Etiket arşivi: Türk devrimi

27 Mayıs üzerine Hüseyin Avni Güler ile bir Söyleşi


27 Mayıs üzerine Hüseyin Avni Güler ile bir Söyleşi *

portresi

 

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

 

*****

Sayın Hüseyin Avni Güler, kendinizi  kısaca tanıtır mısınız?

portresi, ölümü 1.5.13

Güler     : 1925 yılında Elbistan’da doğdum. İlk ve orta tahsilimi Elbistan’da yaptım. 1942 yılında Askeri Liseye (Kuleli)  girdim. 1948’de Kara Harp okulundan havacı subay olarak mezun oldum. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında, Kurmay Albay olarak emekli oldum. 1958’de Yüzbaşı iken 27 Mayıs örgütüne girdim. İhtilalden sonra Cemal Gürsel’in imzası ile kıtama döndüm.
Emekli olduktan sonra 1983’te Halkçı Parti kurucuları arasındayım. Bu partiden Millet Vekili oldum. Milletvekilliğim 4 yıl sonunda bitti. 1990’da 27 Mayıs Milli Devrim Derneği Genel Başkanlığına seçildim. Ve o zamandan beri aralıksız 21 yıl Genel Başkanlık yaptım; büyük özverilerle  2011 yılına dek bu Derneğin adını yaşatmaya çabaladım…

1989’da kurulan ADD’nin de 50 kişilik kurucu üyeleri arasındayım.

ADD kurulmadan önce yeni bir siyasal parti kur(ul)ması için Prof. Muammer Aksoy’a baskı yapılıyordu. Muammer Aksoy bu önerileri kabul etmedi ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurulmasına karar verdik. ADD’nin maddi ve manevi güçlü olması için
büyük çaba harcadık. 

27 Mayıs hareketi  sizce bir ihtilal, bir halk ayaklanması mı, bir darbe darbe mi nedir? 27 Mayıs’ı nasıl tanımlamalıyız? Öbür askeri müdahalelerden
farkı nedir?

Güler     :
27 Mayıs bir devrimdir. Getirdiği Anayasa bunun kanıtıdır. Amaç Atatürkçülüğü yeniden gündeme getirmek, Devlet düzeninde Atatürkçülüğü yerleştirmekti.
Yarım kalmış Kemalist devrimin devamıdır, diyebiliriz. 

27 Mayıs Tüm Halk kesimleri tarafından kısa sürede benimsendi mi?

Güler     :
Evet, Halkın çok büyük bir kesimi coşku ile karşıladı. Sıkıyönetime karşın halk sevgisini göstermek için sokaklara döküldü. Nedeni, 27 Mayısı Millet sahiplenmişti;
yani millet ve asker işbirliğiyle gerçekleştirilmişti. 

Bugünkü genç kuşakların 27 Mayıs konusunda mutlaka bilmeleri gereken önemli noktalar nelerdir? Halkın bilmesi gereken en önemli husus nedir?

Güler     :
27 Mayıs’tan sonra Dünya İhtilaller tarihini inceledim. Tüm ihtilaller diktatörlük getirmiş, Yalnızca 27 Mayıs özgürlük getirdi. 27 Mayıs özgürlükçü ve demokratikti.
“27 Mayıs neler getirdi?” derseniz, 

Evet, öyle demiş olalım..

Güler     :
Cumhuriyet tarihinin en adil seçimleri 27 Mayıs Devrimi‘nin getirdiği seçim yasaları ile gerçekleşti. O zamanlar yaklaşık 40 bin oyla 1 milletvekili seçiliyordu. Artık oylar havuzda toplandığı için milli irade kaybı olmuyordu.. Milli bakiye sistemi..
Baraj yoktu. Bağımsız adaylar bile seçilebiliyordu.

  • 1961 Anayasası dünya anayasa tarihinde abidedir. 

Bazıları 27 mayıs için “ihtilal” diyor. Devrimi ihtilalden nasıl ayırt ederiz?

Güler     :
Batı dillerinde “Devrim” ve “İhtilal” aynı sözcükle ifade edilir (Revolution). Bizde ayrılır ve bu anlam içeriği bakımından gerçekçi ve son derece akılcıdır. İhtilal, büyük halk kitleleri ayaklanmasıdır. Devrim ise ihtilalle yıkılan eski düzenin yerine yeni ve ilerici  yapılanmadır.

  • Mustafa Kemal Paşa, hem Anadolu İhtilali‘nin ve hem de ardından Türk Devrimi‘nin önderiydi.. 

Şöyle desek uygun mu ?
İhtilalleri aç mideler yapar, Devrimleri ise aydın kafalar  gerçekleştirir ?

Güler     :
Doğrudur.

İsmet Paşa ve CHP 27 Mayıs’ı nasıl yorumladı?

Güler     :
İsmet Paşa bizimle konuştuğunda “İhtilal ile gelip, seçimle giden ilk darbeci sizsiniz.” Demişti.. 27 Mayıs’tan sonraki süreçte 27 Mayıs kazanımları (belki de Yassıada Mahkemelerinin toplumda yarattığı mağduriyet psikolojisi nedeniyle)  etkisi kısa sürede sönükleşmeye başladı. oysa Dünyanın en ilerici, özgürlükçü ve halkçı Anayasasıydı halkoyuna sunulan; ancak ne yazık ki, yalnızca %60’la kabul gördü…

Yani Karşı devrimciler erkenden faaliyete başladılar.
Burada nasıl bir yanlışlık yapıldı?

Güler     :
Mahkeme idam kararı aldı. Bu kararı onamak Milli Birlik Komitesi‘ne verildi.
Oysa Kurucu Meclise verilseydi bu idamlar gerçekleşmeyecek ve Devrim
yara almayacaktı. Halkın yoğun sempatisi devam edecekti. Süleyman Demirel bile
27 Mayısla ilgili görüşlerini nasıl belirtirken şöyle diyordu:

“27 Mayıs büyük bir olaydır. Güç ellerinde iken Meclis açılmıştır. Bu unutulmaz, dünyada bir örneği yoktur. Biz, o İhtilal sürecinde ve ihtilalin arzusu ile kurulduk.
En azından bu nedenle o İhtilale karşı olamayız. Maziye bakamayız, bakarsak
halk bizi tasfiye eder. Biz bugünkü Anayasa sayesinde varız. Ona karşı da olamayız. Bu sözlerimi şerh ettiğimi hiç görmeyeceksiniz. 27 Mayıs’a karşı değiliz, gerici değiliz ve olmayacağız. Eğer AP böyle yaparsa ben şahsen onların içinde ve başında olmayacağım.”

27 Mayıs somut olarak hangi önemli kurumların oluşumunu sağladı?

Güler     :
En başta

  • Anayasa (Grev hakkı, sosyal, sağlık sigorta sistemi), sonra
  • Anayasa Mahkemesi
  • Cumhuriyet Senatosu
  • Milli Güvenlik Kurulu
  • Yüksek Hakimler Kurulu
  • Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)
  • Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT)
  • Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK)
  • Türkiye Atom Enerjisi Kurumu
  • İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi
  • Milli Prodüktivite Merkezi (MPM).. ve şimdi adını unuttuğum başka kurumlar hepsi 27 Mayıs devriminin eserleridir.

27 Mayıs’tan sonra 1963’te yasa önerisi veren,
27 Mayıs’ın bayram olmasını öneren kimlerdi?

Güler     :
O zamanki Koalisyonda yer alan tüm milletvekillerinin imzası ile 27 Mayıs Anayasa ve Özgürlük Bayramı olarak kabul edildi.

27 Mayıs’ı gençlere nasıl anlatalım?

Güler     :
Bu Devrimin amacı Ülkedeki kötü gidişi durdurarak demokratik -özgürlükçü bir düzen kurmaktı. İnsan hak ve özgürlüklerini, Ulusal dayanışmayı, sosyal adaleti, bireyin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi hedeflemişti. Türk Ulusu’nun birliğini,
ülke bütünlüğünü ve cumhuriyeti korumakla görevli olan Türk Silâhlı Kuvvetleri,
«kardeş kavgasına son vermek» söylemiyle 27 Mayıs 1960 günü,
meşruluğunu yitirmiş bir yönetime kansız bir hareketle, el koydu.
Bu şekilde anlatmalıyız…

27 Mayıs Devrimi’nin siyasal sonuçları da oldu kuşkusuz..
Örneğin “27 Mayıs Harekatı olmasaydı, CHP iktidara gelecekti;
dolayısıyla 27 Mayıs’ın en büyük zararı CHP’ye olmuştur..” deniyor..
Sizce bu sav doğru mu?

Güler     :
Bu sav bence haksız, çünkü seçim olmayacaktı ki CHP kazansın, iktidara gelsin… Menderes “CHP kapatılmalıdır” diyordu. CHP’nin seçime girmesine bile olanak olmayacaktı.

27 Mayıs’la birlikte büyük bir özgürlük ortamı oluştu. Bu arada sol fikirler de önemli ölçüde gelişti ve geniş yelpazeli gençlik hareketleri başladı.
Acaba bu yeni Anayasa Türkiye de çatışmalı sağ ve sol ayrımına,
Ülkeyi bölücü fikirlerin de gelişmesine de mı olanak mı verdi? Ne dersiniz?

Güler     :
Asla bu şekilde yorumlayamayız ! Yeni Anayasanın getirdiği özgürlükler fikir özgürlüğüdür.. Ülkenin yıkımına, parçalanmasına giden eylemlere özgürlük olarak algılanamaz. İstanbul Üniversitesi’nden Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Hüseyin Naili Kubalı, Prof. Ragıp Sarıca, Prof. Naci Şensoy, Prof. Tarık Zafer Tunaya, Prof. İsmet Giritli..  Ankara Üniversitesi’nden de Prof. İlhan Arsel, Prof. Bahri Savcı ve Prof. Muammer Aksoy Anayasa hazırlık komisyonunda idiler. Bu komisyon, hazırladığı “Ön Tasarı”yı 18 Ekim 1960’ta
Milli Birlik Komitesi Başkanlığına sundu.

Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizme direnerek, savaşarak kurulmuştu ve tutsaklık altındaki milletlere bir örnekti. Bu nedenle Batı kapitalizminin çıkarlarına ters düşen ilerici bir toplum düzenine geçişi sağlayacak 1961 Anayasası’nın en kısa zamanda
işlev dışı yapılması gerekiyordu. Bu nedenle emperyalizmin ajanları, tetikçileri tarafından iç karışıklıklar başlatıldı, sağ-sol çatışmaları harekete geçirildi.
Sonrasını zaten biliyorsunuz. 

Sayın Güler, lütfedip zaman ayırdınız; bizleri aydınlatan bu değerli söyleşiniz için teşekkür ediyoruz.

_____________

*) ADD Genel Merkezinde yapılan bu söyleşide, ADD Bilim Kurulu Başkanı
Prof. Dr. D. Ali Ercan’ın sorularını Emekli  Hv.Kur.Kd. Alb. Hüseyin Avni Güler yanıtladı.

*****************************

Sn. Ercan’a bu değerli söyleşi için teşekkür ediyoruz..

ADD kurucularından ve 27 Mayıs Devrim Hareketi’nin etkin subaylarından Sn. Hüseyin Avni Güler’e de hem teşekkür ediyor hem de rahmet diliyoruz..

Sevgi ve saygıyla
27.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

TÜRK GENÇLİĞİ ATATÜRK’ÜN YOLUNDAN GİTMELİDİR…


Dostlar
,

İzmir’den yurtsever Atatürkçü dostumuz, Tarihbilimci Prof. Dr. Kemal Arı‘nın
“çok etkileyici” (very impressive!) bir makalesini paylaşmak istiyoruz..

Yazı yumuşak yumuşak yatağında akıyor ve sizi de debisine çekiyor..
Arada sarsıcı – silkeleyici ara sonuçlara varıyor ve altını çiziyorsunuz.

Sevecen ama bilimsel akılcılığın ödün vermez ilkeleriyle tarihsel irdeleme devam ediyor ve deterministik bilimsel sonuçlara varıyor.. Ötekileştirme yok, dışlama yok, ırkçılık yok; tersine kucaklama ve kaynaştırma, emperyalizme karşı dayanışmacı bütünleştirme çağrısı var..

Kimliksizleştirme tuzağına kadife eldivenli demir yumrukla tarihsel gerekçeli red var;
ama ulusal bilinçle kenetlenerek barış ve gönenç içinde uygarlaşma,
Batı ile yarışma var..

Kutsal emanetin gerçek sahipleri gençliğe odaklanma, tarihsel misyonun yaşamsallığını vurgulama ve Ata’nın gençliğe güvenini yineleyerek gençlere bilimsel – akılcı eğitim dileği var.. Dar siyasal kalıplara onları alet etmeye ise kesin bir karşı duruş..

Bir Tarihbilimci, böylesine mi ussal (rasyonel) ve işlevsel çıkış reçetesi verebilir
duvara dayandırılmış bir topluma??
Gerçekte soluk soluğa kaygıyla ama, bilimsel yöntemin vazgeçilmez serinkanlılığı, ağırbaşlılığı ve olmazsa olmaz umuduyla…

Bravo sevgili kardeşim Prof. Kemal Arı!

Sevgi ve saygı ile.
10 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

TÜRK GENÇLİĞİ ATATÜRK’ÜN YOLUNDAN GİTMELİDİR…
(-Türk Gençliği Bakışlarını Engin Maviliklere Çevirmelidir!)

Prof. Dr. Kemal Arı 

portresijpg

Türk Devrimi başarıya ulaştı mı ulaşmadı mı tartışmaları yapılıyordu bu ülkede bir zamanlar…

Öyle ki, yerli düşün insanları yanında yabancılar da bu konularda yazar çizer;
Türk Devrimi ile Türk Ulusu’nun yarattığı olağanüstü dönüşüme bakarak,
ilk kez İslam Dünyası’nda Türklerin demokrasi kültürünü benimsemiş bir topluluk olarak,
Doğunun yazgısını değiştirdiği söylenir dururdu…

1970’li yılların düşün önderlerinin genel olarak üzerinde durdukları kavram “Batılılaşmak” tı… Batılılaşmak, çağdaşlaşmak kavramı ile eş anlamlı görülürken; kimileri de geleneksel değerlere vurgu yaparak, Batılılaşmak kavramını daha geniş bir çerçevede ele alıyordu. Bunlar kültürü daha dar bir çerçevede ele alarak, Batılılaşmayı çağdaşlaşmak kavramından ayırırlardı. Oysa birinci düşüncede olanlar, Batılılaşma kavramında bir coğrafyayı ifade etmediklerini, Batı’nın Aydınlanma kültürünün altını çizmeye çalıştıklarını belirtirlerdi. Türkiye’de öyle ya da böyle bu tür konularda entellektüel düzeyde yorum yapan bir aydın-elit zümreyi yaratabilmişti bu toplum. Dolayısıyla, Türk Devrimi’nin kuramsal yönden irdelenmesinin en canlı örnekleri,
bir on yıl öncesinde başlamış olmasına karşın, en çok bu yıllarda verildi…

Sonra başka kuramcılar ortaya çıktı yerli ve yabancı…
Onlar, dünyada değişen koşullara koşut olarak, Türkiye’nin geleneksel çağdaşlaşma çizgisinden hareket ederek, kendi içinde bir evrilişin gerekli olduğunu savunuyorlardı. Çünkü artık Soğuk Savaş döneminde özellikle ABD’nin bölgede müdahalesi
çok daha etkiliydi…

SSCB ile ABD arasındaki gerilim; gelişen sanayilere koşut olarak enerji havzalarında güç gösterisine neden olmuştu. Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesinden sonra ABD bölge ülkeleriyle çok daha içli dışlı olmaya başlamıştı.
Kendisi şimdi bölgeye yeni bir düzen vermeye çalışıyor; ancak bölgede istediği gibi
at koşturabilmek için, tam bağımsızlık ilkesinden hareket eden ulusal yapıları güçlenen devletlerden pek hoşlanmıyordu. Çünkü bu düşünceleri savunan ülkelerle işbirliği yapmasının güçlükleri vardı. Özellikle Türkiye’de ve Mısır’da kimi milliyetçi akımların ve bu etkiyle kendini ifade eden kesimlerin yurtsever duruşu, ABD’nin
hiç hoşuna gitmiyordu. Mısır’daki toplumsal yapının daha yüzeysel bir milliyetçi temele dayandığı, onun azıcık kazınıp altına inildiğinde, şeriatçı eğilimlerin sırıtıp durduğu görülüyordu. Çünkü Mısır hiçbir zaman gerçek anlamda laik olamamıştı.
Bunu başarabildiği ölçüde, Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’si başarmıştı ve
Türk toplumunda bu mayanın büyük ölçüde tuttuğu görülüyordu.

  • Hem yurtsever, hem laik; hem akılcı ve bilimsel düşünceden yana olan kitleler, emperyalizm için kuşkusuz büyük bir engel oluşturuyordu.

Böylece bu tarihlerden sonra, Çağdaşlaşma ve Batılılaşma kavramlarında bir
algı değişimi yaşanmaya başlandı. 12 Eylül 1980 öncesinde başlayan aydın kıyımı, 12 Eylül sonrasında da hunharca sürdü.

  • Hedef alınan aydınlar bağımsızlıkçı ve Atatürkçü kimliği güçlü olan kişiliklerdi.
  • Aydınlarını yitiren Türk toplumu, bu emperyalist güdümünde gelişen düşüncelere karşı da savunmasız duruma gelmişti.

Örnek mi?

Prometheus’un yazgısı...
Ne yapmıştı?
Zeus, Olimpos’ta yaşayan büyük tanrıydı. Yoksul kitleleri düşündüğü yoktu.
O’nun derdi, o tanrıça, bu tanrıça; bir anlamda zevk-i safa idi. Ancak toplum, karanlıklar içinde ve soğuktan tir tir titrer bir durumdaydı. Prometheus daha fazla buna dayanamadı. Çıktı Olimpos’a ve Zeus’un tekelinde olan ateş ve ışığı çaldı. Sonra bunları topluma götürdü. Ortalık aydınlandı; soğuk yerini ılıman bir sıcaklığa bıraktı. Ancak Zeus o denli öfkelenmişti ki; Prometheus’u yakalattı ve bir kayalığa bağlattı. Bir kartala da buyruğunu verdi: Kartal, her gün gidiyor; şeytan azapta gerektir diye Prometheus’un ciğerinden bir parçayı koparıyordu.

Böylece Prometheus öldü.
Ancak O’nun cesaretiyle bir kez toplum ışığı ve aydınlığı tanımıştı.

  • Türk Ulusu da Mustafa Kemal Atatürk ile Aydınlanmanın
    gür ışığı ve sıcaklığıyla tanıştı.

Aydınlar; topluma o ışığı aktaran birer ateş böceği gibi karanlıkların üzerine serpilmişlerdi.. Ancak karanlıktan hoşlanan karanlık ruhlu emperyalizm,
Türk toplumunu yeniden tutsak kılmak için, birer birer onun aydınlarını katletmekten
geri durmadı.

Yazık, çok yazık!

Tıpkı Prometheus gibi; Muammer Aksoy’lar, Uğur Mumcu’lar,
Ahmet Taner Kışlalalı’lar; daha önceleri de Cavit Orhan Tütengil’ler;
derken Bahriye Üçok’lar ve daha kimler, kimler bu canavarın kurbanı oldular.

Şimdi düşünmek gerekiyor: Türkiye’de şu an, on-yirmi tane Uğur Mumcu olsa ve
bunlar, şu anda yine toplumun yüzünün akı olan gerçek aydınlara eklenseler;
Türkiye nasıl bir Türkiye olurdu?

Düşünmeye değmez mi?

Aydınlarını yitiren toplumlar, karanlıklarda debelenen ve yolunu şaşıran kervanların durumuna düşer ve her an ona haramilerin saldırması an meselesidir.

Devam edelim; Türkiye’de ne oldu?

Bu dönem aşılınca; çoğulcu ve ileri demokrasi söylemi altında, özellikle laiklik kavramı sulandırılarak; dini argümanlarla siyaset yapan oluşumların önü 12 Eylül dönemiyle birlikte sonuna dek açıldı. 12 Eylül’ün baş aktörü Kenan Evren gittiği her yerde Kuran’dan ayetlerle ve kimi dini referanslarla mitingler düzenliyor; ilk kez dindar bir gençlik yetiştirmenin gerekliliğini, sol düşünceye karşı savaşımda önemli gördüğünü açıkça beyan ediyordu. Oluşan bu iklim, aşama aşama bugünü hazırladı.

Bugün, kuşkusuz dünün sonucudur.
Ve gelecekte bugünün de yeni sonuçlarını bu toplum yaşayacak…
Ancak, yine de anımsatmadan edemeyiz:

  • Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde ve kendi geleceğini yeniden kurgulamada, Atatürkçülük’ten başka çözüm yolu yoktur.
  • Çünkü Atatürkçülük bağımsızlık, özgürlük ve ulusal devlet yanlısı
    bir dünya görüşüdür. Laiktir ve seküler yaşam biçimini toplum için öngörür.
  • Aklı ve bilimi rehber edinir…

Aydınlanma kültürünün bir uzantısı olarak, Anadolu’da yeşermiş özgürlükçü ve bağımsızlıkçı bir hareket olmakla birlikte, yine Batı kültürünün ortaya çıkardığı emperyalizm karşıtı bir duruşla varlığını ortaya koyar…

Bugün Türkiye için en büyük tehlikenin

– ayrılıkçı siyasal oluşumlar,
– terör ve dinci dikta özlemleri

olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ki; Türkiye’nin ulusçu tepkileri
son yıllarda iyice örselenmiş; kimi masallarla sanki toplum bütünüyle uyutulmuş gibidir.

Bu gidişin sonu, açıkça kimliksizliktir. Ulus gerçeğini reddeden bir siyasal yaşamın
ve toplumsal örgütlenme modelinin, laik düşünceli bir yurttaş tipi yaratamayacağı için, gerçek bir demokrasiyi içselleştirmesi de olanaksızdır.

O nedenle; hiçbir siyasal kutuplaşmaya girmeden

  • Türkiye gerçeklerle yüzleşmeli
  • Ve ulusal kimlik, tam bağımsızlık, laiklik ve özgürlükçü çağdaşlaşma modellerini yeniden tartışmalıdır.

Yoksa; verili durum, bir sürüklenişten başka bir şey değildir. Denetimsiz sürüklenişin sonu, bir engele toslamak ve çarpışın şiddetine göre belki de un ufak olmaktır.
Bu yönden bakıldığında, temel ilkelerini yitirmiş; örneğin ulusal kimliğinden uzaklaşmış
bir Türkiye’nin ne iç ne de dış politikada geleceğini hayra alamet görmek,
nasıl olanaklı olabilir?

Düşünebiliyor musunuz; millet var, bu milletin adı yok;
yine millet var, bu milletin milli dış politikası yok…

Bu iki yokluk, bir tek var olanı, yani Ulus/ Millet gerçeğini de yok eder.

Bu ise bütünüyle kimliksizliktir.

Biz Türk’üz…

Irkçılığı reddeder ve kendini bu duyguda bütünleşmiş herkesi Türk sayarız…
Üreten, ürettiğinden çoğunu tüketmeyen; tasarruf düşüncesini geliştirmiş, birey kimliğini güçlendirmiş; aklı ve bilimi önemseyen, doğayı, toplumsal yaşantıyı ve dünyayı
buna göre yorumlayan; Aydınlanma kültürünü tanıyan, ama kendi tarihini ve
öz kimliğini de içselleştirip benimsemiş kuşaklar yetiştirmek zorundayız.

Gençliğimizi hiçbir zaman biri ya da birilerinin siyasal saplantılarının kurbanı yapamayız.
Gençlik, bugünden geleceğe uzanan gür filizlerimiz olmak zorundadır.
Onlar yönünü ufka yöneltmelidir; göğün maviliğine ve enginliğine;
ağacın köklerine ve toprağın içindeki karanlıklara değil…

“O partinin gençliği, bu partinin gençliği, şu cemaatin ya da şu etnik kökenin gençliği!” sözlerinin hiçbirine katılmıyorum…
Türkiye’de tek bir gençlik vardır: O da; Türk Gençliği’dir…
Bunun evelemesi gevelemesi olamaz…

  • Türkiye hukukun üstünlüğüne inanan, yönünü demokratik Batı dünyasına çevirmiş; tekil (üniter) devlet yapısını korumak zorunluluğu içinde olan; bu gerekliliği yerine getiremezse, parçalanmanın eşiğine yuvarlanma tehlikesi bulunan bir ülkedir.

Bu kavramlarla nasıl oynanabilir ve bu tehlikelerin önü, “ileri demokrasi masalları” ile açılabilir? Bu ateşle oynamak kadar tehlikeli bir şeydir.

Türk gençliği ise, bütün çağdaş ve ileri düşünce ve teknoloji ile donatılmalıdır.
Beyinler, palangalarla sarmalanmış biçimde geleceği kurgulayamazlar….
Onu besleyen, akılcı yaklaşımlar, bilim ve özgür düşüncedir…

O tarikata itaat, bu cemaatin irşadına göre hareket…
Akılcı ve bilimsel düşünceyi ilke edinmiş körpe beyinler,
bu kalıplara girmeye nasıl zorlanabilir?
Çünkü dünya bir yarış içindedir.
Dünya toplumları bilimde, teknolojide yarışarak geleceklerini oluştururken;
dogmalarla körpecik beyinleri tam bir uyuşukluk içine itilmeye çalışılan gençliğimizin, öteki ülke kuşaklarıyla yarışması nasıl olanaklı olabilir?

Türkiye’yi seviyoruz.
Biz bir ulusuz…
Bağımsızlıkçı ve özgürlükçüyüz…
O halde gençlik, siyasal ereklerin aracı olamaz.

  • Açın gençliğin önünü!

Çünkü genç demek, gelecek demektir. Ona ancak çağdaş, özgürlükçü, bağımsızlık; kendi toplumsal değerleriyle de çelişmeyen duruş sahibi bir kimlik yakışır…
Bu özelliklerse Atatürk’ün bizlere bıraktığı mirasta fazlasıyla var…

  • Her şey bizde, bizim özümüzde iken,
    başka şeylerde arayışta olmanın hiçbir anlamı yok… (Nisan 2014)

DEVLETİN DİLİ TÜRKÇE, SİYASAYA ARAÇ YAPILAMAZ! SİYASAL ÇIKAR İÇİN TÜRK ABECESİNE HARF EKLENEMEZ!


Dostlar
,

Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği‘nin AKP tarafından “AÇILIM -SAÇILIM” saçmalığı bağlamında “Türk abecesine 3 yeni harf eklemesi” hakkındaki
basın açıklamasını paylaşıyoruz..

AKP “proje parti – taşeron” işlevini inanılmaz bir sadakatle, benzetmek yerinde ise (teşbihte hata olmazmış!) “burnunda metal halka varmışçasına” yerine getirmeye çırpınıyor..

“Deliğe süpürülmek” istenmiyor; Cüneyt Zapsu‘nun telkiniyle ABD’lilece kullanılıyor..
(ZAPSU’NUN TEYP DEŞİFRESİ: ‘KULLANIN’
AKP yetkililerinin yalanlama çabalarına karşılık, Washington’daki toplantının teyp kayıtları, Cüneyd Zapsu’nun Başbakan Erdoğan için Amerikalılara iki kez “use…” ‘kullanın’ dediğini ortaya koyuyor.  http://www.milliyet.com.tr/2006/04/12/siyaset/axsiy02.html)

AKP’nin RTE’si – RTE’nin AKP’si de bu yöntemi seçiyor.. Öylesine suça bulaştılar ki, elleri öylesine kanlandı ki, dokunulmazlık denen kepazelik kalktığında yaptıklarının altından kalkamayacaklarını çoook iyi biliyorlar…. Fakat gözler de öylesine kararmış ki, giderek daha ağır anayasa çiğnemleri (ihlalleri) yapıyorlar.. Bir yğın bürokratı da toplu özekıyıma (intihara) sürükleyerek..

Örneğin Cumhuriyet Başsavcılarını!..

Bir kez daha uyarmış olalım..
Tarih Diktatörlerin kendiliklerinden çekildiklerine ilişlin örnek içermiyor ne yazık ki!

RT Erdoğan bir istisna olabilir mi?

Hayalci olmayalım..

Hedef 2023; ANADOLU FEDERE İSLAM CUMHURİYETİ!

ANADOLU TAYYİBAN – TAYYİBİSTAN KRALLIĞI

Öylesine hedefe kilitliler ki, böylelikle kendilerinden sonsuza dek
hesap sorulamayacak!?

Türkiye, çağdışı vehhabi Suud ailesinin krallığındaki gibi rezil – sefil bir yönetim altına konacak..

Evdeki hesap bu..

Bakalım çarşıya uyacak mı??

  • AKP ve şürekası aklını başına alsın, burası tekin bir coğrafya değil..

Burası Gazi Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti!

Biz onu sonsuza dek yaşatmak üzere kutsal bir emanet olarak aldık.

Gereği yapılacaktır; tarihin bu kadim coğrafyada akışı çizilmiştir.

Cumhuriyet_sonsuza_dek_yasayacak

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 3.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Dil_dernegi

DEVLETİN DİLİ TÜRKÇE, SİYASAYA ARAÇ YAPILAMAZ!
SİYASAL ÇIKAR İÇİN TÜRK ABECESİNE HARF EKLENEMEZ!
     Mustafa Kemal Atatürk, 93 yıl önce TBMM’yi, 90 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş; 85 yıl önce Harf Devrimini, 81 yıl önce Dil Devrimini yaşama geçirmiş; birbirini izleyen devrimlerle yüzyıllarca “kul” olan halkayurttaşlık bilinci kazandırmıştır. Bu nedenle bize hak ve özgürlüklerimizin ne olduğunu öğreten Atatürk’le hesaplaşanları, inanç ve köken farkı gözetmeden hepimize çağdaş dünyada yer açan Türk Devrimini karalayarak yok etmeye çalışanları şiddetle kınıyoruz!
     Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerini, inancı ve kökeni farklı yurttaşların
yurdun her bölgesindeki yaşama biçimlerini göz önüne almayan; ortak çıkarın güvencesi “yurttaşlık” bilincini korumayan, “yurtseverlik” duygusunu pekiştirmeyen “iki dilde eğitim” tartışmaları, kaygı verici ölçüde siyasallaştırılmıştır. 1 Kasım 1928’de yasayla kabul edilen, Anayasayla korunan
Harf Devriminin devlet eliyle çiğnenecek olması, dilin ve eğitimin özgün bilim alanları olduğunu önemsemeyen politikacıların halkın 90 yıllık kazanımlarını pazarlık konusu yapması, 21. yüzyıl Türkiyesi için utanç verici bir durumdur.
     Değişik kökenden insanların bir arada yaşadığı ülkelerdeki gibi ülkemizde de
kimi yurttaşlar “ikidilli”dir; bireysel ikidillilik, gelişmiş ülkelerde ayrışma aracı değil, varsıllık olarak değerlendirilir. Gelişmiş ülkelerde de anaokulundan başlayarak eğitim, resmi (ortak) dille yapılır; birey, devletle olan tüm ilişkilerinde ortak dili kullanır.
  •      Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak dili Türkçedir.
     Ortak dil, başta sağlıklı iletişim olmak üzere, ortak akıl ve bilgi üretilmesinin;
bilginin yayılmasının ve paylaşılmasının; her yurttaşın eğitim, sağlık, adalet kurumlarından ve ulusal gelirden hakça pay almasının aracıdır.
     İktidarın tutarlı eğitim-kültür siyasası olmaması, düşünce özgürlüğünün ve
yaratıcı aklın engeli olarak önümüzde durmakta, yurttaşların çoğu ortak dil Türkçeyi öğrenememekte, düşüncesini doğru aktaramamaktadır.
     Yabancı dille öğretim, anaokullarına dek inmiş; 4+4+4’lük sistemle
eğitim dinselleştirilmiş; köken ayrımı gözetmeksizin bütün yurttaşları
çağdaş olanaklarla donatması gereken ulusal eğitim anlayışı çökmüştür.
     Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizde de ortak (resmi) dille eğitim zorunludur. Bütün aydınlar, politikacılar, bu konuya bilimsel akıl ve sağduyuyla yaklaşmalıdır;
çünkü ülkemizde Türkçe ve Kürtçeden başka diller de konuşulmaktadır;
ortak dille birbirini doğru anlayan her yurttaş, ikidilli olan herkese saygı duyma kültürü edinir.
  • Türk abecesine “x – q – w” eklenemez!
    Bu konuda AİHM kararı da bulunmaktadır.
     Aynı dil ailesinden olmayan Türkçe ile Kürtçenin ses, biçim ve anlam özellikleri birbirine benzememektedir; bu nedenle iki dili aynı abeceyle yazmaya çalışmak,
iki dili de bozacak bilgisizliktir.
     Bugün eğitim, sağlık ve adalet açısından yaşanan sıkıntılar, bütün yurttaşların sorunudur; asıl sorun da budur. Sınıf farkını derinleştiren, toplumsal barışı zedeleyen bu sorunun aşılması için inancı ve kökeni farklı

  • bütün yurttaşlar, ortak dille düşünerek ortak akılla birlikte savaşım vermelidir.
     Bu duygularla kamuoyuna saygılarımızı iletiyoruz. 1.11.13
                                       Dil Derneği Yönetim Kurulu adına
                                       Başkan Sevgi Özel

DİL DERNEĞİNDEN CUMHURİYET BAYRAMI KUTLAMASI

 

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz DİL DENEĞİ‘nin
CUMHURİYET BAYRAMI KUTLAMASI” iletisi aşağıda..

Bütünüyle paylaştığımız bu iletiyi, siz değerli site okuyucularımızla paylaşmak istiyoruz.

Yüce Atatürk‘ün “10. Yıl Söylevi” nde gırtlağını yırtarcasına haykırarak
yalnız biz Türklere ve Türkiye’ye değil; tüm dünyaya duyuduğu söz şuydu :

* “En büyük bayramdır, kutlu olsun!”

Aynen yineliyoruz Büyük Atatürk‘ün en değerli armağanının 90. yılında!

* “En büyük bayramdır, kutlu olsun!”

Sevgi ve saygı ile.
28.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=========================================

DİL DERNEĞİNDEN CUMHURİYET BAYRAMI KUTLAMASI

    ÜYELERİMİZE VE KAMUOYUNA SESLENİŞİMİZDİR:
  CUMHURİYET BAYRAMI KUTLU OLSUN!

     Bütün Atatürkçülere, bütün yurtseverlere sesleniyoruz:

Mustafa Kemal’den, düşüncelerinden, Türk Devriminden kesinlikle vazgeçmeyeceğiz!

Ne yaşarsak yaşayalım yılgınlığa düşmeyeceğiz!
Hiçbir karanlık, hiçbir karabasan sonsuza dek sürmez. Biz, 90 yıl önce bunu kanıtlamış bir halkız. Ulusumuz görkemli bir Kurtuluş Savaşıyla bağımsızlığını kazanmış; 29 Ekim 1923’te laik cumhuriyetimizin kuruluşuyla “kul”luktan kurtulmuş; Türk Devrimiyle yüzünü çağdaş dünyaya çevirmiştir.

29 Ekim, bize yurttaş kimliği kazandıran, çağdaş dünya içinde onurluca
yer almamızı sağlayan, usun ve bilimin öncülüğüyle aydınlanma yürüyüşünü hızlandırdığımız gündür. Bize aydınlanma yolunu açan Mustafa Kemal’e ve
devrimlere saldıran eli dili kirli bilgisizleri, çıkarcı ikiyüzlüleri şiddetle kınıyoruz!
Laik cumhuriyetimizin 90. yılında oğullarımızın kızlarımızın yolunu karartan
kirli oyunları, bu oyunların yol açtığı yıkımı görüyoruz.

Us ve bilim dışı savlarla hızlandırılan hesaplaşma tehlikeli boyutlara ulaşmıştır; ancak yanlış hesabın sonucu da yanlıştır! Bu ulus, tıpkı 90 yıl önce olduğu gibi silkinir; sırtındaki ikiyüzlü, gerici, çıkarcı bilim ve sanat düşmanlarını
kendi karanlığına yollayabilir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in kızları oğulları olarak cumhuriyetimizin kuruluşunun 90. yılında Atatürk’ü, Atatürkçü düşünceyi, yakın tarihi ve devrimleri karalama yarışı içindeki karşıdevrimcileri üzüntü ve tepkiyle izliyoruz. Türk Devriminin kazanımlarını yok sayanlara, inanç ve köken sömürüsünü körükleyenlere inat Atatürk’e ve devrimlere bağlılıktan; düşüncelerimizden, saçımızdan, kılık kıyafetimizden, çağdaş yaşamdan ödün vermeyeceğiz!
Türküz, onurluyuz; yurtseveriz!
İlkemiz, ulusumuzu dogmalardan uzak tutmak;
ussal, bilimsel, sanatsal olanla yükseltmektir!

Bu duygularla ve her şeye karşın, laik cumhuriyetimizin 90. yılını başımız dik kutluyoruz! Bugün yaşadığımız savrulmayı bir gün aşacağız. Daha aydınlık günlerde Cumhuriyet Bayramlarını her türlü kaygı ve korkudan arınmış olarak kutlayacağız!

Ulusumuzun Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!

                                  Dil Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
                                                                               Sevgi Özel

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ruhsar Yanmaz, ADD Bilim – Danışma ve Yazı Kurullarında birlikte çalışmaktan keyif aldığımız bir Cumhuriyet kadınıdır. Yüce Atatürk‘ü ve ne yapmak istediğini – ne yaptığını derinlemesine kavramış ve bu Çağdaşlaşma tasarımını sahiplenmniştir. Güleryüzlü, dostça ve çalışkan kişiliği ile sevgi ve saygımızı kazanmıştır.

Yarın, 4 Ekim 2013, Devrim’in “Türk Kanun-u Medenisi” nin 1926’da yürürlüğe sokulmasının 87. yıl dönümüdür. Ruhsar hoca, o görkemli yasanın ürünüdür. Bunun bilincindedir ki; Devrimin ilk üniversitesi olan Ankara Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi öğretim üyesi olmasına karşın, Medeni Yasa rejimini aydın sorumluluğu ile irdeleyen değerli bir makale “klavyeye almıştır” (artık “kaleme” değil!).

Sayın Bayan Prof. Yanmaz’ın yazısından çok şey öğreniyoruz.

Kendisini öncelikle aydın sorumluluğu ikincil olarak doyurucu makalesi için kutlayarak, ADD web sitesinde de yer alan bu çalışmasını paylaşmak istiyoruz.

  • “Medeni Yasa” seküler bir devlet – toplum yaşamının omurgasıdır.

Onu ve çok değerli kazanımlarını koruyup kollayarak geleceğe daha da geliştirerek taşımak, bize bu değerli kalıtı – emaneti bırakanlara ve gelecek kuşaklara karşı vazgeçilmez yükümümüzdür.

Ekleyelim ki; Yüce Atatürk‘ün öncülüğündeki devrimci – aydınlanmacı genç Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’ini ilan etmesinin üzerinden 3 yıl bile geçmeden, seküler – laik bir toplum – devlet düzenini seçerek Batı’dan – İsviçre’den Medeni Yasa’sını uyarlamıştır. Doğrusu Batı’lılara bir kez daha “pes” dedirtmiştir Anadolu Rönesansı‘nın mimarları. Böylelikle, beklenmedik bir gelişme yaşanmıştır :

  • Lozan Antlaşması (24 Temmuz 19213) uyarınca “azınlık” (minority) sayılan gayrı müslim yurttaşlar (Rum, Ermeni ve Yahudiler), cemaat önderleri aracılığıyla Türk Hükümeti’ne başvurarak Medeni Yasa’ya bağlı olmak istediklerini dilekçe ile bildirmişlerdir. (Bkz. “90. Yılında Lozan Anlaşması ve Türkiye’nin Geleceği” başlıklı makalemiz; 24.72012’de http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=2729&action=edit, izleyen gün www.add.og.tr’de)

Bu olgu, genç Türkiye Cumhuriyet’inin insan haklarına ve demokratikleşmeye dönük içtenliğinin ve kararlılığının somut göstergesi olarak değerlendirilmiş,
uluslararası toplum katında pek haklı olarak, ülkemize saygınlık ve güven kazandırmıştır

Anılan destansı devrimci dönüşümleri gerçekleştirenlere, başta Türk Devrimi‘nin de Başkomutanı olan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, en yakın
dava ve silah arkadaşlarına, dönemin Başbakanı İsmet İnönü‘ye şükranlarımızı sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
03.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?

portresi

 

Prof. Dr. Ruhsar YANMAZ
Atatürkçü Düşünce Derneği 
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Ülkemizi yönetenler görevlerine başlarlarken hukukun üstünlüğü üzerine yemin ederler. Uygulamaya bakıldığında ‘Hukuk herkese gerekli’ derler ama, ülkemizde son dönemlerde hukukun üstünlüğünün tehlikeye girdiğini görüyoruz.

Hukuk, toplumları düzene sokmak için geliştirilmiş kurallar bütünüdür. Hukuk kuralları devletin yaptırım gücüne bağlı olduğu için, yöneticilerin hukuka bakışı toplumun gelişimi üzerinde etkilidir.

“Medeni hukuk” denilen hukuk dalı, toplumdaki insanların kişisel, aile, varlık, borç ve miras hakları ile ilgili kuralları düzenler. Buna göre medeni hukuk kuralları evrensel olan toplumlarda insan hakları en üst düzeyde uygulanır. Medeni hukuk, adından da anlaşıldığı gibi toplumları uygarlaştırmayı hedefler. Dolayısıyla bir ülkenin ne kadar demokratik olduğu, sahip olduğu Medeni Hukuk Yasası ve bunun uygulanış biçimiyle de değerlendirilir.

İnsanlar toplum yaşamına geçtikten sonra, aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözümlemek için yasalar hazırlamışlardır. İlk Medeni Hukuk kuralları Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen tarafından MS 6. yy’da İstanbul’da (O zamanki adıyla Konstantinopolis) yapılmıştır.

Osmanlı döneminde toplum düzeni şerî hukuk kuralları dikkate alınarak, padişahın yetkisi altında sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki uygulamalarda kadınların toplum düzeni içindeki hakları yok kabul edilmiş, eğitim hakları, miras hakları şeriat yasalarına göre değerlendirilmiştir. Tanzimat döneminde, hukuk sistemindeki aksaklıkları gidermeye yönelik düşünceler dillendirilmeye başlanmış; Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa Sultan Aziz’e Fransız Medenî Kanunu’nun aynen kabul edilmesi için girişimde bulunmuşlardır. Ancak medrese kökenli Ahmet Cevdet Paşa’nın itirazı sonucu, 1851 maddeden oluşan Mecelle denilen (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), 20 Nisan 1859’dan başlayarak 16 yılda 16 bölüm olacak şekilde hazırlanmış ve 16 Ağustos 1876’da yürürlüğe girmiştir. Yani dini düşünce nedeniyle hak ve hukuk sistemi 16 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Dini esaslara göre hazırlanan Mecelle’de, kişi, aile ve miras hukuku kurallarına yer verilmemiş, eşya ve borçlar hukuku esas alınmıştır. Aile hukukuna ilişkin düzenlemeler 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” ile getirilmiş, ancak bu kararname İstanbul Hükümeti tarafından 19 Haziran 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır.

Kurtuluş savaşı sonrası Mustafa Kematl Aatürk’ün en önemli icraatlarından biri de Medeni hukuk kurallarını yeniden düzenlemesi olmuştur. Türk Medeni Kanunu’nun esası Atatürk devrimlerinin temeli olan dinsel (AS : şer’i, Şeriata dayalı) hukuk düzeninden laik hukuk düzenine geçişine dayanmaktadır. Nitekim Atatürk, 1923’te Bursa’da halka yaptığı bir konuşmada, “Yeni Türkiye’nin 1000 yıl öncesine dayalı kurallara göre oluşturulmuş Mecelle yerine, en uygar ulusların kullandığı hukuk kuralları ile yönetileceğinin..” de sinyallerini vermiştir.

Medeni Yasa hazırlıkları 1923’te başlamış, bu amaçla Batılı ülkelerin yasaları incelenmiş ve en sonunda en gelişmiş yasa olan ve İsviçre’de 1912’de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Yasası benimsenmiştir. Benimseme gerekçeleri arasında basit dille yazılmış olması, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzenine dayanması ve yargıca takdir yetkisi vermesi bulunmaktadır.

Yasa hazırlanırken Avrupa’daki en eski yurttaşlık yasalarından olan Fransız Medeni Yasası’nın eskimiş olduğunun kabul edilmesi, Avusturya Medeni Yasası’nın Habsburg Hanedanının “mutlakiyetçi” anlayışını yansıtır nitelikte bulunması, Alman Medeni Yasası’nın ise çok teknik bir metin olması nedeniyle kabul edilmemesi, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye için öngördükleri uygarlığın hedefini açıklama açısından önemlidir.

Türk Medeni Kanunu tasarısı hukukçu milletvekilleri, öğretim üyeleri, yargıç ve avukatlardan oluşan 26 kişilik bir kurulca hazırlanmıştır. Taslak 20 Aralık 1925‘te Bakanlar Kurulu’nda (3. İnönü Hükümeti) görüşülerek kabul edilmiştir.

O dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alınan gerekçe bölümünde yer alan sözlerin bugün geldiğimiz koşullarda hâlâ geçerli olması da ülkemizdeki Medeni hukuk kurallarının ne derece uygulandığının bir göstergesidir. Bozkurt, gerekçede;

  • Türkiye halkının, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısında bulunduğunu, halkın kaderinin rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukuk kurallarına bırakıldığını belirtmiştir. Yine gerekçede Türk adaletinin
    bu karışıklıktan, yokluktan ve ilkel durumdan kurtarılması için, modern ve yeni bir Türk Medenî Kanunu’nun hızla yapılarak uygulamaya konulmasının zorunlu hale getirdiği de vurgulanmıştır.

4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan yasa, 6 ay sonra,
4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir.

Medeni Hukuk yasasının temel olarak getirdiği yenilikler aşağıdaki gibi sıralanabilir :

  • Türkiye’de hukuk birliği sağlanmıştır.
  • Tek eşle evlilik esası getirilmiştir.
  • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlanmıştır.
  • Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirilmiştir.
  • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır. 
  • Böylece kadın ve erkekler arasında ekonomik ve sosyal alanlarda eşitlik sağlanmıştır.
  • Kadınlara mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında
    erkekle eşit haklar verilmiştir.
  • Patrikhane ve konsoloslukların yargı yetkileri sona erdirilmiştir.
  • Laik hukuk anlayışı toplumun her kesiminde uygulanır duruma gelmiştir.

Doğal olarak yasanın işleyişi sırasında ortaya çıkan aksaklıkları gidermek amacıyla
Türk Medeni Kanunu’nda ilki 1938’de olmak üzere 15 kez değişiklik yapılmış,
1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.

1994-98 arasında yeni Anayasa hazırlama çalışmaları başlamıştır. Yeni yasa için, 1971 ve 1984’te yayımlanan 2 öntasarı ile İsviçre Medeni Yasası, bir ölçüde Alman Medeni Yasası, Fransız Medeni Yasası ve İtalyan Medeni Yasasından yararlanılmıştır. 1999 seçimleri nedeniyle yürürlük alamayan tasarı, seçim sonrası yeniden ele alınmış; sonunda 1 Ocak 2002’de yeni Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi ile ‘İsviçre Medeni Yasası’nı esas alan ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

1926’da uygulamaya konan ve temeli laik (dinin devlet işinden ayrıldığı), demokratik
ve hukuka saygıya dayanan O günkü medeni Hukuk kurallarının günümüze gelindiğinde daha modernleşmesi beklenirdi. Nitekim toplum bu hukuk düzeni içinde laikliği benimsemiş, öbür Müslüman ülkelerde görülmeyecek biçimde dinini yaşar duruma gelmiş, kadınlar hukuksal haklarının bilincine varmış ve haklarını savunur hale gelmiştir. Ancak 1950’li yıllarda başlayan, ardından 1980’li yıllardan sonra ivme kazanan ve 2000’li yıllarda hızla artan dini esaslara dayalı eğitim ve hukuk anlayışının ülkemizin medenileşmesinin önündeki 2 büyük engel olduğu görülmektedir. Ülkeye yönetmeye istekli olanların laik düzene bakış açıları nedeniyle modern bir hukuk sistemi getirebilecekleri konusunda kuşkular bulunmaktadır. Geçmiş yıllarda insan haklarına uyulmadığını, hukuksuzluk olduğunu, demokrasiden uzaklaşıldığını söyleyenlerin,
bugün hukuka uygunluk altında hukuksuzluk yapmaya devam etmeleri düşündürücüdür.

Prof. Dr. Özer Ozankaya : 81. Dil Bayramımız Kutlu Olsun!


81. Dil Bayramımız Kutlu Olsun!

ADD Önceki Genel Başkanlarından Sn. Prof. Dr. Özer Ozankaya,  24 Temmuz 2012 günü ADD Sarıyer Şubesinde Lozan'ın 89. yılı için  bir konferans verdi. Bu konferanstan bize ulaşan özeti sizlerle paylaşıyoruz..

ADD Önceki Genel Başkanlarından Sn. Prof. Dr. Özer Ozankaya


Prof. Dr. Özer Ozankaya

XIV. yüzyılda Aşık Paşa, saltanatçılığa yönelen Osmanlı’nın asıl dayanağının Türk halkı olduğunu unutmasını ve yönetimden, eğitimden, sanattan …
Türk dilini dışlayıp onu Arapça ve Farsçaya tutsak etmeğe çalışmasını şu acı yakınmayla dile getirmişti:

 

 

“Türk diline kimseler bakmaz idi,
Türklere hergiz gönül akmaz idi!”

Mesihi takma adıyla yazan bir başka ozan da :

“Mesihi, gökten insen sana yer yok,
Yürü var gel Araptan ya Acemden!”

diye yakınmıştı.

Osmanlı böylece kendi yıkımını da hazırlayıp çöküş noktasına vardığında, “Osmanlıca”, yani Osmanlı’nın yönetim, yasa, bilim, sanat, .. “dili” de çoktan şu anlaşılmaz karmaşaya dönüşmüştü:

“Kimesne avretini ecnebi ile mülabaa ve mübaşere ederken görse”
(Osmanlı Ceza Kanunnamesi, 15. yüzyıl)

ya da

“Âlâm-ı ben-i nev’i ile kesb-i melâlet etmek” (Ziya Paşa, 19. yüzyıl)

Türk Devrimi, Dil ve Yazı Devrimleriyle, Türk dilini yönetim, yasa, tüze, bilim, sanat, uygulayım … dili yapmayı pek büyük ölçüde başarmıştır.

Ancak Türk ulusunun oylarıyla onu yönetme konumuna gelip, tıpkı Osmanlı saltanatçıları gibi Türk ulusuna sırtını dönerek bu ulusal özgürleşme ve bağımsızlık devrimini
bu alanda da baltalamak isteyenler ve dilin öneminin bilincinde olmayanlar,
“yabancı dilde eğitim ve öğretim” uygulamasıyla sömürgeciliği yeniden hortlatıcı bir yola girmişlerdir.

Oysa Türk Dil Devrimi, Atatürk‘ün de özlü biçimde dile getirdiği şu toplumbilimsel gerçeğe dayalıdır:

  • “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusluk duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir.
    Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil bilinçle işlensin.
    Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de
    yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Türk ulusu saltanatçı Osmanlının yüzlerce yıllık dışlamasına karşın, basımevi yasağını da YUNUS EMRE ve benzeri Halk Ozanlarının şiir ve müzik eşliğindeki deyişleriyle
bir ölçüde aşarak, varlığını sürdürebildi. Cumhuriyet’in Dil ve Yazı Devrimleriyle de
tüm engel ve baltalamaları aşmayı başardı.

“Yabancı dilde eğitim”in saçmalığı da, yine bu dil ve yazı devrimlerinin kazanımları yardımıyla sergilenebilmiştir.

Dil Bayramımızı, bu devrimle tüm ulusumuza ulaşabilen baş ozanlarımızdan
YUNUS EMRE‘nin, hem “SÖZ”ün -demek ki dilin- önemini vurgulayan, hem de herkesin, özellikle de ülkemizi yönetme sorumluluğunu taşıyan siyaset insanlarının
kulağına küpe olması gereken uyarı niteliğindeki dizeleriyle kutluyoruz:

SÖZÜNÜ BİLEN KİŞİNİN 
YÜZÜNÜ AĞ EDER BİR SÖZ.
SÖZÜ PİŞİRİP DİYENİN
İŞİNİ SAĞ EDER BİR SÖZ

Prof. Dr. Özer Ozankaya

ERGENEKON HÜKÜMLERİ ÜZERİNE


Dostlar
,

Sayın Zeki Sarıhan‘ı herkes tanıyor..
İstikrarlı devrimci – yurtsever öğretmenimiz..

Ayvalık’ta tatilde de yazmayı sürdürüyor.

Aşağıda, 13 maddede özetlediği kapsamlı bir çözümleme var.
Biz çok yararlandık..
Teşekkür ederek paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
14.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

ERGENEKON HÜKÜMLERİ ÜZERİNE

 

 Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

 

 

 

Ergenekon Davası‘nı, gazeteler ve televizyonun haberlerinden izlemeye çalışıyoruz. Aslında bu davanın Balyoz Davası’yla birlikte ele alınması gerekiyor.
Her ikisi de hükümete karşı darbe hazırlandığı iddiasındadır. Balyoz, yalnız askerlerden oluşmaktadır. Ergenekon’da ise askerlerin yanında akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler de vardır. Dava hakkında yorum yapanlar da siyasi duruşlarına göre görüşlerini dile getirmeye devam ediyorlar. Konu  çok yönlüdür. Aşağıda belli başlı birkaç özelliğe değinilmiştir.

1. Ergenekon Davası, ülkemizdeki sınıf çatışmalarının oldukça şiddetli olduğunun kanıtıdır. Emperyalizme bağımlı, demokratik devrimini tamamlamamış, anayasal kurumları yerli yerine oturmamış, hukuktan çok gücün egemen olduğu ve siyasi bir deprem kuşağı üzerinde bulunan bir toplumda bu çatışmalar şaşırtıcı değildir ve tarihin belli bir döneminin özelliklerindendir.

2. Çatışma, esas olarak iki sınıf, dolayısı ile iki güç arasındadır. Davalı olan taraf, Tanzimat’a kadar götürülebilecek, Cumhuriyet döneminde iktidarını pekiştirmiş,
her dönemde ya tek başına iktidara sahip olmuş, ya da iktidara ortaklık etmiş modern burjuvazidir (Ordu). Davacı taraf ise Anadolu’dan ve büyük kentlerin çeperlerinden gelen, ülkede kapitalizmin gelişmesine paralel olarak servet ve güç sahibi olan,
daha çok geleneksel değerlere yaslanan (deyim yerindeyse) yeni burjuvazidir.(AKP)

3. Davacı taraf, AKP ve Fetullahçı cemaat olarak, birbirine rakip iki kanata ayrılmaktadır. Davalar, bu iki kanadın da iktidar mücadelesinin odağındadır.
Her iki kanat, başlangıçta birlikte hareket ederken, dava ilerledikçe inisiyatif cemaatçilerin eline geçmiştir.

4. Bu çatışma sınıfların çıkarlarını taşımaktadır ve çatışma daha çok yaşam tarzı üzerinde cereyan etmektedir (Laiklik-dincilik). Bunlardan biri, kötü yönetilmiş bir ülkede “milli görüş” gömleğini çıkardığını söyleyen, emperyalist güçlerin güven ve desteğini alan, halk kitlelerine refah ve demokrasi vaat ederek iktidar olma şansını yakalayan AKP hükümetidir. Öbürü, AKP iktidarının laik rejimi yıkarak şeriatçı bir rejim getireceğini düşünen ordu ve bürokrasi etrafında çevrelenmiş bir güçtür. Daha çok yaşam tarzı üzerinde görülen bu kavga, aynı zamanda iki sınıfın iktidar mücadelesidir.

5. 2002 yılında AKP’nin en çok oyu alarak Parlamentoda çoğunluğu ele geçirmesi, Orduyu ürkütmüş, bu partinin iktidardan uzaklaştırılmasına yönelik kimi girişimlere
neden olmuştur. Ancak iç ve dış koşullar, Ordunun iktidarı ele almasına engel olduğu için bu örgütlenmeler dağılmış, yeniden kurulmuş ve yeniden dağılmıştır.
Bu durum, görece (nisbi) istikrar dönemlerinde ülkede askeri yönetimlerin başarıya ulaşamayacağını göstermektedir. 28 Şubat gibi bir postmodern darbenin
yarım kalıp geri tepmesi, 27 Nisan bildirisinin işe yaramaması da bunun kanıtıdır. İddia edildiği gibi, 2002-7  döneminde bir askeri darbe gerçekleştirilmiş olsaydı,
çok geçmeden darbe mağdurlarının ilk serbest seçimlerde yeniden iktidara gelmesi veya Türkiye’de Arap Baharı’na benzer bir direniş başlaması beklenirdi.
Türkiye bu ‘’Bahar’’ı 1950’de yaşamış bulunuyordu.

6. Kendisine karşı beslenen bu niyetlerden haberdar olmaması mümkün olmayan iktidar, henüz kendisini yeterince güçlü hissetmediğinden Ordu ve bürokrasi ile kesin bir hesaplaşmayı göze alamadığı için olayı görmezlikten gelmiş, bu arada halk kitlelerini memnun edecek ekonomik ve sosyal politikalar uygulayarak çoğunluk katında
güç toplamaya çaba göstererek zaman kazanmıştır.

7. İktidar, AKP’yi kapatma davasını atlatarak 2007’de, daha büyük bir oy gücüyle iktidarını yenilediğinde, Ordunun muhalefetinin gücünü kırmak için geçmiş yıllara ilişkin raporları, günlükleri, ihbarcıları devreye sokarak kimi kişileri tutuklamıştır. Buna gücünün yettiğini fark edince işi büyütmüş, tutuklamaları dalga dalga genişleterek ve elini yükselterek, işi eski kuvvet komutanlarını ve genel kurmay başkanını tutuklamaya dek vardırmıştır. Bu süreç içinde, kimi eski ve yeni kuvvet komutanlarıyla anlaşma yaparak, onları arkadaşlarından ayırmayı başarmıştır.

8. Cemaate bağlı polis, ”eli değmişken” ve gücünün doruğunda iken kendisi için tehlike arz ettiğini düşündüğü kimi çevreleri, 23 dosyayı birleştirerek bir torba davada toplamıştır. Bunların içinde geçmişlerindeki muhalefetlerinden ötürü öç almak istediği kişiler de vardır.

  • Kısacası Ergenekon Davası, bir darbeyi önleme değil, bir öç alma, gözdağı verme ve iktidarı pekiştirme davasıdır.

9. Ergenekon Davası, derin devlet denilen yapılanmaların açığa çıkarılması, bunlara, yaptıklarından hesap sorulması değildir. 1980 darbesinden, Gladyodan, Jitem’den hesap sorulmamıştır. AKP, halen bunlarla uzlaşmakta, geçmiş bir sürü kanunsuzlukların üzerini örtmekte, üstelik kendisi, yeni derin yapılanmalar oluşturmaktadır. Bunun en son örneği Uludere Katliamı’nın üstünü örtme çabasıdır. Demokrasi ve insan hakları kavramına yabancı bir gelenekten gelen, giderek otoriter bir yönetime yönelen iktidarın dilindeki demokrasi ve insan hakları kavramları, onun güç kazanması için
kimi çevrelerin ağzına çaldığı bir parmak baldan ibarettir.

10. AKP İktidarı, Balyoz, Ergenekon ve KCK gibi davalarla toplumdaki gerilimi de artırmaktadır. Kuşkusuz bu onun aleyhinedir. Bu gerilimi düşürmek için ne yapacağı henüz bilinmemektedir. Uzak olmayan bir gelecekte, kendisi hala iktidarda kalırsa, gerilimi azaltacak kimi kararlar alması da beklenir. Bu, “toplumsal barış” gerekçesiyle toplu bir siyasi af olabilir. Herhalde kimse, Ergenekon Davası’nda verilen ömür boyu veya 40 yıl gibi hapisliklerin yatılacağını zannetmiyor.

11. Balyoz, Ergenekon, 28 Şubat gibi davaların var oluş nedenlerinden biri,
egemen sınıflar arasındaki çatışmanın mutlak ve ezeli olması, öbürü ise
emekçi halkın bilinçli ve örgütlü mücadelesinin zayıflığıdır. Sınıf bilincine sahip olmayan, bilinçlenmeleri ve örgütlenmeleri tarih boyunca engellenmiş, iktidar mücadelesi her zaman ezilmiş olan emekçiler, bu kavgayı ya uzaktan, ilgisiz gözlerle izlemekte ya da egemen sınıflardan birinin arkasında yer almaktadır.

12. Davanın içinde çok çeşitli ögeler vardır. Bunların bir bölmünün geçmişleri
temiz değildir. Geniş halk kesimleri bunu görmektedir. Savunma cephesinin
Danıştay katilleri dışında bu kirli ögelerden kendilerini ayırmamaları,
ilk tutuklamalardaki “Bunların içinde bizim ne işimiz var?” söyleminde ısrar etmemeleri kendileri için en büyük sorundur.

Ne var ki, Türk devrimi, bağımsızlık, demokrasi ve devrim davasına büyük emekleri geçmiş, deneyimli bilim adamı, siyasetçi, gazeteci dostlarını böyle bir durumdan ötürü feda edemez. Onları savunacaktır.

13. Türkiye’de halk hareketi, Haziran 2013 direnişi ile yeni bir modele evrilmiştir. Bu hareketin esası, halkın şu veya bu egemen sınıf odağından medet ummadan ve onlar tarafından kullanılmasına izin vermeden kendi yazgısını kendisinin çizmesidir.

Şimdi yapılacak iş;

  • Bu hareketi daha geniş kitleler içinde yaymak,
  • Onun içinden bir önderlik yaratmak ve
  • İktidar için uzun erimli ve gerçekçi tasarımlar üretmektir.
    (Ayvalık,14.08.2013)

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?

Dostlar,

Tarihçi Prof. Dr. Sina Akşin’den çok çğretici bir derlemeyi sunmak istiyoruz.
Yakın tarihin özlü bir irdelemesi.. Lütfen okuyalım ve oktalım..

Sevgi ve saygı ile.
13.2.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

sina aksin

Atatürk Devrimi, Atatürkçülük Nedir?*

 

1. Atatürkçülüğün Yeniden Doğması                                  :

Türkiye’ye gelen yabancılar çok kez Mustafa Kemal Atatürk’ün her yerde görünür olmasına şaşmaktadırlar. Her yerde O’nun heykelleri, büstleri, resimlerine rastlamaktadırlar. Sanırım bunu çoğunlukla bir kişi yüceltmesi olarak görüp olumsuz yönde yorumlamaktadırlar. Atatürk’ün böyle her yerde olmasının açıklaması şudur: O, Türk devrimini temsil eden kişidir. Çoğu devrimler birçok kişilerin yapıtıdır. Fransız Devrimi bir kişiyle özdeşleştirilemez. Sovyet Devriminde Lenin’in ağırlığını görüyoruz, fakat iktidar olduktan sonra
Devrimi ancak 7 yıl yönlendirilebildi. Stalin olmadan Sovyet Devrimi anlaşılamaz.
Belki Mao Zedong’un Çin Devrimindeki rolü Atatürk’ünkine benzetilebilir.
27 yıl Çin’i yönetti. Ne var ki ardılları onu neredeyse yadsımışlardır. Bir de değişik komünist önderlerin “tamamlayıcıları” sorunu var. Mao deyince Stalin, Lenin ve Marx’ın rol ve tamamlayıcılıkları görmezlikten gelinemez. Atatürk deyince böyle tamamlayıcı kişiler akla gelmiyor. Atatürk bağımsızlık mücadelesinin muzaffer önderidir, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusudur, Türk Devriminin önderdir. Buna dört başı mamur bir başarı öyküsü diyebiliriz. Onun içindir ki kişiliği Cumhuriyetin ve Devrimin simgesidir. Özgürlük-eşitlik-kardeşlik düsturu Fransız Devrimi için neyi temsil ediyorsa,
Türk Devrimi için Atatürk onu temsil ediyor, onun simgesidir. Türk devriminden yana olup da Atatürk’e karşı olamazsınız. Fakat Fransız Devriminden yana olup,
diyelim Robespierre, Rousseau, Danton ya da Voltaire’e karşı olabilirsiniz.

Atatürk’ün ölümünden sonra nice onyıllar, Türklerin büyük çoğunluğu O’na katıksız bir sevgi ve hayranlık beslemişlerdir. Açıktır ki böyle bir düşünce ortamı Atatürkçülüğün eleştirel bir değerlendirmesine uygun değildi. Atatürkçülük hayli yüzeysel biçimde daha sonra Anayasa’ya da giren resmi Altıokla (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik) açıklanıyordu. Bu ilkelerin genellikle derinlemesine çözümlenmediği söylenebilir. İslam köktendincileri arasında Atatürk’e yönelik eleştiri, hatta nefret vardı, ama 1945’e değin bastırıldılar. Bu bastırma işi 1945’ten sonra da sürdü, ama çok daha gevşek olarak. Buna rağmen genellikle sıradışı, bir çeşit anormallik olarak değerlendiriliyordu. 1972’de dinci Milli Selamet Partisinin (MSP) kurulması ve 1973 seçimlerinde %12 oy almasıyla işler ciddileşti. Dinci parti ve ardıllarının desteği yıllar geçtikçe artacaktı. Hatta 12 Eylül 1980 darbesini yapan askeri cunta, bir yandan “Türk-İslam sentezi” diye gerici resmi bir ideoloji yaratmaya kalkışırken, Atatürkçüler dahil sola karşı sert bir bastırma siyaseti uygulayacaktı.
İşin tuhafı, bu siyaset güya Atatürkçülük adına yapıldı. (1)

1983’te çok partili siyasete dönülmesiyle birlikte, sol aydınlar cuntayı eleştirmeye başladılar. Bu eleştiri aynı zamanda cuntanın sözümona Atatürkçülüğüne de yöneliyordu. Bunlar kendilerini “sivil toplumcu” diye tanımlayan bir kesimdi. Aralarında kimileri Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yıkılarak “ikinci cumhuriyetin” kurulmasını savunuyorlardı. Çok kez şiddetli olabilen bu Atatürkçülüğe yönelik eleştiriler İslamcıları, Atatürkçülük hakkındaki olumsuz görüşleriyle ortaya çıkmaya özendirdi. Böylece Atatürkçülüğün laik eleştirmenleriyle kimi İslamcılar arasında garip bir ittifak oluştu.(2)

Bütün bunlar, Atatürkçülük karşıtlarının görüşlerinin nasıl çürütülebileceğini düşünmek zorunda kalan Atatürkçüler için acı bir durumdu. Denilebilir ki, Atatürkçülük karşıtı eleştiriler Atatürkçülüğün daha iyi anlaşılması sürecini hızlandırmıştır. Hızlandırmıştır diyorum, çünkü genellikle toplumsal olayların zaman geçtikçe daha iyi yorumlanması ve anlaşılması doğaldır. Rönesans ve Aydınlanma gibi hareketler bir zaman sonra adlandırılır ve daha iyi anlaşılır. Türkiye Atatürkçülüğü 1919’dan 1938’de Atatürk’ün ölümüne, sonra da 1950’ye değin yaşadı. Bugün Türkiye Atatürkçülüğü daha iyi anlıyor ve bu anlayış Atatürkçülüğün yeniden doğmasına (rönesansına) yol açmıştır.

2. Atatürkçülüğün Felsefi Niteliği                                     :

Atatürkçülük bir aydınlanma hareketidir.
Tek bir örnek vermek gerekirse Atatürk öğretmenlerden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmelerini istemektedir (3). Böylece Atatürk şair Tevfik Fikret’in bir şiirinde kendini tanımlamak için söylemiş olduğu ünlü sözünü benimsemiş oluyordu.
Suat Sinanoğlu Atatürkçülüğün felsefi görünümünü “zihnin sınırsız özgürlüğü” diye tanımlıyor (4). Felsefe profesörleri Bedia Akarsu ve Macit Gökberk de Atatürkçülüğü
bir aydınlanma hareketi olarak betimlemişlerdir (5).

Atatürk hümanisttir. Bağımsızlık savaşının en tehlikeli anlarında bile cihat ilan etmedi. 1922’de tutsak düşen Yunan komutanı Trikupis’le nazik görüşmesi, önüne serilen
Yunan bayrağına basmayı reddetmesi, 1934’te Anzak ölüleri için söylediği sözler (6) hümanizminin kanıtıdır. Bir seferinde anayurdu savunmak için yapılmayan savaşı cinayet olarak betimlemiştir (7). Avrupa’nın çoğu yerlerinde bütüncül (totaliter) ve ırkçı diktatörlükler muzaffer olurken ve birçok Türkler bunların çekiciliğine kapılmışken Atatürk sıkı durdu. Yahudi ya da muhalif oldukları için Hitler düzenince 1933’te üniversitelerinden kovulan 142 Alman bilim adamını Türkiye’ye çağırıp
onları yüksek eğitim kurumlarında çalıştırması bu yönde anlamlı bir göstergedir.

3. Bir Kalkınma Modeli Olarak Atatürkçülük                             :

Atatürkçü kalkınma modeli “bütünsel kalkınma” olarak açıklanabilir. Bu topyekûn kalkınma demektir. Batının makine, alet, fabrikalarını edinmek yetmez. Bu teknolojinin gerisinde Batının bilimi vardır. Onu da benimsemek durumundayız. Yoksa benimsediğimiz teknoloji elimizde iğreti ve yapay duracaktır. Fakat bilimin üst katmanları felsefenin alanına girmektedir. Onun için Batı felsefesini ve onun bir parçası olduğu insan bilimlerini de benimsememiz gerekmektedir. Tabii sosyal bilimlerin bilimin onsuz olmaz bir parçası olduğunu da unutmayacağız. Öte yandan felsefenin sanat ve genel olarak kültürle yakın ilişkisini gözardı etmemeliyiz. Böylece teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve kültürün bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Bunların gelişmesi için, düşünce özgürlüğü gereklidir. Bilim, kültür ve sanata ve bu işlerle uğraşan insanlara saygı ve değerbilirlik önemli bir gereksinimdir. Bu insanlar toplumsal, siyasal, dinsel dogmaların baskısı altında olmamalıdır. Atatürkçülüğün bütünsel kalkınma modelinde, bir üniversitenin kurulması, bir demiryolunun yapımı denli önemlidir; bir konservatuarın açılması, bir fabrikanın yapılması denli önemlidir.

Bütünsel kalkınma modelini anlamak için karşıtı olan maddi kalkınma modeliyle karşılaştırabiliriz. Bu modelin en iyi örneklerinden biri petrol zengini şeyhliklerdir.
Bu ülkeler en son teknolojiyi edinebilecek durumdadırlar. En modern otomobiller, uçaklar, bilgisayarlar, fabrikalar. Deniz suyunu arıtabiliyorlar, çölde tarım yapabiliyorlar. Buna karşın bunlar en son teknolojinin ürünlerinden yararlanırken, toplumsal ve kültürel koşullarıyla aşağı yukarı 9. yüzyılda yaşıyorlar. Türkiye’de 1950’den sonra bütünsel kalkınma modeli bir ölçüde terk edilerek maddi kalkınma modeline bir kayma olmuştur. Böylece yol, baraj, fabrika yapımı ön düzleme geldi ve toplumsal, kültürel kalkınma
ikincil duruma düştü.

4. Atatürkçülüğün İdeolojik Programı                                          :

Bu, Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisi‘nin ilan etmiş olduğu “6 ilke” ya da “6 Ok” tur. İlk ilke Cumhuriyetçiliktir. Atatürkçülüğü eleştirenler, demokrasi ilkesinin yokluğuna dikkat çekmişlerdir. Hatta kimilerine göre cumhuriyetçilik, birçok diktacı, hatta bütüncül (totaliter) cumhuriyetler varken, anlamlı bir ilke değildir. Bu, tabii anlaşılır bir görüştür ama Atatürk’e uygulanamaz. 1929’da Afet İnan’ın yardımıyla bir Yurttaşlık Bilgisi ders kitabı yazdı. Kitap Afet İnan’ın imzasıyla yayımlandı. İnan, 1969’da kitabın yeni basımını yaptığında, kitabın büyük ölçüde Atatürk tarafından yazılmış olduğunu açıkladı ve O’nun el yazısıyla yazılmış sayfaların fotokopilerini yayımladı. Siyasal düzenlerle ilgili bölümler bunlar arasındaydı. O’na göre demokrasi en iyi düzendi. Demokrasilerden cumhuriyet türü meşrutiyet türünden daha mükemmeldi.

Yalnızca Atatürk’ün kuramsal görüşü değildi sözkonusu olan. O sıra birçok Avrupa ülkeleri şu ya da bu türden bütüncül diktatörlüğe doğru giderken Atatürkçü düzen görece demokratikti. Bir ülke düzeninin demokrasi derecesi onu çağdaş diğer düzenlerle karşılaştırarak saptanabilir. Eski Atina kölelerinin, yabancı ve kadınların hiçbir siyasal hakları olmamasına karşın, çağdaş öbür düzenlerden daha demokratik olduğu için demokrasi sayılmaktadır. Aynı biçimde Atatürkçü düzen, tek partili olmasına karşın, Avrupa’nın demokrasi derecesi ortalamasının üstünde bir demokrasi derecesine sahipti. Bu yüzdendir ki Hitler hükümetinin üniversitelerden tasfiye ettiği 142 Alman bilim insanı Türkiye’ye yerleşmeyi seçmişlerdir. Bu kişilerin, ki içlerinde birçok parlak kişiler vardı, bir diktatörlükten diğerine gidecek kadar saf ya da çaresiz olduklarına inanmak için neden yoktur. Bugün Türkiye belki Atatürk döneminden daha demokratiktir.
Bununla birlikte bu bizi mutlu kılmıyor, çünkü II. Dünya Savaşından sonra Avrupa bize yetişip daha da ileri gitmiştir.

Milliyetçilik (ulusçuluk) ilkesi saldırgan olmayan, yayılmacı olmayan, barışçı nitelikteydi. Atatürk’ün düsturu “Yurtta sulh; cihanda sulh” idi. Bu milliyetçilik ırkçı değildi. Atatürk “Ne Mutlu Türk’üm diyene!” (8) demişti (“Ne mutlu Türk olana” değil), Türk Milletinin tanımı şöyleydi:

Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” (1929) (9). Türkiye Cumhuriyeti’nin
her yurttaşı, etnik bakımdan Rum, Çerkez, Kürt, Ermeni, Yahudi olsalar da
Türk sayılıyordu. Bu milliyetçilik sağcı, tutucu değildi. Türkiye’yi bölgenin ya da
İslam dünyasının en güçlü ülkesi yapmak gibi sınırlı hedefler gütmüyordu. Her alanda Türkiye’yi dünyanın en ileri ülkelerinden biri yapmayı amaçlıyordu. Yalnız iktisadi ya da askeri anlamda değil, Türkiye sanat ve edebiyatta, insan hakları ve bilimde de en önde olmalıydı. Sağcı, tutucu milliyetçiler genellikle, iktisat, askeri güç ve siyaset alanları üzerinde dururlar, onunla yetinirler.

Devrimcilik (İnkılapçılık) aydınlanmayı her yere ve olanaklıysa herkese yaymak, bütünsel kalkınmayı gerçekleştirmek ve bu amaçlara ulaşmak için canla başla
çaba göstermek demektir.

Bu amaçlara henüz ulaşılamamıştır ve görece uzun erimlidir, fakat bunlara olanaklı olduğu kadar önce ulaşmak gerekmektedir. O zaman değin devrimciliğin gündemde kalması zorunludur.

Halkçılık, halktan yana siyaset gütmektir.

Halk kavramı nüfusun bütün sınıf ve kesimlerini içerecek biçimde yorumlanabilir
(öyle yorumlanıyordu), fakat en çok köylü, işçi gibi düşük gelirli kesimleri amaçlıyordu. Böyle kesimlerin maddi ve kültürel gelişmesini hedefler. Yığınlara dalkavukluk yapmak anlamındaki popülizm ile karıştırılmamalıdır. Tabii, çok partili bir düzende popülizme direnmek çok kolay değildir. En azından kuramsal olarak denebilir ki, tek partili bir düzende yığınların hoşlanmadığı, fakat uzun erimde onlara yararlı olacak siyasalar yürütmek daha kolaydır. Atatürk düzeni, iki çok partili siyaset girişimi dışında tek partili bir düzendi. Eğer devrim halk arasında hatırı sayılır bir yaygınlık kazanmışsa, çok partili bir dizgede de gelişmesini sürdürebilir. Bunun için, iktidarda olmasa bile en az bir büyük parti ilkeli bir Atatürkçülüğü savunmalı ve diğer büyük partiler de son çözümlemede Atatürkçü olmalıdır.

Devletçilik deneyimle oluşmuş bir ilkedir.

Türkiye’nin yeni doğan kapitalist sınıfı 1920’lerde hatırı sayılır bir sanayileşme düzeyi yaratamamıştı. Üstelik 1929 dünya bunalımı her yerde büyük sefalete yol açmış bulunuyordu. Devletçilik bu gereksinimlerden doğmuştu. Atatürkçü dönemde ve sonrasında bir sanayi temeli yaratılabilmiştir. Sanayi yaratmanın ve devlete ekonomiyi düzenleme olanağını sağlamanın ötesinde, devletçilik işçilere işletmelerde doğru dürüst barınma, okullar, sağlık hizmetleri, toplumsal ve kültürel bir ortam yaratıyordu. Başka bir deyişle halkçılığın, sosyal devletin gerekleri de karşılanmış oluyordu. 1980’e değin devletçilik yalnız Türkiye’de değil, kimi gelişmiş kapitalist ülkelerde de önemli işlevler gördü. Örneğin Fransa’da Renault otomobil firması yıllardan beri başarılı bir kamu iktisadi kuruluşudur. 1980’lerde kamu işletmelerine karşı dünya çapında bir kampanya açıldı. Sovyetler Birliğinde komünizmin çökmesi bu kampanyayı besledi.
Yalnız eski komünist ülkelerie değil, başka yerlerde de kamu işletmelerinin özelleştirilmesi gündeme gelmiştir.

Türkiye bakımından şu denebilir: Türk kapitalist sınıfı büyük ilerlemeler göstermiş olsa da, gelişmiş ülkelerdeki düzeye ulaştığı söylenemez. Demek ki Türkiye’de devletçiliğin bir işlevi olmaya devam edecektir. Dahası kamu işletmeciliğinin verimsiz olduğuna inanmıyorum. Hükümetler, yani siyasal irade isterse, devlet işletmelerini kazançlı yapabilirler. Fakat bunları gereksiz işçilerle doldururlarsa, nitelikli yöneticiler görevlendirilmezse, demek ki, söz konusu hükümetler bu işletmelerin verimli olmasını, hatta yaşamasını istememektedirler. Bugün Tekel bütün ülkeye üç marka rakı sağlayabiliyor, fakat yeterince bira ve kibrit yapamıyorsa, bunun böyle olması istendiği içindir. Bira ve kibrit üretimi özel girişime açılmıştır. Özel kesim işletmelerinin daha çok satış yapabilmesi için devletin bu ürünleri az miktarda üretmesi, kaliteye dikkat etmemesi vb. gerekmektedir.

Başka bir nokta : Kamu işletmeciliğinin günahları konusunda kimi insanlar ne kadar inanmış olurlarsa olsunlar, bunların istihdam sağladığının da farkındadırlar. Kamuoyu yoklamaları bunu belli ediyor. Böylece özelleştirmeye daha yatkın bir partinin daha az oy alacağı düşünülebilir. Bu da seçmenlerin uç partileri güçlendirecek protesto oyları vermelerine yol açabilir. Bu, herhangi bir çok partili düzen için sağlıksız bir durum olacaktır. En azından Türkiye bakımından, bu ülke Avrupa düzeyinde gelişmişliğe ulaşıncaya değin devletçiliği gündemde tutmak gerekir gibi görünüyor. Topyekûn bir özelleştirme siyasası demokratik bir çok-partili düzenle pek bağdaşmaz gibime geliyor.

Gelelim laiklik ilkesine                                                  :

Bu, dinle devlet işlerinin ayrı tutulması demektir. Hiçbir din, mezhep ya da dinsel küme devlet işlerine karışamaz, devletten ayrıcalıklar isteyemez. Devletin yasa ya da siyasaları herhangi bir din ya da dinsel küme tarafından etkilenemez. Devlet bütün dinsel kümeler karşısında yansız olmalıdır. Öte yandan, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Kural budur, fakat devlet bazen dinsel işlere karışmak durumunda olabilir. Örneğin, dinsel bir küme mensuplarının insan kurban etmesini ya da mensuplarının intihar etmesini isterse devlet müdahale etmelidir. ABD’de Hıristiyan Bilimciler (Christian Scientists) adındaki bir tarikat, inancın bütün hastalıkların üstesinden geleceğine inandığı için her türlü tıbbi yardımı reddetmektedir. Bana göre böyle bir cemaatten bir çocuk apandisit bunalımına girerse ve anne-babası tıbbi yardımı geri çevirirlerse, devlet müdahale ederek çocuğu kurtarmalıdır.

Türkiye’de Sünnilerin dinsel işlerine bakan bir Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü var.
Bu, devletin dine müdahalesidir, fakat gerekli olduğunu düşünüyorum. İki yararı var: Sünni çoğunluğu gözlem altında tutarak, onların arasında laiklik karşıtı hareketlerin çıkmasını önleyebilir. İkincisi, Diyanet İşleri kaldırılacak olsa, Sünniliğin içindeki kümeler arasında camileri denetimleri altına almak için bir savaşım başlayacaktır.
Bunu başaramayan küme ya da kümeler kendi camilerini yapmaya zorlanacaklardır. Ulusal servetin büyük bir bölümü yeni camiler yapmaya ayrılacaktır. Oysa şimdi camiler Diyanetin gözetimi altında ve dolayısıyla bütün Sünni kümelere açıktır.

Kimi şeriatçılar laikliği İslamiyete karşı yapılmış bir kötülük olarak görmektedirler.
Bu görüşe katılmak olanaksızdır. Şeriat, İslamiyeti Orta Çağa bağlayan, 9. Yüzyılda oluşturulmuş bir hukuk dizgesidir, bir zincirdir. Türkiye’de bu zincirin kırılması İslamiyet’e çağcıl (modern) dünyanın, ileri ülkelerinin bir dini olmak fırsatını vermiştir. Çağcıl insanlar için Orta Çağ İslamiyetinin bir çekiciliği pek olamaz. Ayrıca, şeriatın kaldırılması hem Türkiye, hem öbür Müslüman ülkeleri için bir kalkınma ve ilerleme sorunudur.
Şeriat ve yandaşları kadınların kapatılmasını isterler. Bu demektir ki nüfusun yarısı evrensel kalkınma ve ilerleme yarışının dışında tutulacaktır. Tek ayakla yarışmak olanaklı değildir. Kadınları kapatan ülkelerin dünyanın ileri ülkelerinden biri olmak umudu olamaz. Kadınların kapatılması sözkonusu ülkelerin kültür düzeylerinin gerilemesi anlamını taşır, çünkü erkek çocukları dili annelerinden öğrenirler, babalarından değil (ana dili). En önemli kültür aletimiz dilimizdir ve annelerin çocuklara dil öğretmesi
en temel eğitimdir. Annesi yalnızca 500 sözcük kullanabilen bir oğlanın temel eğitimi annesi 1500 sözcük bilen bir anneninkinden çok farklı olacaktır.

Demek ki kadınların kapatılması erkeklerin niteliğini de olumsuz etkileyecektir.

Laikliğin başka bir yararı da devletin bütün dinsel kümeler karşısında yansızlığını gerektirdiği için iç barışın da bir garantisidir. Türkiye’de Sünnilerle Aleviler arasındaki geleneksel geçimsizlik ancak laiklik siyasalarıyla sonlandırılabilir. Öyle olmayınca, 1978’de Kahramanmaraş’ta, 1995’te İstanbul’da (Gazi olayları) olduğu gibi kanlı kavgalar ya da kırımlara tanık oluruz.

Türkiye’de kimileri, ki ne yazık ki aralarında devlet adamları da vardır, “devlet laik olabilir, bir kişi (örneğin bir Müslüman) laik olamaz” görüşündedirler. Bu görüşe katılmıyorum. Laikliği kabul eden bir kişi, laik bir insandır. Böyle bir kişi, dinli, hatta dindar da olabilir (Müslüman, Hıristiyan vb.). Devrim sayesinde Türkiye’de pek çok laik Müslümanlar, yani laikliği benimsemiş insan var. Birçokları da dinsel vecibelerini tam olarak yerine getirmektedirler. Aydınlanma yayıldıkça, laik Müslüman sayısının daha da artması beklenebilir.

İslamiyet dünyanın pek çok köşesine yayılmış bir dindir. Öbür büyük dinler gibi İslamiyet’in birçok mezhep, tarikat, anlayış içermesi beklenebilecek bir durumdur.
Hepsi de Müslümandırlar ama farklıdırlar da. Öyle olmasa ayrı kümeler olmazlardı. İslamiyette barış ve kardeşlik olması için başka kümelere saygı gerekir. Laik İslamiyet bugün bu kümelerden biridir. Öbür kümelerin laik İslamiyete saygı göstermeleri,
laik Müslümanların da onlara saygı göstermeleri gerekir.

5. Atatürk Devrimi’nin Zorunluluğu                                      :

Zaman zaman kimi gözlemcilerin Atatürk Devrimi’nin, kendisini felaketten kurtarmış muzaffer bir önderin isteksiz bir halka uyguladığı bir çeşit kişisel program olduğu görüşlerine rastlanıyor. Oysa böyle olsaydı Atatürk’ün ölümünden sonra Devrim uzun sürmezdi. Kısa zamanda son bulur ve Türkiye eski yoluna dönerdi. Oysa ölümünden bu yana 75 yıl oldu ve 1950’lerden sonra esaslı biçimde yavaşlatıldıysa da, Devrimin yapısı birçok bakımdan olduğu gibi duruyor. Böylece zorunlu olarak Devrimin bir diktatörün keyfi uygulaması olmayıp nesnel bir zorunluluk olduğu sonucuna varmamız gerekiyor.

Şimdi bu zorunluluğun ne olduğuna bakalım.

Türkler, Osmanlı Devleti çerçevesinde “Viyana kapılarına değin” Güneydoğu Avrupa’yı fethetmeyi başardılar. 1699 Karlofça antlaşmasıyla birlikte Orta Avrupa ve Balkanlar’dan çekilme süreci başladı. Ardı ardına gelen askeri yenilgilerin sonucu,
200 yıl sürdü. Balkan ulusçuluğu, başından itibaren son zamanlarda “etnik temizlik” denen siyasası uyguladığı için süreç Türkler için çok acıklı olmuştu. Çünkü Balkanlar
öz yurtlarıydı. Bütün bu sınav boyunca Türklerin bir tesellisi vardı: Son kertede, yüzlerce yıl önce yurtları olan Anadolu’ya yerleşip şerefli bir yaşam sürdürebilirlerdi. I. Dünya Savaşı arefesinde Osmanlı Devletinin hala Rumeli’de küçük bir ülke parçası vardı: Edirne dahil, doğu Trakya.

I. Dünya Savaşı Osmanlılar için yeni bir felaket oldu. Sevr’de Osmanlının 1920’de imzalamak zorunda kaldığı barış antlaşması bütün Türkler için dev boyutta bir travmaydı. Anladılar ki, nasıl Rumeli’den çıkarıldılarsa, şimdi de Anadolu’dan çıkarılıyorlardı. Osmanlı Doğu Trakya’yı, Ege Bölgesinin kuzeyini Yunanistan’a Kuzeydoğu Anadolu’yu Ermenistan’a verecekti. Bu bölgelerin etnik yapısını belirlemek söz konusu değildi. Yapılan düzenleme tümüyle “tarihsel hak” esasına dayanıyordu. Bin yıl önce buralarda Türk yoktu, bu yüzden muzaffer devletler o sıradaki etnik yapı ne olursa olsun,
buraları Yunanistan ve Ermenistan’a vermekte hiçbir tereddüt duymuyorlardı.
Sözümona devamına izin verilen gölge Osmanlı Devleti de maliyesi ve ordusu olmayan kurbanlık bir koyun durumuna getirilmişti. Böylece Türkler Anadolu’dan çıkarılıyor
ya da bir çeşit köleliğe mahkum ediliyorlardı. Birçok Türkler için apaçık ortadaydı ki,
süreç Sevr ile durmayacak ve Rumeli’de olduğu gibi kaçınılmaz sona doğru gidecekti.

Kurtuluş Savaşı sayesinde bu büyük felaket önlendi ve Lozan Antlaşması Sevr’in yerine geldi. Fakat ortaya çıkmıştı ki Lozan’ı sürekli kılmak için Türk toplumunun geri toplumsal, siyasal, iktisadi, kültürel koşullarının kökten, devrimci bir değişime uğraması gerekiyordu. Türkler Ortaçağdan çıkıp çağcıllaşmak zorundaydılar. İşte Atatürk Devrimi bunu gerçekleştirmek amacıyla yapıldı. Devrimin uzun zaman sürmüş olmasının nedeni de budur. Devrim yapılmasaydı Sevr Antlaşması ya da bir benzerinin ilk fırsatta yeniden bize dayatılması çok olasıydı. Devrimin amacı Türklere Avrupalılarınki kadar eğitim ve kültür vermek, onları Avrupalılar kadar üretken kılmak, başka deyişle Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi düzeyine yükselmekti.

6. Kısmi Karşıdevrim                                           :

Türkiye’de Atatürkçülüğün bugünkü durumunu anlayabilmek için 1950 Kısmi Karşıdevrimini açıklamak gerekiyor. Atatürk’ün zamanında bile Cumhuriyet Halk Partisinde karşıdevrimci unsurlar vardı. Dediğim gibi, sözkonusu karşıdevrim kısmiydi. Herhalde Atatürk’ün yandaşları arasında tam bir karşıdevrim isteyen hiç yoktu.
Sevr travması bu derece bir gericiliğe engeldi. Tutucuların istedikleri, Devrimin başlıca kazanımlarını muhafaza ederken Devrimi dondurmak ya da yavaşlatmaktı. II. Dünya Savaşının sonu bekledikleri fırsatı verdi. Savaşa katılmamanın sonucu olan Türkiye’nin yalnızlığı, Atatürk’ün ardılı olan İsmet İnönü’yü çok partili dizgeyi benimsemeye götürdü. Ama muhalefet partisinin Atatürk Devrimini sorgulamaması için CHP içindeki rakiplerini kısmen zorlayarak, kısmen ikna ederek Demokrat Partiyi kurdurdu.
Bu kişiler çoğunlukla sağcı, tutucu kimselerdi.

Bu sağcılık iki gelişmeyle pekişti. Sovyet Rusya’nın 1945’te 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını feshetmesi ve Boğazlarda denetim kurma ve Doğu Anadolu’da toprak kazanma girişimi şiddetle sol düşmanı, McCarthy’ci bir hareket için bahane oldu. İnönü sosyalist parti ve yayınları yasaklayarak bu hareketi güçlendirmiş oldu. Sağa doğru bu savrulma CHP’yi de etkiledi. Başarılı Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, ki ünlü Köy Enstitülerinin ileri gelen mimarlarındandı, görevine devam ettirilmedi (1946). Yerine gelen bakan bu mucize kurumları bozmaya girişti. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde bu yönelişler genel bir harekete dönüştü. 1951’de kültür ve toplumsal yardım merkezleri olan Halkevleri (478 tanesi) ve daha küçük ölçekli Halkodaları (4322 tane) kapatıldılar. 1954’te Köy Enstitüleri aynı yazgıyı paylaştı.

Devrimin aydınlanma programı rafa kaldırılmış, karanlık bir dönem başlamıştı.
Bütünsel kalkınma modeli bu gelişmeyle ağır darbeler yedi.

Atatürk Devrimi donduruldu. Bunu gizlemek için tören Atatürkçülüğü büyük önem kazandı. Devrimin yıldönümleri gittikçe artan bir heyecanla kutlanır oldu. Atatürk’ün resim ve büstleri kamusal alanları doldurdu. Nasıl olduysa, CHP Atatürk Devrimine dönüşü isteyen bir muhalefet yürütemedi ya da bunu istemedi. Çok kez hayli sert olan muhalefeti daha çok siyasal özgürlük talebinde yoğunlaştı. Siyasal dizgeye yeni bir anayasa ve büyük ölçüde bir özgürlük getiren 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinden sonra, aydınlar Atatürkçülükten çok sosyalizm ve sosyal demokrasiyle ilgilenmeye başladılar. Fakat Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da komünizmin çökmesi, Türkiye’de köktendinciliğin çoğalması, Atatürkçülüğe yöneltilen sert eleştiriler yukarıda sözünü ettiğim Atatürkçülüğün yeniden doğmasına yol açtı. (1998)

Dipnotları:

1. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi (İstanbul, T.C. İş Bankası Kültür Yayınları);
Sina Akşin (Yayın Yönetmeni), Türkiye Tarihi V: Bugünkü Türkiye, 1980-1995 (İstanbul, Cem Yayınevi).

2. Sina Akşin, Düşünce Tarihi, Bugünkü Türkiye, 1980-1995, s. 267-273.
3. 25 Ağustos 1924, Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler
(İstanbul, Devlet Kitapları, 1986) s.82.

4. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.,1980).
5. Daha 1960’ta Bedia Akarsu Atatürk Devrimini Türk Aydınlanması diye tanımlamıştı. “Atatürk ve Aydınlanma”, Atatürk Devrimi ve Temelleri (İstanbuli İnkılap Kitapevi,1995) s. 93-97. Macit Gökberk, “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk (İstanbul, Eczacıbaşı Y.,1983).
6. Uluğ İğdemir, Atatürk and the Anzacs (Ankara, Türk Tarih Kurumu Y.).
7. 16 Mart 1923, Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II. 
8. Cumhuriyetin 10. yıldönümü söylevi (1933).
9. Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları
(Ankara, Türk Tarih Kurumu y,1988).

* Yazar tarafından İngilizceden çevrilmiştir: Sina Akşin,

The Nature of the Kemalist Revolution”, The Turkish Republic at Seventy – Five Years (D. Shankland, ed., Huntingdon, The Eothen Press, 1999).

Prof.Dr. Sina AKŞİN
ADD Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi
11.2.13, http://www.add.org.tr/ataturk-devrimi-ataturkculuk-nedir-*.html

21. YÜZYIL TÜRKİYE’sinde AYDIN SORUMLULUĞU / Intelligentia’s Responsibility in the 21st Century of Turkey

Aydin_sorumlulugu_1.6.12

ATATÜRK’ü Anlamak

ATATÜRK’ü Anlamak..
O’nu doğru anladık mı, doğru uyguladık mı?

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. profsaltik@gmail.com
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı

“Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anladık ve doğru uyguladık mı?” içerikli sorunun oluşturduğu yazımızın başlığını irdeleyebilmek için, sanırız O’nun kimi sözlerini ele alarak ilerlemek uygun olur.
Ata’ya Göre 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması (Balta Limanı Anlaşması) ve Osmanlı’ya yükü :

“ Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi, bir de kapitülasyon zincirine bağladı. Yabancılar kazanç vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri koşullarda memleketimize sokuyorlardı. Bu sayede mutlak egemen olmuşlardı. Rekabet gerçekten çok gayri meşru, hakikaten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu yolla, gelişmeye uygun sanayimizi de mahvettiler. Ziraatimizi de rehin aldılar.” (1 Mart 1922, TBMM)

3 Kasım 1839’da Osmanlı Padişahı, Batı emperyalistlerinin “Tanzimat” (Regulations) adı altında dayatmalarına boyun eğiyordu. Koca Osmanlı’nın düzeni kalmamış, darmadağın olmuştu ki;
Batı, O’nu “tanzim etme” (düzenleme) hakkını her nasılsa kendinde görebiliyordu! Dahası, Saltanatın aymazlık ve çaresizliği, bu boyun eğişi getiriyordu. Haşmetlinin Fermanı İstanbul Gülhane Parkı’nda davul zurna ile tebaaya duyuruluyordu. Koca imparatorluk ağır biçimde aşağılanıyor, bir başka devletin kendisini “düzenlemesine” (tanzim etmesine, tanzimat) boyun eğebiliyordu.

Peki bununla kaldı mı, Osmanlı İmparatorluğu kurtulabildi mi?
Ne gezer? Elini verenin kolunu kaptırması örneği, çöküşü süren Devlete yalnızca 17 yıl sonra daha ağır bir aşağılayıcı dayatma geldi: Islahat..

“Tanzimat” ile düzelemeyen “Hasta adam” Osmanlı Devleti, Batı’lı emperyallerce bu kez “ıslah” edilecekti. Ziya Paşa’nın “Nush (nasihat) ile uslanmayanın hakkı tekdir (azar), tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” sözünü çağrıştırırcasına, Osmanlı’ya, benzetmek yerinde ise önce Tanzimat ile nasihatta bulunulmuştur. Olmayınca sıra azarlamaya gelmiştir : Islahat Fermanı..

Ne var ki, Osmanlı’ya azar da yetmemiş, 1881’de borçlarını ödeyemeyerek iflas edince maliyesine el konmuştur. Ancak bu darbenin adı Düyun-u Umumiyedir. “Genel Borçlar İdaresi” diye retorik tuzakla öğrendiğimiz. Derken sıra dayağa gelmiş ve 10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşması ile hasta Osmanlı devleti yıkılmıştır. 1299’da Söğüt kasabasında başlayan 621 yıllık görkemli serüven, çok acı biçimde sonlandırılmıştı.

Bu acı tabloyu Mustafa Kemal Paşa 84 yıl sonra yüksek tarih bilinciyle, TBBM’nin gizli oturumda milletin vekillerine aktarmıştır. Günümüze gelirsek, AB ile 1959’dan bu yana süregelen karasevdamız bağlamında 1996’da yürürlüğe giren sözde Gümrük Birliği’ne bakalım. Yüzlerce milyar dolar dış ticaret açığı başta olmak üzere uğratıldığımız çok yönlü yıkımın bilançosu nasıl açıklanabilir? Büyük Atatürk’ün Balta Limanı Anlaşması’nın çok ağır, telafisi olmayan ve devletin yıkımıyla sonlanan sonuçlarını irdeleyen konuşmasında “ Tanzimat” sözcüğünün yerine “Gümrük Birliği” koysak, tam da bugüne denk düşmez mi?

İşte “tarih yinelemedir (tekerrürdür)” özdeyişinin tipik bir örneği.. Oysa tarihten gerekli dersler akıllıca çıkarılabilse -ki Balta Limanı Anlaşması’nı 84 yıl sonra değerlendiren Atatürk bunu yapıyor..-
tarih yineler mi? Günümüzde çöken tarım, dışa bağımlı hastalıklı sanayimiz, ulusal gelire yaklaşan borçlar.. bırakalım doğru uygulamayı, Mustafa Kemal Paşa’yı anladığımızı mı gösteriyor mu?
O, şu sözlerin de sahibi :

“ Bütün Dünya bilsin ki, benim için bir taraflılık vardır : Cumhuriyet taraftarlığı, düşünsel ve toplumsal devrim taraftarlığı… Bu noktada, yeni Türkiye topluluğunda 1 bireyi, dışarıda düşünmek istemiyorum.”

Bu hedefi doğru anladık ve uyguladık mı? Laik-demokratik-halkçı devleti güçlendirerek sürdürebildik mi? Cumhuriyeti, O’nun özlemiyle “Özellikle kimsesizlerin kimsesi” kılabildik mi, milyonlarca halk kitlelerini yoksulluğa, işsizliğe, eğitimsizliğe, sadaka kültürüne mahkum etmedik mi? Gelir dağılımı yeryüzünün en kötü ülkelerinden biri olmadık mı? 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta, “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” naralarıyla 37 insanı yakan Cumhuriyet düşmanları nerede yetişti ve yakalanıp yargılandılar mı? Oysa 23 Aralık 1930’da Menemen’de Kubilay’ı şehit edenler, Atatürk döneminde derhal yakalanmış ve hızla yargılanarak ölüm cezasına çaptırılmışlardı.

Cumhuriyet’in 7. yılında “Efendim, Türkiye ne zaman Batılılaşacak, ne zaman Amerikanlaşacak?” diye soran ABD’li gazeteciye şu yanıtı vermişti :

“Türkiye, bir maymun değildir ve hiçbir milleti de taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de Batılılaşacaktır; o yalnızca
ÖZ-LE-ŞE-CEK-TİR!” [ Türk Kültürü, Kasım 1965, sayı 37, sf. 64 ]

AB yandaşları ve 1959’dan bu yana tüm hükümetler ve Devlet, AB’ye üyeliği (üyelik hayalini!) sürekli bir devlet politikası kılarken “Atatürk de yaşasaydı Türkiye’yi AB’ye sokmaya çalışırdı..” demediler mi?
Oysa aynı AB’nin Avrupa Parlamentosu’nun 21 Mayıs 2008 kararlarına bakalım !

Türk Askeri Ada’dan çekilsin, Türk Ordusu’nun yönetim üzerindeki etkisi kaldırılsın, (!?)

“Kürt Açılımı” konusunda gecikilmesin, Ordu’nun içindeki “Ergenekon” kökünden kazınsın (??!) (tümce aynen böyle).

AKP’li Dışişleri Bakanı Ali Babacan’dan tarihsel itiraf : Washington ziyareti sırasında ABD Dışişleri Bakanı C. Rice ile görüşen Babacan’ın, Fransa’nın tutumuna karşı destek isterken;

“Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını biliyoruz. Ama ortaya çıkan olumsuz havanın dağılması ve Türkiye’de kamuoyunun tepki göstermemesi için Fransa’ya baskı yapmanızı istiyoruz.” dediği öğrenildi. (Cumhuriyet, 11.06.08)

Halbuki, 1989 AT Sosyal Şartı İşçilerin Temel Hakları (12. md.)
Serbest dolaşım,
Çalışma ve adil ücret isteme hakkı,
Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi,
Sendika özgürlüğü ve toplu pazarlık hakkı,
Sosyal koruma,
Mesleksel eğitim..

haklarını düzenlerken, Batı’nın bu tarihsel ikiyüzlülüğünü
fark etmeyen siyasal kadrolar işbaşına gelebilir miydi?

Kanada’da Prof. Dr. Michel Chossudovsky diyor ki
(“ Yoksulluğun Küreselleşmesi ” adlı kitabından..) :

“Ulusal Program, bir aldatmacadır! Türkiye gibi gelişmekte olan
pek çok ülke, Batı tarafından yeniden koloni (yeni sömürge) durumuna getirilmeye çalışılıyor!” gibi uyarılara göz yumulabilir miydi? ABD’nin, Türkiye’yi bölme planlarına karşılık yine de tek yanlı olarak bu ülke ile hastalıklı bir stratejik müttefik ilişkisi sürdürülebilir miydi? (E. Alb. Ralph Peters, Haziran 2006, www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899)

ABD’li General Wesley Clark’ın, “5 yıl içinde 7 ülkeyi ele geçireceğiz! Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan, İran…” (www.yukselendeniz.com, 30.06.07) tehdidi karşısında Atatürkçü
dış politika ne tutum alırdı?

“Bizim dış politikamız basit ve doğrudur. Herkesle dostluk kurmak isteriz. Ama hiç kimse ile ittifak ve bloklaşma yapmayız.” ilkesi (Ata’nın 1925-37 arasında 12 yıl kesintisiz Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras) doğru anlaşılsa ve uygulansa idi, Türkiye’nin emperyalizmin saldırgan gücü NATO içinde yeri olabilir miydi?
Ülkemiz ve Ulusumuz çoook zor günlerde.. Çanlar kimin için çalıyor? A y ı r d ı n d a mıyız?

Liberalizm’in peygamberi Adam Smith bile; “Sağlık hizmeti, Piyasaya bırakılamayacak denli önemli, kritik bir alandır. ” demekte iken
(The wealth of nations (1776);

Türk Devrim’in yaratıcısı Yüce ATATÜRK; “.. Devrimin ve Devrimciliğin kendisine yaşamsal görevler yüklediği Türk Ulusu’nun sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde özenle durduğumuz milli davamızdır..”

“ Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde durulacak ulusal sorunumuzdur. Çünkü Cumhuriyet; düşünsel, bilimsel ve bedensel bakımdan güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister.” derken, sağlık hizmetlerinde yaşanan köktenci ve yaygın özelleştirmeyi nasıl açıklayabiliriz?

Atatürk sağlık hizmetlerini EN BİRİNCİ devlet ödevi sayarken,
Sağlık Bakanı R. Akdağ’ın insanımızı müşteri gören anlayışını nereye koyacağız? (Milliyet, 26.7.2003)

“Okuyup-yazma bilmeyen tek bir yurttaş bırakılmamalıdır. Kalkınma savaşının gerektirdiği teknik işgücü yetiştirilmelidir. Yurt sorunlarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, kuşaktan kuşağa yaşatacak birey ve kurumlar yaratılmalıdır. Gençliği yetiştiriniz, Onlara ilim ve irfanın müsbet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız.” (Atatürk, 1937 TBMM açış konuşmasından..)

Yukarıdaki hedefin gerekleri yerine getirilebildi mi? Okulda örgün eğitim süremiz ortalama 5,3 yıl dolayında. TOKİ 8 yılda yarım milyona yakın konut, 332 cami yaparken öğrenci yurtları yetersizliği neden sürüyor? Neden yalnızca 63 yurt-pansiyon yapılabildi? (www.toki.gov.tr, 19.2.11) Gençler tarikatların örümcek ağlarına düşürülsünler diye mi?

Çin Devrimi’nin efsane önderi MAO’nun öykünmesi göğsümüzü kabartmadan öte bir işe yarıyor mu?

“Ben Çin’in Atatürk’üyüm!”

Bu ülke lise tarih kitaplarında yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük 4 devrimcisi arasında Ata’mızı neden çocuklarına öğretiyor; biz neden okullarda ders kitaplarından çıkarmaya bakıyoruz??

1935’te Şangay Meydanı’nda binlerce Çinliye, Uzun Yürüyüş öncesinde bir konuşma yapan Mao Ze Tung’un ilk sözleri şöyle:

“Ben, Çin’in Atatürk’üyüm…”

1948’den günümüze dek, 1,5 milyar nüfuslu Çin Halk Cumhuriyeti’nin okullarında 8 ve 9. sınıflarda okutulan Yakınçağ Tarihi ders kitaplarının kapağında ve içinde yer alan “Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri”, bize neyi çağrıştırıyor? Cumhuriyet, Yaşam eki,
Dursun Özden, 15.07.2008)

Atatürk’ü örnek alan Devrimleriyle Çin bir dünya devi olmuşken
biz Türkiye olarak neredeyiz ??

Atatürk’ü Çin halkı mı doğru anlayıp uyguladı,
O’nun milleti olarak biz Türkler mi?

Bir başka çok başarılı devrimci önder, Küba’nın kurtarıcı ve kurucusu Fidel Castro’dan:

“Asıl devrimci Atatürk!”

Mart 1997’de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Küba lideri Fidel Castro, konuşmasında şöyle dedi:

“Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarını ben asla başaramazdım.
Asıl devrimci Atatürk. Bu denli büyük bir devrim yaptım, ama
Kemal Atatürk’ün yaptıklarını başaramazdım.”
(Cumhuriyet, Yaşam eki, Dursun Özden, 15.07.2008)

Küba’lı devrimci Fidel Castro’ya isteği üzerine, Havana Büyükelçimiz Bllal Şimşir, Atatürk’ümüzün İngilizce NUTUK’unu sağlar. F. Castro’ nun Atatürk sevgisi ve tutkusunun kaynağı; O’nun büyük eseri olan “Nutuk” kitabını özümseyerek okumasında ve Devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk anti-emperyalist savaşımını utkuya eriştiren 1919 Ruhu’ndan esinlenmesinde yatıyor.
(Cumhuriyet, Yaşam eki, Dursun Özden, 15.07.2008)

Fidel Castro: “Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar? Atatürk, 1919’da Anadolu’dan düşmanları kovmak için Bandırma Gemisi’yle Samsun’a çıktı ve
anti-emperyalist bir savaş verdi ve zafere erişti. Biz, Atatürk’ün
bu devrimci savaşından etkilendik, esinlendik ve tam 40 yıl sonra, 1959’da Granma Gemisi’yle Havana’ya çıktık. Ülkemizden emperyalistleri ve işbirlikçisi Faşist Batista rejimini yıkmak için. Biz de zafere eriştik.“ (Cumhuriyet, Yaşam eki, Dursun Özden, 15.07.2008)

Fidel Castro: “Bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır Devrimci Kemal Atatürk… Sağdan sola doğru yazılan Arap harfli ALFABE’yi bırakıp, soldan sağa doğru yazılan Latin harfli ABECE’ye geçilen Harf Devrimi başta olmak üzere, bir dizi Çağdaş ve Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimlerini bu kadar kısa sürede
biz asla başaramazdık. Atatürk sosyalist olsa da aynı şeyleri yapardı. Kendinize başka esin kaynağı aramayın. Büyük bir deha ve komutan olan Kemal Atatürk’ün kıymetini bilin ve kendinize başka önder,
yol ve yordam aramayın.” (Özden, 15.07.2008)

CHE’NİN ÇANTASINDAN “NUTUK” ÇIKTI !

Sevgilisine Nazım’dan en güzel aşk şiirleri okuyan ve mektuplar yazan Dr. Ernesto Che Guevara, tam bir Nazım tutkunuydu. Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, Bolivya’da özgürlük savaşında yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “GRAND DISCURSO – Revolucionario Kemal Atatürk” (Atatürk’ün Büyük Nutuk’u), Türk Şairi Nazım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı“ kitabı çıktı. (Özden, 2008)

Atatürk’ün Uluslararası tekelci sermaye hakkında uyarıları :

“Bir yandan Batı’nın işçi sınıfı, öte yandan Asya ve Afrika’nın köleleştirilmiş halkları milletlerarası sermayenin kendilerini yıkmak ve efendilerine büyük çıkarlar sağlamak için köle durumuna getirilmek istediğini anladığı ve sömürge politikasının işlediği suç Dünya işçilerince kavrandığı gün burjuvazinin gücü sona erecektir.”

Türkiye’nin IMF ile 1958’den bu yana süren sözde “Niyet Mektupları” süreci ile ağır biçimde borçlandırılarak sürüklendiği konumu göz önüne alalım. O’nun döneminde hemen hemen hiç borç alınmadan, Batılıların deyimi ile EKONOMİ MUCİZESİ yaratarak olanaksızlıklar ve 1929 dünya ekonomik bunalımı ortamında 1923-38 arasında istikrarlı biçimde ortalama %6,5 büyüme sağladığını anımsayalım.. Üstelik 15 yılda toplam %2,2 enflasyon ile. (www.selimsomcag.org/, 10.09.05)

Günümüzde ise Batı’nın emperyalist sermayesinin 2 temel kurumu (maşası) olarak IMF ve DB’nın oyuncağı kılınan bir ülke durumuna sürüklenişimiz çok hüzün verici; dahası çok da tehlikeli.. Ayrıca, belalı Ortadoğu coğrafyasında BOP (sonra GOKAP) kapsamında emperyalist ABD’nin Eşbaşkanlığıyla nasıl maşa durumuna indirgendiğimizi de ibretle izlemekteyiz. Niyetler açık açık adeta tebliğ edilirken :

“ Yeni Dünya Düzenini, Tek Dünya Devleti’ni propaganda yaparak, para harcayarak, kan dökerek kuracağız!” (Arthur Schlesinger,
CFR Dergisi Foreign Affairs, 1995)

4 Temmuz 2003’te ABD işgalindeki Irak’ın kuzeyinde askerlerimizin başına çuval geçirildiği de ortada!

“Başarımız, kuşkusuz birlikte olacaktır. Eğer ulus; ortak amaca
hep birlikte çaba göstererek yürürse, mutlaka başaracaktır.” (1923) sözleri de O’nun katılımcı demokrasiye inancını pekiştiriyor.

Küreselleşme = Yeni Emperyalizm için söylenenler…

“ Küreselleşme, görüşlerimizi ve uygulamalarımızı başkalarına
kabul ettirmek için kullandığımız süslü bir sözden başka bir şey değildir! ” (Prof. Dr. Nial Fergusson, The Guardian, 31 October 2001) derken; Yurtsever Atatürk aşığı ozanımız Fazıl Hüsnü DAĞLARCA, (öl. 15.02.08) sanatının gücüyle şamar gibi
yanıt veriyor :

Küreselleşme madensel bir yürektir
Yer yuvarlağını dolarla tartabilmek, değerlendirebilmektir,
Bankalara kilitleyebilmektir.
Oysa yeryüzüleşmektir birbirimizi sevmemiz
Birbirimizi düşünmemiz
Birbirimizin yardımına koşmamız,
Birbirimizi yaşamamız.. (Empati!)

KüreseleşTİRme = Yeni emperyalizm uğursuz denklemi aklı başında tüm dünya aydınlarınca kurulurken ülkemizin savruluşunu ve KüreseleşTİRmeci = Yeni emperyalizst düzen göbeğinde bağlanışına ne demeli ?

Uyarı yine O’ndan; anladık mı ki, doğru uygulama olanağımız olsun ?

“ Birtakım sözcükler vardır ki, sık sık dile getirildikleri halde,
hatta aydınlar arasında bile onu tümü ile anlayan oldukça azdır.”

Seçimler hakkındaki kritik uyarısını ne denli kavradık ??

“Efendiler, sırası gelmişken, aziz Milletime şunu tavsiye ederim ki; başının üzerine çıkaracağı adamların k a n ı n d a k i ö z c e v h e r i çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an bile geri kalmasın.”

Avrasya Birliği

Avrupalılarca kurulmaya çalışılan Avrupa Birleşik Devletleri (AET, AT, AB.. süreci), dünyaya kan kusturan ABD, epey bir zamandır yapılan Afrika Birliği kurma toplantıları, yeni bir güç ve denge ögesi olması için kurulması koşul olan ve geç kalınmaması gereken bir Birlik, Avrasya Birliği’dir. BM, Batı’ya oyuncak yapılmıştır! NAFTA vb. çok tipik örneklerdir. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in kurduğu ekonomik birlik BRIC (Güney Afrika da katıldı BRICS oldu) çok tipik olarak, küreselleşen Batılı emperyalist sömürge düzenine bir başkaldırıdır. Türkiye, bu Birlikle en azından ekonomik ilişkiler kurmalıdır.

Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşımı meslek edinmek.”

Büyük Atatürk’ün en temel söylemlerindendir. Türkiye 60 yılı aşkın bir zamandır Batı emperyalizmi iç içedir ve bölünüp parçalanma eşiğine sürüklenmiştir. Artık stratejik hataya son vererek, bu kampla
ilişkileri normalleştirmek, Atatürk’ü doğru anlamak ve uygulamak için ilk ve temel adımlardandır.

Batı emperyalizmi tarafından yer üstü ve yeraltı varlıklarına
göz konulan ülkelerin; Afrika gibi, ilerde kendileri ile aynı yazgıyı paylaşabilecekleri içtenlikli ve açık olarak aktarılarak, bölge ülkeleri ile yeni güç birlikleri ve anlaşmalar yapmaları zorunludur.

Bölünme yok, birleşme var!

D i k k a t !

1. Emperyalizm, ABD ve AB maskesi altında ne yazık ki
Batı’lı 2 kaynaktan gelmektedir!
2. Çağımızda Küreselleşen emperyalizmin ana hedeflerinin
en başında gelen, hiç kuşkusuz, zenginlikleriyle Avrasya
.
“İnsanın aslı ne ise nesli de o olur..” derler.. Günümüzde en tipik örnek, ABD ve AB’nin sömürgecilik ve soygunculuk alışkanlığının; koşullar oluştuğunda, o çok övündükleri Batı uygarlığı (!?) ve insanlık değerlerini hiçe sayarak tüm dünyayı sömürmek için acımasız politikalar geliştirerek yabanıl geçmişlerine dönüşleridir..

Yüce ATATÜRK’ün görkemli evrensel söylemi ise :

“YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ!” tır..

Şu acı tarihsel itirafa bakalım :

..alçakça, ekonomik bir tımarhane yarattık..

“Beş yıl önce Başkan Ronald Reagan bize, 3. Dünyayı kapitalizm çarkının serbestçe döneceği yeni bir alan yapma konusunda sıkı bir talimat vermişti. Biz o zaman ne büyük bir sevinçle, ne büyük bir görev duygusuyla işe atılmıştık. 1983 yılından sonra yaptığımız her şey; ’Ya güney küreyi özelleştireceğiz, ya da öleceğiz’ kararlılığına dayanıyordu. Bu amaca ulaşmak için, 1983-1988 arasında Latin Amerika ve Afrika’da alçakça, ekonomik bir tımarhane yarattık.” {Davidson L Budhoo, Open Letter of Resignation from the staff of the IMF, syf. 102}

“Türk Bankacılık Sistemi Vizyon 2023” kongresi, İstanbul

Eski Pamukbank Genel Müdürü Bülent Şenver, Türk bankacılık sektörünün uluslararası bankacılık sermayesinin denetimi altına girmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirerek;

“Yakın dönemde artık Türk bankacılık sistemini uluslararası bankacılık sermayesi kontrol edecek. Bu artık kaçınılmaz bir gerçek ve geriye dönüşü mümkün değil..” (Cumhuriyet, 26.06.08)

Oysa Merkez Bankası, İş Bankası, Etibank, Sümerbank..
Atatürk döneminde TAM BAĞIMSIZLIK için açıldı.

MAI’nin (Multilateral Agreement for Investment, Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) kimi temel maddeleri (Kabul tarihi, 13 Ağustos 1999; Ecevit-Yılmaz-Bahçeli 3’lü koalisyonu, 57. hükümet) :

– Emeğin mal oluşunun düşürülmesi için her türlü sosyal güvenlik
ve yardımın yanı sıra örgütlenmesinin önüne geçilmesi;

– Üretimde kullanılacak ham madde ve ara malda birincil önceliğin üretimin yapıldığı ülke olması ya da belli bir oranın bu ülkeden karşılanması ilkesinin yerine, fiyatının düşük olduğu yerden
dışalımına (ithaline) bıraktırmasını.. gibi temel konuları içerir.

DİKKAT : Anlaşmayı imzalayan devletler, 5 yıl süre ile anlaşmadan çıkamayacak ve çıktıktan sonra da 15 yıl süre ile tüm anlaşma kurallarını uygulamak zorunda bırakılacaklardır!?!
(Katolik nikahından beter!)

İnsan aklı ile dalga geçen, bir akıl tutulması örneği olan, insanımızı ve ortak aklımızı adeta mankurtlaştıran böylesine katledici bir anlaşmaya Atatürk döneminde imza atılabilir miydi??

Kamu öncülüğünde sanayi politikaları!

Türk ekonomisinin doğru yoldan sapmış gidişinin doğru yola girişi için neler yapması gerektiğini Harvard’lı ekonomi hocası Prof. Rodrik şöyle özetlemektedir :

1. Büyüme için işgücünün yüksek verimli sanayi sektörüne
kaydırılması gerek.
2. Kamu öncülüğünde sanayi politikaları. Bu kamu ve özel sektörün
sürekli diyalog içinde olması ile olanaklı.
3. Sanayi politikasının temel amacı yapısal dönüşümü
hızlandırmaktır. Bu bir diyalog sürecidir, kârlılığı gözetir
ama disiplin de uygular, öncelikler belirler ve saydamdır.
4. Şu anki konumda Türkiye’nin kur politikasını değiştirme lüksü yok.
Bu yüzden sanayi politikalarını belirlerken maalesef kur politikalarını kullanamayacaksınız (Prof.Dr.Dani RODRIK , Harvard Üniversitesi, www.simalyildizi.net/index.php?topic=1146.0, 30.12.07)

Çin ve Güney Amerika ülkeleri Atatürk’ün ekonomi politikasını izliyorlar. Görkemli başarıları ortada.

İktisadi temelde PİYASACILIK ve siyasal düzlemde KÜRESELCİLİK, azgelişmiş ülkelerin iktisadi-siyasi istilası ve işgalidir. Buna karşılık memleketlerin yapabilecekleri şey açıktır:
İktisadi temelde PLANLAMACILIK ve siyasal düzlemde BAĞIMSIZLIK.
Bu, tekellerin ileri sürdükleri üzere ‘dünyadan kopma‘ ve ‘içe kapanma‘ değildir. Bu, emperyalizme karşı çıkma, sömürgeleşme sürecinden kopma ve dünyanın ¾’ünden daha büyük bir bölümünde yaşayan Güneyin İnsanlarına açılma demektir. (Prof. KALDONE G. NWEIHED, Venezuela’nın Ankara Büyükelçisi, Çev. B. T. Gürel, Memleket Yayınları, 2006)

VATAN TEHLİKEDE Mİ?

Evet!
Nasıl kurtulacağız??
Atatürk’ü doğru anlayıp uygulayarak, yeniden Atatürk’e dönerek!
Şu sözler de O’nun :

“ Biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı
korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batılı emperyalistlerin
güçleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç
yapmak istemelerine de engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa
hizmet ettiğimiz kanısındayız.”

“ Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.”

“ BENİM EN BÜYÜK ESERİM CUMHURİYET’tir.”

“ Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların
yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan
kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan
olarak bırakıyorum.”

En zor anlarda bile ulusuna ve kendine güvenini, umudunu yitirmedi:

“ Vatan kesinlikle esenliğe kavuşacak, ulus kesinlikle mutlu olacaktır.
Çünkü kendi esenliğini, kendi mutluluğunu ülkenin ve ulusun
esenliği için feda edebilecek vatan evlatları çoktur.”

Emperyalizme karşı mücadelede mazlum milletlere çıkış yolunu gösteren Büyük Devrimci GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ü sonsuzluğa uğurlayışımızdan 73-74 yıl sonra;

Kemalist Devrimi tamamlama azim ve kararlılığı ile

saygı ve şükranla anıyoruz..

Başta SÖYLEV (NUTUK) olmak üzere Söylev ve Demeçlerini ve de eylemini bir kez daha özenle okuyup özümseyerek, özümseterek, ülkemizin içine sürüklendiği bataklığın ana nedeninin Kemalizm’i yadsıma olduğunu da bunca yıllık acı deneyimden sonra artık
daha çok gecikmeden kavramalı, kavratmalıyız..

Tek çare, yeniden ATATÜRK’tür!