Etiket arşivi: 1961 Anayasası

1961, 1982 ve 2017 anayasaları arasındaki temel fark!

Emre Kongar

Emre Kongarekongar@cumhuriyet.com.tr

1961, 1982 ve 2017 anayasaları arasındaki temel fark!

Son GARA operasyonunda 16 evladımızın şehit olmasıyla sonuçlanan trajik başarısızlık ve bu başarısızlıktan kaçmak için kullanılan “Sorumlu Devlettir” söylemi, “Sorumlu kim” ve “Devlet nedir” sorularını gündeme getirdi.
***
Devlet nedir?
Sorumlusu kimdir?
Doğada devlet yoktur: Devlet insan icadıdır!
İlkel toplumlarda “sorumlu” kabile/aşiret reisidir; çünkü o ne derse o olur!
Feodal Toplumlarda “sorumlu” kral, imparator, şah, padişahtır; çünkü onlar ne derse o olur!

Kentsel/Endüstriyel Toplumlarla, Bilişim Devrimi toplumlarında “sorumlu” başkan ya da başbakandır; çünkü yönetici makamında o oturmaktadır.
***
1961 Anayasası, Demokratik Rejimin seçilmişler tarafından yozlaştırılmasını engellemek için yapılmıştı:

Hem “Kuvvetler Ayrımı”nı kesin olarak gerçekleştirmiş hem de bu ayrımla birlikte, Temel Hak ve Özgürlükleri, bağımsız ve özerk kurumlar aracılığıyla güvence altına almıştı.

1) Yasama organını Senato ile güçlendirmiş…
2) Yürütme organının bütün eylem ve söylemlerini Anayasa’ya uygunluk açısından Yargı Denetimi’ne bağlamış…
3) Yargıyı, hem Anayasa Mahkemesi’ne hem de bağımsızlık güvencelerine kavuşturmuş…
4) Ayrıca, Üniversiteler, TRT gibi kurumlar özerkleştirilmiş, basın ve işçi sendikaları özel haklarla güçlendirilmiş, iktisadi kalkınma Devlet Planlamaya bağlanmış…
5) Seçim yasası, “Milli Bakiye Sistemi” ile toplumdaki bütün eğilimlerin Meclis’te temsil edilmesini sağlayacak biçimde değiştirilmiş…
6) Böylece hem Anayasa hem de Temel Hak ve Özgürlükler, sandıktan çıkıp Demokratik Rejimi yok etmek isteyen siyasal iktidarlara karşı korunmuştu.

Bu Anayasa’ya göre, yönetici makamında oturan “sorumluların” soyut bir devlet kavramına sığınmaları yine de pek olanaklı değildi, çünkü iktidarın bütün işleri Anayasa Mahkemesi denetimine tabi idi.
***
Çıkarları bozulan Toprak Ağaları ve Tarikatların temsilcisi olan sağ politikacılar 1961 Anayasası’nın Temel Hak ve Özgürlükleri koruyan, seçilmişlerin Demokratik Rejimi yozlaştırmalarını engelleyen kimliğini “Lüks” diye nitelediler.

  • 12 Mart 1971 Askeri Darbesi 1961 Anayasası’nı iğdiş etmekte yetersiz kalınca, emperyalistlerin de desteğiyle yapılan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile 1961 Anayasası yürürlükten kaldırıldı,

Devleti Temel Hak ve Özgürlüklere karşı koruyan” 1982 Anayasası kabul edildi.

1982 Anayasası sandıktan çıkan iktidarı yani çoğunluğu temsil edenleri, “Devletin Sahibi / Temsilcisi” sayıyor ve “Devleti” de bireyin Temel Hak ve Özgürlüklerine karşı güçlendiriyordu!

O nedenle bu Anayasaya göre, iktidardaki “sorumluların” “soyut bir devlet kavramına” sığınmaları olanaksızdı.
***

16 Nisan 2017 “Sözde Halkoylamasıyla” kabul edildiği iddia edilen “Ucube Anayasa”, Temel Hak ve Özgürlüklere karşı “Güçlü Devleti” oluşturan 1982 Anayasası’nı dahi yetersiz bularak onu bile yozlaştırıyor, bütün devlet mekanizmasını tek bir kişiye bağlayan “Şahsım Devletini” kuruyordu.

***
“Soyut Devlet” kavramı, 1961 Anayasası’na göre bile, iktidardakiler tarafından sorumluluktan kaçmak için başvurulabilecek bir sığınak değildi; çünkü yargı bağımsızlığı ve Anayasa Mahkemesi vardı.

1982 Anayasası, “Devleti” iyice iktidarın emrine verdiği için onu kullananların “sorumluluktan” kaçmalarına hiç izin vermiyordu.

2017’de kabul edildiği iddia edilen “Ucube Anayasa”ya göre kurulan “Şahsım Devleti”nde ise “sorumlu”, “tanım gereği”, hem siyaseten hem hukuken hem de mantıken, zaten o devletle özdeşleşmiş olan “Şahıstır”!

IŞIK

IŞIK

Suay Karaman 

Ülkemizde 27 Mayıs 1960 Devrimi ile getirilen 1961 Anayasası ile ilk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Türk demokrasi tarihinin en önemli kurumları arasında olan Anayasa Mahkemesi’nin görevi yasaların ve TBMM içtüzüklerinin (AS: ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin) anayasaya uygunluğunu denetlemek ve Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapmaktır. Demokrasiye darbe denilen 27 Mayıs 1960 İhtilali öncesinde Anayasa Mahkemesi olsaydı, adından başka hiçbir şeyi demokrat olmayan Demokrat Parti’nin demokrasi dışı tutum ve davranışları önlenebilirdi.

Seçimle işbaşına gelen kimi siyasetçiler, kendilerini anayasanın ve yasaların üzerinde görerek istediklerini yapmaktadırlar. Böyle siyasetçiler demokratik seçimleri kullanarak faşizmi getirmişler, hatta kimisi “ileri demokrasi” diyerek, ileri faşizmi yaratmışlardır. Bunun pek çok örneğini tarihte de günümüzde de görmek olanaklıdır.

Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi, karayollarında gösteri ve yürüyüş yapmanın yasaklanmasının, anayasaya, temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine İçişleri Bakanı da Anayasa Mahkemesi Başkanı için; “madem böyle bir karar verildi, öyleyse işe resmi araba ile değil, bisikletle gitsin” gibi konuyla ilgisi ve amacı belli olmayan bir açıklama yapmıştır. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Engin Yıldırım ise sosyal medyada bisikletini göstermişti.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’na ilişkin verdiği hak ihlali kararını tanımaması, hukuksal çürümemizin gözler önüne serilmesidir. Anayasanın 153. maddesinde “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” yazmasına karşın, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı ilginçtir. Anayasa Mahkemesi rejimi koruduğu için, yalnızca bütün mahkemeler değil, bütün devlet kurumları Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymak zorundadırlar. Bu karar üzerine, Prof. Dr. Engin Yıldırım yine sosyal medyada “ışıklarımız yanıyor” diyerek Anayasa Mahkemesi binasının resmini (AS: fotoğrafını) paylaştı. Ardından İçişleri Bakanlığı da sosyal medyada, Bakanlık binasının resmini (AS: fotoğrafını)ışıklarımız hiç sönmüyor” diye paylaştı ve yeni bir tartışma ortamı yaratıldı. Yıllardır devletin ciddiyeti bitirildiği için, ortalık toz dumandır. Anayasa Mahkemesi üyesinin yaptığı yanlış olduğu gibi, İçişleri Bakanlığı’nın tüzel kişiliği kullanılarak mesaj atılması da onaylanamaz.

Anayasa Mahkemesi’nin ışıkları yanıyormuş, İçişleri Bakanlığı’nın ışıkları hiç sönmüyormuş.

Bu tablonun sorumlusunu hepimiz biliyoruz; 12 Eylül 2010 yılında ve mühürsüz oyları geçerli sayarak 16 Nisan 2017 halkoylamalarında anayasa değişikliğini yapanlar ve bu değişikliği destekleyenlerdir. Böylece yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu siyasetçilerin emrine verilmiş ve yetkileri sınırlandırılmıştır. Aynı dönemde Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nda Adalet Bakanı ile bürokratların ağırlığı artırılarak (AS: böyle bir şey yapılmadı; Bakan ve 1 yardımcısı HSK üyesi), siyasi iktidarın istemediği kararları veren yargıçların görev yerleri anında değiştirilmeye başlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi üyesinin sosyal medyadaki olay yaratan paylaşımı Anayasa Mahkemesi’ni değiştirmek ya da ortadan kaldırmak isteyenlerin çok işine geldi; AKP ve MHP bir anda Anayasa Mahkemesi’ne saldırmaya başladılar. Toplumun algısı bu yöne çevrilince, adalet, hukuk, yargı, hak ve özgürlükler unutuldu. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın tartışılması bile engellendi.

Ülkemizdeki hukuk dışı uygulamalar için iki örnek yeterlidir: Anayasa Mahkemesi’nin 30 Temmuz 2008 tarihinde verdiği karara göre, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu belgelenen ve hazine yardımı (AS: yarı oranında) kesilen AKP, anayasaya aykırı olmasına karşın laik cumhuriyeti yönetmeye devam etmiştir. AKP Genel Başkanı 28 Ocak 2016’da Anayasa Mahkemesi’nin kararını beğenmemiş ve şunları söylemişti:

  • “Anayasa Mahkemesi bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım, o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim, bunu çok açık net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum.”

Görevine başlarken anayasaya bağlı kalacağına dair yemin edenler böyle davranınca, ülkede hukuk da kalmaz, bağımsız yargı da kalmaz, demokrasi de kalmaz. Bugün yaşadığımız durum açıkça bir sivil darbedir.

  • Hukukun üstüne ampul takılarak, hukukun üstünlüğü yok edildi.

Muhalefet partileri tepkisiz, demokratik kitle örgütleri suskun; bu sivil darbe sürecini film gibi izliyorlar. Her önümüze çıkan ışık yakıyor ama ülkemiz karanlıktan kurtulamıyor. Bizleri çağdaşlaşmaya ulaştıracak hiç sönmeyen ışığımız var. Hepimiz için yaşam kaynağı olan, Atatürk’ümüzün sönmeyen ışığı, bizleri dün olduğu gibi, bugün de, yarın da aydınlatacaktır. Yeter ki bu ışıktan yararlanmayı öğrenelim.

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
Bu Hakkı
Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu – Prof. Dr. Ahmet SALTIKLütfü Kırayoğlu

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.
Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden “baldırı çıplaklar“, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra, 2. maddeye baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.
Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, direnme hakkından söz etmemekle 1789 Bildirisinin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkını” yurttaşlara tanımıştır.
Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.
Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.
Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs 1960 sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye; “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.
Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş (AS: 35 maddesi değiştirilerek), sonunda 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.
Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır. Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.
Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır. Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz.“ denmektedir. Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.
Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki; Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.
Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

MÜMTAZ İNSAN

MÜMTAZ İNSAN

Suay Karaman 

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Mümtaz, ayrı bir yeri olan, üstün tutulan, seçkin anlamındadır. 11 Kasım 2019’da yitirdiğimiz, Ülkemizin yetiştirdiği, en değerli ve saygın, bilim ve siyaset insanlarından Prof. Dr. Mümtaz Soysal, seçkin bir kişilikti, adı gibi mümtaz bir insandı. Ülkesinin ve Ulusunun çıkarlarını sonuna dek savunan büyük bir değeri uğurladık. Işıklar içinde uyusun.

15 Eylül 1929’da Zonguldak’ta doğan Mümtaz Soysal, 1953’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünde (TODAİE) asistan olarak görev yaparken, 1954’te fark derslerini başarıyla tamamlayarak, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden de mezun oldu. 1956’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistan olarak göreve başladı. 1963’te Doçent, 1969’da Profesör akademik unvanlarını aldı.

6 Ocak – 25 Ekim 1961 arasında CHP kontenjanından Kurucu Meclis üyesi olarak görev aldı ve Anayasa Komisyonu üyeliği yaparak, çağdaş ve demokratik bir anayasa hazırlanması için çok değerli katkılar sundu. 20 Aralık 1961’de Doğan Avcıoğlu ve Cemal Reşit Eyüboğlu ile birlikte YÖN Gazetesi’ni kurdu. Haftalık YÖN Gazetesi, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin özgürlük ortamında ve Devrimin büyük eseri, 1961 Anayasası sayesinde yayın yaşamına başlamıştır. 1962’de, bir aydınlanma ocağı olan Sosyalist Kültür Derneği’nin de kurucuları arasındadır.

12 Mart 1971 darbe sürecinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin dekanıyken, sıkıyönetim komutanlığınca gözaltına alındı. Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 6 yıl 8 ay ağır hapse ve 2 ay 20 gün sürgün cezasına mahkûm edilen Mümtaz Soysal’ın cezası, 1974 af yasasıyla kaldırıldı. Af yasası çıkana dek yaklaşık 15 ay cezaevinde kaldı ve bu sürede çeşitli baskılara direndi. 1976-1978 arasında Uluslararası Af Örgütü‘nün başkan yardımcılığı görevinde bulunan Mümtaz Soysal, 1978’de UNESCO‘nun verdiği ilk “insan hakları ödülü”nün sahibi oldu.

Gazetelerde ve dergilerde yazdığı köşe yazıları, katıldığı söyleşiler, milletvekilliği sırasında yaptığı değerli çalışmalar birçok alanda ülke sorunlarının çözümünde yol göstericiydi. Üç yanı denizle çevrili bir ülkenin denizcilik politikasının ve kültürünün oluşması için büyük emek harcadı. Özellikle özelleştirmeye karşı çalışmaları çok ses getirdi. Kamusal değerlerimizin özelleştirilmesini önlemek için 1994’te kurduğu KİGEM Vakfı (Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi Vakfı) tarafından hazırlanan raporlarla ve açılan davalarla, toplum bilgilendirilmiş ve bilinçlendirilmiştir. Kamusal kaynakların satışı ve özelleştirilmesi konusunda toplumda önemli bir duyarlılığın gelişmesinde Mümtaz Soysal’ın büyük katkıları vardır.

Dışişleri Bakanlığı sırasında ülkemizin haklarını savunmanın ve dış baskılara direnmenin en güzel örneklerini vermişti. Diplomasinin bükülmeden, eğilmeden, kırılmadan, ödünsüz olarak yürütülebileceğini gösterdi. ABD ve AB dayatmalarına karşı karşılıklılık ilkesine bağlılığın temel alınması gibi tutum ve uygulamalar ile Mümtaz Soysal, bizlere Cumhuriyetin ilk dönemlerini anımsatmıştı. Başta Kıbrıs sorunu ve sözde Ermeni soykırımı olmak üzere, Türkiye’nin uluslararası alandaki sorunlarının savunulmasında verdiği mücadele büyük takdir topladı. Bugün KKTC varsa, varlığını sürdürüyorsa Rauf Denktaş’ın yanı sıra Mümtaz Soysal’ın katkıları da asla unutulamaz.

Mümtaz hoca ile birkaç panelde birlikte konuşmacıydık, çeşitli söyleşilerimiz olmuştu, Kent Oteli toplantılarında da buluşmuştuk.. Engin deneyimi ile bizlere sürekli yol gösteren aydınlanmacı bir öğretmendi. En çetin koşullarda büyük sıkıntılara katlanarak düşüncelerini kararlılıkla dile getiren ve dik duruşuyla yükselen mümtaz insan Mümtaz Soysal hocamızın yokluğuna alışmak çok zor olacaktır. Ancak bizlere bıraktığı meşaleyi gururla taşıyacağız.
======================================
Dostlar,

Prof. MÜMTAZ SOYSAL’ın ARDINDAN BİRKAÇ ÇARPICI ANI

Mümtaz Soysal hocayı 1970’li yılların 2. yarısında “100 Soruda Anayasanın Anlamı” adlı kitabı ile tanıdım. Meğer Anayasa ne çok derinlikli anlamlar taşırmış, Devlete ne çok görev yükler; yurttaşa ne çok haklar verirmiş!

Image result for 100 Soruda Anayasanın Anlamı1978-80 arasında Hacettepe Tıp Fakültesinde Toplum Hekimliği (şimdi Halk Sağlığı) dalında uzmanlık eğitimi alırken (tıpta ihtisas yaparken), Bölüm Başkanımız Kalpaksız Kuvayı Milliyecilerden Prof. Dr. H. Nusret Fişek, Mümtaz hocayı aylık Bölüm konferansına çağırmıştı. Bize, yazımına büyük katkı verdiği 1961 Anayasasında ve başkaca Anayasa ve Uluslararası hukuk metinlerinde SAĞLIK HAKKI konusunu anlattı.. Mümtaz hoca o sıralarda 50’li yaşlarına yeni giriyordu, genç ve çok dinamikti. 12 Mart 1971 döneminde Dekanlığını yaptığı Mülkiye‘de, ANAYASAYA GİRİŞ derslerini okutuyordu ve bu kitap ülkedeki gerici – yobazları çok rahatsız ediyordu..

27 Mayıs 1960 Devrimcilerinin ülkemize ve ulusumuza armağanı olan, yeryüzünün en özgürlükçü anayasalarından biri olan  1961 Anayasasının 49. maddesi sağlık hakkına ilişkindi:

VII. Sağlık Hakkı

Madde 49- Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşıyabilmesini ve tıbbî bakım görmesini sağlamakla ödevlidir.

Devlet, yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayıcı tedbirleri alır.
****
Genç bir asistan hekim olarak Mümtaz hocaya, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin sağlık güvencesi (md. 25) ve insan haklarına katkısını sormuştuk. Bu metnin güçlü bir hukuksal destek sağla(ya)madığını, adı üzerinde bir “Bildirge” olduğu yanıtını vermişti. Hocanın karizmasından çok etkilenmiştik.

Benzer biçimde, merhum Prof. Server Tanilli de biziUygarlık Tarihi” adlı kitabı ile çok silkelemişti. 1975’ten bu yana bu kitaptan daha etkileyici bir kitap okumadık! Tanilli hocayı İstanbul Hukuk Fakültesinde odasında ziyaret etmiş ve bu çarpıcı kitabı hakkında sohbet etmiştik (1975; İstanbul Tıp 5. sınıf öğrencisi iken..) Ne yazık ki, Tanilli hoca da Mümtaz hocanın ANAYASAYA GİRİŞ kitabı gibi, bu Anayasa Hukuku ders kitabı ile komünizm propagandası yapmakla (!) suçlanmış, DGM’de yargılanmış ve aklanmış ama o gece 7/8 Nisan 1978 gecesi kurşunlanmış, tekerlekli sandalyeye bağlı bırakılmıştı.. Teksir kağıdına basılı UYGARLIK TARİHİ kitabını ise, 12 Eylül 1980 döneminde merhum annemiz, pek çok “sakıncalı” olabilecek (!?) kitabımızla birlikte, bizi koruma güdüsüyle, banyo sobasında yakmıştı! D]zen#

Ardından, ülkemizin saygın Anayasa hukukçularından Prof. Tarık Zafer Tunaya‘nın “Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku” başlıklı kitabını okumuştuk. İçimizde ANAYASA HUKUKU öğrenme ateşi yanmıştı. 1979’da, Hacettepe Tıp’ta asistan iken, Üniversite sınavına girdik ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’ye kayıt olduk! (Türkiye 1218. si olduk puanımızla).

Ne var ki 7 Temmuz 1980’de, emniyet başkomiseri babamızı görev şehidi verince İstanbul’a geçmiş, sonra da Ankara’dan uzun yıllar uzak kalınca bu hevesimizi gerçekleştirememiştik. Mümtaz hocadan Mülkiye’de ders dinleme olanağımız olamamıştı. Ancak 2011 affı ile bu fakülteye kaydımızı yeniledik ve 2016’da mezun olduk.

Mümtaz hocanın genel başkanlığında, Ankara Mithatpaşa caddesindeki mütevazi dairede (BCP Genel Merkezi) birçok toplantıya katıldık. PUSULA adlı yayın organı büyük güçlüklerle sürdürülüyordu. Orada birkaç makale yayınladık, partide konferans verdik..
Türkiye’nin Sağlıktaki Çıkmazı ve Çıkışı (06 Mart 2010)
Devlet Hastaneleri Satılıyor, Sağlık Hepten Paralı Oluyor : Sözde “Kamu Hastane Birlikleri” Yasa Tasarısı. BCP Pusula Dergisi (Ağustos 2010)
Kürtaj, Sezaryen Sorunu ve Başbakanın Tehlikeli Hezeyanları (sayı 40, Haziran 2012).

Mümtaz hoca dikkatle dinliyor ve son derece yerinde sorularla bizleri düşündürüyor, yönlendiriyordu. Sayın Müge Gülses, büyük özveri ile BCP için çaba gösteriyordu.
*****
Daha öncesinde ise, 24 Eylül 2003’te Mümtaz hoca ile yollarımız kesişti. “Küreselleşme ve İşçi Sağlığı” konulu bir bilimsel kurultayda, açıkoturumda aynı masa çevresinde idik. Oturumu biz yönetiyorduk, Mümtaz hocamız ne çok ufuk açıcı katkı vermişti o panelde kısa konuşmasında.. (Zonguldak Karaelmas Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı)

Arada Mümtaz hocayla ikili söyleştik.. 12 Mart’ta (1971; biz Hacettepe Tıp 1. sınıf öğrencisiyiz) başına gelenler hakkında.. Ancak bir hekim olarak o acılı olayları anımsayarak incinmesini de (travma almasını) istemiyorduk. O döneme ilişkin önemsediği birkaç tümceyi bizimle paylaşıp paylaşamayacağını, “kendisine ne yapıldığını??” dikkatlice sorduk..

  • “BENİ DÖVDÜLER…”dedi..
    Biz dehşet içinde idik ama O serinkanlıydı.. Sürdürdü sözlerini :
  • “Beni öğrencilerimin önünde, SBF’de dövdüler.. Öğrencilerime – asistanlarıma.. ‘Biz sizin dekanınızı işte böyle döveriz..’ mesajı vermek istiyorlardı..

    Bu insan daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı oldu!
    TİGEM‘de, özelleştirmeleri yönetsel yargıda sıklıkla “kamu yararı yoktur..” gerekçesiyle iptal ettirerek vatan satıcılarının karabasanı (kâbusu) oldu..
    ******
    BCP toplantılarında son yıllarda Mümtaz hocanın sağlık sorunları başlamıştı. Görmesi zayıflamıştı, bellek güçlükleri içinde idi. Sağlık sorunları ağırlaşınca İstanbul’a kızının yanına gitmek durumunda kaldı. Alzheimer yüzünden yaşamının son yıllarını bilinç yitimi içinde sürdürdü.

O’na, Mülkiye’yi bitirip Sağlık Hukuku alanında yüksek lisans diploması almamızın ardından, epey geç de olsa Anayasa Hukuku Doktora eğitimine başladığımızı muştulayamadık.. Dileriz bu eğitimimizi de 65 yaşımızdan sonra tamamlar ve SAĞLIK HAKKI – SAĞLIK HUKUKU alanında ülkemize birşeyler daha katabiliriz.. Sağlık hakkı ve kamusal varlıklar – sosyal devlet.. özellikle son 17 yılda AKP – Erdoğan eliyle öylesine yerle bir edildi ki.. İyi ki Mümtaz hoca bu ağır yıkıma tanık olmadı..

O’na öyle çok borçluyuz ki; bir nebzesini olsun ödeyebilsek, ödemeliyiz yapıp etmelerimizle.

Ne dersiniz; sonsuzluğa uğurladığımız mümtaz insan – yurtsever ve yiğit bilim ve eylem adamı Prof. Mümtaz Soysal’ı “bir biçimde” mutlu eder mi acaba bu yazdıklarımız – izinden yürüyüşümüz??

 

CHP’Yİ KİM YÖNETECEK?

CHP’Yİ KİM YÖNETECEK?

Konuk yazar :
Mustafa AYDINLI

Sayın Yılmaz Özdil bir makalesinde, CHP’yi ünlü kedisi Şero yönetmelidir gibi bir öneri sundu.

Bence bu öneri hayvan haklarına aykırıdır.

Çünkü kediler çok sıkıntıya gelemez.
Kedilerin yöneteceği parti sıkıntısız, sorunsuz, mazbut partiler olmalıdır.
Gerçi Şero yıllardır genel merkezde ortama alışabildi mi, yeterli deneyim sahibi oldu mu?
Tam olarak bilemiyorum. Bu çetrefil işin altından kalkabilir mi?

Değerli dostlar;

Bu tebessümlü girişten sonra, “CHP’yi kim yönetecek?” sorunsalına, toplumsal sorumluluğumuz gereği çare arayalım.

1961 Anayasasından sonra başta Demirel olmak üzere sağ partilerin hemen hemen tümü, koro halinde bu anayasanın topluma bol geldiğini, daraltılması için kesilip biçilmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Özellikle, dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç‘ın, “.. sosyal gelişmenin iktisadi gelişmeyi aştığı” görüşü, 27 Mayıs Devrimcilerinin ülkemize armağanı ve yeryüzünün en demokrat – özgürlükçü anayasalarından biri olan 1961 Anayasasının başına neler getirileceğinin net belirtisi idi.

Sonuçta o Anayasayı kırpa kırpa önce 12 Mart 1971, ardından da, 12 Eylül 1980 darbesine dek gelindi. 12 Eylül darbesinden sonra 1961 Anayasasının köküne kibrit suyu döküldü. Oysa 1961 anayasası Türk Toplumunun bir ölçüde de olsa tarih boyunca gördüğü en demokratik, en özgürlükçü, tüm katmanların haklarına önem veren bir Anayasaydı.

12 Eylülün bağrından yetişen ANAP, DYP ve AKP gibi partiler, adım adım ülkeyi bugünkü rejim değişikliğine dek getirmiştir.   CHP’de ise elbette kurucu iradenin, demokrasi aşkının ve özgürlükçü “yasaların ruhu” vardır. (“Kanunların Ruhu”, Monteskiyö’nün önemli yapıtıdır..)

Sözü getireceğim nokta şu ki; şimdi ülkeyi yöneten iktidar partisi, salt ülkeyi değil artık siyasal partileri de biçimliyor. Sayın Reis hangi parti lideri ile veya üyesi ile basına kapalı iki saat görüştüyse, artık o siyasal partiden ya da üyesinden hayır beklemeyin, ruhuna fatiha.

Sırasıyla sayalım : Bir HAS parti ve lideri vardı. Şimdi nerede? Geçen Yenikapı mitinginde, ülkenin tek kadın başbakanlığı yapmış Tansu Çiller, milli irade için oralarda dolaştığını söyledi. İçişleri bakanı Sayın Soylu hangi partinin genel başkanıydı, şimdi nerede bir düşünelim.

Peki Tuğrul Türkeş!? Ama “yetmez” dendi. MHP bir bütün olarak ve yıllardır hangi değirmene su taşıyor? Üstelik liderlerin birbirine en ağır sözleri etmelerine karşın… BBP ne durumda, üyeleri liderlerine isyan etmeye başladı. Demek ki tehlike çanları çalıyor. Ertuğrul Günay’ı anlatmama gerek var mı? Hal böyle olunca bir tek CHP kalmıştı assimile edilen ya da evcilleştirilmesi gereken. Bu gün (01ç08.2018) AKP sözcüsü Mahir Ünal, Cumhurbaşkanlığı adayı Muharrem İnce’ye -sözde- arka çıkarak “CHP neden ülkeyi yönetmeye aday gösterdiği kişiyi partiye genel başkan yapmıyor??’’ yönlendirmesiyle dahice (!) bir öneride bulundu.

Bu mahir öneri için Sayın Mahir Ünal’a teşekkür etmek gerek (!) Yalnız üzüntümüzü de belirtmeliyim : Sayın Reis öbür partiler ve kişilerle doğrudan görüşür ve ilgilenirken, CHP’yi neden 2. – 3. üçüncü kişilere havale ediyor? Reis CHP için de bir iyilik düşünmeli (!) Hem Sayın Reis’de büyük bir tılsım var. Kiminle konuşursa ya yörüngesi değişiyor adamın ya da bir daha ağzını bıçak açmıyor. Ben söyleyeceklerimi belirteyim de, siz isterseniz yalan deyin.

Örneğin eski Genel Kurmay Başkanı Sayın Yaşar Büyükanıt’la görüşmesinden sonra, Komutan “.. konuştuklarımız benimle mezara gidecek..” dedi ve konuyu kapattı. Yıllardır kimse ağzından tek söz alamadı. Halkın %49,5 ile seçtiği Sayın Davutoğlu bir gecede, bir komutla, “in aşağı!” denince tek söz edebildi mi? Salya sümük, ağlaya ağlaya ayrılan belediye başkanlarına ne demeli? Sayın Abdullah Gül ise ağzını açmadı ama açar gibi oldu, köşkün bahçesine “helikopterli nezaket ziyareti” nden sonra, “.. ben ağzımı heyt demek için açmadım, aaa diyecektim..” buyurmadı mı?

Sözcü Mahir Ünal’ın bu mahir önerisinden sonra Şero’ya haksızlık olur mu bilmiyorum ama, iktidar partisi, CHP ye şöyle ağzı var dili yok bir kayyım atasa da, herkesi bu toplumsal sorundan kurtarsa! Mahir Ünal’ın mantığıyla iktidar ülkeyi yönetiyor da, neden partileri de yönetmesin ki! Ne de olsa ülkeye hizmette sınır yoktur.

Umuda Yolculuk 5: 1961 Anayasası

Umuda Yolculuk 5: 1961 Anayasası

Emre Kongar

İsmet İnönü’nün Demokrasiye sahip çıkacak çağdaş toplumsal sınıflar ve demokrasi kültürü yeterince gelişmeden, Çok Partili Düzen’e erken geçiş kararının bedeli ağır ödendi: Bugün bile, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması, Meclis’in denetim etkinliğinin sona erdirilmesi, hukuk mezunu olmayanların idari yargıç  atanabilmeleri, rektör olmak için profesörlük koşulunun kaldırılması, sivil ve asker bürokrasideki hiyerarşinin bütünüyle yerle bir edilmesi gibi kararlarla görülen “hazımsızlık sorunlarına” yol açtı! 

1) Birinci hazımsızlık sorunu, Demokrat Parti’nin, başta ifade ve muhalefet hakkı ve özgürlüğü olmak üzere, Demokrasinin bütün ilkelerini, “Milli İrade” adı altında pazarladığı “Çoğunluk Diktatörlüğü” anlayışı ile yerle bir etmesiyle yaşandı.

2) Sonunda, yarattığı fiili durumu yasal alana da taşımak için Meclis’te, “Muhalefetin ve Basının Rejim Aleyhtarı Faaliyetlerini Soruşturmak” üzere, Anayasa’ya aykırı yetkilerle donatılmış bir Tahkikat Encümeni kurarak bir sivil darbe yaptı. Böylece Çok Partili Rejim’in ilk darbesi gerçekleştirildi..

3) Hazımsızlıktan kaynaklanan bu Sivil Darbe, bir grup askerin 27 Mayıs 1960’ta “İhlâl edilen anayasayı korumak için” yeni bir darbe yapmasına yol açtı.

4) Demokrasiye erken geçişin yarattığı hazımsızlığın en büyük bedeli  ise MenderesPolatkan ve Zorlu’nun idam edilmesiyle ödendi.

5) Bu arada, Demokrat Parti’nin Sivil Darbesinden önce, İsmet İnönü liderliğindeki CHP, Demokrasiyi evrensel standartlarda yeniden kurmak için bir “İlk Hedefler Beyannamesi” hazırlamıştı.

6) Askeri darbeden sonra, bir Kurucu Meclis, bu beyanname paralelinde gerçekten çağdaş ve Demokratik 1961 Anayasası’nı halkoylamasına sunarak Atatürk/İnönü Cumhuriyeti’ni, Çağdaş Bir Sosyal Devlet aşamasına kavuşturdu; ama ne yazık ki bu Anayasa da bütün mükemmelliğine rağmen askeri darbe ve asılan üç politikacının kanı ile lekelenmişti.

7) 1961 Anayasası, 2.Dünya Savaşı’ndan ve DP yönetiminden alınan derslerle, iktidarın eylemlerini Anayasa Mahkemesi’nin denetimine bağlıyor, Meclis’in yanında bir Senato kuruyor, yargıyı bütünüyle bağımsızlaştırıyor, TRT ve basın ile üniversitelere, özerklik ve özgürlük getiriyor, Devlet Planlama Teşkilatı’nı (DPT) kuruyor ve en önemlisi, emekçilere sendikal örgütlenme, ve grev hakkı veriyordu. Özetle, bireyi, devlet ve iktidar karşısında özgürleştiriyordu.

Ama hazımsızlık bu Anayasayı da yok etti: 

Demirel
“Bu Anayasa lüktstür” sloganıyla yeniden Toprak Ağaları/Din adamları ittifakının temsilcisi olarak Başbakan oldu ve ülkeyi 12 Mart 1971 faşizmine ve bugünlere getiren “hazımsızlığı”, yeniden iktidara taşıdı.
***
Sonuç olarak, İstiklal Savaşı’yla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İsmet İnönü’nün iyi niyetle ama erken davranmasıyla iktidarı teslim ettiği Toprak Ağaları/Din Adamları ittifakına karşı, yeniden, yine İnönü’nün önderliğinde bu kez “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” çizgisinde bir Anayasa yapmış ama askeri darbe ve üç idamla lekeli olan bu Anayasa da, Demirel’in, altını oymasıyla ve ABD’nin desteğiyle yapılan 12 Mart 1971 Askeri darbesi sonunda hacamat edilmişti!. 
DİREN DEMOKRASİ: 
BU TOPLUM SENİN İÇİN ÇOK BEDEL ÖDEDİ!

====================================
Dostlar,

Geldiğimiz / sürüklendiğimiz yer Dünyanın sonu değil.

Umutsuzluk ve karamsarlığa yer yok – tur!.

Türkiye’de güçlü bir demokratik, ilerici muhalefet dinamiği görülmüştür ve bu kesim gerçekte %50’nin üstündedir.

Erdoğan ve AKP iktidarı görüldüğü düzeyde güçlü ve ezici değil. 

Bu toprakların 200 yıllık geçmişi olan bir Çağdaşlaşma ve Aydınlanma geleneği ve deneyimi var. Bu birikim, öyle kolay kolay yok sayılamayacağını kanıtlayarak geliyor.

Vurgulayalım; o tarihsel kalıtın “şövalyeleri” asla teslim olmayacak.

  • Tarih, ütülü ipek kumaş değil; sarp – engebeli ve yaşamın en uzun koşusudur.

Sevgi ve saygı ile. 13 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

UNUTULAN İŞÇİ BAYRAMI

UNUTULAN İŞÇİ BAYRAMI

Konuk yazar : 
Ertan URUNGA,
Emekli Askeri Yargıç         
e.urunga@yahoo.com.tr 

Her yıl bütün dünya ile birlikte ülkemizde de kutlanan 1 Mayıs İşçi Bayramı (Emek ve Dayanışma Günü), bu yıl da yurdun çeşitli kentlerinde ve değişik İşçi Sendikalarının öncülüğünde yapılan yürüyüş ve törenlerle kutlanmıştır. Tabii buna “kutlamak” denirse…

Bayrama işçiden çok, çeşitli Sivil Toplum Örgütleri ile bir kısım milletvekilli ve yurttaşlar dışında, devlet katından kimsenin katılmadığı görülmüştür. Buna geçtiğimiz günlerde alınan Baskın seçim kararı üzerine Türkiye’nin seçim atmosferine girmesinin neden olduğu söylenebilir mi bilmiyorum. Ancak emeğiyle ülkemizin kalkınıp gelişmesinde büyük katkısı olan işçi ve emekçilerimizin bu evrensel nitelikteki Resmi Bayramına, Bakanlık düzeyinde de olsa birilerinin katılması beklenirdi ama, devletin tepelerinden katılan kimse olmamıştır.

Medyanın Sessizliği                                                                                         

Öte yandan, Doğan Medya gurubunun bilinen nedenlerle satılmasından sonra %90’ı siyasal iktidarın eline geçen genel Medyanın, birkaç gazete ve TV kanalı dışında beklenen ilgiyi gösterdiği de söylenemez. Söylenemez çünkü, kutlanması bile devletçe belirlenen alanlarda yapılan İstanbul’daki Bayram töreninde DİSK Genel Sekreteri Sayın Uzman Dr. Arzu ÇERKEZOĞLU’nun,

  • “Bu 1 Mayıs, ülkemizin tek kişinin ağzından çıkan sözle yönetilmesine
    emekçinin itirazıdır!”

şeklinde özetlenen konuşmasına kulak verip itirazlarını, istem ve önerilerini halka duyurmak, sorunlarını dile getirmek, çözüm yollarını araştırmak, yaşanan gelişmelerden yurttaşları doğru olarak bilgilendirmek, toplumum ‘ortak sesi’ olan Medyanın başat görevi değil midir? Yoksa bütün bunlar bir tevatür (yaygın söylenti) de biz mi yanılıyoruz, anlayamadık doğrusu…

Peki, yalnız bunlar mı? O gün muhalefet partileri, yerel yönetimler, toplum katında ağırlığı olan Sivil Toplum Örgütleri, işçi dostu aydınlar ve halk neredeydi, bir gören ve bilen var mı?  O zaman biz de Eyy Medya, Eyy Muhalefet, Eyy Halk;  nedir bu sessizlik, bu edilgenlik, bu biat diye, sorarız elbet!

Cumhurbaşkanlığı Mesajı

Öyle sanıyoruz ki bütün bunların nedenlerini anlayabilmek için Bayramdan bir gün önce Cumhurbaşkanlığınca yayımlanan 1 Mayıs Mesajını okumak gerekir. Bu mesajda, işçi ve emekçinin giderek ağırlaşan yaşam koşulları, önlen(e)meyen iş cinayetleri ile işsizliğin ve yoksulluğun candan ettirip çalışanların ‘yana yana kül olduğu’ bir ortamda;

“Son 15 yılda emekçilerin hak ve hukukunu gözetmeye, sorunlarını ‘devlet imkânları ve ülke kaynakları el verdiğince’ çözmeye gayret ettik.  .. Sahiden meselesi işçi hakkı olan, gerçekten emekçilerin özlük hakları için mücadele eden ‘sendikalarla, sivil toplum kuruluşlarıyla şartsız, önyargısız masaya oturduk, konuştuk, uzlaştık. …İşçilerimizin hakkının, hukukunun korunması doğrultusunda yapılacak her türlü ‘samimi çalışmayı desteklemeye’ devam edecek, işçi ve emekçi kardeşlerimizle ‘sonuna kadar kol kola, omuz omuza’ yürüyeceğiz. Tüm dünyada birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü olarak kutlanan, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nün anlamına uygun şekilde, ‘provokasyonlardan uzak bir bayram havasında’ kutlanmasını, çalışanların sorunlarının dile getirilmesine ve çözüm yollarına ışık tutmasına vesile olmasını temenni ediyorum”

denilerek; sanki her şey yolundaymış gibi işçi ve emekçinin sorunlarına ve çözümüne hiç değinilmeden; işçi kuruluşlarına istek, vaat ve temenni kılıfıyla, örtülü mesajlar verilmiştir.

Sendikaların Ataleti

Türkiye’de ‘sosyal devlet’ ilkesinin 1961 Anayasasına girmesinden sonra hızla gelişen İşçi ve Memur Sendikaları da, 2000’li yıllardan bu yana işlevini yitirerek, bugün tam bir atalet (durgunluk, uyuşukluk) içine düşülmüştür. Sözü daha çok uzatmadan şunu söyleyelim ki; 1980’li yıllarda 40 milyon nüfusu olan ülkemizde 1,5 milyon sendikalı işçimiz olduğu halde (işçilerin 1/3’ü), bugün 81 milyona ulaşan nüfusa karşın gene 1.5 milyon dolayında sendikalı işçinin olması (tüm işçilerin %12’si!), bu gerçeği çarpıcı şekilde otaya koymaktadır. Üstelik toplu sözleşme yapabilenler bu oranın da yarısıdır.. Burada, yeri gelmişken Sendika Ağalarına da şunu sormak isteriz:

Türkiye’nin en büyük demokratik kitle örgütü olarak, her zaman bu ataletin önüne geçecek gizil gücünüz olduğu halde; AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte estirilen rüzgâra kapılıp ‘beraber yürüdüğünüz o yollarda’ çamura saplanmanız, bugün başımıza gelenlerin nedeni değil midir?

Kazanan Halk Olacak

Sonuç olarak, bütün bu açmazlardan ülkemizin kurtulup erince kavuşabilmesi için önümüzde büyük bir fırsat var. O da 24.06.2018 tarihinde yapılacak seçimlerde bütün iç dinamiklerin birlik ve dayanışma içinde hareketinin önemsendiği bir ortamda sandığa gidilecek olmasıdır.

Ancak, hukuk dışı uygulamalarıyla öne çıkan iktidarı devirmek, güç olsa da olanaksız değildir. Kaldı ki, öteden beri sürdürülen çabaların olumlu sonuçları görülmeye başlanmış, estirilen rüzgârların yönü değişmiş, toplumun büyük kesimi at izi ile it izinin ayırdına varmıştır artık!

Bu bağlamda, özgün konuşmayla 1 Mayıs’a damgasını vuran Sayın Dr. Arzu ÇERKEZOĞLU’nun,Bu ülkeyi karanlığa teslim etmeyeceğiz, bu memleketi ‘kahreden ve yaratan ellerimizle’,  emekçi ellerimizle durduracak, bu ülkeyi kendi ellerimizle yeniden kuracağızşeklindeki sözleri de her şeye karşın, umutlarımızın yeşermesine yetmiştir.

Görünen o ki bu kez kazanan halk olacaktır!
=============================================

Değerli dostumuz
Emekli Askeri Yargıç Sayın Ertan URUNGA‘nın yazısına gönülden katılarak sitemizde yer veriyoruz.. Kendilerine sitemize gösterdikleri özen için teşekkür ederiz.
DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun Patoloji gibi önemli bir tıp dalında uzman hekim olduğunu çok az insan bilir.. Bunu da paylaşmak istedik.. Bir emekçi hekim.. Bir kadın uzman hekim.. Bir devrimci sendika yöneticisi tıp doktoru!

  • Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır (sonsuza dek yaşayacaktır)!

Yüce ATATÜRK‘ün hedef attığı şaşmaz (gayr-ı kabili rücu!) bir Ok’tur.. Böyle biline!

Sevgi ve saygı ile. 08 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yekta Güngör ÖZDEN : Gerçek hukuk devleti miyiz?

Gerçek hukuk devleti miyiz?

yekta güngör özden sözcü ile ilgili görsel sonucu

Yekta Güngör ÖZDEN
SÖZCÜ
, 26.12.2016

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

-Dün (25 Aralık), aramızdan ayrılışının 43. yıldönümünde saygıyla ve özlemle andığımız
İsmet İNÖNÜ için-

Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası bağımsız bir devlet olarak tanınmayı sağlayan Lozan Barış Antlaşması‘nda asıl uğraşın bir “Hukuk devleti kurmak” olduğunu İsmet İNÖNÜ anlatmıştı (Ankara Barosu Dergisi, Atatürk ve Cumhuriyet Özel Sayısı, 1973, sayfa 22-24, “İstiklâl Savaşı ve Hukukî Hedefi” başlıklı yazı). Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerinde hukuk ve adalet konusundaki özdeyiş nitelikli, dolgun içerikli sözleri hepimizin bilincindeki özgün yerindedir. Özellikle “Adalet gücü bağımsız olmayan bir ulusun devlet biçiminde varlığı kabûl olunamaz”dan (1920) sonra “Egemenlik bağsız, koşulsuz ulusundur” (1923) sözleri yaklaşımındaki gerçekçiliğin ve çağdaşlığın güzel yansımalarıdır. Cumhuriyet devriminin hukukun yapılanmasında eğitim izlencelerinden, okullar ve yüksek öğrenim kurumlarından başlayan açılım ve atılımları, yönelişteki bilimselliği ve yurtseverliğiyle insancıllığı güçlü biçimde ortaya koymuştur. Anayasa, yasalar ve düzenlemelerin temelindeki anlayışla yaşama geçen hukuksallık, örnek gelişmelerle sürdürülmüştür.
Demokratikleştirilmesi özlenip öncelik taşırken Bay RTE‘ın istediği başkanlık sistemini gerçekleştirmek için küçük değişikliği gündeme getirilen yürürlükteki Anayasa’nın Başlangıç Kısmında sözü edilen “…cumhuriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni .. -…kuvvetler ayırımı.. -… medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme… -… hak ve hürriyetlere kesin saygı…” vurgulamaları yanında özellikle 2. maddesi “… demokratik, lâik, sosyal hukuk devleti” niteliğini içermekte, 1. ve 4. temel maddelerinin yanında 5. madde “… sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri…” tanımına yer vermektedir. Anayasa’nın 6, 7, 8, 37’nci maddeleri ve yargıyla ilgili 138-159. maddeleri hukuk devletinin yaşama geçme ilkelerinin ve yönteminin kurallarıdır. Hukuka bağlılık, Anayasa’ya bağlılıkla ölçülür. “Bir kere delmekle bir şey olmaz. – Siz bildiğinizi yapın” denilirse hukuk yoktur.

GERÇEK BÖYLE Mİ?

Adaletin gecikmesine ilişkin yakınmalar bir yana, gerçekleşmesine ilişkin eleştiriler günümüzün sorunları içinde önsırada yer almaktadır. 1990’ın son yıllarında %97 olan yargıya güven oranının %2,5 gibi “yok” denilecek bir düzeye düşmesi büyük kaygı yaratmakta ve üzmektedir.
1961 Anayasası‘nın son biçiminde yer almayan Adalet Bakanı’nın Yüksek Hâkimler Kurulu’na başkanlığı, 1982 Anayasası’nın eleştiri alan bölümlerinden birindedir. Kurul seçimlerindeki siyasal nitelikli gruplaşmaların dışında, yüksek yargı üyeliklerinin siyasal kararlarla ve düzenlemelerle düşürülüp yerlerine yenilerinin atanması, Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun doyurucu olmayan kanıtlarla kanun hükmünde kararnameye sığınarak yaptığı meslekten çıkarmalar, yetersiz stajla yargıç ve savcı atamaları, yer ve görev değişiklikleri, sakıncalı işlemleri ortaya çıkan kimi yargı görevlilerini görevde tutması düşündürücüdür. Yüksek yargı organlarına seçimlerde ve atamalarda siyasal yandaşlık gözetilmesi, partizanlık çabalarıyla iktidarın dayatmaları, yetersiz kanıt ve incelemelerle, doyurucu olmayan gerekçelerle kararlar alınması, Yargıtay ve Danıştay’a kadrolaşmalarla gruplaşmalardan, Anayasa Mahkemesi üyeliklerine yandaşların atanmasından sözedilmesi üzüntü ve endişeleri artırmaktadır. Yargısına güvenilmeyen devletin saygınlığı, güvenirliği kalmadığı gibi hiçbir işlemi inandırıcı olamaz. Buna neden olan herkes sorumludur. O kadar çok aykırılık var ki saymakla, yazmakla bitmez. Hukuksuz yaşam, ölümle birdir.

EĞİLİM

Hukuk eğitim ve öğretimine gereken önemin verilmediği gerçeği acıdır. Biçimsel yaklaşımlardan öte hukukun anlamı, değeri, yaşamdaki yeri, hukuk kuruluşları (yargı yerleri, barolar ve derneklerle kurumlar) konusunda doyurucu bilgiler verilmemekte, hukukun siyasete araç olmasına karşı çıkılmamaktadır. Türkiye Barolar Birliği ile kimi baroların tepkileri dışında özellikle üniversitelerden ses çıkmamaktadır. Üstünkörü eğitim, diplomayla yetinmek dışında etkin bir çabaya tanık olmak özlemi duyulmaktadır.

  • Şimdilerde kanun hükmünde kararnamelerle hukuk dışılık geçerli gösterilmek istenmektedir.
  • Yasalarla yapılamayacak uygulamaların kanun hükmünde kararnamelerle gerçekleştirilip
    bu uygulamanın sürdürülmesi, hukuk devleti yönünden, sakıncalara neden olmaktadır.
  • Hukuksal niteliğini yitiren devlet, devlet değildir.
  • Gerçek hukuk devleti olsaydı gündemdeki gibi bir Anayasa değişikliği Meclis’e getirilir miydi?Gerçek hukuk devletinin onuru büyük, kıvanç duyurur.

ANMA

Yarın, İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif ERSOY‘u yitirişimizin 80. yılı. Saygıyla anıyoruz.
==================================
Teşekkürler değerli büyüğümüz Sayın Yekta Güngör Özden..

Sizin başkanlık ettiğiniz dönemim (1991-98) Anayasa Mahkemesi’ni öyle çok arıyoruz ki
ve Türkiye’nin gerçekten bağımsız – yansız ve Türk Milleti adına karar verecek bir
Anayasa Mahkemesi’ne ülkemizin bu sırada öyle çok gereksinimi var ki!

Dileriz, ülkemizi karanlıklara sürükleyecek Anayasa değişikliği teklifi TBMM’den geri çekilir.. AKP – MHP – RTE sağduyulu davranır, hatadan dönme erdemi gösterirler..
Değilse, tarihsel bir kritik görev Anayasa Mahkemesi’ni bekliyor..
Yapılacak Anayasa değişiklikleri doğrudan rejimi değiştirmektedir ve Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek ilk 3 maddesini arkadan dolanarak değiştirmekte, ortadan kaldırmaktadır. Bu kabul edilemez ve şimdiki TBMM’nin bile yetkisi dışındadır.

2 siyasal partinin 330’u aşarak ülkenin geleceğini tehlikeye atmaya hakkı olamaz.
Bu sayı bulunsa bile yapılmak istenen meşru değildir, bir ulusun egemenlik hakkının gaspıdır!

Bu bakımlardan, Anayasa Mahkemesi söz konusu değişiklikleri önüne getirildiğinde salt şekil koşulları (oylama gizliliği, 2 kez görüşme ve ivedi görüşme yapılamaması) denetlemekle kalmayıp (Anayasa md. 148/2; teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı özüne girecek ve temel görevi olan Anayasayı koruma yetki ve sorumluluğu ile iptal edecektir. Tıpkı Esas Sayısı : 2008/16 Karar Sayısı : 2008/116 kararı gibi.

Böylelikle Cumhuriyetin 93 yıllık birikimi, taa 1876’lara uzanan demokratikleşme uğraşının (1. Meşrutiyet) birikimi birlikte bu belayı da defedecektir. Bu tehlikeli serüvene, kişisel hırslarına yenilerek ülkemizi sürükleyenler utançlarıyla başbaşa kalacak ve tasfiye edilerek tarihin çöplüğüne atılacaklardır.. MHP yok olacaktır! Bu hazin sona uğramamak için hala geç değildir..

* ANAYASA DEĞİŞİKLİKLİĞİ TEKLİFİNİZİ LÜTFEN YARIN GERİ ÇEKİNİZ..

Bunu bir inat sorunu yapmayınız.. Sizi bağışlamaya hazırız..
Ülke yönetiminde inatlaşma olmaz.. Sağduyu hepimize çok ama çok iyi gelecektir..

Sevgi ve saygı ile.
28 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE  (*)

portresi

 

Suay Karaman

 

 

Değerli katılımcılar,

Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerin ışıklar içinde yatarak, bizleri aydınlattığı inancıyla hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum.

Cumhuriyet yönetimi, eski tüzükle yönetilen Darülfünun’u Cumhuriyet Devrimlerine uygun bir şekle getirerek, 1 Nisan 1924’te 493 sayılı yasayla İstanbul Darülfünunu’nu kurmuştur. Genç Cumhuriyet yöneticileri, Darülfünun’dan çok şey beklemişler ancak beklediklerini bulamamışlardır. İstanbul Darülfünunu, genç cumhuriyet aydınlanmacılarının beklediği iyileşmeye, gelişmeye ve ilerlemeye ulaşamadığı gibi, yapılan pek çok devrime ya sessiz kalmış ya da karşı çıkmıştır. İşte uğursuz üniversite böylece ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu yüzden eğitim alanında köklü değişiklikler yapılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 Üniversite Devrimi ile yeniden kurulan üniversite, özerk bir yapıya kavuşmamasına karşın belirli dönemlerde atılımlar yaparak, bilimsel niteliğini ve devrimci çizgisini yükseltmiştir.

18 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılarak, üniversiteler hem bilimsel, hem de yönetsel özerkliğe kavuşmuş ve yönetimde katılımcılık ilkesi getirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 28 Ekim 1960’ta çıkarılan 115 sayılı yasa ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilerek, katılımcı yönetimi ve demokratikleşmeyi artırıcı nitelikler sağlanmıştır. Üniversitelerin özerk oluşları da, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 7 Temmuz 1973’te, hem antidemokratik, hem demokratik hükümler içeren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Antidemokratik hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, önceki yasalara göre en özgürlükçü yasa konumuna gelmiştir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Bu yasayla çağdaş, demokrat ve özerk üniversite yok edilmiştir. Üniversitelerimiz 35 yıldır bu yasayla yönetilerek, uğursuz üniversiteye kalıcı geçiş sağlanmıştır. Bu YÖK dönemini uğursuz üniversite olarak anmak yanlış sayılmaz. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tümden ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Şimdi bu uğursuzlukların bazılarını yakından görelim.

YÖK’ün kurucusu ve 1981-92 arasında on bir yıl YÖK Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı döneminde üniversiteler açık açık doğranmıştır ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verilmiştir. İhsan Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yapmış, bilimden ve aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açmıştır. İstediği kişilerin, sahte jüri kurarak doçent olmasını bile sağlamıştır. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, Bilkent Üniversitesi adıyla ilk özel üniversiteyi kurmuştur. Böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atılmıştır.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ilk basımı 1952’de 14. ve son basımı 2000 yılında yapılan “Annenin Kitabı” başlıklı bir çocuk bakım kitabı bulunmaktadır.  Bu kitabında ABD’li bilim insanı Dr. Benjamin Spock’un (1902-98) ilk baskısı 1946’da yapılan “Çocuk Bakımı ve Eğitimi” (Baby and Child Care) adlı dünyaca ünlü kitabından, kaynak göstermeden alıntılar (aşırma/intihal) yaptığı, ilk kez 29 Kasım 1981 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu tarafından yazılmıştı. Bu olayın hukuksal süreci 10 Mayıs 2006 tarihinde Doğramacı lehine sonuçlanmıştır ancak vicdanlarda Doğramacı aklanmamıştır. Bu işin peşini bırakmayan Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 15 Nisan 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığı davayı kazandı ve İhsan Doğramacı’nın aşırma (intihal) yaptığına karar verildi. İşte böyle bir kişinin üniversitelerin başına geçmesi, uğursuzluk olarak değerlendirilmelidir. Bu olaydan cesaret alarak, günümüzde de birçok akademisyen aşırma yapmaktadır ve uğursuz üniversitede artık aşırma olağan sayılmaktadır.

Gericiliğe ve tarikatlara bırakılan üniversitelerde imamların da içinde olduğu bazı gruplar, etkinliklere katılmaya başlamıştır. 1994’te Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz yapmış ve şunları söylemişti: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış ve küçük düşürmüştü. Ancak tepki veren olmaması, uğursuz üniversitenin hızla yayılmasını sağlamıştır.

Şimdi sizinle ilginç bir örnek paylaşacağım. 2006 yılında TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. unvanıyla işe başlayan, Çin Halk Cumhuriyeti, Sincan Uygur özerk bölgesinden gelen Alimcan Ziyai adlı bir kişi aynı zamanda üniversitede rektör danışmanı oldu. Bu unvanlarıyla birçok yerde konferanslar veren bu kişinin, Urumçi Üniversitesi ile yapılan yazışmalar sonucunda, lisans eğitiminin bile olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden TOBB ETÜ Rektörlüğü tarafından 2008 yılında görevine son verildi. Bu kişi daha sonra Nisan 2009’da Gazi Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksekokuluna, Eski Çince Eğitimi için Yrd. Doç. kadrosuyla alınmak istendi. Ancak jüride bulunan Çin’in Sincan Uygur özerk bölgesinde doğmuş ve Xinjiang Üniversitesi Tarih Fakültesinden mezun olan Doç. Dr. Varis Çakan, Urumçi Üniversitesi ile yazışarak, Alimcan Ziyai’nin makale ve evraklarının sahte olduğunu ve diploması olmadığını belgeleyerek, geçer not vermedi. Bunun üzerine Doç. Dr. Varis Çakan jüriden çıkartılarak, yerine Konya Selçuk Üniversitesi Türk Dili Bölümünden Yrd. Doç. Dr. başka bir akademisyen atandı. Böylece Alimcan Ziyai, Mart 2010’da Gazi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Çince bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak göreve başlatıldı, hem de hiçbir belgesi olmadan! Üstelik 2547 sayılı YÖK yasasına göre, profesör olarak atanan bir kişi, başka bir üniversiteye yardımcı doçent olarak atanamazken…

Günümüzde uzmanlık alanının dışında ders veren, bilgisiz ve yetersiz birçok akademisyenlerin olduğu uğursuz üniversitelerde, sahte diplomaların ve unvanların uçuştuğu, merkezi sınavlarda sahteciliklerin yapıldığı, bilimin nasıl film haline getirildiği, tüm değerlerin para ile ölçüldüğü bir ortamda öğrencilerin bilgi ve kültür düzeylerinin en alt düzeylerde yetiştirildiği tüm açıklığıyla görülmektedir. Aile şirketi gibi olan üniversiteler de vardır; ailenin tüm bireyleri aynı üniversitede akademisyen olarak ya da idari kadrolarda görev yapmaktadırlar.

Sabancı Üniversitesi’nde Prof. Dr. Cemil Koçak, velilere verdiği konferansta “Aslında onbaşı bile olamaz” dediği büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk için şunları söylemişti: “Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer; Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti.” Ülkesinin yakın tarihini bilmeden tarih konferansı vermeye kalkan böyle bir profesör ile bu akademik unvanları böylelerine verenler, uğursuz üniversitenin görüntüsüdür.

Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fikret Adanır, Hamburg’daki bir panelde sözde Ermeni soykırımını kabul ettirmek için tarihimizi ve arşivlerimizi kirleterek, Türkiye’ye, Osmanlı’ya ve Türkler’e iftira kusarak; “Türkler soykırımı yapmasalardı ulus olamazlardı..” gibi gerçek dışı söylemlerde bulunmuştu.

Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bertil Emrah Öder, “Yeni Anayasa’dan Türklük kalkmalı. Anayasa’nın temeli din olmalı” demişti. CHP parti meclisinin eski üyesi ve Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışma grubunda olan Bertil Emrah Öder, laiklik kavramının tartışmaya açılmasıyla özgürlükler alanının genişleyeceğini ileri sürmüştü.

Koç Üniversitesi’nin düzenlediği “Öz yönetim nedir?” konulu panelde konuşan HDP milletvekili Sabahat Tuncel, PKK teröristlerinin kazdıkları hendekleri savunarak, bu hendekleri neden kazdıklarını ve bu bölgelerde öz yönetimin nasıl geliştirildiğine ilişkin fikirlerini aktardı.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen paneldeki konuşmasında; “Hendekler yeni mücadele mekanizmalarıdır. Özyönetim öz savunmayla gelir” ifadesini kullanarak, teröristlerin kazdığı hendeklere övgüler yağdırdı. Bu gibi panellerin olduğu uğursuz üniversitelerden ve diğer uğursuz üniversitelerden bazı uğursuz akademisyenler de, yayınladıkları bildirilerle, PKK terör örgütüne desteklerini sunmuşlardır.

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı’nın, Tayyip Erdoğan’ın elini öpmek için yerlere kadar eğilmesi, üniversitelerin ortaçağ karanlığındaki medreselere doğru kayarak, uğursuzlaştığını göstermesi açısından önemlidir. Muş, Alpaslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç; “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar..” diyerek ODTÜ yönetimini hedef alan söylemleri de uğursuz üniversite içinde değerlendirilmelidir.

Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu’nun, çocuk pornosu arşivlediği ortaya çıkarılmıştı ve bu akademisyenin yabancı dergilerde tek bir yayını olmadan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine atandığı belirlenmişti. Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir: “Kadın yüzünü de kapamalı, Kadının evden çıkması caiz değil, Saç boyama caiz değil, Parfümlüye cennet haram, Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”

Şimdi Diyanet İşleri Başkanı ki kendisi de akademisyendir, uğursuz üniversitelerde bir moda başlattı: her üniversiteye cami yapımı kampanyası. Bilim yuvalarına, ibadet yerleri yapılması için düğmeye basıldı ve uğursuz üniversiteler cami yapma yarışına başladılar. Hatta Ege Üniversitesi kampüsünde cami yapılabilmesi için imar planında değişiklik bile yapıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in; “Sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekün bir savaşın içine soktu.” söylemi, aklı örümcek ağıyla sarılmış bir ilahiyat profesörü için normal görülebilir. Aydınlanma Devriminden payını alamayanların bulunduğu uğursuz üniversite, ülkemizi hızla ortaçağ karanlığına sürüklemektedir.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan insanlıkla, vicdanla, ahlakla bağdaşmayacak açıklamalar gelmektedir. Laik ülkede fetva adı ile topluma yutturulmak istenen bu saçmalıklardan bazıları şunlardır:

  • Nişanlılar el ele tutuşamaz,
  • Müslüman bir kişi Alevi bir kızla evlenemez,
  • Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir.Ülkemizde 196 kamu ve özel üniversite bulunmaktadır ve içlerinde 86 ilahiyat fakültesi vardır. Bu fakültelerde üç binin üzerinde akademisyen çalışmaktadır. Ama hepsi uğursuz üniversite üyesi olduğu için, bu saçmalıklara seslerini çıkartamamaktadırlar.

Uğur Mumcu’nun 27 Haziran 1975’te Kanıksamak” adlı yazısında “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlığını yitirmesidir. Yaşadığımız olaylar demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. Unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar.” sözlerini anlayamayan uğursuz üniversite ve akademisyenleri ile sorunları aşmak olanaksızdır.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türban ile bugün yükseköğretimde derslere girmek yasaktır. Bu konuda Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Öbür benzer davaları da sürmektedir. Uğursuz üniversite budur işte.

YÖK’ün ağır baskısı sonucunda, üniversite personeli suskun duruma getirilmiştir. Ülkemizde hukuk yok edilirken, hukuk fakültelerinden ses çıkmamaktadır. Sanat katledilirken, güzel sanatlar fakültelerinden ve konservatuvarlardan ses duyulmamaktadır. Buna benzer daha birçok örnek sıralanabilir. Her şeyin para karşılığı olduğu bu uğursuz üniversitelerle, ülkemizin aydınlığa kavuşacağına inananlar, en basit deyimle saftırlar.

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren yer değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya çalıştıran, bunun için de düşünme alışkanlığı veren yerdir. Uğursuz üniversiteler, Uğur Mumcu’nun fikirlerini özümseyen yurtsever akademisyenlerle aydınlanacak, uğurlanacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmamalıdır, Atatürk’ün ilke ve devrimleri yolumuzu aydınlatacaktır. Uğurlu, aydınlık ve çağdaş üniversitelerde buluşmak üzere hepinize saygılarımı sunuyorum.

İlk Kurşun Gazetesi, 1 Şubat 2016.
(*) 23. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 28 Ocak 2016’da TÜMÖD’ün düzenlediği “Uğur’suz Üniversite ve Gençlik” adlı etkinlik konuşması.

======================================

Dostlar,

23. Adalet ve Demokrasi Haftasını dün kapatmıştık.. Ancak çok değerli dostumuz, düşün ve eylem insanı, 27 Mayıs Devrimcilerinden Suphi Karaman‘ın oğlu Gazi Üniversitesi Öğr. Gör. sevgili Suay Karaman‘ın yukarıdaki yazısını paylaşmadan edemezdik. Bize bu gün ulaştı ve bu çok önemli derlemeyi mutlaka site okurlarımıza sunma gereği duyduk. Bu yazı, tarihçileri açısından önemli bir not düşeüme işlevi de taşıyor. Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD’ün Genel Yazmanı olan Sayın Suay Karaman’a salt yüreklilikle konuşmakla kalmayıp bir de konuşma içeriğini yazılı metne dönüştürdüğü ve yayımlayarak paylaştığı için teşekkür etmeliyiz ve ediyoruz..

Biz de bu sürece yakından tanıklık ettik. 1971’de 4936 sayılı Üniversiteler yasasına göre tıp öğrencisi olduk. 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler yasası sürecinde tıp eğitimimizi tamamladık ve asistanlığımızda Ankara’da TÜMAS üyesi olduk.. 12 Eylülcüler 2547 sayılı YÖK düzenini getirdikten sonra (6 Kasım 1981) 1988’de İdari Yargı kararıyla Üniversite’ye atanarak öğretim üyesi olduk.. Sistemle boğuşa boğuşa ilerledik.. Doçentliğimiz de yargı kararıyla alınabildi.. Bu 2 süreci değişik zamanlarda sitemizde yazdık. Doğramacı biz Hacettepe’de öğrenci ve asistan iken rektör idi.. Öğretim üyeliğine başladıktan sonra  da yıllarca YÖK başkanı olarak gene “patronumuz” (!) idi.. Tanık olduğumuz öyle çok olay var ki.. Zaman zaman bu sitede yansıttık. Emekliliğimiz yaklaştı (Kasım 2020) ama özerk – özgür bir üniversitede keyifle çalışamadık. Özgürlük alanımızı, dğerlerimizi bizler yaratmaya, genişletmeye çabaladık hep..

Yitiren ülke ve kuşaklar olmuştur ve giderimi (telafisi) neredeyse olanaksızdır.
Ancak AYDINLANMA kazanacaktır yine de.. Bizler, Mustafa Kemal’in çocukları olarak;

15 Temmuz 1921, Sakarya Savaşı sürerken Ankara’da Maarif Kongresi toplayan Mustafa Kemal Paşa’nın şu yönergesi (direktifi) rehberimiz oldu, olmayı sürdürecek :

  • “Ulusal bir eğitim programından söz ederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Batı’dan ve Doğu’dan gelen yabancı etkilerden uzak ve ulusal yapımızla uyumlu bir kültür kastediyorum.”

    Büyük ATATÜRK‘ün 1 Kasım 1937 TBMM konuşmasındaki sözleri de :

  • “..Büyük Davamız, en uygar ve en kalkınmış Millet olarak varlığımızı yükseltmektir.
    Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü, bir inkilap yapmış olan Büyük Türk Milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek zaruriyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu nedenle, okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketinin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanı yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı ağır zorunluluklardır.

    İşaret ettiğim ilkeleri, Türk Gençliğinin beyin yapısında ve Türk Milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca görevdir..”

Sevgi ve saygı ile.
1 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TBB; TÜRK-İŞ; HAK-İŞ ve DİSK’ten EMEĞİN HUKUKU KURULTAYI


TBB; TÜRK-İŞ; HAK-İŞ ve DİSK’ten
EMEĞİN HUKUKU KURULTAYI…

Bu önemli toplantıya başarılar dileriz..

– İşveren kesimi toplantıda yok..
– Kamu da..
– Bir de ILO temsili yok.. ILO’nun 3’lü Sacayağı yapısı (Tripartite Structure) yok..

Özellikle ilk 2’si de olsaydı daha bütüncül olurdu kanımızca..
Ancak işveren kesimini TİSK temsil edecekti sanırız ve siyasal kadroları da büyük ölçüde
bu patron sendikası yönlendirdiğinden, kamu adına temsilin pek de anlamı olmayacaktı..
Ama yine de bulunsalar ve hiç olmazsa sorulan sorulara yanıt verselerdi..

Bizim “Hukukun üstünlüğü” retoriğine karnımız tok..
“Emeğin saygılı” olma koşulu ile “Hukukun üstünlüğü” bir anlam kazanır.
Bunun dışında zihinlere kurulan ustaca bir kavramsal tuzaktır.

Sermaye, öncelikle 300 yıl öncesinin ilkel karanlığından kendini kurtarmalı ve insanlığın utancı olan Adam Smith’ten galat “maksimum kâr” sefaletinden kendini kurtarmalıdır.
Çağımızda ancak “makul kâr” kabul edilebilir; günümüz değerleri ile başkaca olanak yoktur.
Emekçi sınıflar, 18. yy. sonları, 19. hatta erken 20. yy. emekçileri bile değillerdir.

Köprülerin altından çooook sular akmıştır..

İlk çağrımız bunadır..

Ardından da ülkemizin taraf olduğu (Anayasa  md 90/son : “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri
esas alınır.”) 
Milletlerarası andlaşmalara tam uyumıudur.

ILO Tavsiye Kararları (Recommendations) bir yana, 189 ILO Sözleşmesinden
salt 57’sine taraf olunmuştur, 53’ü yürürlüktedir ve yer yer önemli çekinceler konmuştur.
Bu kabul edilemez sorun hızla giderilmelidir.

Ayrıca AB’ye üyelik sürecinde (ham hayal!) iç hukuka aktarılan önemli kazanımların da
yaşama geçirilmesi gereklidir.

  • Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin 87 sayılı ILO Sözleşmesi ayaklar altında.. Niçin ??
  • Aynı biçimde, ülkemizin de kabul ederek üstün iç hukuk normu kıldığı İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin 155 Sayılı Sözleşme ve İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin
    161 Sayılı Sözleşmeler..
  • AB Temel Haklar Şartı (Nice, 7 Aralık 2000) 
    http://ek12 utup.dpt.gov.tr/ab/hukuk/temelhak.pdf
    Madde 27 : İşçilerin işyerinde bilgilenme ve danışma hakkı
    İşçiler veya işçi temsilcileri, Topluluk hukuku ile ulusal hukuk ve uygulamada öngörülen durum ve koşullarda ve makul bir süre içinde, uygun düzeyde bilgilenme ve danışma hakkına
    sahip olmalıdır.
    Madde 28 : Toplu görüşme ve eylem hakkı
    İşçiler, işverenler veya işçi ve işveren örgütleri; Topluluk hukuku ile ulusal hukuk ve uygulamalarla uyumlu olarak, uygun düzeyde görüşme ve toplu sözleşme akdetme hakkına ve uyuşmazlık halinde, çıkarlarını korumak için, grev de dahiltoplu eylem yapma hakkına sahiptir.Ve…. Avrupa Sosyal Şartı (değiştirilmiş şekli) Strasbourg, 3.V.1996
    https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/sosyalsart.pdf
  • 1 Herkes, özgürce edinebildiği bir işle yaşamını sağlama fırsatına sahiptir.
    2 Tüm çalışanların âdil çalışma koşullarına sahip olma hakkı vardır.
    3 Tüm çalışanların güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına sahip olma hakkı vardır.
    4 Tüm çalışanların, kendileri ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlamak için yeterli âdil bir ücret alma hakkı vardır.
    5 Tüm çalışanlar ve işverenler ekonomik ve sosyal çıkarlarını korumak amacıyla ulusal
    ve uluslararası kuruluşlar düzeyinde örgütlenme özgürlüğüne sahiptir.
    6 Tüm çalışanlar ve işverenler toplu pazarlık hakkına sahiptir.
Uzatmayalım….Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2014 yılı içinde iş cinayetlerine kurban verilen 1886 emekçinin sayısını neden 300’den çok eksikle 1500’lerde vermektedir?? Niçin?
AKP’li 12,5 yılda en az 15 231 emekçi, Nisan 2015’te en az 130 işçi yaşamını yitirdi.
Yıllık ortalama 1219 cinayet! 2015’in ilk 4 ayı 2014’ten %50 fazla! Niçin?
(İSİG Meclisi, http://www.guvenlicalisma.org, 21.05.2015)

ATA_Ergani'de_Kaza_Kader_Talih_Tesaduf_Arapcadir

Bu insanlık ayıbının hızla sonlandırılmasını sağlayacak bir “EMEĞİN HUKUKU” dışında
bizim için anlamı yoktur yapıp etmelerin..Devlet memurlarının grev hakkını içermeyen
sözde sendika tiyatrosuna son verilmelidir (AY m. 53).
12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile getirilen 1’den çok sendikaya üye olma komedisine de..
İŞ GÜVENCESİ + İNSANCA ÜCRET + SENDİKAL ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ
Emeğe saygılı hukukun olmazsa olmazlarıdır.. Küreselleşerek azgınlaşan sermayenin
bu olmazsa olmazları kolayına vereceğini ummak saflıktır.
Direnişin Küreselleştirilmesi dışında seçenek yoktur..

SONUÇ
OLARAK              :

Temel engel, giderek yabanıllaşan küreselleşmiş kapitalizm ve türevi dayatmalardır.
Bu kabulden sonra, yepyeni bir küresel ahlak kodu kümesi tanımlamak ve yükümlenmek (taahhüt etmek) gerekecektir. Kuşkusuz bu süreç kendiliğinden olmayacaktır. Örn. BM Güvenlik Konseyi’nde ILO, Dünya Ticaret Örgütü vb. kurumların çabasıyla küresel bir
ortak ilke kararı alınabilir mi? Hayalimizdir ve de önerimizdir, denilebilir mi ki;

  • “ILO’nun enaz (asgari) sağlık-güvenlik koşullarında üretilmeyen mal ve hizmetlerin küresel dolanımı, pazarlanması… yasaklanmıştır. Tüm mal-hizmetlerin bu bağlamda örn. CE gibi etiketlenmesi zorunludur..”
    Böylelikle, hastalıklı sistemin ölçüsüz ve kör kâr güdüsünün tetiklediği “enaz maloluş
    (maliyet minimizasyonu) dayatması karşısında TİSG (Temel İş Sağlığı-Güvenliği) hizmetleri maliyeti işverene engel olarak görülmesin ve haksız rekabet bahanesi oluşturmasın.
    Bu ketleyici işveren önyargısı önce etik, sonra da normatif olarak mahkum ve de ıslah edilsin..
    (Saltık, A. Temel İş Sağlığı Hizmetlerinin Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerine Entegrasyonunda Karşılaşılan Güçlükler. 19. Uluslararası  İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi, 11-15 Eylül 2011, İstanbul)

    ISG_Uluslararasi_Konf._sunumumuz_Istanbul

 

 

 

 

“EMEĞİN HUKUKU Kurultayı” na bu bağlamda engin başarılar dileriz..

ASLA UNUTULMASIN                           :

Emek en yüce değerdir..
Emeğe saygı, insan olmanın baş koşuludur..

Bu vesile ile;
274 Sayılı Sendikalar Yasası ile 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Greve ve Lokavt Yasası 
1961 Anayasası‘nın ışığı altında demokratik özgürlükçü kuralları içermekteydi.
Çünkü 1961 Anayasa’sı Dünyanın en özgürlükçü ve aydınlık anayasalarından biriydi.
Böylesi bir Anayasayı ülkemize kazandıran

27 Mayıs Devrimcilerini ve 27 Mayıs 1960 Devrimini,

ilk Çalışma Bakanı rahmetli Bülent Ecevit‘i saygı ile selamlıyoruz.

Yazının tümüne pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız :
EMEGIN_HUKUKU_KURULTAYI_TBB-TURKIS-HAKIS-DISK

Sevgi ve saygı ile.
27 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmnail.com