basıncı yükselmesine yani Hipertansiyon’a neden olmaktadır. Yüksek kan basıncı, daralan atardamarlar, yavaşlayan kan akımı ve yetersiz doku ve organ kanlanması sonucunda, yukarıda sıralanan yaşamsal organlar zamanla dönüşümsüz biçimde zarar görür.

Kalp kası, erişkin bir insanda ortalama olarak günde 100 bin kez kasılarak her kezinde küçük bir çay bardağı oylumunda (hacmında) kanı (yakl. 75 cc/ml) tüm bedene pompalar. Bu oylum (hacım) dakikada 5 litre, saatte 300 litre, 1 günde ise 7 tonu aşkındır! Kan damarlarının daralması hem artan kan basıncı nedeniyle kalbin pompa yükünü artırarak onu zorlar ve zamanla yorar; hem de kalp kasını besleyen (kanlandıran) koroner damarlarda daralma, artmış pompa yükü işine karşın yeter kanlanmayı sağlayamaz. Atardamarların daralması ve duvarlarının sertleşerek esnekliklerini yitirmeleri, kan basıncının yükselmesi yani hipertansiyon demektir
(P= v x r).

Kalp kasını (miyokard) besleyen koroner damarlar denilen atardamarların da damar sertliğinden paylarını almasıyla; hem pompa yükü artan hem de buna karşın yeterince kanlanamayan kalp kası hızla yetmezlik durumuna düşer. Buna kalp yetmezliği denmektedir (miyokard pompa yetmezliği).

Kalp enfarktüsü (AMI) denilen ani koroner damar tıkanmaları, çağımızın en önemli hastalıklarından biridir. Bu enfarktüsler yüksek oranda ölüm ve engelliliğe yol açmaktadırlar. Enfarktüs geçiren insanların çalışma güçleri önemli derecede düşmektedir (yüksek DALY yükü).

  • Unutulmasın; Yaşam 2 kalp vurusu arasındaki süredir..
    3. “Vuru”nun gelmeyişi ölümdür!

Beyin için de benzer şeyler söylenebilir. Beyin damarlarının damar sertliğinden paylarını almalarıyla beyin dokusunun işlevleri bozulur. Bu damarlarda ani kanamalar ve tıkanmalar olabilir ki; sonuçları çok ciddidir. Ölüm ya da değişen derecelerde felçler..
Bu yolla ülkemiz ve dünya ekonomisine çok büyük akçal (mali) yükler yüklenmektedir. Eğitilmiş insanların, toplumlarına, kendilerinden beklenen yararı sağlamadan hastalanarak erkenden çalışma güçlerini yitirmeleri ya da ölmeleri hem insancıl bakımdan, hem de ekonomik bakımdan razı olunamayacak, olunmaması gereken, ülkeyi geri bırakan, kaldırılamaz bir bedeldir… (Salt Sağlık Ekonomisi açısından..)

Böbrekler de, damar sertliğinden kaynaklanabilecek yetersiz kan dolaşımından ve yüksek kan basıncından çok etkilenen yaşamsal organlardır. Zamanla böbrek yetmezliği gelişmekte ve bu insanlar yapay böbrek makinelerine -hemodiyalize- bağlanmakta, böbrek aktarımı (nakli) adayı olmaktadır. Her ikisi de çok ağır ve pahalı tablolardır; yaşam niteliğini ağır düzeyde bozmaktadırlar.

Gözler... gözün gören tabakası olarak adlandırılan retina da yetersiz kan dolaşımına çok duyarlıdır. Damar sertliğine bağlı yetersiz retina kanlanması, yüksek kan basıncı retinayı hızla zedeler ve göz dibinde kanamalarla görme yitiğine yani körlüğe yol açar. Bu sonuç da açıktır ki, son derece ağırdır ve körlük nedenleri arasında yüksek kan basıncının payı oldukça yüksektir.

Görülüyor ki, damar sertliği çok ciddi sonuçlara yol açabilen bir hastalıktır. Ek olarak bacak damarlarındaki zedelenmeden de söz etmek gerekir.. Bacak damarlarında oluşan damar sertliği de benzer düzeneklerle (mekanizmalarla), bedenimizi gezdirip dolaştıran bu vefalı organlarımızı zora sokar. Öyle ki, zamanla ilerleyerek 2 adım bile yürüyemeyecek derecede tıkanmalara yol açabilir. Durduğu yerde bile dayanılmaz ağrılara yol açabilir! Çevrede görülen bacak kesilmelerinin önemli bir bölümünün nedeni damar sertliği ve sigaradır.. (Buerger hastalığı..)

Özetle                             :

Yaşamın tadını kaçıran, yaşama zevki ve coşkusunu ortadan kaldıran, yaşamı kısaltan ve sıklıkla da ölümlere hem de erken ölümlere yol açan bir hastalıktır damar sertliği..

**********************

Damar Sertlği’nden Nasıl Korunalım ?? 

Öncelikle korunmanın olanaklı olduğunu bilmek gerekir..

Önemli bir korunma yolu yeterli ve dengeli beslenmedir.. Şişmanlık (obesite) damar sertliğine zemin hazırlayan en önemli nedenlerdendir.. O halde yaş ve boyumuza uygun tartı sınırları içinde kalmaya özen göstermeliyiz (Beden Kitle İndeksi 18-25 arasında tutulmalı).. Yağlı, hamur işi, tuzlu, şekerli gıdalar ve yetersiz beden hareketleri şişmanlamanın başlıca nedenleridir. Şişmanlıktan büyük bir dikkatle kaçınmalıyız.. Gereksiz yağ dokusu, pek çok kanser türü için de risk artırıcıdır.

Tuz sınırlaması başlıbaşına önemlidir. Erişkinlerde günlük 5-6 g tuz tüketimi yeterlidir. Ülkemizde bu rakamın 3 katına dek çıktığına ilişkin veriler vardır ve ürkütücüdür. İngiltere’de neredeyse 20 yıldır sofralara tuzluk getirilmemektedir. Yemekler dengeli tuz içermektedir. “Tuzluk kullanımı” öğrenilmiş bir kültürel davranıştır; fizyolojk bir gereksinme türevi değildir; dolayısıyla bırakılmalıdır.

Şeker sınırlaması için de benzer gerçeklikler doğrudur. Değişen yaşam biçimiyle, şeker tüketimimiz muazzam düzeyde artmıştır. Doğal olmayan şeker türleri de ek sorun kaynağıdır. Fazla kalori alımı hem şişmanlık – hipertansiyon nedenidir hem de diyabet! İnsülin rezervleri hızla tüketilmekte ve / veya insülin direnci gelişmektedir organizmada. Glisemik indeksi yüksek besinler sorun kaynağıdır.

Uygun egzersiz yapmalıyız.. Yürüyüş, yüzme, bisiklet, sabahları evde kültür-fizik, asansör kullanmama .. önerilen davranışlardır.

Doymuş yağ asitlerinden varsıl (zengin) olan kuyruk yağı, tereyağı, içyağı, hurma yağı, hindistan cevizi yağı olanak ölçüsünde az tüketilmelidir. Buna karşın, kolesterol içermeyen ve içlerinde doymamış yağ asitleri bulunan mısırözü yağı, soya fasulyesi yağı, pamuk çekirdeği yağı, susam yağı, zeytin yağı ve ayçiçek yağı gibi bitkisel yağlar, damar sertliğinin en önemli nedenlerinden olan yüksek kolesterolden kaçınmak için seçilmesi gereken yağlardır.

Et ve et ürünleri olarak yağsız dana ve sığır eti, az yağlı sucuk, salam, sosis ve diyet sucuğu tüketilmesine çalışılmalıdır. Daha doğrusu 4 ayaklı hayvan etleri yerine 2 ayaklı ya da kanatlı hayvan etleri yani kümes hayvanları (tavuk, piliç, hindi gibi) ve balık önerilmektedir. Özellikle uskumru, ringa balığı ve som balığı kolesterol düşürmek için düzenlenen diyetlerde önerilmektedir.

Bol meyve sebze tüketimi hem şişmanlıktan, hem yüksek kolesterolden, hem bağırsak tembelliği (kabızlık) ve bağırsak kanserinden… koruyucu olarak önem taşımaktadır.

Şeker hastalığı ve hipertansiyon, damar sertliği için oldukça önemli 2 risk etmenidir.
Bu 2 hastalıktan da kaçınmak, yukarıda sayılan önlemlere uyarak, bir yere dek olanaklıdır.

Yumurta sarısı kolesterol bakımından oldukça zengindir.. Akı ise tersinedir.

Yemek pişirmede yağda kızartma yerine fırın, ızgaralar ve daha iyisi nemli ısıda basınçlı tencerede pişirme (düdüklü tencere, buharlı tencereler) yeğlenmelidir. 

Sigara içimi de (tütün kullanımı) damar sertliği için başlıbaşına ciddi bir risk etmenidir. Bundan da kaçınmak gerekmektedir. Özellikle kapalı alanlarda pasif  içicilikten insanlarımızı korumalıyız. Uygar toplumlarda kapalı alanlarda sigara içimi artık unutulmuştur; tütün kullanımı hızla azalmaktadır.

Stres, damar sertliği için doğrudan ve dolaylı olarak risk etmeni oluşturmaktadır..

Bütün bu koruyucu önlemler yeter mi ??

Önemli oranda evet… Bununla birlikte, özellikle 30’lu yaşların sonlarına doğru
belli aralıklarla denetim muayenelerinden geçmek gerekir (check up)..

Bu yolla erken tanı konması olanağı artmaktadır. Erken tanı konan damar sertliği hastalığının istenmeyen birçok sonuçlarından (komplikasyonlarından) korunma şanso vardır. Ayrıca, damar sertliğine yol açabilecek yukarıdan beri incelediğimiz, bu hastalığa zemin hazırlayan etmenlerin varlığının da erken tanıyla anlaşılması ile korunma sağlanacaktır. Örn. diyabetin, hipertansiyonun erken tanısı bir yığın ciddi olumsuz gelişmenin (komplikasyonun) önlenmesi anlamına gelir.

Damar sertliği bir kez oluştuktan sonra hemen hemen hiç geri döndürülememektedir. İnsan doğduğunda lastik bir su hortumu gibi esnek ve yumuşak olan atardamarların, zamanla adeta pişmemiş makarna gibi sert ve kırılgan olmaları ve daralmaları, önemli düzeyde sakınabileceğimiz bir durumdur. Otopsi çalışmaları, athero-sklerozis biçiminde yani kolesterol plaklarının atardamarların iç duvarlarında birikmesiyle olan damar sertliğinin daha 2 yaşlarında başladığını göstermektedir!

O halde düzenli ve uygun bir diyete daha bebek iken başlamak gerekmektedir.

Damak tadı eğitimi de böylelikle, yaşamın çok erken yıllarına çekilmiş olacaktır ve önemsenmelidir. Bu dönemde şeker, tuz ve yağ bakımından dengeli gidilmesi; bebekte bu yönde bir damak tadı kodlanmasını sağlayacaktır. Bebeğe, yaşam boyu sürdüreceği olumlu davranış kazandırılacaktır. Ayrıca, “tombul” bebek ciddi bir sağlık sakıncasıdır. Deri altında, organlarda, atar damarların iç duvarlarında biriken yağ dokusu metabolik olarak aktiftir ve toksik radikaller üretmektedir. Bu kimyasallar yaşam süresini kısaltıcı olmsuz etkilidir. Gereksiz fazla kilolar, yağ depolayan hücrelerin oylumunu da büyütmekte ve bu eğilim kalıcı olabilmektedir. Dolayısıyla bebeklerin (ilk 6 ay salt anne sütü!) ve sonrasında uygun beslenmeleri yaşamsal önem taşımaktadır.

Bugün için elde etkin sağaltım (tedavi) yöntemleri olduğu söylenemez. İlaç ve cerrahi sağaltımın etkisi çoğu kez sınırlıdır. Üstelik bu sağaltımlar pahalıdır. İlaç sağaltımı ayrıca uzun sürelidir; bazen yaşam boyu sürmesini gerektirir..

Bu bakımdan damar sertliğinden kaçınmanın en etkili yolu ondan korunmaktır. Kalıtsal (Genetik) olumsuzlukların yükü, büyük ölçüde, yaşam biçimi değişiklikleriyle dengelenebilmektedir.

Dr. Elliot Joslin, “Genes load the gun but lifestyle pulls the trigger.” demektedir :

  • Genler silahı doldurabilir ama tetiği çeken yaşam biçimidir. 

Unutmayalım, bir İngiliz atasözünde de vurgulandığı gibi,

  • Korunma her zaman için sağaltımdan üstündür... 

Bir de METABOLİK SENDROM’a değinmek uygun olacaktır. Hipertaniyon + Diyabet + Yüksek kolesterol (+ göbek çevresinin büyümesi) birlikte olduğunda  METABOLİK SENDROM tanısı konur. Bu tabloda yaşam riskleri, söz konusu 4 ögenin ayrı ayrı risklerinin aritmetik toplamından çok daha büyüktür (sinerjistik etki); yığışımlı (kümülatif) bir risk büyümesi söz konusudur. Ülkemizde bu sendrom, kentlerde 20+ yaş toplumda 1/3 oranına varmaktadır (METSAR Projesi, 47 kent, 2005)!

Sağlığımız en büyük hazinemizdir.. Onu korumak için çaba göstermeye gerçekten değer.. 46 yıl saltanat sürerek 4 kıtada at koşturan Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman 64 yıllık yaşamında sağlığını hiç aklına getirmemiştir. 1564’te Zigetvar Seferi sırasında Avusturya’da çadırında sancılandığında, dayanılmaz apandisit ızdırabının etkisiyle şu ünlü sözler ağzından dökülmüştür :

            Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi;
            Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..

Şanlı Kanuni, bu dizeleriyle halkın gözünde en geçerli olanın saltanat/devlet olduğunu bildiğini; ancak tek bir sağlıklı nefesten daha büyük saltanat olamayacağını çarpıcı bir biçimde -ama çok geç!- dile getirmektedir. Ne var ki, sağlık yitirildikten sonra kolay kazanılabilen bir olgu değildir. Ellerimizin avuçlarımızın arasından bir peri  gibi uçup yitmektedir. Nitekim o şiddetli sancı da büyük padişahın sonu olmuştur. Tek bir sağlıklı nefes uğruna saltanatı terk etme ‘rüşveti’ (!) de kendisini kurtarmaya yetmemiştir.

Ayrıca sağlık hizmetlerinin çok pahalı olduğu, tıbbi teknoloji ve ilaç – serum – aşı vb. girdilerin dışalım (ithal) kaynaklı oluşu, ulusal kaynakların dar ve sosyal güvenliğin sınırlı kaldığı ülkemizde, sağlıklı olmak varken hastalanmaya da pek hakkımız yok galiba.. 2012 sonunda SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu), salt sağlık hizmetlerinde 20 milyar TL açık verdi ve genel bütçeden desteklendi.. Bu bakımdan, Devlete ve yurttaşa düşen görevler var :

Anayasa md. 56          :

Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların (ortak) ödevidir…  [En başta halkın sürekli SAĞLIK EĞİTİMİ!]

Kamu kurumları spor – yürüyüş alanları ve salonları, bisiklet parkları, yüzme havuzları.. yapmalıdır.

  • Okul öncesinden üniversite bitene dek tüm öğrencilere OKUL SÜTÜ verilmesi sağlanmalıdır. 
  • Her-ke-se sürekli, nitelikli, kamusal nitelikli koruyucu sağlık hizmeti sunumu, stratejik bir ulusal politika olmalıdır. 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kuruluşunun 66. yılında (1947), 7 Nisan günü, Genel Başkanı Dr. Margaret Chan’ın kaleminden geleneksel basın açıklamasını yaptı. Bu yılki tema YÜKSEK KAN BASINCI (Hipertansiyon). Sorunun çok yaygınlaştığı ve en ciddi sağlık sorunu durumuna geldiği vurgulanmakta açıklamada. Hipertansiyona ilişkin olarak bir toplumsal farkındalık ve seferberlik yaratılması önemle vurgulanmakta ve insanların kan basınçlarını bilmeleri, belli aralıklarla mutlaka ölçtürmeleri gereği işlenmekte. Öngörülen sınır üstünde değerler varsa; hastalıkla barışık kalmak, başetmek ve uzun erimde (vadede) ağır komplikasyonlarından sakınmak için neler yapılması gerektiği açıklanmakta ve alınabilecek pek çok etkili korunma önlemi olduğu aktarılmakta.. 

Gerçekten de; sağlıklı olmak – kalmak varken, gerekli en üst özeni göstermeksizin hastalanmak bir israf, lüks ve topluma karşı sorumluğunu yerine getirmemek değil mi ?

**********

Bu dosyayı pdf olarak okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayınız..

Atherosklerosis_Arteriosklerozis_Damar_Sertligi_ve_Korunma

Dr. Ali Nejat Ölçen : OSMANLI CİNAYETLER TARİHİ

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

Portresi_Ali_Nejat_Olcen.jpg

OSMANLI  CİNAYETLER TARİHİ

  • Din, bir ülkede siyasallaşır ve devletin yan kuruluşu olursa
    o ülkenin tarihi
    cina­yetlerin tarihine dönüşür.

Fatih Sultan Mehmet ile saltanatın korunması bahane­siyle veliahtların katledilmesi kurallaşıverdi. İslam’ın kutsal kitabında böylesi ci­nayeti öngören bir ayet var mı? Sadrazam İbrahim Paşa’nın bir gece yarısı Ka­nuni Sultan Süleymanın halvetinden çıkarken, kapı önünde cellatlara boğdurul­ması devletin yararı gereği miydi?
Örneğin Murat III Taht’a çıktığında beş karde­şini öldürtmüştü, bunlardan birisi
1 yaşındaydı. Üstelik Saray kırk gün matem tutmuştu. 1595’te Taht’a çıkan
Mehmet III’ün 102 çocuğundan 27’si kız ve 20’si erkek olmak üzere yaşamaktaydılar. Kardeşlerinden 19’unu boğdurtarak öl­dürttü, iki şehzadeden gebe kalan 7 cariyeyi de denize attırarak yaşamalarına vahşice son verdi. Sağ kalan şehzade Mahmut da
idam edildi. Taht’tan indirilerek öldürülen Selim III’ün (1807) kusuru neydi?
Osmanlı devletinde sanayi tesisleri kurulmasına öncülük eden ilk Padişah  idi O.

Murat IV’ün kardeşi İbrahim, herhalde devletin yararı gereği ömrünü ölüm korku­suyla kafes içinde geçirmişti. İçkiyi yasaklamasına karşın, 28 yaşında alkol ko­ması ile yaşamını yitiren Murat IV’ün kardeşi olan bu zihinsel özürlü İbrahim, Padişah olduğuna inanmadığı için, Kösem Sultan O’na Murat IV’ün cesedini göstermişti (yıl 1640).

Ölümden kurtulan şehzadelerin pek çoğu da kafes içinde ölüm korku­suyla yaşadıklarından, zihinsel geriliğe uğradılar, Mustafa I bunlardan bi­riydi. 1687’de
Taht’a çıkan Süleyman II de 40 yıl yaşamını kafes içinde ge­çirmiş, Osmanlı’nın
ilk yatalak padişahı olmuştu. Ancak 4 yıl dayanabilmiş, 22 Haziran 1691’de Edirne’de ölmüş ve cesedi buza sarılarak İstanbul’a getiril­mişti. Ne gariptir ki, 7 yıl kafeste kaldıktan sonra 1695’te padişah olan Mus­tafa II, 22 Ağustos 1703’te Taht’tan indirilerek yeniden kafese konuldu 4 ay sonra da yaşamını yitirdi. 1703’te Padişah olan ve Lale Devri’nin çıl­gınlığını yaşayan Ahmet III de 1 Ekim 1730’da
Taht’tan indirilerek kafese kondu.

*********

Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi’nin 18.11.1922 günlü gizli celsesinde
haklı olarak:

  • “Ali Osman’ı kabul etmek muhafaza etmek zaruretindeyiz. Bu ailenin içinde bizim aradığımız evsafı bulmak bugün için biraz müşküldür. Belki gençleri sureti mahsusada yetiştirdikten sonra evsaf ve sıfatı lazimeyi haiz insan­lara tesadüf edilebilir. Fakat bugün bu ciheti hakikaten tetkik ve tahlil edecek olursak pek müşkül vaziyette kalırız.” demişti.

Çünkü Osmanlı ailesi yozlaşmaya (dejenerasyona) uğramış, devlet yönetimi için gerekli genetik özelliklerini yitirmişti. Hemen tümü çocukluk ve gençlik dönemlerini
ölüm korku­suyla kafes içinde geçirmişti. Örneğin ömrünü kafes içinde geçiren İbrahim, kar­deşi Murat IV öldüğünde padişah olduğuna inanmamıştı.
Padişah olduğunda da Taht’tan indirildiğinde öldürülmesine kim karar vermişti?

Şeyhülislam!

İslam’ın kutsal kitabındaki hangi ayete göre bu cinayete karar vermişti?

Padişahların fetva ile vezirlerin ferman ile öldürülmeleri Osmanlı’nın temel
ku­ralı olmuştu. Sn. Zeki Kentel gibi “Türlüğe yakışır mı bu?” diyemiyorum.

  • Padişahla­rın hiçbirinin anası ya da karısı Türk değildi!

Ve de Türk sözcüğünü padişah ve vezirlerin ve de Saray erkânının kullandığına
kimse tanık olmamıştır.

  • Hatta Türkçe konuşulmasını da yasaklamıştı bu Osmanlı.

Anadolu kılıç kullanarak o ha­nedana toprak kazandırmakla görevliydi ve kul ve kölesiydi Osmanlı’nın. Ana­dolu’ya çaktığı bir tek çivisine rastlayamazsınız.

Demokrasiye özlem duyan yurttaş olabilmişsek bu Mustafa Kemal Atatürk sayesindedir.

Kanuni Sultan Süleyman’dan, Akdeniz’de serbest ticaret izni alan Anthony Jenknson  anılarında ondan “Büyük Türk” olarak söz eder. Kraliçe Elizabeth de serbest ticaret iznine el koyarak İngiltere’nin Levant Company’nin kuruluşunu öngören buyruğunda Mehmet III’ü “Grand Turk” olarak tanımlamıştı; yıl 1579.

Ne yazık ki, 434 yıl sonra Cumhuriyet Türkiye’sinde AKP iktidarı “Türk” sözcüğünü “ırkçılık” olarak yorumlayacak başbakan R.T. Erdoğan da “milliyetçiliği ayak altına aldığını söyleyecektir. Türk’lüğün Anayasa’dan çıkarılmasına ilişkin çabalara tanık olacağız. Bunun bir benzerine bir başka devlette rastlamak olanaklı mı? Kendi ulusunu yadsıyan bir siyasal iktidara hangi ülkede rastlanmıştır? İşte Alman Anayasasının 2’nci maddesi:

  • Das Deutsche Volk bekennt sich darum zu unverletzlichen und veraeus-serlichen Menschenrechten..

Türkçesi: Alman Halkı dokunulamaz ve devredilemez insan haklarıyla kendini tanımlar.

O ülkede Anayasadan “Alman” sözcüğünü çıkarmayı önerecek kadar alçak ve hain birine rastlayamazsınız.

  • Fransız Anayasasının ilk maddesi “devletin dilinin Fransızca “olduğunu
    hükme bağlar.

Orada hiç kimse “devletin dili olur mu” diyemez. ABD senatosu ve Meclisinde
hiç kimse İspanyolca konuşmaya yeltenemez. O ülkenin ulusları katıksız milliyetçidirler. Milliyetçiliği ayak altına aldığını söyleyecek bir başbakana rastlayamazsınız.
Eğer söylerse O’nu kürsüden indirirler ve psikiyatri uzmanına gönderirler.

Dahası, dinin yasakladığı  içkilere alışkanlık içinde yaşamını yitiren devlet adamlarına da rastlamak olanak dışıdır Osmanlı dışında. İçkiyi yasaklayan Murat IV‘ün kardeşi, alkolik olduğu için 28 yaşında yaşamını yitirmişti. Padişah Beyazıt, kardeşi
Sultan Cem’i yeşil bayrak altında yenilgiye uğratırken kendisi şarap düşkünü idi.
Bir toplantıda Gedik Ahmet Paşa’nın da şarap içmesini ısrarla istemiş ve ikisi de sarhoş olmuştu. Şölen bitmek üzereyken başarılı komutanlara cübbe dağıtıldı ve
Gedik Ahmet Paşa’nın kaftanı siyahtı. Bu, O’nun ölümüne karar verildiği anlamına geli­yordu.  İçeriye alınan çavuşlar Gedik Ahmet Paşa’yı çırılçıplak soydular ve dövmeye başladılar.

Sn. Zeki Kentel’e soruyorum : Bırakınız bunun Türk’ün ahlakına yakış­mamasını,
İslamın hangi ayetine yakışıyor?

Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı hanedanını ülkeden kovmasını Türk’e yakışır bulma­masına ilişkin iletisini bizlere göndermeden önce, Vahideddin adındaki bir
padi­şahın ülkeyi işgal eden düşmanın savaş gemisine sığınarak ülkeden kaçmasını Türk ahlakına yakışır buluyor mu?

  • Yeryüzünde hiçbiri, Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekleştirdiği devrimler kadar insancıl değildir. 

Bunun bir benzerine rastlanamaz. Büyük Fransız Devrimi‘nde giyotinler işlemiş,
Louis XVI, önce tahtından indirilip hapsedilmiş ve 1792’nin 21 Ocak günü giyotin altında başı koparılmış ve Kraliçe Marie Antoinet’in de giyotin altında başı gövdesinden ayrılmıştı.

  • Sovyet Devriminde Çar ailesi yok edilmiştir.

Osmanlı hanedanı canları bağışlanıp ülke dışına sürgün edilmişse,
Mustafa Ke­mal’in Cumhuriyeti’ne müteşekkir olmalıdırlar.

Ayrıca Osmanlı hanedanının ülkemiz dışına atılmasına ilişkin yasa Millet Mecli­si’nde kabul edildiği gün, Mustafa Kemal Paşa Çankaya’da idi. Hilafet’in kaldırılmasını ve Osmanlı hanedanının kovulmasını öngören yasayı Şeyh Safvet efendi
her il­den bir milletvekilinin katılımıyla hazırlamış ve Millet Meclisi’ne sunmuştu.
Şeyh Safvet efendi ve 52 milletvekilinin birlikte hazırladıkları yasanın  1 ve 2 . madde­leri şöyleydi:

Madde1- Halife hal’edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumuna (kavramına) mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır.

Madde 2- Mahlu’halife (Tahtından indirilmiş halife) ve Osmanlı Saltanatı münderisesi
(izi kalmamış) hanedanını erkek ve kadın bilcümle azası ve damatlar,
Türkiye Cumhuriyeti memaliki 
(toprakları) dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyen memnunudur (sonsuza dek yasaklıdır). Bu Hanedana mensup kadınlardan mütevellit (doğan) kimseler Al-i Osman’dan addedi­lirler.

Büyük Millet Meclisi’nin oybirliğiyle kabul ettiği bu yasa için Türk ahlakına yakı­şır mı?” türünde soru sormaya kimsenin hakkı olamaz.

  • Devrime karşı çıkanlar yaşamlarını yitirmeyi göze almalıdırlar.

Tarihin diyalektiği böyle işler buna karşı çıkmaya hiç kimsenin gücü de yetmez.
Sn. Zeki Kentel herhalde Osmanlı Hanedanı’nın canını bağışlayan ve yurdumuzda kalmalarına izin vermeyen bu yasanın Meclis’te nasıl görüşüldüğünü ve Rize milletvekili Ekrem Bey’in neler söylediğini ve yasayı nasıl savunduğunu incelemeye vakit ayıramamış. Rize milletvekili Ekrem Bey, 24 Mart 1940 günlü o celsede bakınız
neler söylemişti:

Mektebi Harbiye’nin biliyorsunuz talimhaneye müteveccih (yönelik) mermer sütunlu mermer merdivenleri vardır. Bunun kapısından bakıyordum, mer­mer merdivenin aşağısında Sadaret (Başbakanlık) mevkisini işgal etmiş vükela­dan (bakanlardan) birini, ferik (tümgeneral), rütbesiyle apoletleri ve meha­betli (görkemli) vücuduyla ve arkasında bütün yaverleriyle bir nefer vaziye­tinde gördüm. Bu zat ve maiyeti mükellef bir arabanın önünde duruyordu. Tabii merak ettim, baktım. Bu, Sultan Hamid’in 14 – 15 yaş­larındaki şehzadelerinden biriydi. Bu levha bana derhal garip bir tesir yaptı. Çünkü bu çocuk
bir hiçti ve hiçbir evsafı olmayan bir insancıktı. O zaman bu çocuğa o hürmet, Sultan Hamid’in oğlu olarak yapılıyorsa, Hamid denilen adam, o canilerdendir ki, cinayeti yalnız Mithat Paşa gibi nice insanları mahvetmekten ibaret değildir. Sonra haber aldım ki,
5-6 yaşındaki çocuklar önünde de vükela-ı rical ve ekabir böyle el pençe divan dururlarmış. Saltanat devrildiği halde.

Sn. Zeki Kentel, görüyor musunuz o köhnemiş hanedanının yurt dışına atılmasındaki isabeti! Zaten Hanedan’ın yurt dışına atılmasını öngören yasayı Meclis’te savunurken “Hiçbir devlet iki başlı yönetilemez.” demişti.

Sn. Zeki Kentel, iletinizdeki bir tümceden Padişah Vahidüddin’in de sürgüne
gön­derildiği anlamı çıkmakta. Hayır O, Valide Sultan tanımındaki karısını, İngiliz işgal güçlerinin komutanı General Harrington’a emanet ederek  İngiliz savaş gemi­sine (Malaya adlı) sığınmıştır gizlice, gece yarısı firar etmişti. O’nun firar ettiği Millet Meclisi’nde açıklanırken, toplantı salonuna şu sözler yansımıştı:

Allah kahretsin! (17.11.1922, TBMM gizli celse).

Halife olan Padişahın firarına ilişkin soruyu ben soruyorum:

Türk ahlakına yakı­şır mı?

Tarihimizde bunun bir benzeri yoktur.
Zaten Türk olan devlet adamı bu denli alçalamaz, alçalmamıştır.

Saygılarımla.
(7.4.13)

Dr. Ali Nejat Ölçen

Kaynakça

1. TBBM, Gizli Celse zabıtları, cilt 1-4
2 .Y. İzzettin Barış, Prof. Dr. Osmanlı Padişahlarının Yaşamlarından kesitleri hastalıkları ve ölüm sebepleri, Bilimsel Tıp yayınları, Ankara, 2002
3. Ali Nejat Ölçen. Kendini Yokeden Osmanlı, İmaj Yayınevi, Ankara, 2. baskı, 2008.
4. Joseph von Hammer. Osmanlı Devleti Tarihi. Çev. Mehmet Ata, Milliyet mtb., İstanbul, 1966, cilt 1 ve 2.