Etiket arşivi: Uğur Mumcu

Ahmet Taner Kışlalı özlemle anıldı

Gazetemizin yazarı, Aydınlanma savaşçısı, Cumhuriyet aydını, yürekli Kemalist Ahmet Taner Kışlalı, katledilişinin 23. yılında Ankara ve İstanbul’da anıldı.

22 Ekim 2022 Cumhuriyet

Ahmet Taner Kışlalı özlemle anıldı“Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise… Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise… Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye’nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise… Eğer demokrasi adına Cumhuriyetin temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise… Ben demokrat değilim ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum” sözleriyle demokrasinin ne olmadığını anlatan Ahmet Taner Kışlalı için katledişilinin 23. yılında, dün, bir dizi anma programı düzenlendi.

Ankara Cumhuriyet Okurları (CUMOK) ve ADD Ümitköy Çayyolu Şubesi tarafından düzenlenen program, Kışlalı’nın katledildiği sokakta, evinin önündeki anmayla başladı.

‘DEMOKRASİ ÂŞIĞIYDI’

Kışlalı’nın eşi Nilüfer Kışlalı, CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka, ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, 29 Ekim Kadınları Derneği Genel Başkanı Şenal Sarıhan, eski CHP milletvekili Mustafa Gazalcı, CHP Çankaya İlçe Başkanı Fahri Yıldırım, Çankaya Belediye Meclisi’nin CHP’li üyesi Yeliz Aşcı, gazetemiz yazarları Işık Kansu ve Mustafa Balbay, Ankara CUMOK Dönem Sözcüsü Nejdet Özer ile ODTÜ ADT ve Hacettepe ADT’nin de bulunduğu program, saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla başladı.

Kansu, konuşmasında Kışlalı’nın düşünsel kalıtına vurgu yaptı. Nazlıaka ise “Kışlalı, Atatürk ilke ve devrimlerinin yılmaz savunucusuydu, gerçek bir demokrasi âşığıydı, hayatını laik, demokratik, aydınlık bir Türkiye mücadelesine vermişti. Bir hak savunucusuydu” dedi. Kışlalı’nın tahammül edemediği tek konunun Atatürk’e yönelik saldırılar olduğunu vurgulayan Nazlıaka, “Kışlalı’nın cesaretini, tam bağımsız Türkiye’yi savunmasını, Atatürkçü düşünceyi yaygınlaştırmasını hazmedemeyenler sandılar ki onu öldürebilecekler ama yanıldılar. O asla ölmedi, ölmeyecek” diye konuştu.

(CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka, ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, gazetemiz yazarları Işık Kansu ve Mustafa Balbay’la birlikte törene katılan yurttaşlar, Kışlalı’nın saldırıya uğradığı yerdeydi.)

‘TÜRKİYE BAŞKA OLURDU’

CHP’li Gök ise “23 yıl önce burada patlayan bomba, bir devrimciyi, Atatürkçüyü aramızdan aldı götürdü. O devrimci, Atatürkçü, modern Evliya Çelebi gibi elinde çantasıyla Türkiye’yi dolaşıyor, Atatürk’ü, laik Cumhuriyetin değeri ve önemini anlatıyordu. Ülkemizin başına gelecekleri herkesten önce görmüştü. Anlatması boşuna değildi” dedi.

“O görevini yaptı ama biz yapamadık” diyen Gök, “Kızına, ailesine, kendilerini daha güvende hissedecekleri bir ortamı, siyasal iklimi gerçekleştiremedik. Kışlalı ailesine özür borçluyuz” ifadelerini kullandı. Gök, “23 yıldır bunu başaramadık ama söz veriyoruz, 24. katlediliş yıldönümünde Türkiye’yi, Kışlalı’nın daha huzur içinde uyuyacağı bir siyasal iklime taşıyacağız” dedi.

ADD Genel Başkanı Bozkurt da katledilen Cumhuriyet aydınlarına işaret ederek şunları kaydetti:

  • “Hepsi tam bağımsız, antiemperyalist Türkiye’den yana. Bu insanlarımızı katledenler, bu topraklar üzerinde laik Cumhuriyetin, antiemperyalist devletin doğmasını engellemeye çalıştılar, başaramadılar. Atatürk’e suikastlar düzenlediler, başaramadılar. Devrimleri engellemeye çalıştılar, olmadı. Baktılar olmuyor, aydınlarımızı katlettiler. Bir Uğur Mumcumuz, Ahmet Taner Kışlalımız daha yok. Kışlalı ve Mumcu, Cumhuriyet’te hâlâ yazıyor olsaydı, Türkiye çok başka olurdu. Çok büyük değerleri kaybettik. Fail belli; Batı emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri.”

‘ÖLDÜRENLERİ TANIYORUZ’

İkinci anma ise Kışlalı Anıtı önünde düzenlendi. Burada Ankara CUMOK adına konuşan Güneş Çakmakoğlu, Kışlalı’nın laiklik vurgusuna işaret ederek “Laikliğin ne anlama geldiğini, Diyanet eleştirisi nedeniyle karartılan televizyon ekranlarından, kadın cinayetlerinden, madenci ölümlerine kaderci yaklaşımlardan, tarikat-cemaat yurtlarında olanlardan, başı gerektiği gibi örtülü olmadığı için öldürülen İranlı Mahsa Amini’lerden ve daha birçok olgudan anlıyoruz. Laiklik, demokrasi için ekmek, su, hava kadar gerekli. Mücadelesini yılmadan, usanmadan, yorulmadan kalemiyle yapan Kışlalı’yı öldürenleri tanıyoruz; o, Türkiye’nin Aydınlanma devrimlerine karşı çıkan karanlık güçler tarafından öldürüldü” ifadelerini kullandı. ADD Çayyolu Ümitköy Şube Başkanı Özer Özcan da “Gericiliğe, etnikçiliğe, numaracı cumhuriyetçiliğe karşı mücadelesiyle sonsuza dek hatırlanacak” diye konuştu.

(Kışlalı’nın gömütüne, Cumhuriyet gazetesi bırakıldı.)

‘HEP ÖN SAFTA MÜCADELE VERDİ’

Program, Kışlalı’nın Karşıyaka Mezarlığı’ndaki gömütü başındaki anmayla son buldu. Bir dakikalık saygı duruşunun ardından konuşan ADD Batıkent Şube Başkanı Erdal Hatun, şubenin bulunduğu kültür merkezinin Kışlalı’nın adını taşıdığını vurgulayarak “Kışlalı Hocamız, Kemalist devrim ilkelerini birer cümlelik yazı olmaktan çıkarıp, halen geçerliliğini koruyan, uygulanabilir ve ülkemiz için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu en iyi anlatan, kısacası Kemalizm’i ete kemiğe büründürüp, ders kitaplarına sokan, gelecek nesillere aktarılmasında ön safta mücadele eden çok önemli bir Cumhuriyet aydınıydı” dedi.

Nilüfer Kışlalı ise eşi Kışlalı’yı ailesi olarak her gün andıklarını, katlediliş yıldönümünde sevenleri ile birlikte anmaktan da onur duyduklarını söyledi. Program, konuşmanın ardından Kışlalı’nın gömütüne karanfil bırakılmasıyla son buldu.

ADD, İSTANBUL’DA ANDI:
‘CUMHURİYET İÇİN YAŞAMI HİÇE SAYANLAR ÖLÜMSÜZDÜR’

Gazetemiz yazarı, Türk Aydınlanma devriminin öncülerinden Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kadıköy Şubesi’nin dün, İstanbul’da düzenlediği törende anıldı.

Kışlalı’nın “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür” sözünün anımsatıldığı törende konuşan ADD temsilcileri, “Atatürk Devrimi, demokrasi, özgürlükler ve Cumhuriyetin temel nitelikleri için yaşamını hiçe sayanlar ölümsüzdür. Yolumuzu aydınlatan ışıktır” diye konuştu.

Kışlalı cinayetinin aydınlatılmadığına dikkat çekilen açıklamada, “Cumhuriyet düşmanları tıpkı kurucu genel başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy’dan, Doç. Dr. Bahriye Üçok’tan, araştırmacı gazeteci yazar Uğur Mumcu’dan rahatsız oldukları gibi, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’dan da rahatsız oldular. Ölümlerle bizi yıldıramaz, sindiremezler,” denildi.

Mudanya Mütarekesi’nin 100. Yılı

Dr. Onur ÖYMEN
Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı

Çok değerli Mudanya Belediye Başkanı Sayın Hayri Türkyılmaz, çok değerli İnönü Vakfı Başkanı Sayın Özden Toker, Çok Değerli ADD Genel Başkanı Sayın Hüsnü Bozkurt, değerli siyaset arkadaşım Gürhan Akdoğan, çok değerli Mudanyalı dostlar.

Mudanya Mütarekesinin 100. yıldönümünde burada değerli arkadaşım Uğur Mumcu’nun adını taşıyan bu kültür merkezinde sizlerle bir araya gelmek, görüşlerimi sizlerle paylaşmak benim için büyük bir onurdur.

Mudanya Mütarekesine nasıl gelindi.?  Kurtuluş Savaşının büyük bir zaferle sonuçlandırılmasından ve İzmir’in düşman işgalinden kurtarılmasından sonra Yunanların Anadolu’yu terk etmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Herkes bu gerçeği kabul etmişti. Bir kişi dışında : İngiltere Başbakanı Lloyd George.

Yunanlar Türklerle mütareke yapılmasını istediklerini İngilizlere bildirdiler. Ancak Başbakan Lloyd George bunu erken bulmuştu. 30 Ağustos Başkomutanlıık Meydan Muharebesinde Atatürk’ün önderliğinde Türk ordusunun büyük bir zafer kazanmasından sonra bile, Lloyd George Türk ordusu İzmir’e ulaşıncaya dek geçecek zaman içinde Yunanların toparlanıp yeni bir cephe kuracaklarını ve mütarekeyi mutlak bir yenilgiye uğramış değil, Türklere direnebilen bir ordu olarak talep edebileceklerini düşünüyordu. Ancak Türk ordusunun büyük bir hızla İzmir’e ulaşması bu hesapları alt üst etti.

Artık Anadolu kurtarılmıştı. Peki hala düşman işgali altındaki Trakya nasıl kurtarılacaktı? İzmir’de halk coşku içinde kurtuluş zaferini kutlarken Atatürk, İnönü ve arkadaşları harita başında bundan sonra atılacak adımı planlamaktaydılar. Edirne dahil Trakya’nın kurtarılması için de gerekirse savaşılacaktı. Ama askeri gücü bir caydırma unsuru olarak kullanıp bu hedefi diplomasi yoluyla gerçekleştirmek her bakımdan daha uygun olacaktı. Atatürk ve İsmet İnönü böyle düşünüyordu.

Atatürk ve arkadaşları bu hedefe ulaşmak için İzmir’in işgalinden sonra boşta kalan 1. Orduyu İzmit bölgesine, 2. Orduyu da Çanakkale bölgesine doğru yönlendirdiler. 2. Orduya verilen talimat şuydu: Çanakkale’de İngilizlere mümkün olduğu kadar yakın bölgeye gelinecek ancak Türk askeri ateş açan taraf olmayacaktı. Askerlerimiz bunu başarıyla gerçekleştirdi. Tek bir mermi atmadan İngiliz mevzilerine 20-30 metreye kadar yaklaştılar. Silahlarını sırtlarına asmaları ateş açmaya niyetli olmadıklarını gösteriyordu.

O günlerde Atatürk İzmir’de yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türkiye’nin derhal görüşmelere başlamak istediğini, hedefimizin 8 gün içinde İstanbul’a ulaşmak ve daha sonra Doğu Trakya’yı ele geçirmek olduğunu söyledi. “Mücadelemiz Yunanistan’ladır. Barış planlarımız var ama savaş planlarımız da var” dedi.

İşgal kuvvetleri İstanbul’un çevresinde İzmit’in batısından Çanakkale’nin kuzeyine kadar bir tarafsız bölge ilan etmişlerdi. Bu bölgeyi İttifak devletleri koruyacaktı ve Padişah da bunu kabul etmişti. Yunanlar iki ay önce bu bölgeyi ele geçireceklerini söyleyince, Fransızlar ve İtalyanlar İngilizlere destek olmak için o bölgeye asker göndermişlerdi. Bunu Boğazların güvenliği için yaptıklarını söylüyorlardı. Ancak Ankara hükümeti böyle bir tarafsız bölge kurulmasını kabul etmiş değildi ve şimdi Çanakkale’de Türk askerleri bu tarafsız bölgenin sınırlarının içine girmiş bulunuyordu.

İngiltere Başbakanı ve o tarihlerde emperyalist ülkelerin lideri durumundaki Lloyd George, Türklerin hiçbir koşulda Avrupa topraklarına ayak basmalarına izin verilmeyeceğini, gerekirse bunun için savaşılacağını söylüyordu. Bölgedeki İngiliz komutanına Türkler askersiz bölgeye girdikleri takdirde ateş açılmasını ve savaşın başlatılmasını emretti. Türk askerleri İngiliz hatlarına kadar yanaşmıştı. İngiliz komutan, aldığı emre karşın ateş açtırmadı.

Fransızlarla İtalyanlar Türkiye ile yeni bir savaşa girmek istemiyorlardı. İngiltere’nin asker göndermelerini istediği dominyonlar, yani Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika buna  istekli değildi. Türklerle savaşmanın bedelinin ağır olduğunu görmüşlerdi.

İngilizlerin İstanbul’daki komutanı General Harrington Fransız askeri temsilcisi Pellé’ye baskı yapmak istedi ama O, çoktan bir savaş gemisine atlayıp Atatürk’le görüşmek üzere İzmir’e gitmişti. Türk Hükümetiyle 1921 yılında Ankara Antlaşmasını imzalayan Fransız diplomat Franklin Bouillon da İzmir’e gitti.  O da Atatürk’ü Türk askerinin tarafsız bölgeye girmemesi için ikna etmeye çalışacak, buna karşılık düzenlenecek konferansta Türkiye’ye destek vereceklerini söyleyecekti.

Atatürk bu önerilere şu yanıtı verdi:

  • Mütareke, askeri harekatı durdurmak anlamına gelir, oysa Türk tarafı mütareke yapılmasının Trakya’nın boşaltılmasına bağlı olduğunu defalarca vurgulamıştır. Ayrıca o ortamda ateş kesilirse Trakya’da Yunan birlikleri yeniden toparlanıp savunma tertipleri almaya çalışacaklardır. Zafer kazanmış bir komutanın görevi, düşmanı kovalayarak böyle bir durumun ortaya çıkmasına fırsat vermemektir.”   

Yeni bir savaş ihtimali dünyada, hatta İngiliz kamuoyunda kaygı uyandırıyordu. Daily Mail gazetesi büyük harflerle “Yeni Bir Savaşı Durdurun” diye manşet attı. İngiliz kamuoyunun da hükümetin tutumuna desteği kalmamıştı. Pointcaré’nin Başbakanlığındaki yeni Fransız Hükümeti, Fransız askerlerinin Çanakkale’den ve İzmit’ten çekilmesi için İstanbul’daki temsilcisine talimat gönderdi. İtalyanlar bu koşullarda tarafsız kalacaklarını Mustafa Kemal’e bildirdiler. Artık Çanakkale’de İtilaf devletleri safında yalnızca bir bayrak kalmıştı: İngiliz bayrağı. O sırada İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Fransız Başbakanı Poincaré’yi ikna etmek amacıyla Paris’e gitti. Paris görüşmeleri çok sert geçti. Fransızların tutumlarından geri adım atmaya ve yeni bir savaş başlatmaya niyetleri yoktu.  

Londra’da Başbakan Lloyd George savaş yanlısı tutumunda ısrar ediyordu. Ama bunun çıkar yol olmadığını düşünenlerin sayısı giderek artıyordu. Dışişleri Bakanı Lord Curzon da artık savaş fikrini desteklemiyordu.

Atatürk Doğu Trakya’nın Türklere teslimi koşulu ile ateşkes müzakerelerini kabul edebileceğini söyledi. Ancak  İstanbul’un işgal kuvvetleri tarafından en kısa zamanda boşaltılması Ankara hükümetinin temel koşullarından biriydi.

İtilaf devletleri 23 Eylül 1922’de Ankara hükümetine bir nota göndererek barış konferansı toplanıncaya dek bir ateşkes antlaşması yapılması için başvuruda bulundular. Notada İtilaf devletlerinin tarafsız bölge olarak tanımladıkları alana Türk tarafının asker göndermemesi koşuluyla Türkiye’nin Meriç’e ve Edirne’ye kadar Trakya’yı işgal etmek hakkındaki arzusunu olumlu biçimde değerlendirdikleri, bu konuda Türk tarafıyla müzakereye hazır oldukları bildirilmekte ve Barış Konferansının yürürlüğe girmesiyle birlikte İtilaf devletlerinin İstanbul’daki kuvvetlerini geri çekecekleri ifade edilmekteydi. Bunun için İzmit veya Mudanya’da derhal ateşkes müzakerelerine başlanması önerilmekteydi. Bu nota Türkiye’nin başlıca beklentilerinin kabul edildiği ve barışın kapısının açıldığı anlamına gelmekteydi.

Aslında ateşkes isteminin Anadolu’da Türklerle savaşan Yunanlardan gelmesi gerekirdi. Nota’nın İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından gönderilmesi Türkiye’nin gerçek muhatabının kim olduğunu gösteriyordu.

İtilaf devletlerinin Notasına Türk tarafınca verilen yanıtta Doğu Trakya’nın Edirne de dahil olmak üzere Meriç’in batısına kadar Yunanlar tarafından derhal tahliyesi kaydıyla mütareke görüşmelerinin 3 Ekim 1922 tarihinde başlaması önerilmekte ve bu müzakerelerde Türkiye’yi Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa’nın temsil edeceği bildirilmekteydi.

Sonunda İngilizler geri adım atmıştı. Örneğin Churchill şöyle diyordu:

  • Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri İtilaf devletleri için en kötü aşağılanmadır.
  • İtilaf devletlerinin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.
  • Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir”  

Ateşkes müzakereleri 3 Ekim’de Mudanya’da başladı. Ateşkes Müzakereleri doğal olarak savaşan taraflar arasında yapılırdı. Bu kez öyle olmadı. Türklerle savaşan Yunanistan’ın temsilcisi Mudanya’daki görüşme masasında yoktu. Yunan General Mazarakis ve Albay Sariyanis, açıkta bulunan bir Yunan gemisinde, görüşmeleri uzaktan izleyeceklerdi!

Türkiye’nin karşısında İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcileri yer alacaktı. Peki Konferansın başkanlığını kim yapacaktı? Bu konuda önceden bir görüşbirliğine varılmamıştı. İsmet Paşa görüşmeler başlarken fiili durum yarattı. Başkanlık koltuğuna oturdu, İngiliz Generali Harrington’u sağına, Fransız Temsilcisi General Charpy’yi soluna, İtalya Generali Mombelli’yi karşısına oturttu. Bu düzenlemeye kimse itiraz etmedi. Mudanya’da bulunan Franklin Bouillon da görüşmeleri gözlemci olarak bir köşeden izleyecekti.

Sonradan anlaşıldığına göre Başbakan Lloyd George sonuna dek Yunanistan’ın beklentilerinin gerçekleşmesi için çaba göstermiş ve Türk askerleri Çanakkale’deki İngiliz hatlarına doğru yürüyüşe geçtiği sırada Türk tarafına bir ültimatom verilmesi ve Türk askerleri durmadığı takdirde üzerlerine ateş açılması için General Harrington’a emir vermişti. General Harrington bu emrin uygulanmasını kendi inisiyatifi ile 24 saat geciktirmiş, böylece bir savaşın başlamasına fırsat vermemişti.

Müzakereler esas olarak İsmet Paşa ile General Harrington arasında yürütüldü. Fransızlar ve İtalyanlar görünürde Harrington’u desteklediler ancak çeşitli vesilelerle Türk tarafının görüşlerine yakınlık gösterdiklerini hissettirdiler. Atatürk İsmet Paşa’ya gerekli talimatı vermişti ve müzakereleri günü gününe takip etmekteydi. Atatürk’ün talimatının özü şöyleydi:

  • Kırkağaç bir Türk mahallesidir. Yunan kuvvetleri tümüyle Edirne’nin batısına çekilmeli ve orada TBMM Hükümeti oluşturulmalıdır.
  • Trakya’nın boşaltılması ve Türklere teslimi derhal başlamalı, aralıksız sürdürülmeli ve en geç 30 gün içinde tamamlanmalıdır. İtilaf devletlerinin temsilcileri tarafımızdan teslim alınan her noktadan derhal çekilecek ve 30 günün sonunda Trakya’nın hiçbir yerinde kalmayacaktır. Yunan ordusunun Anadolu’dan alıp götürdüğü sivil ahali derhal geri verilecektir.
  • Azınlıklar konusu Mudanya Konferansının konusunun dışındadır.
  • Doğu Trakya’nın boşaltılmasından sonra bu bölgede İtilaf devletlerinin herhangi bir denetimi söz konusu olamaz. Ancak Batı Trakya’nın bir bölümünün Fransızlar tarafından işgali güven verici olur.
  • İlkelerde görüş ayrılığı olup da görüşmelerin sürdürülmesi durumunda Boğazlarda tahkimat ve askeri önlemlerin alınmasından kaçınılmasını isteriz.
  • Ateşkes antlaşmasından sonra bile, İstanbul ve Çanakkale’de İngilizlerin bulunması kabul edilemez.

    6 Ekim tarihli toplantıda Harrington Hükümetinden talimat alamadığını bildirdi. Buna karşılık İtalyan temsilcisi Mombelli Hükümetinin Türkiye’nin görüşlerini kabul ettiğini açıkladı.
    General Harrington’un Türk teklifleri karşısında direnmesi Ankara’da tepkilere neden oluyordu. 6 Ekim 1922’de İsmet Paşa, Atatürk’ten iki talimat aldı. Bunlardan birincisinde Yunan askerlerinin çekileceği Trakya’nın bize teslim edilmesinin şart olduğu, buna karşılık barış yapılıncaya kadar Trakya’ya asayiş ve inzibat kuvvetlerinden başka birlik geçirmeyeceğimizi bildirilmekte ve “Bugün 14.30’da toplanacak konferansta belirtilen esaslar taraflarca ilke olarak kabul edilmediği takdirde daha sonra sürdürülecek görüşmeler sırasında askeri harekatımızın durdurulması telafi edilemeyecek sakıncalar doğuracağından, harekatın durdurulmasına ilişkin yetkiniz 6 Ekim saat 18.00’den itibaren kaldırılmıştır.” denilmekteydi

    İkinci talimatta ise “Trakya’nın İzmir’de belirlediğimiz esaslar çerçevesinde TBMM Hükümetine geri verilmesi kabul edilmediği takdirde, 6/7 Temmuzda derhal İstanbul üzerine harekete geçiniz” ifadeleri yer almaktaydı. Bu talimatta ayrıca, “Müzakereler olumsuz sonuçlandığı takdirde Trakya’daki düşmanı takip için İstanbul ve Çanakkale üzerinden harekete geçecek kıtalarımızla İngiliz kıtaları arasında herhangi bir yanlış anlamaya meydan bırakmamak için gerekli önlemlerin alınmasını istediğimiz bildirilmelidir.” denilmekteydi.
    ,
    General Harrington, Dışişleri Bakanı Lord Curzon Paris’e gittiği için Hükümetiyle iletişim kuramadığını bildirerek toplantının ertesi güne bırakılmasını istedi. 9 Ekim’e kadar toplantı olmadı. Atatürk antlaşmanın gecikmeden imzalanmasını istiyordu. O gün Harrington Mudanya’ya geldi. Hükümetinden talimat aldığını bildirerek şunları söyledi: “İtilaf devletleri Hükümetleri Doğu Trakya’yı size bırakıyorlar. Meriç’in batısındaki Karaağaç da size verilecektir. Askerlerimiz barıştan sonra İstanbul’u terk edeceklerdir. 45 gün içinde yönetiminiz Trakya’ya yerleşmiş olacaktır. Trakya’da bulunduracağınız Jandarmanın sayısını birlikte saptayacağız. 

İsmet Paşa İngiliz generalinin verdiği antlaşma metnini dikkatle inceledi. Sözlü olarak söylenen bazı hususların yazılı metinde yer almadığını, örneğin Karaağaç’ın Türklere verileceğinin yazılmadığını gördü. Trakya’nın bize teslimi için belirttiğimiz süre 30 günden 45 güne çıkartılmıştı. Maddeler üzerinde uzun görüşmelerde bulunuldu.. Metinde kimi düzeltmeler yapıldı. Tahliye için önerdikleri 45 günlük süre indirildi. Bütün Trakya 30 gün içinde Türklere teslim edilecekti. Trakya’ya 8.000 Jandarma geçirmemiz kabul edildi. İstanbul ve Çanakkale bölgelerindeki askerlerimiz bulundukları yerde kalacaklardı.

Mütareke 11 Ekim 1922 sabahı imzalandı. Yunanlar bu metni imzalamaya yetkili olmadıklarını belirtmişlerdi. General Harrington İsmet Paşa’ya bunda bir sakınca olmadığını, Yunanlar imzalamasa bile antlaşmanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Bu ifadeler Yunanistan’ın Anadolu’da yürüttüğü savaşta esas söz sahibinin İngiltere olduğunu göstermekteydi.

Ateşkes antlaşması Türkiye’nin istemleri doğrultusunda tek bir mermi bile atılmadan kabul edilmişti. Trakya’nın Yunanlar tarafından boşaltılması gibi konular Mudanya’da kararlaştırılmadığı takdirde, esas Barış Konferansında bu gibi sorunlar gündemin önemli bir bölümünü kapsayacak ve dikkatler bizim esas olarak görüşülüp karara bağlanmasını istediğimiz konular yerine Mudanya’da ihtilaflı kalan sorunlara çekilecekti. Böylece bu sakınca ortadan kaldırılmış oldu.

Mudanya Mütarekesi bütün bu nedenlerle Türkiye açısından büyük bir diplomatik başarı oldu ve Barış Konferansının yolunu açtı. Artık Boğazlarda kalacak olan yalnızca İngiltere’ydi. Zira İtalyanlar daha önce Anadolu’nun tamamından çekilmişler, Fransızlar da Mudanya Antlaşmasından önce Çanakkale’yi terk etmişlerdi. Atatürk’ün önderliğinde Türkiye’nin verdiği mücadele yalnız Yunanistan’ı Türk topraklarından atmakla kalmamış, İngiltere’deki devlet yönetiminde kalıcı sonuçlar verecek bir depreme yol açmıştı.

Lloyd George Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. 

İngiltere hükümetinde yer alan Muhafazakar Parti, 19 Ekim 1922’de Carlton Club bildirgesiyle  hükümetten ayrıldı. İngiliz hükümeti düştü. Austen Chamberlain Parti Başkanlığından çekildi. Lloyd George da, Liberal Parti de bir daha iktidara gelemedi. Muhafazakar Parti’den Bonar Law Başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Law, The Times gazetesine gönderdiği bir mektupta, “İngiltere İtilaf devletlerinin yardımı olmadan salt kendi ulusal çıkarlarını koruyabilir… Tek başımıza dünyanın jandarması rolünü oynayamayız dedi. Bu İngiltere’nin tarihinde dönüm noktası olacak yeni bir yaklaşımı yansıtıyordu. Artık İngiltere, uluslararası ilişkilerde tek başına ağırlık sahibi olamayacaktı.

Lloyd George’un Türk Kurtuluş Savaşından sonra yaptığı bir konuşmada Atatürk ile ilgili olarak şu sözleri söylediği yabancı kaynaklarda yer almaktadır:

  • “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor.
  • Şu talihsizliğimize bakın ki, böyle bir dahi Küçük Asya’da karşımıza çıktı.
  • Hem de bize karşı! Elden ne gelebilirdi ki?[1]

Mudanya Mütarekesinden sonra Atatürk yakın arkadaşlarıyla beraber Bursa’ya geldi. Orada General Refet Bele’yi Ankara Hükümeti’nin İstanbul Temsilciliğine ve Trakya’daki Türk birliklerinin komutanlığına atadı. İsmet Paşa’yı da Lozan Konferansında Türk Heyeti Başkanlığına atama kararını orada kesinleştirdi. Bunun için İsmet Paşa’nın Dışişleri Bakanlığına atanması gerekiyordu. Atatürk o görevde bulunan Yusuf Kemal Tengirşek’e, bu görevi İsmet Paşa’ya devretmesini rica etti. İtilaf devletleri 13 Kasım’da Lozan’da başlayacak Barış Konferansı için davette bulundular.

Lozan müzakerelerinde İsmet Paşa her vesileyle Mudanya’da sağladığımız sonuçları dile getiriyor, buna karşılık Konferansa başkanlık eden İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise “Siz Mudanya’dan geldiniz ama biz Mondros’tan geldik. Siz Yunanları yendiniz ama İtilaf Devletlerini yenemediniz..” diyordu. Oysa Atatürk, Kurtuluş Savaşının İngiltere’nin liderliğindeki emperyalist ülkelere karşı yapıldığını ancak Yunanistan’la savaşıldığının söylendiğini” vurgulamıştır. Gerçekten Mudanya’da Yunan delegesinin masaya bile oturamaması, gerçek durumu ortaya koymuştu. Türkiye’nin masadaki muhatabı İtilaf devletleriydi ve Kurtuluş Savaşı gerçekte o devletlere karşı yapılmış, Yunan kuvvetleri 1919 Paris zirve toplantısında İtilaf devletlerince Türkiye’ye saldırmaya yönlendirilmişti ve Lozan’da Venizelos da bu gerçeği İsmet Paşa’ya açıkça söylemişti.

İşin esası Mudanya Mütarekesi bir ateşkes antlaşmasının boyutunu çok aşan ve Lozan Barış Antlaşmasının zeminini hazırlayan bir antlaşmaydı ve Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye, Mudanya ve Lozan’da peş peşe iki siyasal zafer kazanmıştı. Bu diplomasi zaferlerinde İsmet Paşa’nın rolü büyüktü.

Bütün bunlar, Mudanya Belediyesi’nin Mudanya Barış Yolu Ödülü koymasının ve bu yıl bu ödülün Mudanya Mütarekesinin 100. yılı vesilesiyle Atatürk’ün en yakın arkadaşı İsmet İnönü’ nün kızı ve İnönü Vakfının kurucu başkanı çok değerli Özden Toker’e verilmesinin ne denli doğru olduğunu gösteriyor. Hem Mudanya Belediyesini hem de değerli dostumuz Özden İnönü’yü bu vesileyle içtenlikle kutluyorum.

Kılıçdaroğlu’nun din takıntısı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

1990’lı yıllarda “başörtüsü hakkını” savunarak mağdur rolüne bürünen dinci siyasetçiler, 2002 yılından sonra, AKP’nin çatısı altında, teokratik bir dikta rejimi kurarak demokrasiyi ve laikliği ortadan kaldırdılar.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi ise geçtiğimiz hafta, Türkiye’de demokrasi ve laiklik sorunu yokmuş gibi, kamu kurumlarında ve işyerlerinde başörtüsünün takılabilmesini ve kara çarşafın giyilebilmesini de güvence altına alan yasal bir düzenleme yapılmasını önerdi ve bu konuda TBMM’ye bir teklif verdi!

1990’lı yıllarda İslamcı teröristler tarafından katledilen Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı ve hukukçu Muammer Aksoy; tarihçi, ilahiyatçı, yazar ve SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok; emekli müftü, araştırmacı ve yazar Turan Dursun; gazeteci ve yazar Uğur Mumcu; siyaset bilimci ve yazar Ahmet Taner Kışlalı gibi gerçek mağdurları unutturan CHP yönetimi, AKP’nin gölgesinde siyaset yapma alışkanlığından vazgeçemedi!

  • İran’da yüzlerce kadının başörtüsü takmadığı için katledildiği ve milyonlarca İranlının özgürlük mücadelesi verdiği bir ortamda, CHP yönetimi ortaçağ karanlığına gömüldü!

Arabistan töresinin, geleneğinin ve kültür emperyalizminin simgesi olan;
kadının bedeninin, cinselliğinin ve özgürlüğünün baskı altına alınması amacıyla
yüzlerce yıl önce icat edilen başörtüsü ve kara çarşaf,
CHP yönetimi tarafından,
özgürlük ve evrensel insan hakları paradigmasının içine sokuldu!

***
Üniversitelerde başörtüsünün yasaklanarak başörtülü vatandaşların laik ve bilimsel eğitimden yararlanmalarının engellenmesi yanlıştı. Ancak bu yanlış, başörtüsünün ve kara çarşafın ne anlama geldiğiyle ilgili gerçekleri değiştirmez.

Ayrıca, üniversitelerdeki başörtüsü yasağı ile bazı kamu kurumlarındaki başörtüsü ve kara çarşaf yasağı aynı kategoride değerlendirilebilecek şeyler değildir. Üniversitedeki başörtüsü yasağı, eğitim hakkının engellenmesiyle ilgili bir durumdur.

Askeriye, Emniyet, yargı gibi belli bir kıyafet disiplininin geçerli olduğu, din, mezhep ve dünya görüşü bağlamında tarafsızlığın en üst düzeyde tüm ayrıntısıyla dışa vurulmasının son derece önemli olduğu hassas kurumlarda, başörtüsü ve kara çarşaf özgürlüğü, kurumların, toplumun, kamunun, devletin özgürleşmesini değil, dinin ve mezhebin esiri olmasını sağlar!

Ayrıca başörtüsü ve kara çarşaf, CHP’nin önerdiği gibi yasayla veya AKP’nin önerdiği gibi anayasayla düzenlenecek bir şey değildir. Kıyafetle ilgili konular, kurumların iç yönetmelikleriyle ve yönergelerle düzenlenebilecek konulardır.

  • CHP yönetimi bu girişimiyle, hukuk önünde de komik bir duruma düşmüştür!

Başörtüsünün ve kara çarşafın, İslamın bir gereği gibi sunulması da bir cehalet örneğidir.

İslam dininin temeli olan Kuran’da,
kadının saçlarını ve bedeninin tamamını örtmesini
zorunlu kılan hiçbir ayet yoktur.

CHP yönetimi, demokrasi, laiklik, hukuk, ilahiyat alanlarında, yani konuyla ilgili tüm alanlarda, sınıfta kalmıştır!
***
CHP’deki bu sorunlar aynı zamanda, kurultay tarafından kabul edilen parti programının, parti tüzüğünün ve partinin yetkili organlarının işletilmemesinden kaynaklanmaktadır.

Parti tüzüğünün 20. maddesinin 1. bölümüne göre, parti meclisi, kurultaydan sonra partinin en yüksek karar organıdır. Parti meclisi, parti tüzüğünün 21. maddesinin 1. bölümüne göre de, parti programı, kurultay kararları ve seçim bildirgeleri doğrultusunda, iç ve dış gelişmelerle ilgili politika ve strateji kararlarını alır.

Başka bir deyişle genel başkan, parti programını, parti tüzüğünü ve parti meclisini yok sayarak, iç ve dış gelişmelerle ilgili politika ve strateji kararlarını, birkaç yakın çalışma arkadaşıyla birlikte alamaz ve sosyal medya veya herhangi bir medya organı üzerinden bu kararları kamuoyuna duyuramaz.

Genel başkan partiyi temsil eder, partiyi bağlayan demeçleri verme ve bildiri yayımlama yetkisine sahiptir, ancak bu temsil ve yetki, kurultayın, parti programının ve parti tüzüğünün belirlediği sınırları aşamaz.

28 Şubat kumpası

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Ağustos 2022

 

Yaklaşık bir yıl önce, emekli komutanlar ve askerler Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp ve Vural Avar, hukuka aykırı bir biçimde tutuklandılar.

Böylece, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” ve “Gezi” adıyla anılan sahte yargı süreçlerine ve kumpaslara bir yenisi daha eklendi, yargı bağımsızlığını güvence altına alan anayasanın 138. maddesi, AKP hükümeti tarafından bir kez daha ihlal edildi.
***
1990’lı yıllarda Türkiye’de, laiklik karşıtı siyasal örgütlenmeler ve laiklik karşıtı terör örgütlenmeleri, paralel biçimde yükselişe geçti.

Refah Partisi, 1991 genel seçimlerinde %17 oy aldı ve 1995 genel seçimlerinde %21 oy alarak 1. parti oldu.

1990 yılında, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanı-hukukçu Muammer Aksoy, ilahiyatçı-yazar, SHP parti meclisi üyesi Bahriye Üçok, yazar-araştırmacı Turan Dursun, gazeteci-yazar Çetin Emeç; 1993 yılında gazeteci-yazar Uğur Mumcu; 1999 yılında siyaset bilimci-yazar Ahmet Taner Kışlalı katledildi.

1993 yılında yazar Aziz Nesin’in ve Alevi sanatçıların hedef alındığı Sivas’taki olaylarda, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Edibe Sulari, Asaf Koçak, Behçet Aysan, Mehmet Atay, Uğur Kaynar, Muammer Çiçek’in de bulunduğu 33 sanatçı ve Pir Sultan Abdal Derneği üyesi yakılarak katledildi.

Söz konusu aydınlar katledilmeden önce, yıllarca RP’li siyasetçiler ve onları destekleyen yayın organları tarafından hedef gösterildi!

Laiklik karşıtı kesimin, üniversitelerdeki başörtüsü (AS: Türban!) yasağından dolayı kendisini mağdur ilan ettiği yıllarda, laikliği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini savunanların can güvenlikleri bile yoktu!

Bu yıllarda en büyük mağduriyeti yaşayanlar, üniversitede başörtüsü yasağına maruz kalanlar değil, laiklik karşıtı teröristler tarafından katledilenler, laikliği ve Cumhuriyet Devrimlerini savunanlardı.
***
28 Şubat 1997’de, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakan, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu koalisyon hükümeti döneminde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu, laiklik karşıtı örgütlenmelerin önlenmesine yönelik kimi somut önerilerde bulunan bir bildiri yayımladı.

Bu gelişmeden sonra hükümet ile cumhurbaşkanı, hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında gerginlikler yaşandı, DYP’den birçok milletvekili, RP ile koalisyon ortaklığına karşı çıktı, birçok DYP milletvekili istifa etti ve RP-DYP koalisyon ortaklığı için gerekli çoğunluk ortadan kalktı, hükümet düştü.
***
Bunun üzerine, “ikinci cumhuriyetçi” neoliberaller ile birlikte, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç gibi RP’li siyasetçiler, “postmodern darbe” söylemine başvurdular. Oysa ortada ne bir darbe vardı ne de bir darbe girişimi.

ABD destekli 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri konusunda yeterince sesini çıkarmayan laiklik karşıtı siyasetçiler, teokrasiyi demokrasi olarak pazarladılar. Üniversiteler ve medya da bu kirli oyuna alet oldu!

Erdoğan, Gül ve Arınç daha sonra AKP’yi kurdu; AKP iktidar oldu ve 2008 yılından itibaren (AS: başlayarak)

  • AKP demokratik, laik, hukuk devletini ortadan kaldırarak anayasal düzeni yıktı ve sivil darbe yaptı!

1997’de anayasal düzen hatırlatması yapan, bugün 70 yaşın üzerinde ve ciddi sağlık sorunları olan komutanlar ise darbe yaptıkları iddiasıyla hapishaneye yollandı!

İşadamı Osman Kavala’nın ve eski HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın hukuka aykırı biçimde hapishanede tutulmasını eleştirenlerin, 28 Şubat kumpasından dolayı hapiste yatan komutanlara ve askerlere sahip çıkmamaları, büyük bir çelişki ve ikiyüzlülüktür.

ABD ve Avrupa Birliği emperyalizmi, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV” ve “Casusluk” kumpaslarında nasıl üç maymunu oynadıysa, 28 Şubat kumpasında da aynı tavrı sergilemektedir!

  • Muhalefetin, bu konuda ABD’nin ve AB’nin gölgesinde kalması ise utanç vericidir!

Diyanet ‘AK’ademisi 

MUSTAFA GAZALCI
16. ve 22. DÖNEM DENİZLİ MV., EĞİTİMCİ

26 Mart 2022 Cumhuriyet

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Ukrayna Rusya savaşı, halkın geçim sıkıntısı, bir türlü sona ermeyen Covid-19 salgını sürerken, Diyanet “AK”ademisi önerisi 16 Mart 2022’de yasalaşıverdi.

Öneriye Meclis Genel Kurulu görüşmelerinde cılız bir iki eleştiri dışında nedense karşı çıkılmadı. Hemen her partiden milletvekilinin katkısıyla düzenleme 277 kabul, 10 çekimser oyla yasalaştı. Birçok milletvekili ne hikmetse oylamaya katılmayıp oyunun rengini belli etmemeyi yeğledi.

Hangi derde çare olacağı anlaşılamayan, gürültüsüz biçimde yasalaşan akademi YÖK’e, bir üniversiteye, Milli Eğitim Bakanlığı’na değil, doğrudan Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) bağlı olacak. Din adamı yetiştirecek, yeni dinsel merkezler açacak, toplantılar, kurslar düzenleyecek, kadrolar, diplomalar dağıtacak.

BÜYÜDÜKÇE BÜYÜYEN DİYANET

Yedi bakanlığın bütçesinden daha büyük bütçesi, sözleşmelilerle birlikte yaklaşık 150 bin personeliyle DİB, kurulacak bu akademiyle daha da büyüyecek.

Başkanlık içinde zaten var olan Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü, akademi için sayılan bu işleri yapıyordu. Yeterli olmamış ki şimdi akademi açılıyor. Bu, daha önce açılan Polis Akademisi’nden, Adalet Akademisi’nden farklı. Onlar kendi elamanlarını yetiştirir, hizmetiçi eğitim verirken Diyanet “AK”ademisi her yaştan insana eğitim verecek.

Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve nice aydın yıllar önce Milli Eğitim Bakanlığı’nın giderek Diyanet İşleri Bakanlığı’na dönüşeceğini birçok kez yazıp söylediler. Bu öngörü çoktan gerçekleşti.

  • Günümüz Milli Eğitim Bakanlığı’nda her türlü tarikat, cemaat rahatça at koşturuyor.

Şimdi Diyanet Akademisi’nin yasalaşmasından sonra durum daha da içinden çıkılmaz bir duruma geldi. Ortaklık, işbirliği kesmedi, biz de eğitim yapacağız dediler. Yapıyorlar, belli ki yapacaklar.

ÇATALLI EĞİTİM

  • Böylelikle Cumhuriyet öncesindeki iki kanallı (dinsel-bilimsel) eğitime döndük.

Osmanlı’daki medrese-okul ikilemi bugün Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla sürüyor.

“Diyanet’in 2021 etkinlik raporuna göre MEB’e bağlı okulöncesi eğitim kurumlarına gitmesi gereken 4-6 yaş arasındaki çocuklardan 782,694’ü, 2015-2021 yılları arasında Diyanet’in Kuran kurslarına katıldı.”(1)

Önceden çocuklar 5. sınıftan sonra Kuran kurslarına giderken 2011’de bu sınır sıfırlandı. O zaman da partiler oy kaygısıyla sesini çıkarmadı, uyarılara karşın konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürmedi. Diyanet boşluğu hemen doldurdu,

  • milyonlarca çocuk küçücük yaşlarda Kuran kursuna, dinsel kurslara gitmeye başladı.

Yeni yasalaşan Diyanet Akedemisi de il ve ilçelerde Kuran kurslarının yanında “dini merkezler” de açacak. O merkezlerde bu kurslardan ayrı nasıl bir etkinlik yapılacağı tam belli değil.

ÖĞRETİM BİRLİĞİNDEN VAZGEÇİLEMEZ

  • Cumhuriyetin laik ve bilimsel eğitiminin temeli olan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası (sözde) bugün de geçerlidir. Anayasanın 174. maddesiyle güvence altındadır.

Bu devrim yasası bütün eğitim kurumlarının programlarının bilimsel olmasını ve MEB’e bağlanmasını öngörür.

AKP 20 yıldır yasalarda, yönetmeliklerde değişiklikler, yeni düzenlemeler yaparak Cumhuriyetin Öğretim Birliğine dayanan laik, bilimsel eğitim anlayışını adım adım dinselleştirdi. Diyanet Akademisi de bunun en büyük adımlarından biridir.

Çanakkale için yayımladığı hutbede Atatürk adını anmayan Diyanet’in kendisine bağlı akademide eğitimi kimlerle, nasıl yapacağı belli (değil)dir. Diyanet’in açacağı kurumun  “AK”ademi olacağına kuşku yok!

  • Cumhuriyeti kuranların en başta kabul ettikleri Öğretim Birliği içinde laik, karma ve bilimsel eğitimden vazgeçilemez.

1) Sefa Uyar, Okul yerine Kuran kursu, Cumhuriyet, 09.03.2022
========================================
Dostlar,

Bu yasanın Anayasa Mahkemesine iptal istemiyle taşınması gerekiyor (m.150).
Apaçık Anayasa md. 2, 24, 42, 130, 174 ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığını düzenleyen 136. maddeye aykırı. Anayasanın anılan 150 maddesi şöyle :

  • Kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi
    İçtüzüğünün veya bunların belirli madde ve hükümlerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubuna ve üye tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir.

CHP’nin 135 vekili var. 22’si bu yasa önerisine (teklifine) “evet” oyu vermiş Kemal Anadol’a göre.


135 – 22 = 113 vekil yetmiyor. Ama başka partilerden ekleme ile 120 vekil imzası sağlanabilir.

Ayrıca, bu 120 vekil ile sınırlanmadan, “Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubuda yetkili olup, CHP’nin TBMM grubu da AYM’de iptal davası açabilir, açmalıdır. AYM’nin ne yönde karar vereceğini hep birlikte görmeliyiz.

AKP = RTE iktidarı giderayak dini siyasete alet etmede pervasız davranmaya başlamıştır.

Bu tabloya kayıtsız kalınamaz. Eğer gerçekten AKP’li vekiller “kendiliklerinden” (!!??) bu yasa önerisini Anayasa md. 88 uyarınca kendileri, Saray’dan bağımsız verdiler ise, Saray = RTE veto etmelidir.  (Ne çok hayalciyiz değil mi!!??) Erdoğan veto ederse (Anayasa m.89/2), TBMM’de salt çoğunluk (301 vekil) aranacaktır yeniden kabul için. Bu aşamada AKP + MHP bloku için kolay olmayabilir en az 301 oy sağlamak. Zaten Sarayın vetosu belirleyici olur ve öneri (teklif) kadükleşir..

Ne var ki, Saray’dan “icazetsiz” AKP’li vekillerin böylesi bir yasa önerisi (teklifi) sunamayacakları da 2X2=4 kadar kesin! İşte tek adam rejimi.. İşte tutsak alınan TBMM = Ulus egemenliği!

AKP’li vekilleri de bu gözü kara gidiş karşısında bir kez daha sağduyuya çağırıyoruz!!??
(düş kurmacayı sürdürüyoruz!!)

Türkiye kamuoyu, en yüksek sesle karşı çıkışını sergilemek zorundadır.

Sevgi ve saygı ile. 27 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 09 Şubat 2022

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 09 Şubat 2022

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

BAĞIMSIZ

Avrupa Konseyi, AİHM kararına rağmen Kavala’yı tahliye etmeyen Türkiye’yi AİHM’e havale etti.

Karara tepki gösteren Dışişleri Bakanlığı; ”Ülkemizde devam eden bağımsız yargı sürecine müdahale edildiğini ”açıkladı.

Yargı süreci tamam da “bağımsız yargı” anlaşılmadı?..

KDV

CHP Milletvekili Turhan Aydoğan’ın elektrik, su, doğalgazdan KDV alınmaması için verdiği önerge Cumhur ittifakınca reddedildi.

Seçimde KDV olarak döner…

PİK

Şubat ayı %48.6 enflasyon ile rekor kırdı. “Enflasyon Ocak’ta pik yapar” diyen Bakan Nebati şimdi de “Nisan’da pik yapar” dedi.

Nisan olmazsa Mayıs, o da olmazsa Haziran iyidir.

SOY

HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Feleknas Uca, bölücü terör örgütü PKK’ya karşı yapılan “Kış Kartalı” operasyonunu ‘soykırım’ yalanıyla hedef aldı. Uca, NATO ve AB’ye çağrı yaptı.

Terörün vekili…

DUA

Corona’ya yakalanan RTE mesajında “… Görevimizin başındayız. Çalışmalarımıza evde devam edeceğiz. Dualarınızı bekliyoruz.” yazmış.

Her dakika duacıyım…

HAPİS

RTE, “Ben istirahatlere pek alışık değilim, şimdi böyle bir durum oldu, yani bizi eve hapsettiler.”

Beteri var…

BANKAMATİK

İBB’den 1.5 milyon TL’ye yakın astronomik burs alan AKP’li Eski Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’nın kardeşi de 18 yaşında üniversiteye başladığında İBB’de işe başlamış.

Bunlar İmamoğlu’nu hedef tahtasına koymasın da ne yapsınlar…

ÖNEMSİZ

Corona vakaları günlük yüz bini, ölümler 200’ü geçmişken Sağlık Bakanı “ Endişelenmeye mahal yok” dedi.

Haklı, en fazla ölürüz…

HESAP

Kocaeli Belediye Başkanı Tahir Büyükakın “2023’te 100 yıllık büyük hesaplaşma olacak” dedi.

Geleceği görmüş. Seçim ve hesap kesim tarihi…

MİLLİ

Devlet Bahçeli, ABD Büyükelçisinin göreve başlar başlamaz İmamoğlu’nu ziyaret etmesine tepki gösterdi.

Haklı. Ancak:

Washington Büyükelçimiz Murat Mercan’ın güven mektubu, gidişinden aylar sonra Beyaz Saray Güvenlik Konseyi’nin bir üyesi tarafından bir restoranda kabul edilmişken, ABD Ankara Büyükelçisinin gelişinden bir hafta sonra sarayda Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilişini de eleştirebilseydi, hem daha haklı hem dürüst hem de milliyetçi olurdu…

HELAL

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Dönmez, perşembe gününden bu yana ciddi elektrik kesintileri ve kar esareti (AS: tutsaklığı) yaşanan Isparta’ya giderek “Hakkınızı helal edin, birkaç gün enerjisiz kaldınız” dedi.

Halk zamlı faturaları ödemezse helal mi edilecek, faizi mi istenecek?

Şeriatla mı yönetiliyoruz? Helallik dilemek mi hesap vermek mi?…

HAİN

Atatürk’e ve Kuvayı Milliyecilere hakaret eden ve vatana ihanetten idam edilen İskilipli Atıf, ölümünün 96. yılında, Çorum Valisi, Belediye Başkanı, Hitit Üniversitesi Rektörü ve AKP Çorum milletvekili tarafından anıldı. Vali, anmaya katılışını savunurken Uğur Mumcu’nun sözlerine sığındı.

Yumuşakçalar, sığınmak için sert kabuklu arar…

FETÖCÜ

Emekli Askeri Hâkim Ahmet Zeki Üçok, Milli Savunma Bakan yardımcıları Muhsin Dere’nin ByLock kullanıcısı, Yunus Emre Karaosmanoğlu’nun ise ABD’nin ‘güvenilir irtibatı’ olduğunu öne sürdü.

Bakan Akar?..

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’ten (Tekrar)

  • Eyy yobazlar alemi; Atatürk’e saldırmak daha kaliteli bir dindar olduğunuz değil, daha kaliteli bir şerefsiz olduğunuz anlamına gelir…

NEO-LİBERAL KAPİTALİZMİN SALGINLA SINAVI

Dostlar,

Bu gün, 26 Ocak 2022 Çarşamba günü saat 20:30’da bir konferansımız olacak.

Başlık : NEO-LİBERAL KAPİTALİZMİN SALGINLA SINAVI

Bilindiği gibi 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu yoldaşımızın kahpece öldürülmesinin üstünden 29 yıl geçti.

24 Ocak “yüklü” bir  gün. Yurtsever – yiğit Emniyet Müdürü (Diyarbakır) Gaffar Okkan‘ı da yine bir 24 Ocak günü (2001) bizden koparıp aldı karanlık kontr-gerilla güçleri (yerli – yabancı ve dinci). O gün, çözdüğü Uğur Mumcu cinayetini açıklayacaktı. Makam aracı havaya uçurularak 5 korumasıyla birlikte şehit edildi. Katil sürüleri panikteydi.

24 Ocak 1980’de Türkiye’yi neo-liberal kapitalizme post-modern sömürge olarak sunan, bu merkezlerce dikte edilen “ekonomik kararlar” (!) açıklandı ve 42 yıl sonra “hal-i pür melal” imiz ortada. (http://ahmetsaltik.net/2022/01/24/bir-kez-daha-ugurlar-olsun-yigit-yoldas/ ve http://ahmetsaltik.net/2021/01/24/24-ocak-1980-kararlari/)

Bu son “24 Ocak”ta ise yurtsever – korkusuz – yetenekli sinema sanatçısı Fatma Girik bizleri koydu gitti..

34 yaşında Ceza Hukuku Profesörü olan parlak zekalı bir bilge aydınımız Uğur Alacakaptan da veda etti yaşama 2 gün önce. Kalpaksız kuvayı milliyeci Uğur  Mumcu, Sakıncalı Piyade adlı görkemli kitabında yazarak tarihe mal etmişti :

Her 2 “Uğur”a, Mamak Askeri Cezaevinde, ellerine kazma verilerek,

  • kanalizasyon buzlarını kırmaları “emredilmişti” !!

Bu insanlık dışı davranışların yaşayan özneleri aynaya bakabiliyor mu acaba?(http://ahmetsaltik.net/2022/01/25/buz-kiran-hoca-ugur-alacakaptan/)

Ruhsal apseleri kendilerine rahat veriyor mu acaba?
Ya da yaşayan yakınları, utançtan kıvranıyorlar mı acaba?
Kamuoyu önünde açık özür dileyerek pişmanlık açıklayana tanık olmadık ne yazık ki!
***
Bu akşam NÜSED bize bir görev verdi. NÜSED, “Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği“.. Prof. Dr. Nusret Fişek, Dr. Uğur Cilasun… kurucularındandı. Şimdiki Başkanımız, Hacettepe Tıp’tan sınıf arkadaşımız (1971’de başlayan) 50+ yıllık kadim meslektaşımız Dr. Dermen Boztok (Halk Sağlığı Uzmanı). Biz de bu Derneğin Onur Kurulu üyesiyiz. Geçen yıl da bizi görevlendirmişlerdi Adalet ve Demokrasi Haftasında NÜSED adına konuşma yapmamız için.. Görevimizi yapmaya çalıştık, youtube ortamında canlı yayın ile (kovit-19 salgını nedeniyle..) İzlemekiçin görselin (erişkenin) üstündeki ok tıklanabilir.

Bu yıl, 2. yılını bitiren ve hala süren salgın nedeniyle gene sanal ortamda sunum yapacağız, görev bize verildi NÜSED tarafından. Bu kez hem youtube hem de zoom ortamında eşzamanlı canlı yayın çabasındayız teknik bir aksilik yaşamaz isek.


Aşağıdaki görselin üzerindeki ok tıklanarak saat 20:30’da başlayacak konferansımız youtube ortamında izlenebilir. Zoom üzerinden izlemek isteyenler için bilgiler altta.

Güncelleme                     :
Konuşmamızı youtube ortamında canlı yayınladık. Üstteki görselde ok işareti tıklanarak izlenebilir (80 dk.).
***
2019’un son günlerinde Çin’de başlayan Kovit-19 salgınını küresel toplum neden 25 aydır denetim altına alamadı? Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) ulaşabilen “resmi” verilerle 360 milyon insan hastalandı ve 5,6 milyondan çok insan öldü! DSÖ, iyimser bir yaklaşımla bu sayısal verilerin, özellikle ölümlerin 3 – 3,5 ile çarpılması gerektiğini düşünüyor. Türkiye’de 2020 ölüm istatistikleri hala yayınlanmadı! 2020’de resmen ilan edilen Kovit-19 ölümü 21 bine çok yakın. Ancak hesaplamalarımız 257 bin saklanan ölüm olduğunu ortaya koyuyor.. Açıklananın 12 (on iki) katından çok! Bu verileri web sitemizde ve SÖZCÜ gazetesinde paylaştık (12 Kasım 2021, Uğur Dündar’ın köşesi, http://ahmetsaltik.net/2021/11/12/salgini-yonetemeyen-iktidar-olum-sayilarinda-yalan-mi-soyluyor/)

20221 ölüm verileri Haziran 2022 sonlarında açıklanır umarız.
Türkiye’de durum böyle. Ayrıca ölenlerin özellikleri, özellikle sosyo-ekonomik durumları son derece önemli. Kimler ölüyor? Dünyada ve Türkiye’de kurbanlar kimler??

İrrasyonel, insanlık dışı neo-liberal kapitalist politikalar neden salgını denetim altına alamıyor ve masum insanlar hastalanıp ölüyorlar??

  • Quo vadis, neo-liberal kapitalizm??
  • Neo-liberal kapitalizm, quo vadis?

Bu sorulara yanıt arayacağız bu gece sunacağımız konferansta..
(Salgının başından bu yana, 434. konuşmamız olacak..
Yazdıklarımızı da SALGIN YAZILARI başlığı altında kitaplaştırma çabasındayız.)

– Bir devlet ki can güvenliğini sağla(ya)mıyor, ko gitsin.
–  Kontrgerilla cinayetlerini engelle(ye)miyor, hesap soramıyor, at çöpe.
– Türkiye devletsizdir, yeniden kurmalı!
– “BİLHASSA KİMSESİZLERİN KİMSESİ CUMHURİYET“i; Yüce ATATÜRK‘ün tanımı ile.
– Başaracağız!

İlgi ve bilginize sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 26 Ocak 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

UĞURLAR OLSUN

Suay Karaman

28 yıldır olduğu gibi bu yıl da 29. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda başta Uğur Mumcu olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı içimiz burkularak, sevgiyle ve saygıyla bir kez daha anıyoruz. Anılarının yolumuza ışık saçtığının bilincindeyiz. Uğur Mumcu, ilke ve değerleri için yaşayan tartışmasız bir Kemalist, yurtsever bir devrimciydi.

Bu gün (24 Ocak 2022) yurdumuzun birçok yerinde Uğur Mumcu’yu anma toplantıları yapılmaktadır. Bu anma toplantılarında amaç salt Uğur Mumcu’yu anmak değil, anlamak da olmalıdır. Uğur Mumcu’yu anladığımız zaman, ülkemiz üzerinde oynanan emperyalist oyunları görmek ve daha iyi anlamak mümkün olacaktır.

  • Bugün her yönden sıkıntıya sokulmuş ülkemizde Uğur Mumcu’yu anlamak, Kemalist ilke ve devrimleri özümseyerek, tam bağımsızlığa sarılıp, emperyalizme karşı direnmektir.

Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletine sahip çıkmaktır. Aydınlanma karşıtı hareketlere, ortaçağ artıklarına isyan etmektir, başkaldırmaktır. İşte Uğur Mumcu’yu anlamak böyle tanımlanır.

Ancak toplum olarak Uğur Mumcu’yu yeterince anlayamadık. 3 Kasım 1970’te Devrim Gazetesi’ nde yazdığı “Namus Borcu” adlı yazısını anlayabilseydik

  • “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız. Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimini savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

sözleri karşısında Atatürk’e saldıranlara, heykellerini parçalayanlara ve 27 Mayıs Devrimi’ni yok sayanlara, aynı sertlikle karşılık verirdik.

Uğur Mumcu’yu yeterince anlayabilseydik, 27 Haziran 1975 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı “Kanıksamak” adlı yazısındaki

  • “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlılığını yitirmesidir. Yaşadığımız olaylar demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. Unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar”

sözleri karşısında, bugünkü suskunluğumuza ve tepkisizliğimize son verirdik.

16 Nisan 2017 tarihindeki halk oylamasında mühürsüz oyların geçerli sayılması sonucunda açıkça bir sahtecilikle ülkemizin rejimi değiştirilmiştir.

Muhalefetin de kabullendiği bu oylama sonucunda, ülkemizde tek adam rejiminin önü açılmıştır. Yaşadığımız günler, cumhuriyet tarihimizin en kritik ve en karanlık dönemleridir. Cumhuriyetin temel ilkelerine, demokratik ve laik devlet düzenine, hukuku çiğneyip, anayasaya karşı olduğunu açıkça beyan eden bir siyasal kadro, ülkemizi ortaçağ karanlığına sürüklemektedir.

Uğur Mumcu’nun yıllar önce söylediği imam hatip mezunlarının subay, emniyet müdürü, kaymakam, vali, savcı, hâkim olduğu günleri yaşamaktayız.

  • Devlet yönetimi imam hatipliler tarafından ele geçirilmiştir.

Ancak her şeye karşın Uğur Mumcu’nun 23 Şubat 1977’de Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı “Vur, Öldür, Yaşatma” adlı yazısındaki umut dolu söylemlerin, bize gelecekteki aydınlık günleri müjdelediğini de unutmamalıyız.

  • “Gün gelecek, bütün bunların hesabı sorulacaktır. Gün gelecek, akıttıkları kan gölünde boğulacaklardır. Göreceksiniz, bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün. Ama bu hesap sorulacaktır. Bir gün mutlaka sorulacaktır. Yarın, öbür gün, ama mutlaka sorulacaktır”

“Devri sabık yaratmayacağız” diyenlerin aksine, yapılan tüm yolsuzluklardan, talandan, hukuksuzluklardan hesap sorulacağı bilinmelidir. Uğur Mumcu’yu ve öldürülen tüm yurtsever aydınlarımızı anmanın ötesinde anlamak için, çok emek harcamalı ve bilinçli şekilde örgütlenmeliyiz.

Umutsuzluğa yer yoktur, büyük önderimiz Atatürk’ün bize sunduğu aydınlık yola yeniden gireceğimiz günler gelecektir. İşte bu yüzden hepimize büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir.

Uğurlar olsun aydınlık günlere…

Buz kıran hoca: Uğur Alacakaptan

Hamdi Yaver AKTAN
YARGITAY ONURSAL CEZA DAİRESİ BAŞKANI

Cumhuriyet, 25 Ocak 2022

 

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Prof. Dr. Uğur Alacakaptan, “Arkadaşlar, bu son dersim, hukuk fakültesinden ayrılıyorum” sözleriyle derse başladığında öğrenciler derin bir sessizliğe bürünmüştü. Neden ayrıldığı sorulduğunda, “Sonra duyarsınız” demiş ve siyasete gireceğini açıklamıştı.

SİNİR HARBİ

Ayrılıyordu ama sınav kağıtlarını okuyacaktı! O son dersini veriyordu; bizler de o son dersi dinliyorduk. “Suçun Unsurları” kitabı yaklaşık elli yıldır başvuru ve başucu kitabımdır. Otuz üç yaşında profesör, en genç yaşta dekan olmuştu. Hem ceza hukukçusu hem de en genç dekan olunca kendisine “buz kırma” görevi verilmişti (!) Nerede mi? Mamak Cezaevi’nde!

Uğur Mumcu’nun o unutulmaz kitabı Sakıncalı Piyade’de ayrıntılı öyküsü yazılı. Karşıda Hüseyin Gazi Tepeleri! Mamak Cezaevi avlusu ise buzlarla kaplı!

Ankara Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Asistanı genç Uğur Mumcu ile en genç ceza hukuku profesörü ve en genç dekanı Prof. Dr. Uğur Alacakaptan buz kırmakla görevlendirilmişler.

Uğur Alacakaptan ve Uğur Mumcu, Mamak Cezaevi’nde “buz kırmak”la görevlendirilmişti. Mumcu, Sakıncalı Piyade eserinde bu olayı yazmıştı.

‘ESAS DURUŞ!’

İki adaş buz kırıyorlar kazmalarla. Verilen görevin yerine getirilmesinin gerekliliğini idare hukukçusu Mumcu, yerine getirilmemesinin yaptırımını da ceza hukukçusu Alacakaptan elbette biliyorlar!

O nedenle Mumcu’nun, “Hocam, sinir harbi yapıyorlar, aldırmayın” sözlerine, Alacakaptan yüz ifadesiyle aldırmadığını anlatmak istiyor. Ne var ki Hüseyin Gazi Tepeleri’nin karşısındaki Mamak Cezaevi’nin buzları kırılmıyor. Buza saplanan kazmayı sokmak isterken Alacakaptan’dan “Ah” sesi çıkıyor. Genç dekan yürüyemiyor. İdamlık Süleyman Kilisli Remzi ve Uğur Mumcu gardiyana haber verseler de aldıkları yanıt “Havalandırma saati bitmedi” oluyor.

Askeri hastanede izinden dönen doktor, elini beline götürerek ağrıyan yerini gösteren Hoca’ya bağırıyor: “Esas duruşa geç!”

Alacakaptan bir daha doktora gitmiyor.

HUKUK FAKİRLEŞTİ

Yıllar geçti… Düşünce özgürlüğü ile ilgili bir dosyada karşı oyumda bir hukukçudan alıntı yaparak yazmıştım: “Düşünce özgürlüğü yoksa hayat fakirdir…”

Ceza hukuku hocam Prof. Dr. Uğur Alacakaptan, bir incelemesinde aynen yazmıştı.

İstanbul’da, Türk Ceza Hukuku Derneği’nin düzenlediği sempozyumda karşılaşmıştım; sadece ismimi söylediğimde “Biliyorum Yargıtay’dan” diye başlayarak övücü sözleriyle beni mahcup etmişti. Prof Dr. Uğur Alacakaptan’dan yine dersimi geçtiğimi düşünmüştüm. Beni onurlandırmıştı; gururunu taşıyorum.

Ülkemizin büyük ceza hukukçusu aramızdan ayrıldı. Yaktığı ışıklar aydınlatmaya devam ediyor. Ne var ki eksildik, hukuk da fakirleşti.

Işıklarda kal hocam Uğur Alacakaptan…

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik