Etiket arşivi: Bernard Lewis

HACE BEKTAŞ VELİ’ye GÖRE AKIL DİN ve İMAN İLİŞKİSİ NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Hace Bektaş Veli diyor ki :

“İman akıl üzeredir, akıl sultandır. Sultan giderse naibi de (yani din ve iman da) gider. İman bir hazinedir. Şeytan bir hırsızdır. Akıl hazinedardır. Hazinedar (akıl) giderse hırsız hazineyi (yani imanı) çalar… ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”

Kıssadan hisse : İslam dünyasında ve Türkiye deki din anlayışı akılcılığa değil, büyük oranda nakilciliğe dayanır. Küçük istisnalar hariç (ayrıklar dışında), tarikat ve cemaat yapıları ise genellikle aklın din ve imandan kovulduğu yerlerdir.

Halbuki kutsal kitabımız Kur’anın temel kabulüne göre aklı olmayanın dini olmaz.
Aklını kullanmayanın üzerine pislik yağar.

Ulu Önderimiz M.K. Atatürk,

  • Dünyada en hakiki mürşit (kılavuz, yol gösterici) ilimdir, fendir… İlim ve fennin (bilim ve tekniğin) dışında mürşit aramak cehalettir, gaflettir dalalettir (sapkınlıktir).” dememiş miydi?

Akıl ve bilim dışı, toplumun vicdanını yaraylayan, din kisvesi giydirilmiş dinbazlık ve sapkınlıkların en büyük zararı bizzat dine dokunur.

Altı yaşındaki minik kız çocuğunun, gerekçesi din sosuna büründürülerek yetişkin bir insana nikahlanması ve yapılan vahşi cinsel tecavüzler herkesi derinden yaralamıştır.

Türkiye, mutlaka özgür akıl ve bilimle inşa edilen her basamaktaki laik eğitim politikası ve din öğretisine geri dönmelidir .

Umut kıran bir beklenti olsa bile, bu görev en başta Devletin, yani siyasal iktidarlar ve Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın görevidir. Bu konu üzerinde etraflıca (kapsamlı) düşünmek en başta gerçek dindar insanlar olmak üzere, her yurttaşımızın görevidir.
***
İbretlik bir tarihsel dinsel öykü de şöyledir :

Il. Halife Ömer, Fars kökenli Selman’a sorar
– Sence ben kral mıyım yoksa halife mi?
Selman (Selman-ı Farisi / Solomon Ferisi) şu yanıtı verir.
– Müslümanların tarlasına, toprağına bir dirhemlik bile bir vergi koyduğunda, bunu hukuksuz ve haksız yerde kullanırsan, Halife değil kralsın demektir…
Halife Ömer ağlar (×).

Devleti adil yönetmek, halktan toplanan vergilerin harcanma yerlerinin adaletli olması, yani kul hakkı tam da böyle bir şeydir.

  • Kadın, erkekle hak ve özgürlükler ile onur bakımından eşittir!

Ve kul hakkı, doğal olarak, aynı biçimde, çocuk ve kadınları da kapsar.
‐‐——-
(×) Bernard LEWIS; İSLAMIN SİYASAL SÖYLEMİ.
Çev. Ünsal Oskay, Kronik Yayınları, 2. Baskı 2022, sayfa 101.

Not. Krallık ya da sultanlık keyfi yönetimdir. Halbuki Halifelik hukuki, akli, dinsel ve ahlaki sorumluluk gerektirir. Yetkileri de sınırlıdır. (H. Çivi)

TÜRKLERİN İSLAMİYETİ KABULU, KÜLTÜREL ASİMİLASYONU, ALEVİLER VE ATATÜRK

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Baskın olan görüşe göre, Türklerin anayurdu Orta Asya’dır. Ancak tarihin belli bir aşamasından sonra, kuraklık, nüfus artışı ve Moğol baskısı… gibi nedenlerle Türklerin Orta Doğu’ya, Batıya ve hatta günümüz Avrupa’sına doğru yüzyıllar süren bir göç dalgası içinde oldukları bilinmektedir.

Güneşin doğduğu yer anlamına gelen Horasan Bölgesi ve suyun öte yakası anlamına gelen Maveraünnehir coğrafyası da yine Türkler için uzun süreli bir yerleşim ve yaşam bölgesi olmuştur. Günümüzde Tunceli Yöresi dahil, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, Alevi Türkmenler, Anadolu’ya Horasan’dan geldiklerini söylerler.

Peki bu tarihsel yolculuk sürecindeki Türk kavimleri dinsel ve kültürel kimlik yitimine uğradılar mı? Yani asimile oldular mı? Evet; Macar ve Bulgar Türkleri bunun günümüzdeki en somut örnekleridir. Macar ve Bulgar Türklerinin asimilasyonu dil, din, gelenek, töre gibi tüm kültür alanlarını kapsar.

Acaba asimilasyon ne demektir?

Asimilasyon insanların, bireylerin, toplulukların, toplum ya da ulusların (milletlerin) kendi öz kültürel kimliğinden, kültürel tarihinden, kültürel geçmişinden, anadilinden, dininden, gündelik yaşam alışkanlığından kopup başka bir toplumun kültürü içinde eriyip yok olması anlamına gelir.

Asimilasyon, zorla çeşitli azınlıklara dayatılan bir politika olabileceği gibi, baskın kültürün öbür etnik ve azınlık kültürlerini zamanla eritip yok eden yumuşak ve gizli politika süreçleri de olabilir. En hızlı asimilasyon devlet eliyle zorla yapılmaya çalışılan asimilasyondur.

Acaba Türkler, İslamiyetin kabulü ile birlikte, bir kültürel asimilasyon süreci içine girdiler mi, yani ana dillerini ve öbür kültür kodlarını, örneğin kadın – erkek eşitliğine dayanan aile yapısını… yitirdiler mi? Ünlü Orta Doğu uzmanı Bernard Lewis; 

  • Türklerin gelişi, bozkır halklarının Orta Doğu’ya nüfuz etmelerinin ilk aşamalarıydı… Türkler dalga dalga gelmiş ihtida ederek (Islamı kabul edip din değiştirerek) asimile olmuşlardı” (1).

Bernard Lewis’in bu saptaması doğru mu, kanımca evet, büyük oranda doğru. İslam dini kabul edilip Selçuklu Devleti kurulduktan sonra devletin resmi ve edebi dili Farsça, din dili de Arapça olarak kabul edilmişti.

Türk kültürü Acem ve Arap dilleri ile harmanlamaya, Türk aile düzeni de Arap aile düzeni olmaya, Arap kültür kodları, dinsel inancın ötesine geçerek, Türklerin binlerce yıllık aile ve toplum düzenini yeni baştan değişime uğratmaya başladı… Tek eşlilik, kadın – erkek eşitliği ortadan kalktı.

Uzun yıllar sonra, Anadolu Selçuklu Beyi Karamanoğlu Mehmet Bey,

  • “Bundan böyle divanda, dergahta ve bargahta Türkçe’den başka dil konuşulmayacak”

yani resmi dil, din dili ve konuşma dili Türkçe olacak buyruğunu verdikten kısa bir süre sonra öldürüldü..

Bu Arap ve Acem kültürlerinin asimilasyon sürecine direnen en önemli kesimler ise Alevi Türkmenler oldular. Gündelik yaşamlarında Türkçe’den asla vazgeçmediler. En önemli olarak da Arapça dayatılan din dilini Türkçeleştirip ibadetlerini Türkçe yapmayı, kanları ve canları pahasına günümüze dek sürdürmeyi başardılar.

Hiç kuşkusuz, Türk Dili’ne, Türk kimliğine ve Türk kültürüne, hem adıyla ve sanıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran ve hem de Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunu hayata geçiren M.K.Atatatürk olmuştur.

Atatürk’ün ölümünden, özellikle de 1950’lerden sonra giderek tedavüle (AS: dolaşıma) sokulmaya çalışılan ve günümüzde de hızlanarak süren siyasal İslamcı, sünni mezhebine dayalı kültür politikaları, yeniden, baskı ile  asimilasyon özlemlerini çağrıştırmaktadır.

Dilimize, tarihimize ve öz kültürümüze sırt çevirmek kanımca yanlış ve bozuk bir rotadır. Bu yanlış, akıl ve bilim dışı, rota her anlamda çıkmaz yoldur. Modern ve laik Cumhuriyetin yolu değildir. Mutlaka geri dönülmelidir.

(1)- BERNARD LEWIS, İSLAM, Akılçelen Kitapları, Çeviren Çağdaş Sümer. s.89. Ankara 2020.

İngiltere’nin tarihle sınavı

Dr. Onur ÖYMEN
Em. Büyükelçi / Müsteşar
(Cumhuriyet, 09.12.21)

Sözde Ermeni soykırımı iddiaları, 1. Dünya Savaşı yıllarında, İngiltere tarafından, propaganda amacıyla kullanıldı. “Wellington House” olarak anılan İngiltere Propaganda Bakanlığı, ünlü yazarlara, İngiltere’nin savaş yıllarındaki politikasını destekleyecek kitaplar yazmayı görev olarak verdi. Bu kitapların öncelikli hedefi Almanya ve Türkiye’ydi. Mavi Kitaplar denilen bu yayınlarda Alman askerlerinin Belçika’da çocukları süngüleyerek öldürdükleri, papazları çan kulesine astıkları iddia ediliyordu.

MİSYONERLER VE AKTİVİSTLER

Türkiye’yle ilgili olan ve Arnold Toynbee ile Viconte Bryce tarafından yazılan Mavi Kitap’ta, kaynak gösterilmeden, Türklerin Ermenilere yaptığı iddia edilen zulme yer verilmekte ancak Ermenilerin katlettiği Türklere hiç değinilmemekteydi. İngiltere’nin amacı ABD’yi İngilizlerin yanında savaşa katılması için etkilemekti.

Atatürk bu konudaki tespit ve düşüncelerini Nutuk’ta şöyle anlatıyor:

  • “Şüphe etmemek gerekirdi ki Ermeni kıtali konusundaki sözler, gerçeğe uygun değildir. Aksine, güney bölgelerinde, yabancı kuvvetler tarafından silahlandırılan Ermeniler, gördükleri koruyuculuktan cesaret alarak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmaktaydılar. İntikam düşüncesiyle her tarafta insafsız bir şekilde öldürme ve yok etme siyaseti gütmekteydiler.”

Savaştan sonra Wellington House’un, Mavi Kitapların dışındaki bütün yayınları imha edildi. Ancak Amerikalı tarihçi Justin McCarthy Mavi Kitap’ta adı verilmeyen kaynakların misyonerlerden, Ermeni aktivistlerden ve Ermeni Taşnak Partisi mensuplarından oluştuğunu saptadı.

‘LANET DERECEDE YALANLAR’

İngiliz Dışişleri Bakanı Chamberlain 1925 yılında Avam Kamarası’nda Almanya aleyhindeki Mavi Kitap’ın propaganda yalanı olduğunu açıkladı ama aynı şeyi Türkiye karşıtı Mavi Kitap hakkında söylemedi.

Amerika’da yayımlanan The Nation gazetesi, “Artık herkes biliyor ki savaş yıllarında gazetelerimizin sütunları yalanlar ve propaganda zehirleriyle doluydu” diye yazdı. Fransız yazar Pierre Loti, Dışişleri Bakanı Aristide Briand’a yazdığı açık mektupta Ermenilerin sahip oldukları Hıristiyanlık sıfatını kullanarak Batı’nın bağnazlığını Türkiye’ye karşı kışkırtmak için yaptıkları şikâyetlerindeki çılgınca abartmalardan söz etti. İngiliz diplomat Harold Nicolson, parlamentodaki bir konuşmasında

  • “Birinci Dünya Savaşı’nda lanet edilecek derecede yalan söyledik” dedi.

Amerika’da yaşayan ve aralarında Bernard Lewis ve Stanford Shaw, Heath Lowry gibi tarihçilerin de bulunduğu 69 bilim adamı 19 Mayıs 1985 tarihinde The New York Times ve Washington Post gazetelerinde yayımlanan ortak bildirilerinde, Temsilciler Meclisi’nin hazırladığı karar tasarısında yer alan “Türkiye’de 1.5 milyon Ermeni’ye soykırım yapıldığı” iddiasının kabul edilemez olduğunu açıkladılar.

İktidar ve muhalefetin ortak girişimiyle TBMM, 2005 yılında İngiliz parlamentosuna gönderdiği mektupta Türkiye aleyhindeki Mavi Kitap’ın da propaganda ürünü olduğunun açıklanmasını istedi. 14 Nisan 1999 tarihinde İngiltere Devlet Bakanı Barones Ramsey of Cartvale Avam Kamarası’nda şunları söyledi:

  • “…Osmanlı idaresinin Ermenilerin yok edilmesi kararını kanıtlayacak bir belgenin yokluğu nedeniyle İngiliz hükümetleri 1915 ve 1916’daki olayları soykırım olarak tanımamaktadır.”

24 Ocak 2001 tarihinde İngiltere’nin Bayındırlık ve Çevre Bakanı Beverly Hughes, İstanbul’da basına yaptığı bir açıklamada şöyle diyordu:

  • “Bir süre önce İngiltere hükümeti Ermeni konusunda sunulmuş olan delilleri gözden geçirdi. 1915 ve 1916 yıllarında meydana gelmiş olayların belgelerini inceledi. Bu olayların Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış olan soykırım tanımlamasına uymadığına karar verdi. Bu, İngiliz hükümetinin tutumudur ve değişmeyecektir.”

ŞAŞIRTICI KARAR

22 Ocak 2007 tarihinde Lordlar Kamarası’nda bir soru üzerine Dışişleri Bakan Yardımcısı Lord Triesman,

  • “Bugünkü ve geçmişteki İngiliz hükümetleri bu olayların Birleşmiş Milletlerin 1948 tarihli soykırım sözleşmesi çerçevesinde soykırım olarak nitelendirilebilecek deliller oluşturduğu kanısını taşımamaktadır” yanıtını verdi.

Bütün bu gerçekler ortadayken bugün bir İngiliz milletvekilinin Avam Kamarası’na bir Ermeni soykırımı tasarısı sunması şaşırtıcı olmuştur.

İngiltere hükümetinin ve parlamentosunun bu tasarı hakkında izleyeceği tutum tarih karşısında bir dürüstlük sınavı olacaktır.

Yüzyılın anlaşması Ortadoğu’ya barış getirebilir mi?

Yüzyılın anlaşması Ortadoğu’ya barış getirebilir mi?

N. İSMET HERGÜNŞEN
Emekli Deniz Kurmay Albay
Cumhuriyet, 31.01.2020

On dokuzuncu yüzyılın deniz stratejisti Alfred Thayer Mahan tarafından denize yönelik politikalar için önem taşıyan Arabistan ve Hint yarımadaları arasında kalan bölge “Ortadoğu” olarak adlandırılmıştır.

Büyük medeniyetlerin ortaya çıktığı, değişik sosyokültürlerin kaynaştığı ve uyuşmazlıkların hiç eksik olmadığı, etnik ve dini sembollerin hâkim kılındığı Ortadoğu coğrafyasında bu bölünmüşlüğün yanı sıra, merkezi güç odaklarına karşı parçalanmış farklı sınıflardan insanları görmek de mümkün olabilmektedir.

Tarihin her döneminde uluslararası ilişkilerde genel dengeler açısından dünyanın en önemli bölgesi olarak aktif rol oynamış bölgede hâkim olan düşmanlık dalgası ise günümüzde kendi politik-ekonomik-askeri sömürgeci hâkimiyetlerini sürdürmek isteyen küresel ve bölgesel güçlerin emperyalizmine ve adaletsizliğine karşı gösterilen bir tepkidir.

Ciddi riskler

Arap Baharı adıyla başlayan ayaklanmalar bölgede demokratik sistemlerin değil, istikrarsızlığın hâkim kılındığı, etnik ve mezhepsel ayrışmanın derinleştiği, otokratik eğilimlerin daha da ivme kazandığı bir oluşuma yol açmıştır.

Dış müdahalelere çağrı çıkararak küresel ve bölgesel güçlerin her geçen gün biraz daha iştahını kabartır hale getirilmiş olan bölge, kamplaşmaların şehir boyutuna indirgenmiş gerilimleriyle siyasi istikrarsızlık, ekonomik yoksunluk ve vekâlet savaşlarının merkezi haline getirilmiştir.

Bölgede kalıcı ve sürdürülebilir kapsamlı bir barışın kurulması ve bu coğrafyanın bir istikrar ve bir refah abidesine dönüşmesi, Türkiye açısından da olumlu sonuçlar doğuracaktır.

Batı savunmasının dayandığı stratejik temellerden en önemlisi olan ülkemiz için Bernard Lewis; “Türkiye, Asya için Avrupa’nın kapısı, Batı Bloku ile Sovyet nüfuz sahalarıının buluşma noktası ve Ortadoğu’nun ileri savunma bölgesidir.” söyleminde bulunmuştur.

Sadece coğrafi olarak değil yoksulluk ve zenginlik, özgürlük ve baskı arasına sıkışmış olan ülkemiz, bölgede yoğunlaşan toplumsal çatışmaların yaşandığı bir merkezde her geçen gün önemini artıran ciddi risklerle karşı karşıya kaldığı bir süreçten geçmektedir.

Türkiye’nin zorunluluğu

Gerek bölge halklarıyla tarihi, kültürel ve sosyal ilişkileri, gerekse bu coğrafyada meydana gelen karışıklıkların doğrudan ve dolaylı etkileri nedeniyle ülkemiz; bölgenin istikrar, güvenlik ve huzurunu doğrudan kendisiyle bağlantılı görmektedir.

Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllardan itibaren Ortadoğu’ya yönelik oldukça mesafeli bir politika izleyen ülkemiz bölgede barışın hâkim kılınmasını sağlamak gayretiyle son yıllarda çok boyutlu, proaktif ve geleceğe dönük bir dış politika izleyen ülke haline gelmek zorunda bırakılmıştır.

Tehlikeli yayılmalara karşın ulusal gücü ile dış politika hedefleri doğrultusunda merkezi öğeler arasında bir denge kurmaya çalışarak, ulusal güvenliğini sağlamak ana hedefi olmakla birlikte Türkiye; demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti çizgisindeki anlayışını bu coğrafyada yer alan ülkelere doğru ve şeffaf bir şekilde anlatmak çabasını göstermelidir.

Uyandırmaya yeter mi?

Yüzyılların birikimiyle bölgede oluşan farklılıkların kaldırılmasına esas teşkil edecek uygulanabilir, tatbik edilebilir ve kabul edilebilir politikaların yürürlüğe sokulması, uluslararası kamuoyunun da ortak arzusu ve amacı olmalı ki; hem bölge halklarının güvenliğine ve hem de dünya barışına hizmet edilebilsin.

Son tahlilde Ortadoğu’ya yönelik olarak İsrail-Filistin sorunu çözüm noktasında tek taraflı olarak dayatılan “Yüzyılın Anlaşması” Ortadoğu’ya barış getirebilir mi yoksa devekuşu misali kafasını kuma gömmüş olan Arap ve İslam dünyasını uyandırmaya yeter mi? Kim bilir!!!

Org. Başbuğ: Musul Konusunda Şeyh Sait Faktörü Üzerinde Niçin Durulmuyor?

Org. Başbuğ:
Musul Konusunda Şeyh Sait Faktörü Üzerinde Niçin Durulmuyor?

Org. Başbuğ: Musul Konusunda Şeyh Sait Faktörü Üzerinde Niçin Durulmuyor?

Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, son kitabı

  • “15 Temmuz Öncesi ve Sonrası”

nın Kanyon Alışveriş Merkezi’ndeki D&R’da düzenlenen imza gününe katıldı.

Başbuğ, burada gündemle ilgili açıklamalarda bulundu. İlker Başbuğ,

  • “Son günlerde özellikle Misak-ı Milli yani Ulusal Ant, Lozan ve bu arada Musul nasıl kaybedildi konusu Türkiye‘nin gündemini işgal ediyor. Tabii bu geçmişte yaşanan tarihi olayları anlatırken bütün yaşananları hep beraber, birlikte topluma anlatmak lazım. Bu açıdan bakılırsa bu konuların tartışılmasında ben biraz eksiklikler görüyorum. Bunları şöylece ifade etmek isterim; 1. Misak-ı Milli‘nin 16 Ocak 1920’de ilk taslağı Mustafa Kemal tarafından yazılmıştır. Sonradan Misak-ı Milli Meclisi Mebusan tarafından 17 Şubat 1920’de kabul edilmiştir. Türk toplumu şunu anlamalıdır ki; Misak-ı Milliyi hazırlayan, hazırlatan ve ilk taslağını bizzat yazan Mustafa Kemal Atatürk‘tür” dedi.

 “İNGİLİZLER HAKSIZ BİR ŞEKİLDE MUSUL‘U İŞGAL ETMİŞLERDİR”

İkinci önemli noktanın Mondros Mütarekesi olduğunu vurgulayan Başbuğ, “Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1928’de imzalandı ve bu antlaşmasının 7. maddesi sorunluydu. Buna itiraz eden yine Mustafa Kemal karşımıza çıkıyor. Bu 7. madde sorunlu olduğu için itiraz etmiştir. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanır. Neredeyse bir hafta sonra yani 8 Kasım’dan sonra İngilizler Musul‘u işgal ederler.

“OSMANLI HÜKÜMETİ NE YAPTI”

Peki Musul İngilizler tarafından işgal edilirken, Osmanlı hükumeti ne yaptı?
İstanbul‘da bulunan padişah Vahdettin‘in bu Musul işgaline karşı ne tepkisi oldu?
Yine burada da bir tepki koyan Mustafa Kemal Atatürk‘ü görüyoruz. Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayandırmış İngilizler, haksız bir şekilde Musul‘u işgal etmişlerdir.” dedi.

“MUSUL’UN KAYBEDİLMESİYLE LOZAN ANLAŞMASININ İLGİSİ YOKTUR”

Başbuğ açıklamalarını şöyle sürdürdü:

  • “Üçüncü ve önemli noktaya gelirsek, Kurtuluş Savaşının zaferle neticelenmesinden sonra Lozan Konferansı toplanacaktır. Konferanstan sonraki Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923‘te imzalanacaktır. Ancak Musul konusu Lozan Konferansına gelmiştir. Fakat Musul konusu Lozan konferansında çözülememiştir. Bunu iyi anlamak lazım. Musul‘un kaybedilmesiyle Lozan konferansı ve Lozan Anlaşmasının ilgisi yoktur. Anlaşma imzalandıktan sonra Türkiye ile İngiltere arasında Musul konusundaki görüşmeler başlar.

ŞEYH SAİT İSYANI BAŞLAR”

Konu daha sonra 20 Eylül 1924’te Milletler Cemiyeti’ne intikal eder. Burası önemli. Konunun Milletler Cemiyeti’ne intikal etmesinin hemen akabinde 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait isyanı başlar. Şeyh Sait isyanı ile içeride ilgilenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti tabii ki zorluklarla karşı karşıya kalacaktır. 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Anlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti Musul ve Kerkük bölgesinden vazgeçecektir. Daha doğrusu buraları bırakacaktır.

ŞEYH SAİT İSYANI ÇIKMASAYDI BELKİ BUGÜN… “

Bunları anlatanlar bu soruyu sorsunlar:

  • ‘Bu Şeyh Sait isyanı neden çıktı, kimler çıkarttı?’ Şimdi baktığımız zaman Türk tarihi açısından çok değerli eserleri olan Bernard Lewis der ki;
  • Şeyh Sait isyanının çıkartılmasının arkasındaki ana neden, Atatürk Devrimleri ne Cumhuriyet devrimlerine karşı din elden gidiyor diye devlete ayaklanmayı başlatan Şeyh Sait ve Şeyh Sait‘in yanında bu isyana katılanlardır.
  • Şu soru çok haklı bir sorudur : 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait isyanı çıkartılmasaydı, belki bugün farklı bir coğrafya ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları farklı sınırlarla karşı karşıya kalabilir idik. Bu konuları unutmamak lazım.”

“BÜTÜN GERÇEKLERİ NET OLARAK İFADE ETMEK LAZIM”

İlker Başbuğ, altını çizmek istediği iki nokta olduğunu vurgulayarak;

  • “Mondros Mütarekesi imzalandıktan bir hafta sonra bu Musul işgal edilirken, ne İstanbul‘daki Hükümet ne de İstanbul‘daki padişah buna hiçbir tepki göstermemiştir. Esas Kurtuluş savaşından sonra Lozan görüşmeleri ile Musul‘un hiçbir ilgisi yoktur. Bazıları Lozan‘la bağ kurmaya çalışıyorlar ki yanlıştır.
  • Daha sonra İngiltere ve Türkiye arasında Lozan‘dan sonra yapılan görüşmelerde bizim Musul‘u kaybetmemizin arkasında yatan ana neden Atatürk devrimlerine, Cumhuriyet devrimlerine karşı din elden gidiyor diyerek halkı kandıran dini kullanan ve devlete isyan yapan Şeyh Sait ve arkadaşlarıdır.
  • Bu faktör üzerinde niçin durulmuyo? Tekrar şunu ifade ediyorum :
    13 Şubat 1925’te yaşanan Şeyh Sait İsyanı olmasa idi, belki Musul ve Kerkük konusu Türkiye açısından farklı sonuçlanabilirdi. Tarihi olayları anlatırken bütün gerçekleri net olarak ifade etmek lazım.” şeklinde konuştu. (22.10.2016, http://www.haberler.com/ilker-basbug-bu-faktor-uzerinde-nicin-durulmuyor-8885744-haberi/)
    ========================================
    Dostlar,

Bir musibet, bin nasihati aşkın hünerde galiba.. (Maliyet boyutunu bilemiyoruz..)
E. Org. İlker Başbuğ paşa Türkiye’mizin 26. Genelkurmay Başkanı idi ve Ergenekon – Balyoz kumpas davalarında 2 yılı aşkın süre hapise atıldı..

Bu iğrenç tuzak davalar ABD – CIA kurgulu, FETÖ taşeronlu ve AKP-RTE savcılı idi..

Seçilen “Cumhuriyetçi – Kemalist – Atatürkçü kurbanlar” sıkı çıktılar ve dik durarak oyunu bozdular.. Yurtsever Halkımız ciddi destek verdi ve mapus damları aydınlanma yuvaları oldu. Kahramanlar oralarda elleri yara olana dek kalemle yazdılar çoooook değerli kitaplarını. Uygarlık tarihine örnek katkılardır Mustafa Kemal’in ülkesinden, O’nun çocuklarından!

Olağan koşullarda köşesine çekilecek olan İlker paşa bir mücadele adamı oldu, bir Aydınlanma milisi işlevi üstlendi. Yazıyor, konuşuyor, başka arkadaşlarını da eyleme çağırıyor.. Nazım Hikmet‘i görmezden gelmelerinin ayıbını üstlenerek cesaretle itiraf ediyor, özeleştiri yapıyor..

İlker Başbuğ paşanın eylemini saygı ve şükranla selamlıyoruz, sürmesini diliyoruz..
Öbür yüksek düzeyli komutanları da yazmaya, konuşmaya, sahaya çağırıyoruz..

Bu arada, meydanlarda avazı çıktığı kadar bağıran ve nerdeyse tüm TV’lerde “mecburiyetten” verilen konuşmalarında Erdoğan, çatlayan sesinin yarattığı terörü bile yetersiz görerek, beden diliyle de kitlelere abanıyor.. “Tarih dersi veriyorum.. “ diyor.. Gırtlağını yırtarcasına bağırmasının da yetmeyeceği kaygısıyla “tüm hünerini” sergiliyor, eliyle – koluyla, bakışlarıyla – mimikleriyle.. tüm beden diliyle tehdit yağdırıyor sıklıkla..

İç dünyasının derin mi derin kaygı ve fırtınalarının hatta kasırgalarının, volkanlarının , korkularının… yansımasını izliyoruz üzüntü ve şaşkınlıkla, kaygıyla..

“Tarih dersi veriyorum.. ” derken tarihin çarpıtılması bizleri çok endişelendiriyor..

Tarih dersini Sn. E. Org. İlker Başbuğ veriyor.. Keşke Erdoğan da izlese ve azıcık yararlansa!
Keşke Erdoğan’ın ilk halkasında yer alan etkili aile büyükleri ve akça – pakça danışmanlar, AKP akilleri ve özellikle eski hocaları Erdoğan’a acil olarak yardım etme sorumluluğunun gereğini artık yapsalar..  Ancak AKP’nin gerçekte azınlık olan şeriatçı çelik çekirdeğinin baskınlığı ne yazık ki hala çok açık..

Oysa Türkiye’nin de, AKP – RTE’nin de dingin ve akla – bilime dayalı kurumsal, ilkeli, barışçıl, tam bağımszılıkçı, onurlu devlet politikalarına gereksinimi öyle çok, öyle zorunlu ve öylesine acil ki!

“Tek adam” dizginlenmeli! Mutlaka ve acil olarak..

Sevgi ve saygı ile.
23 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Lütfen, sitemizin manşetindeki yazıya da bakar mısınız??
AKP – RTE ile Politik Pozitif Feedback – Kapitonaj ve Kollaps
(Bu yazının pdf biçimi : akp_rte_ile_politik_pozitif_feedback-_kapitonaj_ve_kollaps)

Onur Öymen : Ermeni Propagandası


Dostlar,

Çok deneyimli ve birikimli diplomat, eski büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı
Sn. Onur ÖYMEN‘in, bitirdiği fakültede (Mülkiye, 1963) bir de doktora yaptığı, sanırız pek bilinmiyor.. “Teknolojik Gelişme ve Savunma Politikası” başlıklı bu doktora tezi,
Bilgi Yayınlarınca kitap olarak da yayımlandı. Sn. Öymen, arı gibi ve 74. yaşını sürmesine karşılık aydın sorumluluğu sürüyor.. Yazıyor, konferanslara gidiyor,
TV programlarına katılıyor, gazetelerde söyleşileri yayımlanıyor.. Ne yazık ki
satılık – kiralık medya dışındaki sınırlı basın – yayın organlarında..

http://www.onuroymen.com/ adresli web sitesinde bu etkinlikleri izlemek olanaklı.

Aşağıda paylaştığımız yazı ise şimdiye dek Sn. Öymen’in yazdığı en uzun yazı olsa gerek.. (PhD tezi bir yana!).. Hep kısa, vurucu ve özlü yazıyor pek haklı olarak.
Ancak bu konu çok nazik ve kimi ayrıntıların atlanmaması gerek.. Dolu dolu 5 A4..
“Şeytan ayrıntıda gizlenir..” denir ya.. Kimi küçük notları da ayraç içinde biz ekledik.

Dr. Öymen,
hiçbir önemli ayrıntının “Şeytanca gizlenmesine” (!) izin vermemiş
bu uzun makalesinde.. Dikkatle okunmalı ve arşivlenmeli.. Dışişleri kadroları gereğince değerlendirmeli.. 2015’in 24 Nisan’ı yaklaştığında (Ermeni soykırımı emperyalist yalanının  100. yıl!), yumurta kapıya dayandığında çook geç olabilir.

Teşekkürler Sn. Öymen.. Ah bir de biraz daha güncel, arı Türkçe ile yazma özeni gösterebilse.. Neredeyse çeviri yaptık güncel Türkçe’ye (anlama dokunmadan..)

Sevgi ve saygı ile.
8 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Not   :
Yukarıdaki dizeleri Sn. Öymen’e e-ileti olarak yolladık, face sitelerinde de paylaştık.
Dosyanın pdf biçimi için lütfen tıklayınız: Ermeni_Propagandasi_Onur_Oymen_Mayis_2014

==============================================

Ermeni Propagandası

portresi2

 

 

Onur Öymen                         

Ermeni sorunun köklerini araştırmak için 19. yüzyılın ortalarına dek gitmek gerek.
1856’da ilan edilen Islahat Fermanı‘ndan sonra Müslüman olmayan nüfus, Müslümanlarla eşit haklara kavuşmuştu. 19. yüzyıl sonlarında Hıristiyanlara da
oy verme hakkı tanındı. Bu arada Ermeniler devlet yönetiminde önemli görevler üstlenmişlerdi. Padişahın kişisel servetini yöneten Hazine-i Hassa Nezaretini,
1880-1908 arası 28 yıl sırasıyla Hagop Paşa Kazazyan, Mikael Efendi Portakalyan ve Ohannes Sakız Efendiler üstlenmişlerdi. 2. Meşrutiyet döneminde (AS: 1908 sonrası) Krikor Sinapyan, Oskan Mardikyan, İstanbulyan ve Hallaçyan Efendiler Nafia, Orman
ve Maadin, Posta ve Telgraf ve Ticaret Nezaretlerinde bulunmuşlardı. 1912’de
Dışişleri Bakanlığı makamında Kapriyel Noradunkyan isimli bir Ermeni görev yapmıştı.

1876’da Anayasanın ilanıyla (AS: 23 Aralık 1876, Kanun-u Esasi) birlikte oluşturulan Osmanlı parlamentosunda toplam 46 gayrı Müslim milletvekili vardı. Bunlardan 9’u Ermeni’ydi. 1908’de 2. Meşrutiyetin ilanından sonra kurulan Mecliste 11,
1914’teki Mecliste de 12 Ermeni milletvekili görev yapıyordu.

Osmanlı İmparatorluğunda 7 Ermeni Büyükelçi ve üst düzeyde 41 Ermeni subay
görev yapmıştı. Yani Ermeniler toplumdan dışlanmamış, hatta itibar görmüştü.
Böyle bir toplumda Ermenilere soykırım yapılması düşünülebilir miydi?

İstanbul’da bu olumlu hava yaşanırken Doğu’da bazı Ermeni gruplar
Rusya’nın Kafkasya’ya yayılma politikalarına destek oluyorlardı.

Rusya daha 18. yüzyılın sonlarından başlayarak Kafkaslara yayılma yolunda adımlar atmıştı. 1800 yılında Gürcistan Krallığı’nı kendi topraklarına katmış, 1804 ve 1829 yıllarında da İran’a ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşmıştı. Rusya 1804 ve 1829 yılarında silahlı yerel Ermeni güçlerinin yardımıyla Ermenistan ve Azerbaycan’ı
ele geçirmişti.1855 ve 1877 yıllarında Rus birlikleri Anadolu topraklarını işgale başladıklarında Ermenilerden destek görmüştü. Yapılan barış antlaşmaları sonucunda Ruslar Anadolu’daki kimi toprakları terk edip çekilirlerken, on binlerce Ermeni de onlarla birlikte Anadolu’dan Kafkasya’ya geçmişti. 1878’de yapılan San Stefano, sonra da Berlin Antlaşmasıyla Rusya Kars, Ardahan ve Batum’u almıştı ama Ermenilerin beklentileri  karşılanmamıştı. İstanbul’daki Ermeni Patriği Nerses’in bağımsız bir Ermenistan kurulması için yaptığı girişimlere Rusya’dan olumlu yanıt alınamamıştı.

İşte o tarihlerde Ermeniler şiddet hareketlerine başvurarak büyük devletlerin dikkatini çekmeye ve bağımsızlık hedeflerine bu yolla ulaşmaya çalıştılar. Ermenilerin bu
şiddet eylemlerine Anadolu’da görev yapan Amerikalı Misyonerler de destek olmuştu.

1865’ten sonra misyonerler yetenekli gördükleri Ermeni gençlerine burs vererek
onların Amerikan Üniversitelerinde eğitimini sağladılar. Bunların bir bölümü
Amerikan vatandaşlığına geçirildi ve Türkiye aleyhindeki propagandalarda kullanıldı.

1886’da ilk Amerikan konsolosluğu Sivas’ta açıldı. Görevlerinden biri Ermenilerin haklarını korumaktı. 1900 yılında bir Konsolosluk da gene Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları Harput’ta (AS: şimdiki Elazığ) açıldı.

Ermeni propagandaları Amerika’da sonuç vermeye başlamıştı. Amerikan Senatosu,
3 Aralık 1895’te Sasun’daki Ermeni ayaklanmasını bahane ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu kınayan bir karar kabul etti. 1896’da da Ermeni propagandasının etkisiyle Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosu Türkiye’yi kınayan benzeri kararlar aldı.

1860’lı ve 1870’li yıllarda şiddet yoluyla bağımsızlığa ulaşmak isteyen Ermeniler İstanbul’da ve Doğu Anadolu’da örgütlenmişlerdi. 1887’de Cenevre’de kurulan
Hınçak Partisi‘nin programında hedeflerine terör yoluyla varmayı amaçladıkları belirtiliyordu. Ermeni örgütlerinin en etkilisi 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnak Partisi oldu. Bunların hedefi Osmanlı topraklarına sokacakları çeteciler ve silahlarla
Osmanlı Devletinin binalarını, kuruluşlarını ses getirecek eylemlerle bombalamaktı.
Bu derneğin üyelerinden biri, Robert Kolej’in kurucusu Hamlin’e şöyle diyordu:

  • Hedefimiz Türkleri ve Kürtleri öldürmek, onların köylerini yakmak
    sonra da kaçarak dağa çıkmaktır. Bu saldırılara tepki olarak Müslümanlar da
    masum Ermenilere saldıracak ve onları barbarca katledecektir.
    Rusya bu saldırılara tepki olarak insanlık ve Hıristiyanlık namına
    müdahale edecek ve Ermenilerin yaşadıkları bölgeleri ele geçirecektir.

1894’te bu plan yürürlüğe kondu. Sasun bölgesindeki Hınçak çeteciler önce
Osmanlı vergi memurlarına ve öbür devlet görevlilerine saldırdılar. Osmanlı Hükümeti
bu çetelerin üzerine asker gönderince de dağlara doğru kaçtılar ve yolarının üzerindeki Türk köylerini basarak çok sayıda Türk’ü öldürdüler. 1895’te bu kez Zeytun bölgesinde Hınçak Partisi bir saldırı düzenledi. Bir yıl sonra Van’da bu kez Armenakan Partisi
bir ayaklanma başlattı. Orada da her iki yanan çok sayıda insan öldü. Ermeni çeteciler çok ses getirecek başka eylemlere de giriştiler. İstanbul’da Osmanlı Bankasını bombaladılar. Şehrin başka yerlerinde de bombalar patlattılar.

Aynı yıllarda İngiltere ve Rusya, Osmanlı devletini Ermenilere zulüm yapıldığı iddiasıyla kınadı. Bu arada Amerikan basınında Türkleri şiddetle suçlayan ve Ermenileri destekleyen çok sayıda yazı çıktı. Amerika’ya yerleşen Ermeniler orada güçlü bir lobi oluşturmuşlardı.

1914’ün Haziran ayında Washington’a atanan Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in karşılaştığı en önemli sorunlardan biri, Amerikan basınındaki Ermeni propagandalarıydı. Ermeni propagandasının arkasında İngiltere Hükümeti ve onun Türkiye aleyhtarı propagandalarını yönlendiren İngiliz Propaganda Bakanlığı’nın Washington’daki temsilciliği vardı. Fransa da bu çabaları destekliyordu.

Washington Büyükelçimiz Ahmet Rüstem Bey, 8 Eylül 1914’te Evening Star gazetesine bir demeç vererek Ermenilerin Hıristiyan oldukları için değil devlete karşı ayaklandıkları için cezalandırıldıklarını söyledi. Büyükelçi sert bir dil kullanarak İngiltere’yi ve Fransa’yı kınadı. Amerikalıların da kimi ülkelerdeki halka yaptıkları kötü muameleleri anımsattı. Başkan Wilson bu açıklamaya tepki gösterdi. Büyükelçi baskılar karşısında geri adım atmadı, sözlerinin arkasında durdu ve özür dilemedi. Durumu Hükümetine bildirdi ve
15 gün sonra ABD’yi terk etti. Ahmet Rüstem Bey, Türk diplomasi tarihine şerefli bir ad bıraktı.

Savaş başladıktan sonra (AS. 1. Dünya Paylaşım Savaşı) Amerika’daki Ermeni propagandası hızlanarak sürdü. İngilizler, Ermeni savlarını abartarak Amerikan kamuoyunda Türklere karşı nefret duyguları yaratma çabalarını sürdürüyor ve bu yolla ABD’yi savaşa girmeye ikna etmek istiyorlardı. Bu arada İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Morgenthau da Türklerin Ermenilere katliam yaptığı yolunda savlar içeren raporlarını Washington’a gönderiyordu. 1918’dan başlayarak “Near East Relief” adlı ABD
yardım kuruluşu, Ermenilere büyük maddi destek sağladı.

O yıllarda İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin baskısı üzerine, çok sayıda suçsuz ve namuslu devlet görevlisi Nemrut Mustafa Divanında yargılandı. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’le Urfa Mutasarrıfı Nusret bey gibi yüksek devlet memurları haksız yere idam edildilerBu mahkeme, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını
11 Mayıs 1920’de gıyaplarında (AS:
yokluklarında) idam cezasına çarptıran mahkemedir.

Savaş yıllarında misyonerlerin yazdıkları  raporlara bakılacak olursa, yalnızca Türkler Ermenileri öldürmüş, Ermenilerse Türklere hiçbir şey yapmamış, kimseyi öldürmemiştir. İngiliz Propaganda Bakanlığı’nın öncülüğünde yayınlanan Mavi Kitap’ta bu asılsız savlara yer veriliyordu. Oysa o tarihlerde Ermeniler çok sayıda Osmanlı subayını öldürmüş, Osmanlı ordusunun ikmal ve ulaşım yollarını kesmiş, kimi Osmanlı kent  ve kasabalarını ele geçirmeye çalışmış, Van’da ve başka yerlerde Türkleri kitlesel olarak imha etmişler, bir milyondan çok Müslümanı göçe zorlamışlardı.
Devletin arşivlerindeki bilgilere göre

  • Ermenilerin öldürdüğü Türklerin sayısı 500,000’i aşıyordu.

Yazdığı tek yanlı raporlarla Ermenilerin propagandalarının yayılmasına ve
etkili olmasına  yardımcı o ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau,
Lozan Antlaşması‘ndan sonra The New York Times gazetesinde yayınlanan
bir makalesinde şunları yazıyordu:

400 yıldır Türkleri Avrupa’dan kovmakiçin çaba harcayan Avrupalılar için Lozan,
çok acı bir ders olmuştur. Türkleri yola getirmenin tek yolu onlara karşı silaha başvurmaktır.

O yıllardan beri ABD’de sürüp gelen Ermeni propagandalarına ve soykırım savlarına karşı 69 ABD’li bilim adamı 19 Mayıs 1985’te bir bildiri yayınladı. Basında da yer alan
bu bildiride ABD Temsilciler Meclisinde hazırlanan ve Ermeni tezlerine haklılık verecek bir nitelik taşıyan 192 sayılı tasarı eleştirilmekte ve soykırım sözcüğünün kullanılmasına itiraz edilmekte, ilgili ülkelerin arşivleri açılmadan o tarihlerde olup bitenler hakkında
tam bir kanıya varılamayacağı kaydedilmektedir. Temsilciler Meclisi’nin 192 sayılı kararının Türkiye hakkında adaletsiz yargılara varılmasına yol açabileceği vurgulanmakta, tarihsel bir soruna yasa yoluyla karar vermeye çalışmanın yanlışlığına değinilmektedir. Bildiride son olarak, “Tarihsel olarak kuşkulu varsayımlara dayalı böylesine bir karar yalnızca dürüst tarihsel araştırmaya zarar verir ve
Amerikan yasama sürecinin güvenilirliğini sarsar..” anlatımlarına yer verilmektedir. 

Bu bildirinin altında Heath Lowry, Bernard Lewis, Justin McCarthy, Dankwart Rustow, Pierre Oberling, Stanford Shaw gibi dünyaca tanınan saygın bilim adamlarının
imzaları da bulunmaktaydı.

Ermeni Propagandalarına en etkili yanıt 1923’te Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’den gelmişti. 1923’te Taşnak Partisi kongresinde yaptığı konuşmada

  • Ermenilerin başlarına gelen felaketlerin başlıca sorumlusunun
    doğrudan doğruya Taşnak Partisi olduğunu söyledi.

Buna karşın Ermeniler Türkiye karşıtı yanıltıcı propagandalarını hala sürdürüyorlar.
Türk diplomatları bu propagandalara karşı uzun yıllardan beri büyük bir savaşım
sürdürmekte. 1971’de Fransızların Marsilya’da Ermeni soykırımı anıtı dikmesine
Paris Büyükelçimiz Hasan Esat Işık sert tepki gösterdi. Derhal görevinden ayrılıp Ankara’ya döndü.

Türkiye’nin 1974’te yaptığı Kıbrıs barış harekâtından sonra Rum, Kürt ve Ermeni
terör örgütleri arasında yakın bir işbirliği oluştu. Bu işbirliğini değerli gazeteci
Uğur Mumcu ayrıntılı biçimde yazmıştı. Ermeni Asala örgütünün militanları 1975 başında başlayarak Türk Büyükelçilerini, diplomatlarını ve Büyükelçilik çalışanlarını
şehit etmeye başladılar. Önce Viyana Büyükelçimiz Daniş Tunalıgil, O’nun arkasından Paris Büyükelçimiz İsmail Erez katledildi. Fransa’da çok sayıda ASALA teröristlerinin saldırısı oldu. Bütün dünyada öldürülen Büyükelçi ve diplomat sayısı 40’ı geçti.

Ermenilerin soykırım savlarına itibar eden 20 dolayındaki ülkenin parlamentosu bu yolda oy kullandı ama savaş yıllarında ve sonrasındaki gerçekleri en iyi bilecek durumda olan İngiltere’nin Devlet Bakanı Barones Ramsey of Cartvale, 14 Nisan 1999’da İngiltere Hükümeti adına yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

Osmanlı İdaresinin Ermenilerin yok edilmesi kararını kanıtlayacak bir belgenin yokluğu nedeniyle İngiliz Hükümetleri 1915 ve 1916’daki olayları soykırım olarak tanımamaktadır… Bizce 80 yıl önce olmuş olayların bugünkü hükümetlerce
değerlendirilmesi uygun değildir. Çünkü bu olaylar hukuksal ve tarihsel tartışmalardır
.”

İngiliz Bayındırlık ve Çevre Bakanı Beverly Hughes da 24 Ocak 2001’de İstanbul’da gazetecilere verdiği demeçte şöyle diyordu:

Bir süre önce İngiltere Hükümeti Ermeni savları konusunda sunulmuş olan kanıtları gözden geçirdi. 1915 ve 1916’da meydana gelmiş olayların belgelerini inceledi. Bu olayların Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış olan soykırım tanımlamasına uymadığına karar verdi. Bu İngiliz Hükümetinin tutumudur ve değişmeyecektir.”

Savaş yıllarında Ermeni konusunda Türkiye’ye karşı en aşırı propagandaları yapan İngiltere’nin şimdi sergilediği bu yaklaşım dikkat çekicidir.

Buna karşılık Fransa Parlamentosunda 2001’de bir soykırım yasası kabul edildi.
2006’da da soykırımı reddedenlerin para ve hapis cezasına çarptırılmasını öngören
bir yasa tasarısı  Mecliste kabul edildi ancak Senatoda reddedildi. Fakat birkaç yıl sonra, Sarkosy’nin Cumhurbaşkanlığı sırasında ve O’nun ısrarıyla benzer bir tasarı
hem Meclisten hem de Senatodan geçti. Bu kez de yeterli sayıda milletvekili ve senatör bu tasarı karşıtı olarak Yüksek Mahkemeye (AS: Fransız Anayasa Konseyi) başvurdu. Yüksek Mahkeme yasayı iptal etti. Birkaç yıl sonra aynı nitelikte bir yasa hem Meclisten hem de Senato’dan geçti ama Yüksek Mahkeme tarafından gene iptal edildi.

Fransız Sosyalist Partisinin o zamanki 1. Sekreteri François Hollande ile Fransa’yı ziyaret eden Ermeni Taşnak Partisi Başkanı Murad Papazyan 3 Haziran 2004’te yaptıkları açıklamada Türkiye’nin AB’ne üyeliğini Ermeni soykırımı savlarının kabulüne bağlayan anlatımlara yer verdiler. Yani bu bildiriye göre Türkiye, soykırım savlarını
kabul etmezse AB’ye üye olamayacaktı.

Öte yandan, diplomatlarımızı öldürdükten sonra Ermenistan’a yerleşen
ASALA teröristlerinden hiçbiri yakalanıp yargılanmadı ve cezalandırılmadı.

Kimi büyük devletlerin önerisi sonucunda Türkiye, Ermenistan’la Cenevre’de yaptığı
gizli görüşmelerden sonra 2 protokol imzaladı. Bu protokollerde özetle Türkiye’yle Ermenistan arasındaki sınırın açılması ve 2 ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin başlaması öngörülüyordu. Protokollerde Türkiye’nin uzun yıllardan beri dış politikasının önemli belgelerinden biri olarak kabul ettiği Kars Anlaşmasından söz edilmemekte, Yukarı Karabağ sorununun çözümüne değinilmemekte ve Ermenilerin sözde soykırım savlarını sona erdireceklerine ilişkin bir anlatım yer almamaktaydı. Metinde yer alan kimi muğlak anlatımların Ermenistan açısından ne anlama geldiği Ermenistan
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bağlayıcı bir kararla yorumlandı. Bu karar, Ermenistan’ın protokolleri Türkiye’nin beklediği biçimde yorumlamasının önünü de tıkamış oldu.

Azerbaycan Hükümetiyle Türkiye’deki muhalefet partileri bu protokollere tepki gösterdi. Başbakan da Yukarı Karabağ sorununun çözümünü koşul gördüklerini açıkladı. Sonuçta bu Protokoller TBMM tarafından onaylanmadı ve dolayısıyla
yürürlüğe girmedi.

Ermenilerin hala Türkiye’ye karşı izledikleri suçlayıcı politikaların arkasında
büyük ölçüde kendi suçlarını gizleme çabası olduğu anlaşılmaktadır.

  • Ermenistan, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından kısa bir süre sonra başlayan çatışmalar sonunda Yukarı Karabağ dahil Azerbaycan topraklarının % 20’sini işgal etti ve 1 milyon Azeri’yi zorunlu göçmen durumuna düşürdü.

Yukarı Karabağ bölgesi kendini bağımsız bir cumhuriyet olarak ilan etti.

  • Ermenilerin yaptığı Hocalı katliamında yüzlerce Azeri yaşamını yitirdi!
    (AS : 26 Şubat 1992, Azerbaycan Cumhuriyeti‘nin resmi açıklamasına göre saldırıda 106’sı kadın, 83’ü çocuk toplam 613 Azerbaycanlı yaşamını yitirdi!)

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan oylamada bu toprakların Azerbaycan’a ait olduğu teyit edildi (AS: doğrulayıcı) ve yabancı ülkelerin askerlerinin bu topraklardan çekilmesi istendi. Yukarı Karabağ sorunun çözümüyle görevlendirilen
MİNSK Grubunun liderleri ABD, Fransa ve Rusya bu oylamada olumsuz oy kullandılar.
Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün korunamaması uluslararası toplumun ayıbıdır.

Türkiye, Ermeni propagandasıyla mücadele ederken yalnızca geçmişle ilgili olarak kendisine yöneltilen suçlamalara yanıt vermekle yetinmemeli;
Ermenilerin yaptıkları insanlık dışı eylemlerim de her vesileyle dile getirmelidir.   

Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet


Dostlar
,

YURT Gazetesi yazarlarından Sayın Merdan Yanardağ, son derece namusulu ve derin birikimi olan bir yazar. Haftanın yorumu yazısını paylaşmak istiyoruz.
Çok öğretici ve düşündürücü bir kaynak yazı olarak okunmalı ve üzerinde düşünülmeli. Rahmetli Uğur Mumcu geleneğine uygıun “araştırmacı gazetecilik” çizgisi
Sn. Yanardağ’da egemen.

  • Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet

Sevgi ve saygı ile.
25.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Reyhanlı-Washington Hattında Yaşanan Siyasal Sefalet

Merdan YANARDAĞ

Reyhanlı saldırısının Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunmasını isteyen güçlerin düzenlediği bir provokasyon olduğundan hiç kuşkumun olmadığını daha önce de yazdım. Olayların akışı, elimize ulaşan bilgiler, Ortadoğu ve Suriye haberleri konusunda uzman olan arkadaşımız Ömer Ödemiş’in bölgeden gönderdiği haberler, bu analizi (çözümlemeyi) yeniden ve yeniden doğruladı. Bu gerçeği görmek için yüksek bir analiz yeteneğine sahip olmak gerekmiyordu. Biraz analitik düşünmek, bilimsel kuşkuculuğa sahip olmak ve eleştirel aklı devreye sokmak yetiyordu.

Ancak böyle olmadı; yandaş, muhafazakâr ve iktidar yanaşması holding medyası tam anlamıyla bir bilgi kirliliği yarattı. Gerçeğin ve olguların üzerini örttü. İktidarın açıklamalarını doğrulayacak haber yapmak için adeta bir biriyle yarıştı. Ortada gerçek bir rezalet ve gazetecilik sefaleti vardı.

Oysa Reyhanlı katliamının siyasal sorumlusu AKP iktidarıydı. Bu nedenle suçüstü yakalanan hükümet büyük bir telaşla gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştı. Bir yandan Reyhanlı için yayın yasağı koyarken, öbür yandan da 30 yıldır hiçbir faaliyetinin bulunmadığı ve dağıldığı Emniyet raporlarıyla sabit olan  Marksist sol bir örgütü, 24 saat içinde saldırıların faili ilan etti. Ancak iki gün içinde anlaşıldı ki, asıl “Acilci” olan AKP Hükümeti’ydi.

Çünkü Emniyet ve MİT’ten gelen açıklamalar, Reyhanlı katliamının THKP-C Acilciler örgütüyle hiçbir ilgisinin olmadığını, bu örgütün artık faaliyette bulunmadığını ve dağıldığını bir kez daha teyit ediyordu.

Bu pis oyunu YURT Gazetesi bozdu. Yayın yasağı ile hükümetin suçunu örtmeye çalıştığı, haberin ve bilginin karartıldığı bir dönemde YURT, gerçeğin sesi oldu.  Reyhanlı’yı kana bulayan güçlerin siyasal İslamcılar, küresel cihatçı teröristler ve ortaçağ artığı Selefiler olduğunu ortaya çıkardı. İsrail’in MOSSAD’ı gibi istihbarat örgütlerinin rollerine işaret etti ve nedenlerini açıkladı.

***

Dolayısıyla AKP Hükümeti’nin hem Suriye hem de Reyhanlı fiyaskosu büyüyor.

İki yıldır beklediği ABD gezisine çıkan ve  ABD Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’da toplam 5,5 saat görüşen Başbakan Tayyip Erdoğan, büyük bir hayal kırıklığı ile dönüyor. Çünkü Beyaz Saray’da AKP heyetine tam bir ‘Suriye ayarı’ verildi.

Ganimetten pay kapma açgözlülüğü ve kendisini iktidara taşıyan efendisine diyetini ödeme gayretiyle Suriye’de kirli savaşı bütün gücüyle destekleyen AKP, tam bir dış politika iflası yaşıyor. Çünkü Obama yönetimi, Suriye’ye doğrudan bir askeri müdahale yapılamayacağını görmüş ve bu niyetinden vazgeçmiş durumda.  Ancak, imam hatip tedrisatıyla malûl olan AKP Hükümeti ve onun Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu değişimi hiçbir zaman kavrayamadı. Bu nedenle Başbakan Erdoğan, “Batı bizi yalnız bıraktı.” diye sızlanmaya başladı.

Beyaz Saray’da ortak basın toplantısı yapan Obama ve Erdoğan fotoğrafı görülmeye değerdi. ABD televizyonları Erdoğan konuşurken kendi olağan yayın akışlarına dönüyorlar, Obama’yı ise canlı yayınlıyorlardı. Kimsenin Erdoğan’ı ve taşeron hükümetini “iplediği” yoktu.

Obama konuşmasında Suriye’ye bir askeri müdahale seçeneğinden söz etmediği gibi,

“Elimizde sihirli bir formül yok” diyordu. Yanında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı götürerek
Suriye’de Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığını kanıtlamaya çalışan Erdoğan’a Obama, “Bu bilgi kesin değil, araştırmalarımız sürüyor.” diye yanıt veriyordu.

Erdoğan’ın daha önce “İpe un sermek” dediği, Cenevre’de Rusya’nın inisiyatifiyle düzenlenecek Suriye görüşmelerine de “evet” diyordu. Cenevre’de Rusya ile görüşmeleri sürdüreceklerini de belirten ABD Başkanı şöyle devam ediyordu :

“Bunun yerine yapacağımız şey, uluslararası baskıyı artırmak, muhalefeti güçlendirmektir.”

Tablo açıktı; AKP’nin de bir parçası olduğu küresel gerici koalisyon ve emperyalist kuşatma yenilgiye uğramıştı. ABD yeni duruma uygun bir politika oluşturuyordu.
Tablo böyle olduğu halde, yandaş Türk basınının tutumu yine utanç vericiydi. Bazı gazetelere ve televizyonlara bakılırsa, ABD ve müttefikleri neredeyse bu hafta sonu Suriye’ye gireceklerdi.

BEYAZ ADAM ve UŞAKLARI

Türkiye’de 1. Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejiminin kurulması, entelektüel düzeyde Müslüman toplumlardaki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayandırılıyor.

Amerikan dış politikasına yön veren yeni muhafazakâr ekip, laik ve cumhuriyetçi Türkiye’nin İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar ondan uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için “İslamla demokrasiyi birleştirecek” bir ılımlı İslam ülkesi yaratmak gerektiği tezini de sıkça işliyorlardı.

New York Times Gazetesi’nin uzun süre Türkiye ve Ortadoğu muhabirliğini yapan Stephen Kinzer, Türkiye’nin neden bir ılımlı İslam ülkesi olması gerektiğini şöyle anlatıyor:

  • “Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın o kadar uzağına taşımıştı ki, dinsel meşruiyeti kaybolmuş gibi göründü. Bunun yanı sıra Washington’un uşağı gibi algılanmış ve birçok Müslümanın nefretle karşıladığı Amerikan politikalarını benimsiyor diye damgalanmıştı. … Günümüzde bu itirazlar Türkiye için geçerliliğini yitirmiştir. Dindar Müslümanlar tarafından yönetilmektedir ve kendi dış politikası vardır. (…) Türkiye yeni arzusuna karşı hemen hiç direnişle karşılaşmadı. Sadece kendisinden istendiğinde müdahale ederek ve geniş yelpazedeki hükümetlerle ve hiziplerle iyi ilişkiler kurarak başka hiçbir ülkenin oynayamayacağı bir rolü oynamaktadır. (…) Osmanlı geçmişi ona büyük bir tarihi ağırlık vermektedir.”
    (Stephen Kinzer. Türkiye, İran ve Amerika’nın Geleceği, İletişim Yay., Mart 2011 İstanbul, syf. 217)

Kinzer gibi gazeteci ve siyaset yapıcılarının yaklaşımına göre; İslam dünyasına model olacak ve bu dünyaya liderlik yapacak, “Dindar Müslümanların yönettiği” bir Türkiye, ABD’nin uzanamadığı coğrafyalara ve kültürlere erişim yeteneği nedeniyle Washington’un küresel amaçlarına çok daha iyi hizmet edecektir.

Ancak bütün bunların gerçekleşmesi için İslam dünyasından uzaklaşan laik bir cumhuriyet değil, ılımlı da olsa bir İslam devleti olmak gereklidir.

İşte bu nedenle Türkiye’de 1. Cumhuriyet tasfiye edildi.

Yine bu nedenle kurucu ideoloji diyebileceğimiz Kemalizm de Ergenekon soruşturmaları üzerinden bir “suç ideolojisi” haline getirilmek istendi.

***

Bu siyaset planlaması, genel olarak Müslüman ve Arap toplumlarındaki “modernleşme” hamlelerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımına dayanır. Modernleşme girişimlerinin yenilgiyle sonuçlanması, burjuva anlamda da olsa demokratik ve laik bir hukuk devleti olma projelerinin de çökmesi anlamına geliyordu. İşte bu nedenle Ortaçağ artığı Körfez Emirliklerine ve Suudi diktatörlüğüne hiç ses çıkarmadıkları halde, Arap dünyasının yarı laik cumhuriyetlerini yıktılar. Batılı ‘beyaz adam’ modernitenin kendisine zemin bulamadığını ileri sürdüğü bu toplumlara büyük bir yalan ve ikiyüzlülükle bir kez daha uygarlık ve demokrasi götürmeye soyundu. İşte BOP ve onun 2. etabı olan “Arap baharı” tam olarak bu anlama gelmektedir.

Amerika’da Ortadoğu ve İslam dünyasına ilişkin konulardaki tartışmasız “bilirkişi” sayılan
Prof. Bernard Lewis şöyle yazıyor:

  • “Neredeyse bütün İslam dünyası yoksulluk ve zulüm koşullarında yaşıyor. Bu sorunların ikisi de dikkatleri özellikle başka yerlere çekmek isteyenler tarafından ABD’ye fatura ediliyor. (…) Müslüman dünyada sadece Batı’yla değil Doğu Asya’nın hızla gelişen ekonomilerine kıyasla, giderek iflas eden ekonomik durum bu hayal kırıklığını körüklüyor.“ (…) Arap ülkeleri Batı türü modernleşme kervanına daha geç bir tarihte katılan Kore, Tayvan ve Singapur gibi ülkelerin de gerisinde kalıyor.”  (Bernard Lewis, İslam’ın Krizi, Çev. Abdullah Yılmaz, Literatür Yay., 2003, İstanbul, syf. 101-102)

Durum böyle olunca, ABD dış politikasına yön veren ideologlara göre, Müslüman toplumlar seküler bir ülke olmak hedefini bir yana bırakmalıdır. Çünkü Müslüman toplumlarda bu yöndeki bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Bu yaklaşıma göre demokrasi ve laiklik gibi kurumlar Batı kültürünün ürünüdür ve ancak orada başarılı olabilirler.

Dolayısıyla, Doğu’da (İslam dünyasında) yumuşatılmış, radikalizm ve Batı düşmanlığından arındırılmış bir İslam anlayışının gelişmesini desteklemek gereklidir. Uygun model budur.İşte AKP, ABD ve Batı ile çatışarak değil, onlarla uzlaşarak iktidar olunabileceğini gören, toplumun dinselleştirilmesinin ancak emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlu bir siyasal programla mümkün olabileceğini düşünen siyasal İslamcı kadroların kurduğu bir partidir.

Bu nedenle Necmettin Erbakan’a ihanet ederek O’nun Milli Görüş Hareketi’yle yollarını ayırdılar.

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “Yeşil Kuşak” stratejisinin kurbanı olan
“Modern Türkiye”, ne yazık ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde de “ılımlı İslam” stratejisine kurban edilmiş görünüyor. (Yurt Gazetesi, 19.05.2013)

19 Mayıs 1919 Kuvayı Milliye Ruhu ve Günümüz

19_Mayis_1919_kuvayi_milliye_ruhu_ve_gunumuz