Etiket arşivi: 1921 Anayasası

Lozan Barış Andlaşması’ndan çıkılabilir mi?

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU
Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (ANAYASA-DER) Başkanı

EVRENSEL, 24 Temmuz 2023, Lozan Barış Andlaşması’ndan çıkılabilir mi? – Evrensel

  • “Barış Andlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi özelliği ile çıkılması veya feshedilmesi hukuk tekniği bakımından mümkün olmayan bir ulusal-üstü anayasa metnidir.”
Fotoğraf: historia-europa.ep.eu CC0    

Soru yadırgatıcı gelebilir, ne var ki, Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBDBY) kurgu ve uygulamasında, “bu kadarı da olamaz!” denenler oldu:

“Lozan Antlaşması tartışmaya açılmalıdır” sözlerinden yaklaşık beş yıl sonra, “Lozan Antlaşması da İstanbul Sözleşmesi gibi Cumhurbaşkanı kararı ile feshedilebilir” dendi.

Lozan Antlaşması’nın gizli hükümleri iddiası ve 100. yılda süresini dolduracağı söylemleri de yayıldı zaman zaman.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2016’da, “Lozan Andlaşması tartışılmalıdır” sözleri, Avrupa Parlamentosunda da yankılandı.

“Lozan Andlaşması’ndan çıkılabilir” görüşü ise, İstanbul Sözleşmesi üzerine yapılan tartışmalar sırasında dillendirildi.

İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin (R.G.: 8 Mart 2012) feshini öngören  Cumhurbaşkanı (CB) kararı (R.G.: 20 Mart 2023) ardından başlayan tartışmalar sırasında Lozan Andlaşması da gündeme getirildi. Bu çerçevede Lozan Andlaşması için de benzer görüş öne sürülerek “CB kararı ile çıkılabilir” iması yapıldı.

TBMM Başkanı’nca dillendirilen bu görüş ne ölçüde geçerli?

Öne sürülen görüşlere kesin yanıt, 100. yılı vesilesiyle Lozan Barış Andlaşması’nın Anayasa hukuku açısından da değerlendirilmesi sonucu verilebilir. Ama öncelikle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış sorunu üzerine yapılan tartışmalara değinmekte yarar var. Kısaca belirtelim:

  • Yasa ile taraf olunan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış,
    usul ve yetki açısından hukuk tekniği olarak ancak yasa ile mümkün olabilirdi.

Kuşkusuz düzenleme konusu bakımından, insan hakları kazanımları söz konusu olduğundan yasa ile de çıkışın zor olduğu, olsa olsa daha ileri bir anlaşmaya katılım amacıyla bunun olanaklı olabileceği görüşü kayda değer.

24 Temmuz 1923 tarihli Barış Andlaşması, öncelikle dış kurucu erk olarak önem taşır. Kurtuluş ve Kuruluş, 1919-1924 yılları arasında içiçe geçen hareketler, kurumlar ve kurallar dizisidir.

Samsun’a çıkış, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanması ile sonuçlanan fikri ve eylemsel çalışmaların dönüm evreleridir. 1921 Anayasası, TBMM’nin eseridir.

Lozan, teknik olarak 1. Dünya Savaşı’nı bitiren Andlaşma’dır

Milli mücadeleyi yürütmüş TBMM ve onun hükümetinin muhatap alındığı, dolayısıyla uluslararası alanda da tescil edildiği bir sonuç olması itibariyle,

  • Türkiye Devleti’ni kuran bir Andlaşma’dır.

Barış müzakereleri, Lozan’da 1922 Kasım’ında başladı. Barış müzakerelerinin sonunda, Batılı güçler; yeni Türkiye Devleti’nin egemenliğini, 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi’nin büyük konferans salonunda imzalanan andlaşma ile tanıdılar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi olarak da nitelenen Lozan Barış Andlaşması’nın özellikleri nelerdir?

Andlaşma’nın şartları; temel olarak Türkiye’nin sınırları, Boğazları, Osmanlı İmparatorluğu’ nun borçlarının ödenmesi, kapitülasyonlar meselesi ve azınlıklar sorununa ilişkindi:

– Tarafları bakımından; İtilaf Devletleri olarak Britanya İmparatorluğu, Fransa Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya).

– Türkiye’nin sınırların belirlenmesi bakımından;  Ocak 1920’de  ‘Milli Misak’ta öngörülen çerçeveye olabildiğince uygundur.

– İktisadi bakımdan; kapitülasyon sistemi kaldırıldı.

Hak ve özgürlükler bakımından; “gayrimüslim azınlıklara mensup Türk uyruklarına verilen haklar: Dolaşım özgürlüğü, medeni haklardan yararlanma, giderlerini ödeyerek her türlü kurum (vakıf vb.) kurma, yönetme ve denetleme, buralarda dilini kullanma, dinsel özgürlük, (…). Barış Andlaşması, “Müslüman olmayan Türk uyrukları”na haklar yanında, “tüm Türk uyrukları”, “Türkiye’de oturan herkes”, “Türkçeden başka bir dll konuşan Türk uyrukları” şeklinde nitelenen üç grup için  de “dil” eksenli haklar tanımıştır (md.37-45).

Anayasal açıdan; Barış Andlaşması, dış egemenlik ve bağımsızlık belgesidir.

Yeni bir Anayasa girişiminin, Andlaşma’nın başarıyla sonuçlanacağı yönündeki işaretlerin çoğaldığı 8 Temmuz 1923 sonrasında başlamış olduğu görüşü kayda değer.

Lozan’ın önemini batılı uzmanlar da sıkça vurgulamıştır. Prof. P. Dumont  ve Fr. Georgeon’a (1989) göre;

  • Lozan Barışı, bir büyük başarıdır hiç kuşkusuz; öteki devletlerle eşitlik temeli üzerinde hareket edecek, bağımsız, özgür bir millet olarak kendini ortaya koyma olanağını sağlamıştır Kemalist Türkiye’ye… Laikliğe, ilericiliğe, bilimsel anlayışa ve Batı’ya olduğu kadar, ulusal değerler ve geleneklere saygıya da güvenip bel bağlayan genç Cumhuriyet, esinlenmiş kurucusunun itişiyle, gerçekten şaşkınlığa düşen bir dünyaya, ‘uygar uluslar’ topluluğu içinde örnek  bir rol oynamaya yetenekli bir ülke izlenimini vererek, deri değiştirecektir birkaç yılda.” (S. Tanilli çevirisi).

Yeni (2.) Millet Meclisi, 11 Ağustos 1923’te çalışmalarına başladı ve 23 Ağustos’ta Barış Andlaşması’nı yasa ile onayladı. Anayasal bir reform için eylülde bir komisyon kuruldu. Dr. A. Mary-Rousseliere’e (1925) göre; “Tüm değişiklikler kelime kelime, cümle cümle tartışıldı; aynen bizim Batılı parlamentoların en iyilerinde olduğu gibi”.

Barış Antlaşması’nın imzalanmasından yaklaşık üç ay sonra, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun” (no.364, 29.10.1339) ile 1921 Anayasası’nın 1. maddesine şu cümle eklendi:

  • Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”.

Cumhuriyet Anayasaları, Andlaşma hükümlerini saklı tutmuşlardır.

Bu değinilen özellikleri ve anayasal gelişmeler bakımından;

Öncelikle,

Barış Andlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi özelliği ile çıkılması veya feshedilmesi, hukuk tekniği bakımından
mümkün olmayan bir ulusal-üstü anayasa metnidir.

Andlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1921 Anayasası ve Türkiye Cumhuriyeti’ni çifte kurucu erk işlevine uluslararası kuruculuk boyutunu katmıştır.

Yerindelik açısından; Barış Andlaşması’nı tartışmaya açmak, Misak-ı Milli sınırlarının –belli istisnalar dışında– tescilini öngören bir belgenin tartışmaya açılması riski nedeniyle, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır.

  • Dahası, bu kurucu çok taraflı uluslararası andlaşmayı tartışmaya açmak,
    Türkiye’nin ulusal güvenliğini tartışmaya açmak anlamına gelir.

Cumhuriyet ve demokrasi bakımından, Cumhuriyet’in 100. yılına ulaşmasında Lozan’ın katkısı, bilimsel çalışmalarla daha somut olarak ortaya konulmalı, Türkiye Cumhuriyeti’nin barış ve demokrasi kuşağı devleti olmasındaki payı gözetilerek çifte yüzüncü yıl kutlaması yapılmalıdır.

Sonuç olarak; Barış Andlaşması’nın uygulanmasını istemek ve Andlaşma’yı sahiplenmek, sınırların değişmezliği ikesi gereği Türkiye’nin bağımsızlığı için önemli olduğu kadar, metinde güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı, toplumsal barış açısından da önem taşımaktadır.

Lozan Barış Andlaşması’nın 2. yüzyılı kutlu olsun!

Yaklaşan seçimler, ‘şahsım devleti’ anlayışı ve parlamenter sisteme dönüş yolu: Demokrasiye uymayan partili cumhurbaşkanlığı

Alev Coşkun
Alev Coşkun

Yaklaşan seçimler, ‘şahsım devleti’ anlayışı ve parlamenter sisteme dönüş yolu: Demokrasiye uymayan partili cumhurbaşkanlığı

18 Aralık 2022, Cumhuriyet

Geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen siyasal içerikli haksız ceza bir kez daha “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ni tartışmaya açtı. Tüm yetkilerin bir kişide toplandığı, Meclis’in yetkilerinin budandığı, yargının, başkanlığını adalet bakanının yaptığı Hâkimler ve Savcılar Kurulu aracılığıyla siyasal gücün etkisinde kaldığı bir kez daha ortaya çıktı.

Bu hafta demokrasiyle ters düşen bu ucube sistemin, “partili cumhurbaşkanı” yönünü öne çıkararak ele alacağız. 6 siyasi parti lideri, 6’lı Masanın önemli uzlaşı konusu olan güçlendirilmiş parlamenter sistemle ilgili anayasa değişikliği önerilerini 28 Kasım 2022’de açıkladılar. Bu tasarıda en önemli değişiklik “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen ve dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan ucube modelden vazgeçilmesidir.

Bu anayasa tasarısında cumhurbaşkanına verilen yetkiler tırpanlanıyor, parlamenter sisteme dönülüyor, partili cumhurbaşkanı sistemi kaldırılıyor, cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıl ile sınırlandırılıyor. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin “partisi ile ilişkisi kesiliyor”. Partili cumhurbaşkanlığı sistemi terk ediliyor. (AS: AY m. 101/5 anlamsız, çünkü Milletvekili ve CB seçimi aynı gün yapılıyor: AY md. 77/1: “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır.” Dolayısıyla bir kişinin MV sıfatı ile CB seçilme olasılığı yok!)

(2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü)

Partili cumhurbaşkanlığı, Türk siyasal tarihinde tartışmalı bir konu olarak yer almıştır. 1921 Anayasası Kuvayı Milliye’yi yürütmek için kabul edilmişti ve anayasada devlet başkanlığı maddesi yoktu.

1924 Anayasası, Cumhuriyet ilkelerini getiren anayasadır. Sistem tek parti olduğu için 1924 Anayasası’na göre cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisinden istifa etmesine gerek yoktu.

Türkiye çok partili sisteme 1946 yılında girdi. Yeni kurulan Demokrat Parti için partili cumhurbaşkanlığı konusu en önemli siyasal konu olarak öne çıkmıştı. Cumhurbaşkanının partili olması şiddetle eleştiriliyor, cumhurbaşkanının tarafsız olması ısrarla isteniyordu. Yeni kurulan Demokrat Parti’nin 1946 seçim bildirgesinde bu konu açık bir biçimde yer almıştı.

1923’ten 2017’ye dek 94 yılda 12 cumhurbaşkanı görev aldı.

Bunlardan beşinin zaten siyasal parti ile ilgileri yoktu. (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren ve Ahmet Necdet Sezer) Atatürk ve İnönü tek parti döneminde, Celal Bayar ise 1950-1960 arası 10 yıl cumhurbaşkanlığı yaptı. 1989’dan bugüne Özal, Demirel ve Gül seçildiklerinde anayasaya uyarak partilerinden istifa ettiler. 2017’de kabul edilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi nedeniyle, Erdoğan partili cumhurbaşkanı olarak görevine devam ediyor.

EVRENSEL KURAL

Anayasa hukuku ilkelerine göre devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı “devletin birliği ve ülkenin bütünlüğünün” simgesidir. Siyaset bilimi ve anayasa kitapları konuyu şöyle ortaya koyuyorlar:

  • “Devlet başkanının siyasal bakımdan sahip olduğu mutlak sorumluluk, onun mutlak siyasal tarafsızlığını gerektirir. Devlet başkanı bu sıfatı taşıdığı müddetçe parti adamı değildir. Partiler üstü objektif, tarafsız bir kişidir. Çünkü devlet temsilcisi, milletin başıdır. Bu nedenle asla bir partizan gibi konuşamaz ve hareket edemez. Memleketin iç ve dış politikasında belirli bir partiyi, zümreyi veya kişiyi açıkça tutan ya da yeren açıklamalarda bulunamaz. Rolü ayırıcı değil, birleştiricidir. Eleştiri ya da onaylama değil, uyarma ve doğru yolu göstermektir, gerektiğinde millet adına hakemlik yapmaktır. Daha çok manevi rolü vardır ve tarafsızlığa titizlikle saygı gösterdiği ölçüde etkinlik ve ‘meşruluk’ kazanır.”

Bu tanımlamaya göre devlet başkanı, partiler üstü, yansız bir kimliğe bürünüyor. Bu nedenle devlet başkanından partizan yaklaşımlar ve hareketler beklenmez. İşte bu nitelikler yansız devlet başkanını etkin ve güçlü kılar.

DP, PARTİLİ CUMHURBAŞKANINA ŞİDDETLE KARŞI

8 Temmuz 1946’da yapılan genel seçimler, çok partili sistemin ilk seçimidir. Bu seçimde, DP seçim bildirgesinde açıkça partili cumhurbaşkanlığına karşı çıkmıştır.

DP’nin bu bildirisinde açıkça cumhurbaşkanlığı makamının tarafsız olması isteniyordu.

AKP siyasal köklerini DP’de görür. Sürekli kendisini DP’ye bağlamak isteyen AKP, DP’nin bu bildirisi ve düşüncelerinden ders almalıdır. Bugünkü tabloya bakarak 75 yıl önceki DP’nin söyledikleri ile AKP’nin uygulamaları birbirinin tamamen karşıtıdır.

(DP’li Başbakan Adnan Menderes)

DP’NİN PARTİLİ CUMHURBAŞKANLIĞINA KARŞI SEÇİM BİLDİRGESİ

“Devlet başkanının fiilen bir partinin başkanlığında bulunması ve bütün milletin malı olması gereken devlet başkanlığı yüksek makamının bütün yüksek dokunulmazlık ve yetkileriyle bir partinin yanında yer alması öbür partileri oldukça nazik ve zor bir mevkide bulundurmakta ve partilerin eşit hak ve şartlar altında çalışabilmeleri ilkesine aykırı durumlar yaratmaktadır. Cumhurbaşkanı partili değil, tarafsız olmalıdır.”
(19 Haziran 1946, DP Seçim Bildirisi)

İNÖNÜ’NÜN YANSIZLIĞI

İnönü, cumhurbaşkanı olarak 12 Temmuz 1947 beyannamesiyle partisiz olunması gerektiğini eylemli olarak göstermişti. Olay kısaca şöyledir :

Henüz çok partili sisteme adım atılıyordu. Sertlik yanlısı Başbakan Recep Peker’le muhalefet partisi DP arasında sert tartışmalar oluyordu. Cumhurbaşkanı İnönü, CHP ile DP arasındaki çatışmaya el attı. Başbakan Recep Peker ile DP Genel Başkanı Celal Bayar’ı Çankaya’ya çağırdı. Onlarla görüştü ve sonunda 12 Temmuz 1947’de ünlü 12 Temmuz bildirisini yayımladı. Bildiride cumhurbaşkanı olarak muhalefet partisini tutuyor ve aynen şöyle deniyordu:

“…Bir yasal siyasi partinin metotlarıyla çalışan muhalefet partisinin, iktidar partisinin imkân ve şartlarına uygun çalışmasını sağlamak lazımdır. Bu noktada, bir devlet başkanı olarak kendimi her iki partiye karşı eşit mesafede görürüm… Amaç, başlıca iki parti arasında temel şartın yani güvenin yerleşmesidir.”

(13 Temmuz 1947, Cumhuriyet gazetesi)

1950 SONRASI

DP iktidara geldikten sonra, muhalefette iken ısrarla savunduğu cumhurbaşkanının yansız olmasını gerektiren anayasa değişikliklerini yapmadı. Tersine, Bayar yansız cumhurbaşkanlığı yerine her zaman DP’li olduğunu gösteren bir tutum içine girdi. Özellikle 1957 seçiminden sonra Cumhurbaşkanı Bayar, DP simgesi taşıyan bastonla halkın arasına girip konuşmalar yaptı. Oysa yansız cumhurbaşkanlığı niteliğine sahip olsaydı, iktidar-muhalefet arasında uzlaşma sağlanabilir, hatta 27 Mayıs askeri hareketi önlenebilirdi.

1960 askeri hareketinden sonra Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın partiler üstü cumhurbaşkanı gibi davranıp tarafların uzlaşmasını sağlayacak bir seçim programı geliştirmek yerine çatışmayı körüklemiş olmasını kitabında eleştirmiştir. (Aydın Menderes, Babam Adnan Menderes, s. 87-88)

Aydın Menderes, “Bayar da İnönü’nün ‘12 Temmuz’ beyannamesindeki tutumunu örnek almalı, öyle yapmalıydı” diyor. Aydın Menderes, açıkça İnönü’nün 12 Temmuz 1947’deki girişimine ve ünlü bildirisine gönderme yaparak Celal Bayar’dan da aynı davranışı görmek istediğini belirtiyor. 1960 öncesi günlerde Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ile muhalefet lideri İnönü’yü bir masa çevresinde toplayıp uzlaşma yaratabilirdi. Böylesi bir yansız cumhurbaşkanlığı rolünü üstlenebilirdi. Ancak güncel ve kısır politik tutumlar politikada bu geniş düşünce sistemini engelliyordu.

1961 ANAYASASI

1960 sonrası seçimle oluşan Kurucu Meclis, 2. Dünya Savaşı sonrası Batı’daki evrensel demokrasi gelişmelerini dikkate alan yeni bir anayasa yaptı ve bu anayasa halkoylamasıyla kabul edildi. 1961 Anayasası’nın, dünyanın en ileri ve demokratik anayasalarından birisi olduğu kabul edilmiştir. 1961 Anayasası ile devlet başkanı yansız ve partisiz konuma getirilmiştir. (Madde 35)

1982 Anayasası da 1961 Anayasası’nın yansız cumhurbaşkanı kuralını benimsemiştir. 1961’den sonra cumhurbaşkanı seçilen Gürsel, Sunay, Korutürk ve Sezer zaten partili değildiler. Özal, Demirel, Gül cumhurbaşkanı seçilince partilerinden istifa ettiler.

TEK ADAM YÖNETİMİ

16 Nisan 2017’de yapılan halkoylamasıyla “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen bir modele girildi. O günden bugüne uygulanan ve tek adamlığı getiren, gücü tek elde toplayan bu model dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

  • Hukuk devleti ve demokrasinin temeli Güçler Ayrılığı ilkesidir.

2017’de getirilen sistem, Güçler Birliği ve “tek adam yönetimi” oluşturmuştur.

Güçler ayrılığı ilkesinin işlediği hukuk devleti bir yana bırakılmış “ucube” bir sistemle tek adam rejimine geçilmiştir. Siyaset bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu bu sisteme, “neo-patrimonyal sultanizm” adını vermektedir. Prof. Dr. Emre Kongar da bu modele “şahsım devleti” adını veriyor.

GÜÇLER AYRILIĞI

Anayasa hukuku ilkelerine göre devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı “devletin birliği ülkenin bütünlüğünün” simgesidir. Ancak bir siyasal partinin aynı zamanda genel başkanı olan bir cumhurbaşkanının yansızlığından söz edilemez.

Parlamenter sistemde, Yürütme’nin eylem ve işlemlerinden Başbakan ve Bakanlar sorumludur. Devlet Başkanının siyasal açıdan mutlak sorumsuzluğunun nedeni onun yansızlığının sağlanmasıdır. Devlet başkanı aynı zamanda tüm halkın, milletin başıdır. Bu nedenle asla partili gibi hareket edemez. O’nun temel yükümlülüğü ayırıcı değil, birleştirici olmasıdır. Yansızlığı titizlikle uyguladığı ve saygı gösterdiği ölçüde etkinliği artar. (H. N. Kubalı, Anayasa Hukuku Dersleri, s. 376)

Demokrasinin en önemli ilkesi, Yürütmenin denetlenmesidir. Ünlü düşünür Montesquieu şöyle diyor:

  • Amaç bireyin özgürlüğüdür.
  • Özgürlüğün sağlanması için Yürütmenin otoriterliğinden ve despotluğundan sakınılmalıdır.
  • Bunun da siyasal yolu Güçler Ayrılığı ilkesinin uygulanmasıdır.
  • Yasama, Yürütme, Yargı birbirlerinden ayrılacaktır ve birbirlerini denetleyeceklerdir.”

YASAMANIN GELECEĞİ

Yukarıda belirtildiği gibi 2017’de yapılan anayasa değişikliği ile Türkiye, demokrasinin temeli “Güçler Ayrılığı” ilkesini terk etti. Dünya demokrasi sıralamasında en gerilere düştü. Tüm bunların sorumlusu olarak AKP, demokrasi ilkelerini bozan bir siyasal kuruluş olarak olumsuz yönde siyasal tarihe geçecektir.

6’lı Masa‘nın uzlaşarak kabul ettiği anayasa tasarısının en önemli niteliği, otoriter başkanlık sistemine son verilecek ve parlamenter sistemin yeniden kurulacak olmasıdır. Böylece Yasama yeniden güç kazanacak; hükümet icraatının denetlenmesi yeniden sağlanacaktır.

Bu noktada bir konuya da açıklık getirmemiz gerekir: Tasarının 101. maddesine göre cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecektir. Bu durum ister istemez cumhurbaşkanı ile parlamentoyu karşı karşıya getirecektir. Parlamenter sistemi güçsüzleştirecektir. Seçimlerden sonra anayasa tasarısı Meclis’te görüşülürken bunun düzeltilmesi gerekir.

Her şey önümüzdeki seçime ve halkın inançla gerçek demokrasiye sahip çıkmasına bağlıdır.

KAYNAKLAR

  • Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Beta Yay., 1998.
  • Alev Coşkun, Tarihi Unutmamak Günceli Yakalamak, Cumhuriyet Kitapları, 2010.
  • Hüseyin Nail Kubalı, Anayasa Hukuku Dersleri, İÜHF Yayını, 1971, s. 376.
  • M. Duverger, Siyasi Partiler, (çev. E. Özbudun), Bilgi Yay., 1974.

200 yılı aşan Anayasa tarihimiz: Türk Anayasa tarihindeki önemli gelişmeler ve kırılma noktaları

Alev Coşkun
Alev Coşkun
04 Aralık 2022, Cumhuriyet


200 yılı aşan Anayasa tarihimiz:
Türk Anayasa tarihindeki önemli gelişmeler ve kırılma noktaları

6 siyasal partinin oluşturduğu Masa, Türk demokrasi tarihimizde çok önemli bir gelişmedir.
6’lı Masa‘yı oluşturan siyasal parti liderleri geçen hafta, 84 maddeden oluşan anayasa değişikliği tasarısını açıkladı. 6’lı Masa, gerçekte Tek Adam‘a üstün yetkiler veren modelle somut bir siyasal hareketi gerçekleştirdi.

Demokrasi, temelde bir uzlaşma hareketidir. Bu anayasa tasarısı, Türk anayasa gelişmeleri tarihimizde ilk kez 6 siyasal partinin uzlaşısı sonunda ortaya çıkmış oluyor. Bu haftaki yazımızda 225 yıllık bir geçmişe sahip olan Türk Anayasa tarihinin kısa bir analizi yapılacaktır.

Anayasa, Batı demokrasilerinin yarattığı bir hukuk normudur, devletin biçimini, yönetim modelini ortaya koyan temel yasadır; aynı zamanda vatandaşın hak ve özgürlüklerini belirler, devlet düzeninin işleyişini gösteren üstün hukuk kurallarını içerir.

OSMANLI DEVLETİ

Anayasal gelişme açısından Osmanlı İmparatorluğu’nda beş önemli hareket vardır. Bunlar tarih sırasına göre:

1808 yılında Senedi İttifak, 1839 yılında Tanzimat Fermanı ve 1856 yılında Islahat Fermanı’dır. İlk anayasa 1876 tarihli Kanun-u Esasi’dir. 1909’da II. Meşrutiyet’te, Kanun-u Esasi’de değişiklikler yapılmıştır. Bu önemli belgelerin temel ilkelerine kısaca bakalım.

Osmanlı-Türk anayasası gelişim tarihi açısından ilk önemli belge 1808 tarihli “Senedi İttifak”tır. Senedi İttifak’tan 31 yıl sonra Mustafa Reşit Paşa, Gülhane Parkı’nda padişahın bir “irade-i seniyesi” olan Gülhane Hattı Hümayunu’nu (GHH) okudu. Bu belgeye Tanzimat Fermanı adı verilir. Tanzimat Fermanı (GHH), kişi hak ve özgürlüklerine gönderme yapan tek yanlı bir padişahlık bildirisidir.

1856 ISLAHAT FERMANI

1839’da tanımlanan haklar, Batı dünyasında yetersiz bulunuyordu. Rusya giderek güçleniyordu. Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü Rusya’nın müdahalelerine karşı korumak ve Osmanlı’yı Avrupa devletler ailesine kabul edilmenin koşulu olarak yeni istekler ileriye sürdüler.

Islahat Fermanı’nın esası, Osmanlı topraklarında yaşayan ancak Müslüman olmayan uyruklara, Müslümanlarla eşit haklar sağlayan bir padişah fermanıdır. Islahat Fermanı hukuken bir padişah bildirisidir, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerinin tanınmasında önemli bir adımdır.

Niyazi Berkes, 1856 Islahat Fermanı’nı genel olarak Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hıristiyan toplulukların “anayasal gelişmelerinin başlangıcı” olarak kabul etmiştir. Bu belge, onların ulusal bağımsızlıklarının bir bildirisi sayılırdı. (N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 92)

Bu padişah bildirisiyle Meclisi Ahkamı Adliye’ye, yasa ve tüzükleri hazırlamak, yönetsel önlemleri görüşmek, hükümete görüş vermek görevi verildi. “Şûra-yı Devlet”, Danıştay’ın ilk basamağıydı.

Tanzimat ve Islahat Fermanları, din ve millet kökenleri ne olursa olsun, İmparatorlukta yaşayan millet topluluklarından bir “Osmanlı Milleti” çıkarmaya çalışıyordu. Ancak birbiriyle çatışan ayrılıkçı ideolojiler taşıyan bu yapıyı düzeltmek çok zordu.

BİRİNCİ MEŞRUTİYET, İLK ANAYASA VE İLK MECLİS (1876)

Islahat Fermanı’ndan 20 yıl sonra Osmanlı Devleti’nde ilk kez yazılı bir anayasa ve ilk kez seçimle gelen bir meclis kurulmuştur. Gelişme şöyledir: Özellikle 1860’lardan sonra canlanan basın-yayın yaşamı Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi aydınların ortaya çıkışı toplumsal gelişmeleri tetikliyordu. 1865’te kurulan Genç Osmanlı hareketi uzun yıllar valilik yapan sonra da Şura-yı Devlet başkanlığına getirilen Mithat Paşa’nın liderliğinde birleştiler. Toplumsal etkiler sonunda, 23 Aralık 1876’da padişah tarafından Kanun-u Esasi kabul edildi. Kanun-u Esasi, Osmanlı’nın ilk anayasasıdır. Bu anayasaya göre hukuka bağlı devlet düşüncesi ilk kez bir anayasal metinle ortaya çıkmıştı.

  • Devletin dini İslamdır.
  • Padişah aynı zamanda Halifedir.
  • Şeyhülislam hükümet içinde yer almaktadır ve yasalar din buyruklarına aykırı olamaz.
  • Padişah yürütmenin başıdır. Sadrazam ve öbür Bakanları kendisi seçer.
  • Yasama, Meclisi Ayan ve Mebusan Meclisi olarak iki kanatlıdır.
  • Ayan üyelerini padişah seçer, Mebusan Meclisi üyeleri halk tarafından seçilir.
  • Model bir meşrutiyet rejimidir.

ABDÜLHAMİT VE MİTHAT PAŞA

Padişah Abdülhamit, anayasaya göre yapılan seçimlerle oluşan “Meclisi Mebusan”ın toplanmasından önce, 1876 Anayasası’nı yaratan Mithat Paşa’yı sürgüne gönderdi. (5 Şubat 1877) Meclis açıldı ancak 56 toplantı yaptıktan sonra 28 Haziran 1877’de kapatıldı. İkinci kez yapılan seçimlerde toplanan meclis de 29 toplantı yaptıktan sonra 14 Şubat 1878’de Abdülhamit tarafından kapatıldı. Abdülhamit adım adım “mutlakiyetçi” yönetimini kurdu ve Meclis 1908 yılına dek 32 yıl kapalı tutuldu.

II. MEŞRUTİYET ANAYASASI

Abdülhamit’in mutlakiyet yönetimine aydınlar ve Genç Türkler (Jön Türkler) karşı çıkıyorlardı, daha sonra İttihat ve Terakki kuruldu.

  • Jön Türkler, düşünce alanında akılcılık (rasyonalizm), laiklik, kadın hakları savunusuna dek pek çok çağdaş düşünceyi ortaya koymuşlardı.

Uzun mücadeleler sonunda İttihat ve Terakki, 23 Temmuz 1908’de hürriyetin ilanını gerçekleştirdi ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Kanun-u Esasi yeniden yürürlüğe kondu, yeniden seçimler yapıldı. Osmanlı Mebusan Meclisi, Kasım 1908’de yeniden toplandı. İttihat ve Terakki 1918’e değin iktidarda kaldı.

II. MEŞRUTİYET’TE (ANAYASA) DEĞİŞİMLER

II. Meşrutiyet döneminde 8 Ağustos 1909’da anayasada 21 maddede değişiklik yapıldı ve 3 madde eklendi. Temel hak ve özgürlüklerle ilgili olarak yasa dışı tutuklama yasağı (m.10), sansür yasağı (m.12) getirilmiştir. Haberleşme gizliliğinin esası (m.119) benimsenmiş, toplanma ve dernek kurma hakları (m.120) tanınmış, padişahın yazarları ve gazetecileri sürgün etme yetkisi (m.113) kaldırılmıştır.

Yasama ile ilgili olarak Meclis’te yasa teklifi vermek için padişahın iznini alma koşulu kaldırılmıştır. Padişahın yasaları mutlak veto yetkisi de yumuşatılmıştır. Meclis, Padişahın veto ettiği yasaları üçte iki çoğunluğuyla kabul ederse, padişahın bu yasayı onaylama zorunluğu getirilmiştir. Padişah tek egemen olmaktan çıkarılmıştır.

Yürütme yetkisi Bakanlar Kurulu’na verilmiş ve Meclis’e karşı sorumlu olduğu kabul edilmiştir. 1909 değişiklikleriyle Osmanlı Devleti meşruti (sınırlı) anayasal monarşi durumuna dönüşmüştür.

‘EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR’

Cumhuriyet döneminde başlıca anayasal hareketler 1921 Anayasası, 1924 Anayasası, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş olarak özetlenebilir. Cumhuriyet döneminde rejim yönünden en önemli hareket kuşkusuz

  • 1 Kasım 1922’de Saltanatın ve 3 Mart 1924’te Hilafetin kaldırılmasıdır.

1921 ANAYASASI

23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan “Büyük Millet Meclisi” aslında yeni Türk devletinin kurucu meclisidir. Hukuksal tanımıyla “asli kurucu” organı, asli kurucu iktidarıdır. Ankara’da Meclis açılınca İstanbul’daki Padişah ve O’na bağlı hükümet görevdeydi. Büyük Millet Meclisi’nin açılışından beş ay sonra 18 Eylül 1920’de Teşkilatı Esasiye Kanunu tasarısı Meclis’e sunuldu. Milli Mücadele’yi yönetmek amacıyla Ankara Meclisi’nce 1921 yılında 23 maddelik kısa bir anayasa yapıldı. Öte yandan 1876 Anayasası da yürürlükteydi.

TEMEL İLKELER

1921 Anayasası’nda egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, yürütme ve yasama kuvvetleri Meclis’te toplanmıştır. Bu nedenle 1921 Anayasası “Güçler Birliği” ilkesini kabul etmişti. Anayasa’da egemenliğin padişaha ait olmadığı belirtiliyordu. 1921 Anayasası’nın devlet modeli, kendine özgü (sui generis) “Meclis Hükümeti” adı verilen modelidir. Güçler Ayrılığı ilkesi yerine “Güçler Birliği” ilkesi kabul edilmiş, Yasama ve Yürütme güçleri Meclis’te toplanmıştır.

Meclis, savaşı yöneten bir ihtilal meclisidir. Anayasa hukukçusu Prof. Tanör, bu durumu “Savaş demokrasisi” olarak tanımlamıştır. (Bülent Tanör, Kurtuluş-Kuruluş, s. 115) 1921 Anayasası kısa bir anayasa olmasına karşın Cumhuriyet dönemi anayasacılığı açısından önemli etkiler yaratmıştır.

EGEMENLİK ANLAYIŞI

Anayasa’nın 3. maddesi şöyledir: “Türkiye devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ adını taşır.” İlk kez temelde anayasada yeni bir devlet “Türkiye Devleti” adından söz edilmektedir.

Anayasanın 1. maddesi “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” demektedir.

Anayasa, Vilayet ve Nahiye Şûraları öngörüyor. Ancak bunlar, doğrudan demokrasi değil, yerel demokrasi kurullarıdır. Özerklikleri yönetsel olarak sınırlıdır. (Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s. 257)

ÇAĞDAŞLAŞMANIN TEMELİ: DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Meclis, Anayasa’nın 1. maddesine bir cümle ekledi:

  • “Türkiye devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir.”

Bu teklif getirilirken önerilen yasa tasarısının adı “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Tavzihan Tadiline Dair Kanun”dur. Bunun anlamı, “açıklık getiren değişiklik”tir. Çünkü 29 Ekim 1923 tarihli anayasa değişikliği, gerçekte var olan ancak daha önceki süreçlerde adı konmamış bir durumu açıklığa kavuşturmuştu. O da yönetim biçiminin “Cumhuriyet” olduğudur. Cumhurbaşkanı, Meclis’in kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilmekte ve “devlet reisi” unvanını almaktadır.

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştı. Cumhuriyetin ilanından dört ay sonra 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırıldı. Böylece ilan edilen Cumhuriyetin dine dayalı değil, laik temellere bağlı olduğu ortaya çıktı.

1924 ANAYASASI

20 Nisan 1924’te Meclis tarafından kabul edilen 491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu 1924 Anayasası’dır. Bu anayasanın kabul edilmesiyle 1876 ve 1921 tarihli iki anayasanın yürürlüğüne son verilmiştir. 1924 Anayasası, klasik anayasa anlayış ve sistematiğine uygun bir metindir. Devletin kuruluşu, organları, bunların işleyişi düzenlenmiştir. Ayrıca hak ve özgürlüklerle ilgili hükümlere de yer verilmiştir.

Yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrılmıştır.
Kişi hak ve özgürlükleri ile anayasanın üstünlüğü ilkesi kabul edilmiştir.
1924 Anayasası, Meclis hükümeti ile parlamenter sistem arasında karma bir model yaratmıştır.

1961 ANAYASASI

1924 Anayasası 36 yıl yürürlükte kaldı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yeni anayasalar yapılmıştı. Özellikle insan hak ve özgürlüklerinin korunması ön plana çıkmış, yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen, hukukun üstünlüğünü ve hukuk devletinin en önemli ögesi olan anayasa mahkemeleri hukuk devletinin birinci ögesi durumuna gelmişti.

1950-60 döneminde özellikle 1954’ten sonra DP’nin otoriter bir yola girmesi, temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesi yeni bir anayasa gereksinimini en birinci istem durumuna getirmişti.

13 Aralık 1960 tarihli ve 157 sayılı yasayla, “Kurucu Meclis”in oluşması sağlanmıştır. Kurucu Meclis, Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşuyordu. Bu Meclis’in %83’ü atamayla değil seçimle oluşuyordu. Siyasal partiler CHP ve CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), barolar, basın, esnaf kuruluşları, işçi sendikaları, meslek odaları, öğretmen kuruluşları, tarım kooperatifleri, üniversiteler, yargı organları kendi aralarında toplanarak Kurucu Meclis’e katılacak üyeleri seçmişlerdir.

1961 ANAYASASI’NIN ÖNEMLİ NOKTALARI

1961 Anayasası bütün dünyada ileri ve demokratik bir anayasa olarak kabul edilmiştir. Bu anayasanın temel nitelikleri şöyle özetlenebilir:

  • 1961 Anayasası, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan; evrensel insan hakları ve hukukun üstünlüğü, parlamenter sistem ve güçler ayrılığı ilkelerine tümüyle uymuştur. Anayasaya ilk kez “insan haklarına dayalı devlet” kavramı girmiş ve “temel haklar ve özgürlükler” anayasada ilk kez devletin kuruluşunu düzenleyen esaslardan önceye alınmıştır. Yasama, millet meclisi ve senato olarak iki kanatlıdır.
  • Demokrasi kültürü açısından “siyasal partiler, ister iktidarda ister muhalefette olsunlar, demokrasinin vazgeçilmez ögeleridir” ilkesi ilk kez anayasada yer almıştır.
  • 1961 Anayasası, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesini güçlendirmiş, Türk anayasa tarihinde ilk kez “yasaların yargısal denetimini” sağlayan Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Böylece Türk demokrasisi evrensel düzeye ulaşmıştır.
  • Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin “laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğunu kabul etmiştir. Çağdaşlaşmanın temeli, “din ve vicdan özgürlüğü” kabul edilmiştir.
  • Anayasanın 124. maddesiyle, “Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarma ve laiklik niteliğini koruma” amacıyla Devrim Yasalarına dokunulamayacağı kabul edilmiştir.

1982 ANAYASASI

1960-80 arasında anayasa üzerinde tartışmalar oldu. Anayasanın özgürlüklere öncelik tanımasına, otoriter düşünceyi benimseyenler karşı çıkıyorlardı. 12 Eylül 1980’de, Ordu hiyerarşisi içinde yönetime el koydu. 160 üyeli Danışma Meclis’i atanmış kişilerden oluşuyordu. 40 üye doğrudan, 120’si ise valilerin önerdiği adaylar arasından Milli Güvenlik Konseyi tarafından seçildi. Hazırlanan anayasa 7 Kasım 1982’de halkoylamasına sunularak kabul edildi.

1982 Anayasası, devletin temel kuruluşlarını belirleyen bir anayasa değil, her şeyi ayrıntılarıyla ele alan bir “düzenleyici anayasa”dır. Değiştirilebilmesi açısından sert bir anayasadır. Yürütme ayağı güçlendirilmiştir. Senato kaldırılarak tek meclis sistemi getirilmiştir.

TÜRK TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİ

1982 Anayasası, yapılan yüzlerce değişiklikle 2017 tarihine dek 25 yıl yaşadı. 16 Nisan 2017’de yapılan halkoylamasıyla “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen bir modele girildi. 2017’den beri beş yıldır uygulanan ve tek adamlığı getiren bu model dünyanın hiçbir yerinde yoktur. (AS: 2,5 milyon dolayında mühürsüz oy YSK tarafından son anda “geçerli” (!?) sayılarak kıl payı kabul edilen, gerçekte hukuksal olarak HİÇBİR SONUÇ DOĞURMAYAN bir halkoylaması!!) 

  • Hukuk devleti ve demokrasinin temeli Güçler Ayrılığı ilkesidir.

2017’de getirilen sistem, güçler birliği ve tek adam yönetimi oluşturmuştur. Demokratik birikimler, Güçler Ayrılığı ilkesinin işlediği hukuk devleti bir yana bırakılmış “ucube” bir sistemle tek adam rejimine geçilmiştir. Siyaset bilimci Prof. Ersin Kalaycıoğlu, bu sisteme “Neo-Patrimonyal Sultanizm” adını vermektedir.

6’LI MASA ve YENİ ANAYASA TASARISI

Yukarıda belirtildiği gibi 6’lı Masa son yıllarda Türk siyasal yaşamında yaratılan çok önemli bir harekettir. Aslında bir uzlaşmadır ve geleceğe dönük bir koalisyon hareketidir. 6’lı Masa’nın bir anayasa taslağı üzerinde anlaşması da çok önemlidir. Bu tasarıya göre anayasadaki yüz maddenin değişmesi öngörülüyor.

  • Anayasanın demokratik laik Cumhuriyeti belirleyen ilk dört maddesine dokunulmuyor..

Anayasa Mahkemesi’nin, Yüksek Hâkimler Kurulu’nun oluşumu ve yapısı değişiyor. İfade özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılıyor ve parlamenter sistem içinde hükümetlerin düşürülmesi zorlaştırılıyor.

Ayrıca özgürlüklerin kısıtlanmasını öngören maddeler yeniden düzenleniyor. Bu kapsamda, toplanma ve gösteri yapma özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılıyor.

  • Laikliği düzenleyen 24. maddeye dokunulmuyor.

Cumhurbaşkanının yetkileri kısıtlanıyor.

ANAYASA MAHKEMESİ

Taslakta Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi de yeniden düzenleniyor. Cumhurbaşkanının bu kuruma yaptığı üye atamalarındaki yetkisi kaldırılıyor. Cumhurbaşkanının yetkisi yalnızca Türkiye Barolar Birliği kontenjanından gelen üyelerin atamasıyla sınırlandırılıyor. Hâkimler ve Savcılar Kurulu üyelerinin atanma yetkileri Meclis’e devrediliyor. Meclis’te yapılacak seçimler de “kısıtlı belirleyicilerin inisiyatifine” bırakılmıyor. Çoklu aday arasından seçim yapılması kuralı getiriliyor, katılım artırılıyor. Siyasi partiler, AYM ve kurullara aday gösteremiyor.

Ayrıca taslakta, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kaldırılıyor. Yerine bilimsel, yönetsel ve akçalı özerkliği getirilmiş üniversiteler arasında eşgüdümü sağlamayı hedefleyen bir kurul düşünülüyor.

YARGIYA YENİ SİSTEM

Değişiklik öngörülen önemli alanlardan birisi de yargı. Buna göre, varolan Hâkimler ve Savcılar Kurulu, Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu olarak ikiye bölünüyor. Hâkimler Kurulu’na adalet bakanı ve yardımcısının katılımı kaldırılıyor, bakan ve yardımcısı yalnızca Savcılar Kurulu’nda yer alabiliyor.

HÜKÜMETE GÜVENCE

İstikrarsızlığın gerekçesi olarak görülen ve parlamenter sistemin en çok eleştirilen konusu olan koalisyonlar ve hükümetler konusunda anayasaya “yapıcı kurucu güvensizlik oyu” getiriliyor. Buna göre hükümetin kurulması süreci kolaylaştırılırken hükümete güvensizlik oyu süreci ise zorlaştırılıyor. Hükümet hakkında gensoru verebilmek için, yeni hükümetin nasıl kurulacağı konusunun garanti edilmesi kuralı getiriliyor. İspanya, Almanya, Belçika gibi ülkelerde uygulanan bu yöntemin yeni anayasa taslağında yer alacağı belirtiliyor.

Bu taslağın içeriğinin ortaya çıkması, 6’lı Masa’nın salt liderler toplantısı olmadığını, konuların uzmanlar düzeyinde tartışılarak somut çözümlere ulaşıldığını göstermektedir. Bu aşamaya ulaşılması demokrasimiz için son derece önemlidir.

Türkiye önümüzdeki seçimlerde, 6’lı Masa İttifakı, Meclis’te anayasayı değiştirme sayısal gücüne erişirse Türk siyasal yaşamında çok önemli bir gelişme olacaktır. Türk demokrasisi güçler ayrılığı temeline dayalı sisteme yeniden girecektir.

KAYNAKLAR

  • Bülent Tanör, Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY, 2014.
  • Bülent Tanör, Siyasi Düşünce Hürriyeti ve 1961 Türk Anayasası, 1969. 
  • Suna Kili, A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, İş Bankası Kültür Yayınları, 2016. 
  • Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Kitabevi Yayınları, 2015.
  • Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, İmge Yayınları, 2011.
  • Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Beta Basım Yayım, 1998.

Yeni anayasa ve yanıt bekleyen sorular

OSMAN GÖLCÜK
Bilişim ve Altyapı Teknolojileri Uzmanı

Cumhuriyet, 23 Mart 2022
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Millet İttifakı’nı oluşturan altı siyasal partinin güçlendirilmiş parlamenter sistem ile ilgili olarak yayımladıkları bildiri, anayasa ile ilgili konularda kimi tartışmalar yarattı.

NELER ÖNE ÇIKIYOR?

1- 1921 Anayasası yürürlüğe girdiğinde ne ortada devlet var ne de Cumhuriyet; yalnızca Ankara’da bir Meclis var.

2- Milli Mücadele’nin 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlanmasından sonra kabul edilen 1924 Anayasası zamanında artık Cumhuriyet ilan edilmiş ve devlet  kurulmuş oluyor. Devletin gerçek anayasası ortaya çıkıyor.

3- 1961 Anayasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik anayasasıdır. Günümüzde bile aynen uygulansa demokrasi konusunda kimsenin karşı çıkacağı bir durum olmaz.

Kuvvetler ayrılığının ve demokrasinin bütün kurumlarının var olduğu bir anayasadır. Keşke kesintisiz uygulanabilseydi. Demirel bile o yıllarda bu anayasa “Bu ceket, bu topluma bol geliyor” demişti.

4- 1961 ve 1982 anayasalarına darbe anayasaları diyorlar, yıllardır değiştirmedik yeri kalmadı, hâlâ darbe anayasası deniliyor.

Ama önemli olan anayasada ne yazdığı değil mi?

Araştırdığımızda hiçbir ülkede anayasalar, ülke barış ve demokrasi içinde idare edilirken yazılmamış. Çoğu ülkede iç savaş ve savaş sonrası yazılmış. Zaten anayasalar da bir toplumsal barış sözleşmesi değil mi?

Almanya anayasası, Amerikan işgal kuvvetleri komutanının talimatı ile yazılmış. Sonradan değişiklikler yapmışlar ama bu anayasa işgal anayasası diye yıllarca tartışmamışlar, pek de dert etmemişler.

Gelişmiş demokratik ülkelerde anayasa tartışması pek yok, önemli olan demokrasinin oturmuş olması. Anayasalar kadar önemli olan, siyaset yapan kişilerin, devletin kurumlarının ve toplumun demokrasiyi içine sindirmesi ve uygulaması değil mi?

5- Altı partinin ortak metninde yalnızca 1921 Anayasası’na atıfta bulunulması, “Hem Kürtleri hem de anti-laik partileri ürkütmemek için mi yapıldı” sorusunu akla getiriyor.

Hazırlanacak yeni anayasa da toplumsal barışı ve demokrasiyi hedeflemeli, her kesimi kapsayan ve herkesin kendini bu anayasanın dışında hissetmediği bir anayasa olmalı.
===================================
Dostlar,

TÜRKİYE, Anayasanın ilk 3 maddesine asla dokunulmaksızın;

  • Atatürk Devrim İlkelerine, Cumhuriyetin kurucu değerlerine tam bağlı kalmalı,
  • Tam bağımsız ve güçlü tekil (üniter) devlet olmalı,
  • Ülke ve halk bölünmezliğine dayalı bütünlükçü bir ulus anlayışı benimsemeli,
  • Anayasası ve tamamlayıcı tüm hukuk sistemi, kurumları ile çağın koşullarına tam uyumlu olmalı,
  • Demokratik, laik, sosyal bir hukukun üstünlüğü ile bağlı hukuk devleti olmalı;
  • Laiklik, başta eğitim yaşamın her alanında uygulanmalı,
  • İnsan haklarına dayanmalı, anti-emperyalist ve anti-kapitalist hukuk siyasası gütmeli,
  • Adil temsille güçler ayrılığına dayalı Parlamenter demokratik rejime hızla geri dönülmeli,
  • Bilimsel akılcılığı şaşmaz pusula kılmalı, bilim ve teknoloji üretmeli, bilişim çağı asla kaçırılmamalı,
  • Etkin demokratik hükümetler kurulabilmeli ve hızlı adalet temel değer ve hedeflerden olmalı,
  • Örgütlü halk, etkin siyasal katılım sağlanmalı, üniversite özerkliği mutlaka anayasaya konmalı,
  • Aydınlanmış ve çağdaş toplum, istihdamda liyakat ana kazanımlardan olmalı,
  • Özgürlük ve eşitlik : Yurttaşların eşitliği sağlanmalı; Ulusu bölen “Eşit yurttaşlık değil!”,
  • Salt siyasal – hukuksal değil ve fakat; Planlı sosyal ve ekonomik kalkınmayı, halkçı bütünsel ekonomi ekseninde toplumsal erinç (huzur) ve gönenci (refahı), adil gelir dağılımını, yoksulluktan kurtulmayı, bölgesel dengeli kalkınmayı, herkese sağlık-eğitim, sosyal güvenlik, onurlu iş, sağlıklı – güvenli çevre.. koşullarını gözeten üretici EKONOMİK DEMOKRASİ’yi ve hukukunu hedeflemeli,
  • Çalışan, üreten ve özyeterlik sağlayan ve dışsatım yapan bir hukuk dizgesi kurgulamalı,
  • Atatürk’ün “YURTTA BARIŞ – DÜNYADA BARIŞ” ilkesi hukukuna tam anlamıyla bağlı kalmalı,
  • İç hukuku düzenlerken, uluslararası andlaşma – sözleşmelere katılırken hiçbir ülkenin içişlerine karışmamalı ve kendi içişlerine karışılmasına izin vermemeli, tam bağımsız, egemen-eşit olmalı,
  • Mazlum uluslara hukukuyla da örnek ve önder, çağdaş uygarlık düzeyini aşma hedefli olmalıdır,
  • Anayasa başta, tüm ulusal, uluslararası hukuku aynı zamanda, Türkiye’nin sonsuza dek onurlu, gönençli yaşaması ve çağdaş uygarlık düzeyini aşması şaşmaz hedefinin güçlü aracı kılmalı,
  • Dünya uluslar ailesinin egemen-eşit, onurlu ve saygın bir üyesine yaraşır Hukuk Devleti olmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 25 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
Anayasa Hukuku PhD (Doktora) Öğrencisi
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Zayıflatılmış ‘parlamenter’ sistem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Son Yazısı / Tüm Yazıları

Cumhuriyet, 21 Mart 2022

Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrasi ve Atılım Partisi, Gelecek Partisi ve Demokrat Parti liderleri, 28 Şubat 2022 tarihinde bir araya gelerek Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem adını verdikleri sistemi kamuoyuna duyurdular.

Söz konusu duyuruda, bir yandan, yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığının sağlanması ve demokratik düzenin kurulması öngörülürken, bir yandan da 1921 Anayasası övülmüş, ondan sonraki tüm anayasalar ve anayasa değişiklikleri hedef haline getirilmiş, böylece büyük bir çelişkinin içine düşülmüştür.
***
Açıklanan metinde, “1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” ifadesi yer almıştır.

“1921 anayasası” olarak adlandırılan ilkelerin “nispeten kapsayıcı” olarak nitelendirilip ondan sonraki tüm anayasaların ve anayasa değişikliklerinin “dar kalıplara girmiş” olarak nitelendirilmiş olmasının gerekçesi nedir?!

  • “1921 Anayasası” olarak nitelendirilen sözde anayasa,
    Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası değildir!
  • 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti henüz kurulmamıştı!
    Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulmuştur!

1921 yılında Osmanlı İmparatorluğu fiilen ve resmen varlığını sürdürüyordu, saltanat ve hilafet henüz kaldırılmamıştı! Saltanat 1922 yılında, hilafet 1924 yılında kaldırılmıştır!

1921 Anayasası olarak nitelendirilen metin, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş olan bir ilkeler bildirisiydi. Buna anayasa denemez, çünkü anayasa bir devlete ait ilkeler bütünüdür. 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti henüz kurulmadığı gibi, söz konusu ilkeler bildirisi Meclis’te kabul edildiği için, bu Meclis de Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye olarak da bilinen Osmanlı İmparatorluğu devletini temsil etmediği için, bu sözde anayasa, Osmanlı İmparatorluğu devletinin anayasası da değildi.

Muhalefetteki altı partinin lideri, anayasa olduğu iddia edilen bu metini, laiklik ilkesi yer almadığı için mi övmek gereği ve 1923 yılı sonrasındaki anayasaları ve anayasa değişikliklerini yermek gereği duymuşlardır?!
***
1928 yılında, 1924 Anayasası üzerinden TBMM’de yapılan anayasa değişikliğiyle, 1876 Osmanlı anayasasından kalan bir madde olan Devletin dini İslamdır maddesi anayasadan çıkarılmıştır; 1937 yılında da yine TBMM’de yapılan anayasa değişikliğiyle, laiklik ilkesi bir anayasa maddesi haline gelmiştir.

  • Devletin dininin olduğu bir ülkede laiklik olmaz,
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede de demokrasi olmaz.
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede teokrasi olur. Yani din devleti olur, gücünü halktan değil, gücünü Tanrı’dan, dinden, ruhban sınıfından alan bir düzen olur.
  • Demokratik laik bir ülkede devletin dini olmaz,
    vatandaşın kendi özgür iradesine ve seçimine göre dini olur veya dini olmaz.

28 Şubat’ta yapılan açıklamayla, 1928 ve 1937 yılında gerçekleşen bu anayasa değişiklikleri mi hedef alınmıştır?!
***
Yapılan açıklamada, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokratik anayasası olarak bilinen 1961 Anayasası da hedef alınmış, “1961 anayasası Silahlı Kuvvetler başta olmak üzere, bazı bürokratik kurumlara demokrasi ile bağdaşmayacak yetkiler tanımış, dolayısıyla bürokratik vesayet düzenine sebep olmuştur. Örneğin, MGK üzerinden Yürütmenin etkinliği zaafa uğratılmış… anayasa yargısı tarafından pek çok siyasi parti kapatılmış, yasama ve yürütme vesayet altına alınarak zayıflatılmıştır… Reform önerimiz ile 1961 Anayasası’nda geçerli olan, bürokratik kurumların, siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanmasını reddediyoruz” ifadeleri yer almıştır!

Demokratik ülkelerde, anayasal demokratik düzeni korumak için Anayasa Mahkemesi gibi kurumların, ulusal güvenliği korumak amacıyla da Milli Güvenlik Kurulu benzeri kurumların bulunduğu bilinmektedir.

Buna rağmen (karşın) Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulu, söz konusu açıklamada neden hedef haline getirilmiştir?!

  • CHP’yi ve İYİ Parti’yi;
  • Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan ve/veya Recep Tayyip Erdoğan ve/veya Fethullah Gülen ve/veya ABD emperyalizminin “ılımlı İslam” projesi mi yönetmektedir?!

6 Parti Bildirisi ve Anayasa Geleneğimiz

Alev Coşkun
Alev Coşkun
Cumhuriyet, 09.03.2022
(AS : Bizim kısa katkımız yazının altındadır.)

Bugün Türkiye’de, dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan ucube bir sistem yürürlüktedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilerek uygulanan bu model, Türkiye’nin 150 yılı aşan parlamento geleneğini de altüst etmiştir. Kuvvetler ayrılığı sistemi yıkılmış, kuvvetlerin birleştirildiği tek kişi yönetimi kurulmuştur.  Altı siyasal parti liderinin bu “ucube” modele karşı çıkma yönünde kesin kararlılık göstermeleri, demokratik ilkelerden kopmuş olan bu sistemi sonlandırmak ve yeniden parlamenter sisteme dönmek iradesini ortaya koymaları, Türk siyasal yaşamında çok önemli bir gelişmedir.

CUMHURİYET GAZETESİ

Kuşkusuz konu, tüm halkı ilgilendirmektedir. Bu nedenlerle Cumhuriyet gazetesi, bu siyasal gelişmeyi takdir ve önemle karşılamıştır. Türkiye’nin en önemli düşün, politika ve kültür gazetesi olan Cumhuriyet, konulara eleştirel akıl çerçevesinde yaklaşır ama katkıda da bulunur.

Nitekim, gazetemizin yazarları altı partinin yayımladığı metin üzerinde görüşlerini özgürce belirttiler. Özellikle demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru laiklik ilkesi üzerinde durdular. Bunlar dikkate alınması gereken eleştirilerdir.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden vazgeçilip parlamenter sisteme dönüş yapılması için anayasada değişiklik yapmak zorunludur. Bu nedenle, bu yazımızda anayasal konulara değinilecektir.

1921 ANAYASASI

Bildiride 1921 Anayasası olumlanıyor. Bilindiği gibi 1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu), sadece 23 maddedir, milli iradeyi egemen kılmak ve işgalcilere karşı Kuvayı Milliye’yi yürütmek amacıyla 20 Ocak 1921’de kabul edilmiştir. Bu anayasanın 2. maddesine göre, “Yürütme ve yasama yetkisi milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan TBMM’de toplanır.”

Bu model, “kuvvetler birliği”dir. Bu anayasa bir ihtilal anayasasıdır ve işgallere karşı Kuvayı Milliye’yi yürütmek amacını taşır. Anayasada parlamenter demokrasiyle ya da iktidarın sınırlandırılmasıyla ilgili hiçbir kural yoktur.

CUMHURİYETİN İLANI ve 1924 ANAYASASI

Cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı kanunla ilan edilmiştir.

Egemenliğin kayıtsız, koşulsuz millete ait olduğu zaten 1921 Anayasası’nın temel ilkesiydi. Saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra, yönetim biçimi Cumhuriyetten başka bir şey değildi. Bu nedenle 29 Ekim 1923 tarihli anayasa değişikliği aslında var olan ancak adı konmamış bir siyasal yapıyı açıklığa kavuşturmaktaydı. Bu yüzden kanunun başlığında “tavzihan tadil” (açıklık getiren değişiklik) deyimi kullanılmıştır.

1924 Anayasası toplam 105 maddedir. Bu anayasaya gelenekçi çevrelerden gelen eleştiriler, Batı taklitçiliği, din ve maneviyat düşmanlığı, otoriter, totaliter hatta oligarşik iktidar yarattığı iddialarıdır. Bütün dünyadaki önemli siyaset bilimciler ve anayasacılar, 1924 Anayasası’nın 1921 Anayasası ile başlayan süreç içinde “ulusal ve demokratik bir devletin temellerinin kurulmasına yardım ettiğini” kabul ederler.

  • Bu anayasadan 1928 yılında “Türk devletinin dini İslamdır” hükmü çıkarılmış,
    1937’de de laiklik ilkesi anayasaya girmiştir.

1924 Anayasası, anayasa hukuku açısından milli irade ilkesini öne çıkarmakla birlikte, çoğulcu ve özgürlükçü çok partili demokratik sistem açısından yetersizdir. Nitekim DP’nin 1954 yılından sonraki keyfi kararlarını dengeleyememiştir. Zaten o dönem dünyasında çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi kurumsallaştıran anayasalar da pek azdı.

YARGILAR

Altı partinin ortak bildirisi, 1921 Anayasası’nın “kısmen kapsayıcılığının” ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sonraki anayasalarının tümünü “dar kalıplara” girmiş olarak nitelendirilmektedir. 1961 Anayasası için de “1961 Anayasası birçok yeni ve önemli düzenleme getirmiş olsa da çok partili siyasal hayatımıza sekte vuran bir askeri darbenin ardından hazırlanmıştır; ayrıca “1961 Anayasası’nda geçerli olan bürokratik kurulların siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanmasını reddediyoruz” deniliyor.

Bildiride, “… geçmişe geri dönmüyor, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı esasına dayanan yeni bir sisteme geçiyoruz” deniliyor. Bunlar açık olmayan “muğlak” ifadelerdir. Parlamenter demokrasi getirmeyi hedefleyen bir metinde yer alan böylesi bir değerlendirme hem bilime aykırıdır hem de hatalıdır. Türk siyasal yaşamında kuvvetler ayrılığı sistemi, hukuka bağlı kurallar içinde 1961 Anayasası’nda düzenlenmiştir. Güçlendirilmiş parlamenter sistem için ister istemez temel kaynak olarak 1961 Anayasası kullanılacaktır. Bu nedenle 1961 Anayasası’nın hukuksal gerçeklerine ve kurumlarına bilimsel olarak kısaca değinmekte yarar vardır.

1961 ANAYASASI

  • 1961 Anayasası, dünyadaki tüm anayasa ve siyaset bilimi otoritelerinin kabul ettikleri gibi Türklerin tarih boyunca yarattıkları en ilerici, en demokratik ve hukuk devleti ilkelerini yaşama geçiren anayasadır.

Öncelikle kamuoyunda oluşan yanlış bir algıyı düzeltelim. 1961 Anayasası, daha sonraki askeri darbelerde olduğu gibi, atanmış bir grup tarafından değil; seçilmiş Meclis tarafından yapılmıştır. Anayasayı yapan Kurucu Meclis’in temeli olan Temsilciler Meclisi 276 kişiden oluşuyordu. Bu meclisin 226 üyesi (%82) Aralık 1960 tarihli 157 ve 158 sayılı yasalar ile belirtilen seçim yöntemiyle seçilmişlerdi. On üyeyi devlet başkanı, on sekiz üyeyi Milli Birlik Komitesi seçmiştir. Bakanları Kurulu üyeleri Meclis üyesi sayılmışlardır.

Seçimle gelen üyelerin 75’i iller tarafından seçildi. (İstanbul dört, Ankara üç, İzmir iki) Diğer illerin hepsi birer üye gönderdiler. İl temsilcileri, ildeki tüm muhtarlar, o ildeki tüm ilkokul, ortaokul ve liselerin başöğretmenleri; köy dernek temsilcileri, o ildeki tüm meslek, esnaf, işçi, sendika başkanlarının bir araya gelerek yaptıkları seçimle belirlendiler.

Siyasal partiler CHP’ye 49, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) 25 kişilik kontenjan tanındı. Siyasal partiler kendi içinde seçim yaptılar. Geriye kalan üyeler meslek kuruluşları esasına göre kendi aralarında yapılan seçimlerle oluştu. Bu kuruluşlar, üniversiteler, yüksek yargı organları, basın ve yayın kuruluşları, barolar, ticaret ve sanayi odaları, işçi sendikaları, öğretmen kuruluşları, tüm tarım ve kooperatif kuruluşları ve esnaf kuruluşlarıdır.

1961 Anayasası’nda yer alacak basın özgürlüğü ile ilgili maddeleri konuşmak için Ord. Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu üyeleri, gazeteciler ve sendika temsilcileri bir araya gelmişti. Toplantıda; komisyon üyeleri, Prof. Dr. H. Nail Kubalı, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve İstanbul gazetelerinin yazıişleri müdürleri bulunuyordu. 

Örneğin tüm üniversite öğretim üyeleri bir araya gelip kendi aralarından 12 profesörü seçti; Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’ın yüksek yargıçları bir araya gelip kendi aralarından 12 yüksek yargıcı seçti. Aynı biçimde tüm basın-yayın kuruluşları, tüm sendikalar, tüm barolar, tüm öğretmenler, tüm ticaret ve sanayi odaları, tüm esnaf kuruluşları, tüm tarım kooperatifleri kendi aralarında toplanarak temsilcilerini seçti ve Kurucu Meclis’e gönderdi. Demokratik bir süreç yaşandı. Görüldüğü gibi, 1961 Anayasası’nı hazırlayan Meclis, tüm illerin temsilcilerinden ve toplumu oluşturan kurum ve katmanların bir araya gelerek seçtikleri üyelerden oluşuyordu.

Türk siyasal tarihinde ilk kez gerçekleşen bu uygulama çok önemlidir ve 1961 Anayasası’nın toplumsal niteliklerini oluşturmuştur. 1961 Anayasası’nın kaynakları, 12 Ocak 1959 tarihli CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi”, İstanbul ve Ankara üniversiteleri anayasa ve hukuk hocalarının ayrı ayrı hazırladıkları anayasa taslaklarıdır. Bu taslaklardaki temel ilkeler, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa devletlerinin kabul ettikleri modern ve evrensel anayasalardır.

61 ANAYASASI İLERİCİ VE DEVRİMCİDİR

  • “Demokrasi”, “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” kavramları ilk kez 1961 Anayasası ile anayasaya girmiştir. Kısaca irdeleyelim.

DEMOKRASİ KURAMI

“Demokratik yaşamda siyasal partilerin vazgeçilmezliği” ilkesi ilk kez 1961 Anayasası ile kabul edilmiştir. Anayasada “Siyasal partiler ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, demokratik, siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır” kuralına yer verilmiştir. Daha adil bir temsili öngören nispi temsil seçim sistemi getirilmiştir. 1961 Anayasası, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenen ve tüm Avrupa’da gelişen demokratik ve çağdaş anayasalardan (Fransız, Alman, Belçika, İtalya, İskandinav ülkeleri gibi) esinlenmiş ve hepsinden ileride kurallar koymuştur.

İNSAN HAKLARI ve ÖZGÜRLÜKLER KURAMI

1961 Anayasası, 2. maddesinde devlet yaşamını düzenleyen temel ilkeleri saptamıştır. Türk anayasa sistemine ilk kez, “insan haklarına dayalı devlet” kavramı girmiş, insan hakları kavramı devletin temelleri içine alınmıştır. Anayasa, insanın doğuştan kazandığı hakları korumakla yetinmeyip, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli koşulları da hazırlaması yönünde devlete görev vermiştir. (md.10) 1961 Anayasası’nda “temel haklar ve özgürlükler” devletin kuruluşunu düzenleyen esaslardan önceye alınmıştır. Anayasa, böylece temel hak ve özgürlüklerin taşıdığı önemi açıkça belirtmek istemiştir.

Temel hak ve özgürlükler kısaca sayılıp geçilmemiş, tersine anayasanın üçte biri bu olguya ayrılmıştır. Bu konudaki en önemli yenilik “Bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunulamaz” ilkesidir. Yukarıda sözü edilen “insan haklarına bağlı devlet” ilkesiyle “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağı” ilkesi yan yana getirilip irdelendiği zaman 1961 Anayasası’nın ne derece ilerici ve devrimci bir anayasa olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

SOSYAL DEVLET KURAMI

Anayasanın 2. maddesi yalnızca insan hakları temeline dayalı bir anayasadan değil, “sosyal bir hukuk devleti”nden söz etmektedir. Sosyal devlet ilkesi anayasada başlı başına ele alınarak kurallaştırılmıştır. Bireyin devletçe korunması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, asgari ücretle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlanmasının gerekliliği, açık bir biçimde belirtilmiştir. Sosyal devlet; güçsüzlerin, yoksulların önündeki engellerin kaldırılmasını öngörür. Ekonomik ve kültürel yönden zayıflara ve güçsüzlere haklarının tanınması, sendikal haklar ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin giderilmesi yönünde devlete görev verilmiştir.

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ KURAMI

Türk siyasal yaşamında “kanun devleti”, sonraları “hukuk devleti” kavramları özellikle 1950’den sonra çok partili sistem içinde kullanıldı. Ama 1961 Anayasası bir adım daha ileriye giderek “hukukun üstünlüğü” ilkesini, anayasanın vazgeçilmez unsuru durumuna getirdi.

HUKUK DEVLETİ

Devletin hukuka bağlı olması, hukuk üzerine kurulu olması, hukuk tarafından yönetilmesi, bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine bağlı olması demektir. Bu denetimin işlemesi için yargı bağımsızlığının sağlanması gerekir. Bu unsurlarıyla hukuk devleti, keyfiliğin, tek adam yönetiminin ve “polis devleti”nin karşıtıdır. Hukuk devleti olmadan, güçlendirilmiş parlamenter sistem kurulamaz. Hukuk devletini sağlayan çağdaş anayasaların en önemli kurumu Anayasa Mahkemesi’dir. Anayasa Mahkemesi, Türk hukuk sistemine 1961 Anayasası ile girmiştir. Ayrıca, 1961 Anayasası ilk kez, Meclis’te kabul edilen yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini sağlayacak olan sistemi kurmuştur. Türk anayasa geleneğinde bir devrim yapılarak yasaların yargısal denetimi böylece kurumlaştırılmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kurulması Türk demokrasinin çağdaş ve evrensel demokrasi düzeyine ulaşmasını sağlamış, insan hakları ve demokrasinin de güvencesi olmuştur.

Hukukun üstünlüğü ilkesi bağlamında ister yerel ister merkezi idareler olsun, yönetimin bütün işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tabi olması olanağı tanınmıştır; bu nedenle anayasanın “İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır” (Md.114/1) maddesi çok önemlidir. Anayasa bununla da yetinmemiş, aynı maddenin son fırkasında “kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle”, idareyi yükümlü tutmuştur. 1961 Anayasası, hukukun üstünlüğü ilkesine verdiği önemi, yargı bağımsızlığının vazgeçilmez koşulu olan yargıç güvencesi konusunda da açıkça göstermiştir.

LAİK DEVLET İLKESİNİN PEKİŞMESİ

1961 Anayasası başlangıç kısmında ulus için “Kıvançta ve tasada birlik”; esin kaynağı “Milli Mücadele ruhu” olan Türk ulusçuluğu “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinde dile gelen barışçılık ve her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi amaçlayan Atatürk devrimciliği kavramlarının altını kalın bir biçimde çizmiştir. Anayasa, yukarıda esasları belirtilen Başlangıç kısmına gönderme yaparak, bu öğeleri kurallaştırmıştır. Şöyle ki:

  • “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” (Md.2)

Tüm bu nedenlerle, bütün dünyada 1961 Anayasası, Türklerin binlerce yıllık tarihleri boyunca yarattıkları en ilerici, en demokratik, insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri koruyan, hukukun üstünlüğünü güvenceye alan bir anayasa olarak kabul edilmiştir.

Cumhuriyet gazetesinin 4 Temmuz 1961 tarihli 1. sayfasındaki Ali Ulvi imzalı karikatür, “Evet” kampanyasına karşı Adalet Partisi’nin tutumunu gösteriyor.

AMAÇ

Bu yazımızın temel amacı eleştiri yapmaktan ziyade katkı sağlamaktır. 150 yılı aşan parlamenter demokrasi deneyimlerimize dayalı olarak güçlendirilmiş parlamenter sistem yeniden kurulurken geçmiş deneylerden ve bilimden yararlanılması gerekir. Günlük siyasetin körüklemelerine, “siyasal istismarlara” boyun eğmemek gerekir. Anayasa değişimi her zaman olmaz, 6 parti lideri tüm bu nedenlerle duygusal baskılara boyun eğmeden Türk halkının geleceğini düşünmelidir; tarihi bir görev yaptıklarının bilincinde olmalıdır. Parlamenter sistem, temelde kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Yasama, Yürütme’yi soru, gensoru, güvenoylaması gibi araçlarla denetleyecektir.

Yargı, bir yandan Yürütme’yi, öte yandan da Yasama organının kabul ettiği yasaların anayasaya uygunluğunu yargısal yönden denetleyecektir. Bunun için yargının bağımsız ve tarafsız olması anayasa ilkeleriyle sağlanacaktır. Bütün hukuksal yollar 1961 Anayasası’nda vardır. 1961 Anayasası’nı kötülemek yerine eksik yanları düzelterek ve güçlendirerek ondan yararlanılmalıdır.
===================================

Dostlar,

Sayın Dr. Alev Coşkun‘un (siyaset bilimci) bu yazısı adeta bir ders gibi.
Bilimsel bir makale / kitap bölümü niteliğinde.

Kendisini kutluyor va yazdıklarını bütünü ile paylaşıyoruz.
Yazının çok özenle okunmasını ve 6 partinin yetkillerince mutlaka dikkate alınmasını diliyor ve bekliyoruz.

ADD’nin Cumhuriyet Gazetesi’nde tam arka sayfa ilanı da benzer öneriler içeriyor.

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci
Anayasa Hukuku PhD (Doktora) Öğrencisi

AKP’nin “yeni bir Anayasa” girişiminin üzerine düşünülmesi gereken sorular

AKP’nin “yeni bir Anayasa” girişiminin üzerine düşünülmesi gereken sorular

Nurzen Amuran sordu, Prof. Dr. Rona Aybay yanıtladı…

Nurzen Amuran: Bu haftanın gündemi yine yeni demokratik ve sivil bir anayasa özlemi ve Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan İnsan Hakları Eylem Planıydı. Son dönemlerdeki uygulamalar eşliğinde açıklanan plan çeşitli kesimlerce tartışıldı, ama umulan ilgiyi göremedi ve diğer yargı paketlerinde olduğu gibi acaba sorusunun gölgesinde bırakıldı. Gelecek haftalarda bu planla hedeflenen ve uygulamalarda karşılaşılan sorunları birlikte değerlendireceğiz.

Biz bugün yeni bir Anayasa denilirken, tarihsel bir analizle nasıl bir Anayasa olmalı, hangi koşullarda oluşturulmalı sorusunun yanıtlarını arayacağız. Konuğumuz değerli Bilim insanımız, duayen Hocamız Sayın Rona Aybay.

Sayın Aybay, Dr. Ahmet Yağlı ile birlikte yeni bir çalışmanız yayınlandı. “Geçmişten Günümüze Karşılaştırmalı 1982 Anayasası.” Anayasa kültürünü edinmek isteyenleri aydınlatacak kapsamlı bir araştırma kitabı.

Prof. Dr. Fazıl Sağlam, kitabın önsözünde, “Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmelerinin genetik sürecini ilgilendiren ana metinleri toplu halde bir araya getiren bir başvuru kitabı” diyor. Biz de bu söyleşide sizin bu anayasal birikiminizden yararlanmak istiyoruz, ne kadar sürede hazırladınız bu çalışmayı?

Rona Aybay: Sorunuzu yanıtlamak pek kolay değil, çünkü 1. basısı, 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayınları arasında yayınlanmıştı, yeni bası ise 2021 yılında DER yayınlarınca yayınlandı; arada 58 yıllık bir süre var.

Kitabın ilk hali, doktora yeterlik sınavı hazırlıklarım sırasında aldığım kişisel notlardan oluştu. Yani, başlangıçta amacım bir kitap hazırlamak değildi. Yeni yürürlüğe girmiş Anayasanın hükümlerinin altına, önceki anayasal metinlerin ilgili bölümlerini yapıştırıyordum. (Genç okurlar için bir not: Bilgisayarın adını bile duymuş değildik; yapıştırma işi zamkla yapılıyordu!)

Böylece oluşan klasörleri gören arkadaşların ilgisinden güç alarak bunları bir kitap haline getirmeyi düşündüm ama basacak yayıncı bulmam zordu. İstanbul Hukuk Fakültesi, tarihinde ilk kez, doktorası olmayan bir asistanın kitabına Fakülte yayınları arasında yer verdi. Bunda, 1961 Anayasasının yeni yürürlüğe girmiş ve konuyla ilgili kapsamlı çalışmaların henüz yayınlanmamış olmasının etkisi oldu, sanıyorum. Fakülte yayını olarak çıkan kitabın satışıyla ilgim yoktu ama, oldukça ilgi görmüş olduğunu söyleyebilirim.

İki basısı arasında 58 yıl olan başka bir kitap var mı? Ben bilmiyorum. Yarım yüzyılı aşan bu süre içinde, elbette pek çok şey yaşadım, çeşitli başka kitaplar yayınladım ama bu kitapla ilgim hiç kesilmedi; anayasalarda yapılan değişiklikleri işleyerek kitabı güncellemek istedim ama arada anayasalarda o kadar çok değişiklik oldu ve elimde olan ve olmayan nedenlerle iş ve yer değiştirdim ki, bu işi tek başıma başaramayacağımı gördüm ve vazgeçtim.

Sonunda genç meslektaşlarımdan Dr. Ahmet Yağlı yardım önerdi ve O’nun katkılarıyla güncelleme işine giriştik; kitabı baştan aşağı elden geçirip güncelledik. Bunun oldukça çetin bir iş olduğunu söyleyebilirim. Sonunda “eşyazar” olarak kapakta adı yer alan Dr. Ahmet Yağlı ile yaklaşık altı aylık bir süre, neredeyse sadece, bu kitabın hazırlıklarıyla ilgilendik diyebilirim. Seksene yakın anayasal belgeyi, incelemeden geçirmemiz gerekti. Pandemi koşulları biraraya gelmemize elvermediği için, bazen iki saate yakın süren telefon konuşmalarımız oldu.

Amuran: Çok emek verilen bir çalışma olmuş. Bugünkü söyleşimiz  anayasalar üzerine. Genel bir soru yöneltip daha sonra tarihsel bir değerlendirme yapalım istiyorum:
– Bir anayasadan ne beklenir,
– bir anayasa bireye nasıl bir güvence sağlar ve
– devletin temel değerlerini nasıl korur?

Aybay: Kısaca söylemek gerekirse; Devlet iktidarının oluşması ve kullanılmasıyla doğrudan doğruya ilgili toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar bütünü Anayasa olarak adlandırılır.

Devlet iktidarının oluşma biçimi, içeriği ve sınırları gibi konulara ilişkin sorunlar, devletin toplumsal yapısının temel sorunlarıdır. Bu sorunların, genellikle, her devlette bir temel hukuk metniyle (yazılı Anayasa’yla) çözüme bağlanmasına çalışılır. Başlangıçta, anayasalarda, daha çok devletin ana yapısıyla ilgili temel düzenlemelere öncelik veriliyordu; Devlet başkanının nasıl belirleneceği, hükümetin, yasama organının nasıl oluşacağı, bunlar arasındaki ilişkilerin nasıl düzenleneceği gibi sorunlardı bunlar. Anayasa, devlet organlarına belli görevler ve yetkiler vermekte, aynı zamanda yetkilerin sınırlarını ve bu yetkilerin kullanılmasıyla ilgili sorumlulukları da belirtmekteydi. Ancak, sonraki aşamalarda, bu yetersiz görülmüş; yazılı anayasaların, devlet iktidarının keyfi kullanılışına karşı bireyin korunabilmesine yarayan; yani “Temel Hakların ve Özgürlüklerin” korunması için bir araç olma özelliği öne çıkmıştır. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişmeler sonucunda, “İnsan Hakları” kavramının uluslararası düzeyde güç kazanması, konunun bu yönünün önemi artırmıştır.

Günümüzde, dünya yüzünde 200 kadar devlet vardır ve bunların hemen hepsinde devletin temel yapısını, yasama, yürütme ve yargı organlarının nasıl oluştuğunu, iktidarın ideolojik niteliğini belirleyen tek bir temel hukuk metni bulunmaktadır. Bu metinlerde, temel hakların ve özgürlüklerin korunmasına ilişkin, çoğu, kağıt üzerinde oldukça parlak görünen hükümler görülebilir. Ancak, bunların çoğunda, elinde devlet gücü yani “meşru” şiddet uygulama da içinde olmak üzere, bireyler üzerinde zor kullanma yetkisi kullanma olanağı olan “siyasal iktidar”ları, hukuka uygun davranmaya zorlayacak yasal, yargısal ve demokratik denetim düzenekleri etkili biçimde işlememektedir. Bu nedenle de, anayasalarında “parlak” hükümler bulunsa bile; bireyler, siyasal iktidarın hukuk dışı ve keyfi uygulamaları karşısında yeterince korunamamaktadır.

Amuran: Bizim Anayasal kültürümüzün kökü Cumhuriyete değil Osmanlı dönemine dayanıyor. 1876 Anayasası hangi değerlerle ve hangi ilkeler doğrultusunda hazırlanmış ve dönemin toplumsal sözleşme ruhunu sağlayacak hangi ekiple vücut bulmuştur? Cumhuriyetin ilanına kadar geçen sürede anayasaların gücü nasıl korunmuştur daha doğrusu korunabilmiş midir, bu sürecin kısa bir özetini yapar mısınız?

Aybay: Osmanlı tarihinde, yazılı Anayasa biçimindeki ilk sistematik düzenleme 1876’da ilan edilen “Kanun-ı Esasi”dir. Padişahın mutlak yetkilerine çok zayıf bazı sınırlamalar getiren; Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan adlı iki meclisten oluşan bir parlamento kurulmasını öngören bu ilk Osmanlı yazılı Anayasasına göre “Meclis-Ayan (Senato)” seçilmişlerden oluşmuyor; bütün üyeleri, Padişah tarafından atanıyordu. Ancak, yürürlüğe girmesinden çok kısa bir süre sonra Padişah II. Abdülhamid; Meclisleri 30 yılı aşkın bir süre toplamayarak bu Anayasa’yı fiilen yürürlükten kaldırmıştır.

1908’de açılan ve İkinci Meşrutiyet adı verilen dönemde, kuramsal olarak zaten yürürlükte olan 1876 Kanun-ı Esasisi yeniden yürürlüğe konmuş ve çeşitli değişikliklerle Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne dek yürürlükte kalmıştır.

Amuran:Cumhuriyet dönemindeki gelişmeleri de kısaca özetleyelim isterseniz.

Aybay: 23 Nisan 1920’de, Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminin ilk Anayasa’sını 20 Ocak 1921’de kabul etmiştir. Bu Anayasa, Türk tarihinde “egemenliğin kayıtsız şartsız Ulusun olduğunu” ilan eden ilk anayasadır. Yine bu Anayasa ile, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, ulusun tek ve gerçek temsilcisi olduğu belirtilmiştir. Kanımca, 1921 Anayasasının en dikkat çekici özelliklerinden biri; “savaş” ilanından değil de, “vatan müdafaası” yetkisinden söz etmesidir. 1920’lerin bozkır Ankara’ sının mütevazi bir binasında toplanan birinci TBMM, böylece dünyaya bir barış dersi veriyordu.

1921 Anayasası’nın Türk tarihindeki yeri bakımından özellikle en önemli nokta da, bu Anayasa’nın Cumhuriyet’in ilanına temel oluşudur: 29 Ekim 1923 günü Türkiye Cumhuriyeti, 1921 Anayasası’nın bazı hükümlerini tavzihan (açıklığa kavuşturarak) değiştiren bir kanunla ilan olunmuştur.

Cumhuriyet’in ilanından sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce yeni bir Anayasa yapılmıştır: 1924 Anayasası. 1924 Anayasası, resmen ilân edilmiş bulunan Cumhuriyet’in gereklerine tam uygun ve sistematik bir düzenleme getirmeyi amaçlamış, 1921 Anayasası’nın yeni koşullar karşısındaki yetersizliklerini gidermiştir. Daha önceleri TBMM Genel Kurulu kararıyla yapılmış anayasal nitelikteki bazı düzenlemelere de 1924 Anayasası metninde yer verilmiş ve teknik bakımdan daha başarılı bir metin oluşturulmuştur.

1924 Anayasası, yürürlükte kaldığı 35 yılı aşan süre içinde çeşitli değişiklikler geçirmiştir. Ancak “Türkiye Devleti Bir Cumhuriyettir” biçimindeki 1. maddesi, hiç değişmeden kalmış ve kendisinden sonra yapılan Anayasalarda da 1. madde olarak aynen muhafaza edilmiş, günümüze dek kesintisiz olarak yürürlüğünü sürdürmüştür.

1924 Anayasası’nın, geçirdiği en önemli değişikliklerden biri, 1928 yılında kabul edilen bir Anayasa değişikliğiyle metnin 2. maddesinden “Türkiye Devletinin dini, din-i İslâmdır” tümcesinin çıkarılmasıdır. 1937 yılındaki bir değişiklikle de 2. maddeye şu ekleme yapılmıştır:

  • “Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır”. 

Kısa ve özlü bir metin olan ve yasama organına üstünlük tanıyan 1924 Anayasası, atılımcı tek parti iktidarları için elverişli uygulamalara temel olmuşsa da, 1945 yılından sonra başlayan çok partili dönemde 1924 Anayasası’nın bazı yetersizlikleri ortaya çıkmıştır.

Bu durumun ortaya çıkmasında, ülkenin değişen ekonomik-sosyal yapısının ve seçimlerde uygulanan “çoğunluk sistemi”nin TBMM’de iktidar partisine, seçmenlerin verdiği oya oranla çok büyük bir çoğunluk sağlamasının da önemli payı olduğu söylenebilir. Bu seçim sistemi, muhalefete, seçmenlerden alınan oylara oranla çok az milletvekili kazandırıyordu.

Amuran: Geçmişe döndüğümüz zaman Anayasa hazırlayıcılarının, dönemin gereksinimlerini karşılayacak çok ciddi bir çalışma yaptıklarını görüyoruz. Yeni bir Anayasa için nasıl bir ortama ihtiyaç vardır? Bugün kamuoyu, anayasa hazırlıklarını Meclis’teki milletvekili sayılarına göre değerlendirilip sıradan bir yasa çıkaracak gibi yapılacağı endişesini taşıyor.. Bu konuda neler diyeceksiniz?

Aybay: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir demeciyle “yeni bir anayasa” yapılması, Türkiye’nin siyasal gündemine, birdenbire girmiştir. Oysa, Türkiye’nin bütün sorunlarına hızlı ve etkili çözümler getireceği savıyla yapılmış anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girmesinin üzerinden yalnızca iki buçuk yıl geçmiştir. Bu durumdan, 2018 Temmuz’unda yürürlüğe girmiş olan değişikliklerden, o değişiklikleri öneren ve öven çevrelerin de memnun olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu durum, “işlerin aceleye getirilmiş” olduğunun bir itirafı da sayılabilir.

Burada çıkarılması gereken, en önemli ders şudur: Anayasa yapılmasının çok ciddi bir iş olduğu; önünü arkasını düşünmeden; konuyu, parlamentoda basit bir oy sayısı sorununa indirgemenin yanlış olduğu anlaşılmalıdır.

Oysa, Türkiye’nin 1876 Osmanlı Anayasasından başlayarak, İkinci Meşrutiyet, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi deneyimleriyle oluşmuş, bir “anayasa kültürü” vardır. Bu kültür göz ardı edilerek yapışlmış anayasal düzenlemeler; siyasal iktidarın parlamento içinde ve dışında denetimini etkisiz hale getirmiş ve sonuç olarak, “tek adam” yönetimi diye tanımlanan yöntem, Türkiye’yi adeta yönetilemez bir çizgiye getirmiştir.

Haftalarca süren kampanyalarda harcanan onca emeğe, enerjiye ve masrafa malolmuş kapsamlı bir anayasa değişikliği, daha 3. yaşına basmadan, kaldırılıp “yeni” bir anayasa yapılmasının gerekliliğini ileri sürmeyi, anayasa konusunun ciddiyetiyle bağdaştırmaya olanak var mıdır?

Her hukuk metni gibi, anayasaların da zamanla eskimesi; toplumda ve siyasal yaşamda ortaya çıkan yeni gelişmeleri karşılayamaz hale gelmesi söz konusu olabilir. Ama, burada makul bir ölçü olmalıdır.

  • Anayasa, siyasal iktidarın ihtiyaçlarına göre, nerdeyse ayda bir değiştirilen “İhale Kanunu” değildir.

(Kamu fonlarının kullanılmasına ilişkin bir konu olduğu için, İhale Kanununun da böyle sık sık değiştirilmesini, doğru bulmuyorum elbette, sadece bir örnek olarak belirtmek istedim) Evet, Anayasada değişiklik yapılması ve özellikle de yeni bir anayasa yapılması, geniş çaplı incelemeler, tartışmalar gerektiren, çok ciddi bir iştir.

  • Türkiye’nin yeni bir anayasaya gereksinimi vardır; giderek, bu bir zorunluluktur diyebilirim.

    Bu gereksinimi dile getiren İktidar, değişikliklerin içeriği konusunda net bir tavır göstermemekte; sadece, “yeni” bir anayasanın zorunlu olduğunu bildirmektedir. Buna karşılık muhalefet, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” kavramını öne sürerek; yapılması istenen değişikliklerin genel çerçevesini ortaya koymaktadır. (Buradaki “güçlendirme”ten ne anlaşıldığı; kimin güçlendirilmesinin amaçlandığı, pek açık değildir.) Ama, kanımca bu aşamada öncelikle, anayasanın nasıl, hangi yöntemlerle yapılacağı sorunu üzerinde düşünmemiz daha yerinde olacaktır. Yapılacak “yeni” bir anayasa, sonunda halkoyuna sunulacak da olsa, metin, sonuç olarak, önce bir “Meclis”çe hazırlanacaktır. Burada sorulması gereken ilk soru şudur:

  • Halen görev başında olan Meclis, bu işi yapabilir mi?

Bu sorunun yanıtını ararken konuya bir hukuksal yetenek (ehliyet) sorunu değil bir “siyasal” kapsayıcılık ve inandırıcılık sorunu olarak bakıyor ve bu Meclisin, yeni bir anayasa yapması “siyasal” açıdan yanlış olur diyorum.

Bugün görevde olan Meclis, 24 Haziran 2018 seçimleriyle oluşmuştur. O tarihten bu yana, Türkiye’de, gerek içteki toplumsal ve siyasal değişmelerden, gerek, uluslararası siyaset sahnesindeki gelişmelerden kaynaklanan çok önemli olaylar yaşanmıştır. İktidar Partisinden iki yeni parti ortaya çıkmış; iktidarın fiili ortağı olan parti de ikiye bölünmüş durumdadır. Öte yandan, ana muhalefet partisinden de yeni bir partinin doğmakta olduğu görülmektedir.

Özellikle de, “Cumhurbaşkanlığı sistemi” yada “tek adam rejimi” gibi adlarla anılan yönetim biçiminde Meclis, işlevleri azaltılmış, birçok konuda “devre dışı” kalmış bir görünümdedir. Bu da, TBMM’nin geleneksel saygınlığına gölge düşmüş olduğunu düşündürebilen bir durumdur.

Özetle, bugünkü Türkiye, Haziran 2018 Türkiye’sinden oldukça farklı sorunlarla karşı karşıyadır. Halen görevde olan Meclis, iktidar partisi ile ortağının fiili denetiminde, “uzlaşma kültürü”nden uzak, muhalefetin etkisizleştirildiği bir ortam haline gelmiştir.

Öte yandan, var olan Anayasayı hiçe sayan davranışlarıyla ünlenmiş bir iktidarın, ülkeye “yeni bir anayasa kazandırma” girişiminin, hangi güdülerle (saiklerle) yapıldığı ne ölçüde içtenlikli olabileceği de üzerinde düşünülmesi gereken sorulardır. İktidar Partisinin anayasayı değiştirme ya da yeni bir anayasa yapma girişimlerinin içeriği konusunda yeterince bilgi yoktur.

  • Türkiye’nin yeni bir anayasaya gerçekten gereksinimi vardır.

Ama, böyle bir anayasa, bugünün kutuplaşmış, özellikle iktidar çevrelerince ısrarla yürütülen ayrıştırıcı dil ve davranışlar nedeniyle iyice “dumanlanmış” ve “elektrikli” durumdaki ortamda değil; ancak, gerçekten demokratik; sadece siyasal partilerin değil, meslek odaları, sendikalar ve sivil toplum örgütleri gibi kuruluşların da sesini özgürce duyurabileceği bir ortamda oluşturulabilir.

Amuran: Geriye dönersek 1961 Anayasasının çoğulcu, katılımcı anlayışı yansıtması önemli bir adımdı. 1961 Anayasası’nı kimler hazırlamıştı? Sanıyorum gençlik yıllarınızda asistanlık yaparak hazırlık Komisyonundaki bilim insanlarımızın titiz çalışmalarına tanık olmuştunuz. Ön çalışmada kimler vardı?

Aybay: 27 Mayıs 1960 sabahı iktidara el koymuş subaylardan oluşan “Milli Birlik Komitesi”nin yayınladığı 13 numaralı Tebliğin 2. maddesi şöyleydi:

“Yeni Anayasanın hazırlanması vazifesi Sayın Rektör Sıddık Sami Onar’ın başkanlığındaki profesörlerden mürekkep yüksek bir ilim ve hukuk heyetine tevdi edilmiştir.”

Böylece, 1961 Anayasası’nın hazırlıklarının ilk adımını oluşturan çalışmalar; Başkanının (Sıddık Sami Onar) adı nedeniyle “Onar Komisyonu” diye anılan bu “Bilim Komisyonu’nca başlatılıyordu. Bu komisyonca kabul edilmiş olan “Anayasa Ön-Projesi Hazırlama Komisyonu’nun Tespit Ettiği Esaslar” başlıklı belgede; özetle, yapılmış olan askeri hareketin “sıradan bir hükümet darbesi olmayıp, meşru ve zorunlu bir müdahale olduğu” görüşü belirtiliyordu.

O sıralarda, toplumun 27 Mayıs’a, siyasal nedenlerle temelden karşı olan kesimleri dışında; kamuoyunda yeni anayasayla toplumsal ve siyasal sorunların kolayca çözüme bağlanacağı yolunda genel bir iyimserlik ve umut vardı.

İlk toplantılarını İstanbul Üniversitesi Rektörlük binasında yapan Komisyon, çalışmalarını İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki Mukayeseli Hukuk Enstitüsü’nde sürdürmüştür. Bu aşamada, Komisyon çalışmalarına yardım etmek üzere Rahmetli Hocamız Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın önerisi üzerine görevlendirilen dört asistandan biriydim. Yaptığımız iş, elbette anayasa taslağının içeriğine katkı yapacak nitelikte değil, asistanlık ve sekreterlik düzeyinde idi. Ama, anayasa hazırlıklarının nasıl yürütüldüğü konusunda gözlemler yapma ve deneyim kazanma olanağı bulmuş olmak beni çok mutlu etmişti.

Meslek yaşamımın sonraki yıllarında aldığım görevlerde de, Onar Komisyonu’ndaki asistanlığım sırasında edindiğin deneyimler, çok işime yaramıştır. Onar Komisyonu’ nca hazırlanmış olan “Anayasa Tasarısı“nın tamamlanıp Milli Birlik Komitesi’ne sunulmasıyla, biz asistanların görevi sona ermişti. Anayasa’nın “Kurucu Meclis“ aşamasındaki görüşmelerinin tamamlanıp, halkoyuyla kabul edilmesi üzerine artık yeni bir dönem başlıyordu.

Amuran:1961 Anayasası’nın en çarpıcı özelliği nedir, nasıl bir anayasadır?

Aybay: 1961 Anayasasının, Türk tarihinin en ciddi, bilimsel araştırmalara dayanan, çeşitli siyasal görüşlerin açık tartışmalarına konu olmuş tek anayasası olduğunu söyleyebilirim. Gerçekten, çok özenle hazırlanmış bir hukuk belgesi olan 1961 Anayasasının talihsizliği, bu anayasaya inanmayan siyasetçilerce uygulanması olmuştur.

Amuran:O dönemin Kurucu Meclis üyelerini toplumsal sözleşmenin imzacıları olarak değerlendirebilir miyiz?

Aybay13 Aralık 1960 tarihli Kurucu Meclis Teşkili Hakkındaki Kanunla, bu Meclise üye gönderen kurumların listesi, o günün koşullarında olabildiğince geniş bir temsil sağlanmasına çalışıldığını göstermektedir. Bu listeye göre; “İller temsilcileri” ile iki siyasal parti (Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) temsilcilerinin yanında şu kuruluşların temsilcileri, Mecliste üye olacaktı: Barolar, Basın, Eski Muharipler, Esnaf Teşekkülleri, Gençlik, İşçi Sendikaları, Odalar, Öğretmen Teşekkülleri, Tarım Teşekkülleri; Üniversiteler, Yargı Organları.

Bu listeden, anayasanın hazırlıklarına, hem siyasal partilerin hem kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının vb. temsilcilerinin katıldıkları anlaşılmaktadır. Bu “kusursuz” sayılmasa da, Türk Anayasa tarihinde anayasa hazırlık çalışmalarına katılanların oluşturduğu geniş yelpaze olarak tek örnektir. İleride yapılacak anayasa hazırlama çalışmalarında, elbette günün koşullarına uygun biçimde geliştirilerek, dikkate alınmalıdır.

Amuran:1982 Anayasası, kimler tarafından hazırlandı? 1961 Anayasası’nın hazırlanışıyla ilgili aralarında bir fark var mı?

Aybay: 1982 Anayasasını hazırlayan Danışma Meclisinin bütün üyelerinin, Beş Kişilik Askeri Konsey’in onayıyla atandıkları gerçeği karşısında, 1961 Anayasası ile fark açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu “Danışma Meclisi”, tarihimizde Osmanlı “Meclis-i Âyan”ından sonra, bütün üyeleri atamayla belirlenmiş ikinci örnektir.

1961 Anayasasının ilk taslağı olan ve Onar Tasarısı (Ön-Tasarı) olarak anılan metnin, zamanın en seçkin Anayasa ve Kamu Hukuku hocalarının nasıl hararetli tartışmalar sonucunda oluşturulduğuna tanık oldum. Bu metin, sonradan bazı önemli değişikliklere konu olmuşsa da, Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu çalışmalarına temel olmuştur. Buna koşut olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nce hazırlanmış Anayasa Taslağı da “yardımcı metin” olarak kabul edilmiştir. Temsilciler Meclis Anayasa Komiyonu’nca kabul edilmiş metin, Genel Kurul’da, değişik kurumlardan gelen temsilcilerce çok uzun tartışmalar sonucunda halkoyuna sunulur hale getirilmiştir.

1982 Anayasasını hazırlayan Danışma Meclisi, “dışa kapalı” bir görünüm vermiştir. Ben, o sıralar da Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan yardımcısıydım. Rahmetli Dekanımız Prof. Dr. Cevat Geray, sıkı bir “Mülkiyeli” idi; “Fakültemiz, 1960’da bir Anayasa taslağı hazırlamıştı, şimdi de aynı görevi yerine getirmeliyiz!” dedi ve Ankara Hukuk’tan bazı Hocaların da katılmasıyla oluşturduğumuz bir Kurulun hızlı çalışmasıyla bir metin hazırladık; bastırıp bir kitap haline getirdik. İstanbul Hukuk’tan tanıdığım, Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Orhan Aldıkaçtı’dan randevu alarak, Dekan Geray’la birlikte Meclis binasına gittik. Yanımızda iki paket halinde de bizim metni içeren kitaptan bolca nüsha götürmüştük. Pek hoş karşılandığımızı söyleyemeyeceğim. Aldıkaçtı’nın yanında, Anayasa Komisyonu üyesi olduğunu sandığım –çünkü kimse ile tanıştırılmamıza gerek duyulmamıştı– birkaç kişi bizimle hiç ilgilenmiyordu. Kitaplarımızı bırakıp, kısacık ziyaretimize son verdik. Sonuçta 1982 Anayasasına, bizim SBF metninden en küçük bir katkı bile olmadı. Sanırım, bizim kitap paketlerini hiç açmamışlardı bile …

Amuran: Günümüze dönersek Hukuk devleti olmanın gereği olan yargı güvenliği üzerinde de durmamız gerekiyor. Uzun yıllar Türk hukukuna hizmet eden bir bilim insanı olarak, erkler ayrılığı açısından yargımızın durumu nasıl görünüyor size?

Aybay: Çağımızda “erkler (güçler) ayrılığının yasama ile yürütme ayrımı” açısından pek de önemli olmadığı, aslında “yargı”nın bu iki erk karşısındaki durumunun belirleyici olduğu söylenir. İçinde bulunduğumuz durum, tam da bu görüşü desteklemektedir. 

  • Önemli olan, “yargı”nın bağımsız ve tarafsız olma niteliğidir.
  • “Yargı bağımsızlığı” çağdaş hukuk devletinin “olmazsa olmazı”dır. 

Yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamaya yönelik hükümlerin amacı, yargıçlara “ayrıcalık” tanımak değil, haklıyı haksızdan, suçluyu suçsuzdan ayırmak gibi, toplumun esenliği bakımından çok büyük önem taşıyan bir işlevin sağlıklı bir biçimde yerine getirilmesini sağlamaktır. Bu işlevi yerine getirecek olan mahkemelerin “bağımsız” olması ve hukukun gereklerinden başka hiçbir kaygı duymadan karar vermesi gerekir. Mahkemelerin, özellikle yürütme organı (hükümet) karşısında bağımsızlıkları, yargıçların atanma usulleri, görev süreleri, görevden uzaklaştırılmalarını düzenleyen kurallar bu bakımdan büyük önem taşır.

Mahkemelerin bağımsızlıklarına koşut bir ilke de tarafsızlıktır. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin düzgün (adil) yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesi, herkesin özel hukuk alanındaki haklarına ve yükümlülüklerine ilişkin davalarda ya da ceza hukuku alanında kendisine yöneltilen suç savları karşısında bağımsız ve tarafsız bir mahkemede yargılanma hakkı bulunduğunu belirtmektedir. İHEB m. 10-11’de aynı ilkeler belirtilmiştir.

Yargıçların tarafsızlığı, dava konusu olayla veya davanın taraflarıyla ilgili olarak hukukun gerekleri dışında bazı düşüncelerle davrandıklarını akla getirecek durumların söz konusu olmaması demektir.

Toplum yaşamı bakımından son derece önemli bir işlevi yerine getiren yargıçların ve yargının işleyişinde görev alan diğer yetkililerin, maddi ve manevi esenliklerinin sağlanması devletin başlıca görevlerinden sayılmalıdır.

Yargıçların ve savcıların, gerek mesleki bilgi ve donanım, gerek ahlâk değerleri bakımından örnek nitelikte olmaları, mesleklerinin saygınlığının korunmasına özen göstermeleri gerekir.

Yargıçların atanma yöntemleri, görev süreleri, görevlerini yerine getirirken dış baskıların etkilerine karşı korunmaları gibi konuların, “yargı bağımsızlığı” ilkesine uygun biçimde sağlanması gerekir.

  • Kısacası, yargılama yapan bir organın gerçekten “mahkeme” niteliğinde sayılabilmesi için, o organın bağımsızlığı ve üyelerinin tarafsızlığı konusunda hiçbir kuşkuya yer olmamalıdır.

Düzgün işleyen bir hukuk düzeninde, mahkemelerce verilmiş hükümlerin, mahkeme kararına uygun sonuçlar doğurmasının sağlanması gerekir; buna mahkeme kararlarının “uygulanması” ya da “icrası” denir. Mahkeme kararlarına saygı göstermek ve gereklerini yerine getirmek başta yürütme organı olmak üzere bütün devlet örgütünün görevidir.

  • Anayasa’ya göre, “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” (madde 138/son f.).

Aynı durum, onaylayarak taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca kurulmuş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları için de geçerlidir. Bu, bize “dayatılmış” bir yükümlülük değil, kendi istencimizle (irademizle) onayladığımız Sözleşmenin (m. 46) ve Anayasamızın (m. 90) bir gereğidir.

Buna karşın, bazı siyasilerimizin zaman zaman kesinleşmiş mahkeme kararlarını uygulamaktan kaçındıkları görülmektedir.

Yargılama işlevi “mahkeme” adı verilen kurumlarca yerine getirilir. Mahkemelerin kuruluşu, görevleri, yetkileri ve nasıl çalışacakları, hangi usullerle sonuca ulaşacakları kanunla düzenlenir (AY. m. 142).

Mahkemelerde yargı yetkisi yargıç (hâkim) denilen ve kamu görevlileri arasında özel ve bağımsız bir yeri olan kişilerce kullanılır.

  • Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve yargıçlara buyruk veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz (AY m. 138/2).

Yargıçların; Anayasa, kanun, hukuk ve kendi vicdanları dışında hiçbir etki altında kalmaksızın adalete uygun davranmalarını sağlamak amacıyla konmuş kurallar, “yargıç güvencesi” denilen kavramla ilgilidir. Bu güvencenin temelleri, Anayasa’da belirtilmiştir:

Bütün bunlara ek olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarıyla oluşmuş şu önemli saptama da unutulmamalıdır: Adaletin gerçekleşmesi yetmez, gerçekleştiğinin halkça görülmesi de ve halkta adalete inancın yerleşmesi de sağlanmalıdır.

Özetle belirttiğim ilkeler açısından Türkiye’nin durumu, ne yazık ki, hiç parlak değildir. Siyasal iktidarın hoşuna gidecek yönde karar vermeyi reddeden yargı mensuplarının, türlü biçimlerde “cezalandırıldıkları” konusunda söylentiler süregelmektedir. Bazı “önemli” davaların görüldüğü sırada, yargıç ve savcılarla ilgili olarak yapılan görev değişiklikleri de dikkat çekmektedir. Öte yandan, Yargıtay’da, üyeliğe çok kısa bir süre önce atanmış bir kişinin, yapılan seçimle Anayasa Mahkemesine üye yapılması; “Yargıtay’da görev yaparken edinilmiş deneyimlerin Anayasa Mahkemesine taşınması” amacına hiç uygun olmamıştır.

Yargıçların ve savcıların atanmaları ve öteki özlük işleri konusunda karar veren Kurul’un (AS:  HSK) başında “siyasal” bir kişiliği olan Adalet Bakanının, yanında kendisine bağlı “müsteşar” (Bakan yardımcısı) ile birlikte bulunması; bu organın, tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda güven duyulmasını zorlaştırmaktadır.

Son söz olarak şunu belirteyim: “Adalet, Mülkün (Devletin) temelidir.” Bu temeli sarsacak eylemlerin, Devletin temellerini sarsmak demek olduğu unutulmamalıdır.

Amuran: Son sözünüzün bir uyarı, bir hatırlatma olduğunun altını çizmek gerekir. İnsan Hakları Eylem Planının gündeme getirildiği şu günlerde yaptığınız açıklamalar üzerinde siyasal iktidarın titizlikle durması gerekir. Eğer bir zihniyet reformuna gerek duyuyorlarsa. Çok teşekkür ederiz.

AybayBen teşekkür ederim.

Anayasa ve laiklik

Anayasa ve laiklik

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Şubat 2021
Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “yeni ve sivil bir anayasa” yapacaklarını açıklamasıyla birlikte, AKP’liler, yeni anayasanın “1921 anayasasının ruhunu taşıyacağına” dair söylemler geliştirmeye başladılar. Çünkü amaçları, demokratik laik cumhuriyeti yıkmak, onun yerine teokratik monarşik bir düzen kurmaktır!

Her şeyden önce “1921 Anayasası”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasası değildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti 1921 yılında henüz kurulmamıştı. Kurulmayan bir cumhuriyetin ve devletin anayasası olmaz. “1921 Anayasası” olarak adlandırılan ilkeler, Kurtuluş Savaşı yıllarında, savaş sürecindeki yönetim işlerini düzenlemek amacıyla geliştirilmiştir. Bu ilkeler cumhuriyetin temel kuruluş ilkeleri değildir. “1921 Anayasası’nda” egemenliğin halka devredilmesi ifade edilmiştir, ancak halkın nasıl egemen olacağı somut ve ayrıntılı olarak ortaya konulmamıştır.

  • Sözde “yeni ve sivil” bir anayasa önerirken “1921 Anayasası”nı dayanak noktası yapmak, demokratik, laik hukuk devletinin yıkılması çağrısından başka bir şey değildir!

***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1921 yılından sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayıyla, birçok devrim ve anayasa değişikliği gerçekleştirmiştir. Cumhuriyetin temel kuruluş ilkeleri, söz konusu devrimlerle ve anayasa değişiklikleriyle, 1921 yılından sonra biçimlenmiştir. Öğretim Birliği yasasıyla medreselerin kapatılması, tüm vatandaşların laik ve bilimsel eğitim sisteminden yararlanmalarının sağlanması; halifeliğin ve saltanatın kaldırılması; Medeni Yasa ile kadın ve erkek arasında eşitliğin sağlanması; üniversite reformuyla yeni üniversitelerin ve fakültelerin kurulması; kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; “devletin dini İslamdır” ifadesinin anayasadan çıkarılması ve laiklik ilkesinin bir anayasa maddesi haline gelmesi, 1921 yılından sonraki gelişmelerdir.

AKP’nin “1921 Anayasası”na sarılmasının nedeni budur. Çünkü AKP, 1921 yılından sonra cumhuriyetin elde ettiği kazanımları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’nin laiklik karşıtı odakların merkezi haline geldiğine dair kararı, tarih ve olgular tarafından doğrulanmıştır.
***
Laik bir ülkede, devletin dini olmaz
, vatandaşların, kendi özgür iradeleriyle yapacakları seçime göre dini olur veya dini olmaz. Vatandaş, hangi dini veya mezhebi seçeceğine veya dindar mı dinsiz mi olacağına kendisi karar verir. Devlet vatandaşa, belli bir dini ve söz konusu dinle ilgili belli bir mezhepsel yorumu dayatamaz.

Bunun dayatıldığı bir ülke bölünmeye ve parçalanmaya mahkûmdur. Bir ülkenin birliği ve bütünlüğü, dini, mezhebi, dünya görüşü, etnik kimliği ne olursa olsun, tüm vatandaşların demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti etrafında birleşmeleriyle olanaklıdır. Dinci, mezhepçi, etnik kimlikçi bir bakış açısından, sadece çatışma, parçalanma, bölünme çıkar.

  • Laiklik karşıtlığı aynı zamanda bir ulusal güvenlik sorunudur ve emperyalizme hizmet eder.

Atatürk bu nedenle de 1928’de “devletin dini İslamdır” ifadesini anayasadan çıkarmıştır ve 1937’de laiklik ilkesini anayasa maddesi haline getirmiştir.

Laiklik bir uzlaşma modelidir.

  • Laiklik, bir yandan, dinin, siyasete, devlet işlerine, hukuka, eğitime müdahale etmemesini sağlar,
  • bir yandan da vatandaşların dini inanç ve ibadet özgürlüklerini ve farklı dünya görüşlerini güvence altına alır.

Laiklik demokrasinin önkoşullarından birisidir.

  • Laikliğin olmadığı yerde demokrasi değil, teokrasi olur.

Demokrasi halk egemenliğine dayalı bir düzendir. Teokrasi, “Tanrı”nın, “Allah”ın ve dinin egemenliğine dayalı bir düzendir. Halk, asgari müşterek bir kavramdır, somut bir gerçeklik ve olgudur. “Tanrı” ve “Allah” ise tartışma konusu olan soyut, kişisel, öznel, göreli, metafizik bir kavramdır.

Anayasanın ilk dört maddesini tartışmayız, kalanını tartışırız” söylemi de ilk dört maddenin içini boşaltmak amacını taşıyan bir tuzaktır. Anayasanın “kalan” kısmında, ilk dört maddenin açılımı olan birçok madde bulunmaktadır.

Gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanlara halk gereken dersi mutlaka verecektir!

Anayasa tuzağı

Anayasa tuzağı

Mehmet Ali GüllerMehmet Ali Güller
Cumhuriyet, 15 Şubat 2021

Neden tuzak olduğuna gelmeden önce, “anayasa propagandalarındaki” bazı aldatmacalara dikkat çekelim:

AKP’NİN ÜÇ ALDATMACASI

1. Ortada fiilen 12 Eylül’ün “askeri” anayasası yoktur. O anayasasının üçte ikisi, üstelik çoğunlukla AKP iktidarı döneminde zaten değiştirilmiştir.

2. Anayasalarda askeri-sivil ayrımı ifadesi tam bir aldatmacadır. Anayasaları kurucular yapar; kurucular da cephede savaşmış askerlerdir çoğu zaman. ABD anayasasında General George Washington’un izleri vardır örneğin. Türk anayasasında da elbette Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün yoğun izleri vardır. “Askeri” anayasa denilerek küçümsenmeye çalışılan bu anayasalar, askerlerin liderliğindeki “demokratik devrimlerin” sonucudur.

3. İktidarın anayasaya uymadığı, iktidarın oluruyla Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının alt mahkemelerce uygulanmadığı şartlarda “sivil anayasa” ihtiyacı propagandası, “siyasi mizaha” dahildir. Türkiye’nin acil sorunu anayasa değil, anayasaya uymayan iktidardır!

Gelelim neden tuzak olduğuna…

TÜRKİYE’YE ANAYASA TUZAĞI

AKP sözcüleri, yeni “sivil” anayasasının açık açık “yeniden kuruluş anayasası” olduğunu ilan ettiler. Peki, neyi yıktılar da yeniden kuruyorlar? Aslında bu konuda AKP’den çok, AKP’nin “kutlu davasının” yol haritasını açık açık uyguladığını görmeyenlere, görmek istemeyenlere kızmak lazım.

2023’te yeniden kuruluş anayasası, ilan ettikleri “yüz yıllık parantezi kapatma” hedefinin sonucudur; Atatürk’ün Cumhuriyeti, “siyasal İslamcılar” için kapatılacak bir parantezdir!

2023’te yeniden kuruluş anayasası, ilan ettikleri “150 yıllık modernleşmenin yerine kendi hikâyelerini yazma” hedefinin sonucudur; 150 yıl, 1. Meşrutiyet’le başlayan demokratik devrimler sürecimizin miladıdır, ilk anayasanın ve ilk parlamentonun tarihidir!

İşte “yeniden kuruluş anayasası” diyerek, 150 yıllık bu çarpışmayı sonuçlandırabilmeyi “hayal” etmektedirler!

MUHALEFETE ANAYASA TUZAĞI

Yine AKP sözcüleri, anayasanın 1921 Anayasası ruhuyla yapılacağını belirtiyorlar. Yani hem “sivil” diye propaganda yapıyorlar, hem de savaşın ortasında hazırlanmış “en askeri” anayasayı esas almak istiyorlar.

Nedir 1921 Anayasası’ndan anladıkları ruh? Onu da açık açık söylüyorlar aslında:

  • Laikliğin olmaması, özerkliğin bulunması ve kuvvetler birliğinin söz konusu olması…

Savaş şartlarında hazırlanmış bir “geçiş anayasasını” temel alarak: “kuvvetler birliği” ile “tek adam” rejimini pekiştirmeyi, laikliği kaldırarak “kutlu davalarını” yerine getirmeyi, özerklik ile de muhalefeti ayrıştırmayı planlıyorlar…

AKP- MHP ittifakının bugün bir anayasa yapabilmesi teknik olarak mümkün mü? Meclis aritmetiği buna izin vermiyor. Bırakın TBMM’de anayasa yapabilmeyi, bunu cumhurbaşkanı yetkisiyle halkoylamasına götürecek sayıda milletvekilleri bile yok. Peki, bu şartlarda neye güvenerek anayasa yapmaya soyunuyorlar o zaman? İşte anayasa ile muhalefete tuzak kurdukları yer burasıdır.

1921 ruhu ve özerklik, hem HDP’ye çengel hem de Cumhur İttifakı dışında kalanları ayrıştırma, yan yana getirmeme tuzağıdır. MHP’nin “kapatılsın” dediği HDP’yi, AKP’nin “yeni anayasaya tüm siyasi partiler katkı sunmalı” diyerek sürece dahil etmeye çalışması, dikkat çekicidir!

1921 ruhu söylemi, hem AKP’den kopanlara hem de Oğuzhan Asiltürk SP’sine çengeldir. Ali Babacan’ın “ilk dört maddenin tartışılmasını” isteyebilmesi dikkat çekicidir!

ERDOĞAN’IN DÖRT HEDEFİ

Kısacası, partileri bölme ve parçaları yanına çekme konusunda oldukça deneyimli bir taktisyen olan Erdoğan, 2023 seçimlerinde 3. kez aday olup olamayacağı bile anayasacılar tarafından tartışmalı iken, “yeniden kuruluş anayasası” ile birkaç hedefi birden vurmak istemektedir:

1. İktidarını sürdürebilmek için anayasal güvence kazanmaya çalışıyor.

2. Muhalefeti bölmek istiyor. Karşısında tek blok yerine iki blok oluşmasını; bloklar içindeki bazı partileri de bölerek parçaları yanına çekmek istiyor.

3. TBMM’den “uzlaşı” çıkmadığında, “sivil anayasa yaptırmadılar” diyerek anayasacılar-anayasa karşıtları temelinde milleti bölerek seçime gitmek istiyor.

4. Yeni anayasa ile aynı zamanda “beyaz sayfa” açmak istediği ABD ve AB’ye “demokrasi” mesajı vermek istiyor.

Peki, bunu başarabilir mi? Konuyu incelemeye devam edeceğiz…