Etiket arşivi: Gara Operasyonu

‘Yeri ve zamanı…’

‘Yeri ve zamanı…’

Zafer Arapkirli

Zafer Arapkirli
26 Şubat 2021, Cumhuriyet

Bugün bu konuya girmeye, aslında Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Sayın Pervin Buldan zorladı beni. Güncel “Gara operasyonu” tartışması üzerinden yapılan tartışmada, iş “Siz şunu yapmıştınız, bunu yapmıştınız. Örgütle görüşmüştünüz. Oraya gitmiştiniz. Şunu yapmıştınız…” babında haksız yüklenmelere maruz kaldıklarında, Sayın Buldan’ın sarf ettiği “Çözüm sürecinde bize verilen vaatleri, yeri ve zamanı geldiğinde açıklamazsak namerdiz…” mealindeki laftan söz ediyorum.

Bence, sadece Sayın HDP Eş Genel Başkanı’nın değil, pek çok siyasetçinin başvurduğu ve bana göre demokrasilerde çok gerekmedikçe başvurulmaması gereken bir yöntemdir bu. Türkiye’de aktüel gelişmelerin ve siyasi tarihin adeta “yüksek debi ile güldür güldür akan bir nehir” gibi akıp gittiği, siyasi hafızanın “sıcak ve taze tutulmasının” çok önemli olduğu ve en önemlisi de “olupbitenin taze versiyonunun kamunun bilgisinden gizlenmesinin muazzam sakıncalar doğuracağı gerçeğinin” önemine binaen, “yeri ve zamanı geldiğinde çıkarılmak üzere çekmecede saklanmasının” sakıncalı olduğunu düşünüyorum.

  • Türkiye’nin en can alıcı sorunlarından biri olan Kürt sorununa ilişkin geçmişte, hele hele “Açılım-Çözüm Süreci” denen süreçte neler olupbittiğini bu toprakların insanı ne zaman bilecek de ona göre “pozisyon” alacak?

Yani, Sayın Buldan’ın yaptığı “Yeri ve zamanı geldiğinde” vurgusu, zaten bu konularda sağlıklı değerlendirme yapacak geri-plan bilgiye aç olan bu toplumdan “neyin gizlenmek saklanmak istendiği” sorularını akıllara getiriyor.

Zaten, başka her türlü özgürlükler gibi halkın bilgi alma hakkının da baskılandığı, hak ve özgürlükler için mücadele eden kesimlerin (bu arada HDP’nin ve temsil ettiği kitlelerin ta kendisinin) ağır bir istibdat altında yaşamak zorunda kaldığı, çoğunluğunun iktidar kıskacında olduğu medyanın on milyonlarca insanı “derin bir karanlığa mahkûm ettiği” bu ülkede çıkıp da üstelik tam da bu “mağdur kesimden” birinin “yeri ve zamanı geldiğinde” diye “bilgiyi ötelemesini” anlamak mümkün değil.

  • Tam tersine, bugün çıkıp konuşmalısınız.
  • Bugün çıkıp gerçekleri bütün yalınlığı ile anlatmalısınız.

Bugün çıkıp kimin geçmişte ne dediğini, ne yaptığını, neyi gizlediğini ve neyin bilinmesini istemediğini açık açık duyurmalısınız ki muktedirler bu ülke insanını kandıramasın. Dün söylediğinin ve yaptığının tam 180 derece zıddını insanlara “yutturamasın.” 

Bugün, Gara’da yaşanan olağanüstü boyuttaki büyük felaket ve skandal niteliğindeki başarısızlık dahil, Kürt sorunu bağlamındaki tüm bilinmeyenlerin aydınlanması için gerçeklerin “bugün ve hemen, şimdi” bilinmesinde yarar yok mu? Adil olmak adına, bu eleştiriyi sadece Sayın Buldan ve diğer siyasetçilere değil, kendi mesleğimin mensuplarına da yapmak istiyorum.

Yıllar önce bir meslektaşımın, çalıştığı gazetedeki üst düzey bir yönetici ile telefon görüşmesine tanık olmuştum. “Elindeki çok önemli bir haberi (bilgiyi)” o gün hemen gazeteye girmek istiyordu. “Amiri”, genel yayın yönetmeninin cevabını bugün gibi hatırlarım:

“Asla veremeyiz bunu. At kenara. Yarın yeri ve zamanı geldiğinde, bir gün bu konuda kitap yazarsan, orada kullanırsın…”

Konu neydi? Sonra o meslektaşım (kitaplar da yazdı) o yayın yönetmeninin dediği gibi mi yaptı? Yani bilgiyi kamuoyu ile paylaştı mı? Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var: Türkiye gibi bir yerde, bugün olanların bugün bilinmesinin gerekliliği bence her türlü siyasi ve kişisel hesabın üzerinde yer almalı.

  • Gazeteciler de siyasetçiler de “kumbaraya” atmadan, “bugün, hemen, şimdi” söylemeli söyleyeceklerini. Söylemeli ve yazmalı.

Bilgi, haber, bizim gibi toplumlarda başka yerlerden de önemli ve değerli bir hazinedir.

Kimse bana “Şimdi zamanı değil…” pragmatizmini satmaya kalkmasın. Madem ki açık rejimdir. Faşizm, yani bunun zıddı madem “üstü örtülü, gizli saklı, kapaklı, kuytularda işlerin çevrildiği” bir rejimdir. O zaman çıkın konuşun. Yazın, çizin.

Yani, kitlelerin bilmesinden korkmadan. Onların her şeyi duyup, bilip, okuyup belli bir yargıya ve fikre sahip olabilmeleri ve “sandık önlerine geldiğinde de” ona göre tavır belirleyebilmelerinin yolu buradan geçer.

Bugün Gara ile ilgili, dün 15 Temmuz hain FETÖ’cü kalkışması ile ilgili, siyasetin, ekonominin ve bilcümle diğer güncel hayati konu başlıklarının bilinmesi, Türkiye’nin sadece bugününü değil, yarınını da doğrudan ve derinden etkileyecek bir zorunluluktur.

Kaldırın örtüleri. Açın dolapları.
Çekin çekmeceleri. Yutkunmayın.
İçinizde tutmayın. Konuşun. Yazın. Açıklayın. Tartışılsın.
Açıklıktan kimseye zarar gelmez. Tam tersinden sakının.

1961, 1982 ve 2017 anayasaları arasındaki temel fark!

Emre Kongar

Emre Kongarekongar@cumhuriyet.com.tr

1961, 1982 ve 2017 anayasaları arasındaki temel fark!

Son GARA operasyonunda 16 evladımızın şehit olmasıyla sonuçlanan trajik başarısızlık ve bu başarısızlıktan kaçmak için kullanılan “Sorumlu Devlettir” söylemi, “Sorumlu kim” ve “Devlet nedir” sorularını gündeme getirdi.
***
Devlet nedir?
Sorumlusu kimdir?
Doğada devlet yoktur: Devlet insan icadıdır!
İlkel toplumlarda “sorumlu” kabile/aşiret reisidir; çünkü o ne derse o olur!
Feodal Toplumlarda “sorumlu” kral, imparator, şah, padişahtır; çünkü onlar ne derse o olur!

Kentsel/Endüstriyel Toplumlarla, Bilişim Devrimi toplumlarında “sorumlu” başkan ya da başbakandır; çünkü yönetici makamında o oturmaktadır.
***
1961 Anayasası, Demokratik Rejimin seçilmişler tarafından yozlaştırılmasını engellemek için yapılmıştı:

Hem “Kuvvetler Ayrımı”nı kesin olarak gerçekleştirmiş hem de bu ayrımla birlikte, Temel Hak ve Özgürlükleri, bağımsız ve özerk kurumlar aracılığıyla güvence altına almıştı.

1) Yasama organını Senato ile güçlendirmiş…
2) Yürütme organının bütün eylem ve söylemlerini Anayasa’ya uygunluk açısından Yargı Denetimi’ne bağlamış…
3) Yargıyı, hem Anayasa Mahkemesi’ne hem de bağımsızlık güvencelerine kavuşturmuş…
4) Ayrıca, Üniversiteler, TRT gibi kurumlar özerkleştirilmiş, basın ve işçi sendikaları özel haklarla güçlendirilmiş, iktisadi kalkınma Devlet Planlamaya bağlanmış…
5) Seçim yasası, “Milli Bakiye Sistemi” ile toplumdaki bütün eğilimlerin Meclis’te temsil edilmesini sağlayacak biçimde değiştirilmiş…
6) Böylece hem Anayasa hem de Temel Hak ve Özgürlükler, sandıktan çıkıp Demokratik Rejimi yok etmek isteyen siyasal iktidarlara karşı korunmuştu.

Bu Anayasa’ya göre, yönetici makamında oturan “sorumluların” soyut bir devlet kavramına sığınmaları yine de pek olanaklı değildi, çünkü iktidarın bütün işleri Anayasa Mahkemesi denetimine tabi idi.
***
Çıkarları bozulan Toprak Ağaları ve Tarikatların temsilcisi olan sağ politikacılar 1961 Anayasası’nın Temel Hak ve Özgürlükleri koruyan, seçilmişlerin Demokratik Rejimi yozlaştırmalarını engelleyen kimliğini “Lüks” diye nitelediler.

  • 12 Mart 1971 Askeri Darbesi 1961 Anayasası’nı iğdiş etmekte yetersiz kalınca, emperyalistlerin de desteğiyle yapılan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile 1961 Anayasası yürürlükten kaldırıldı,

Devleti Temel Hak ve Özgürlüklere karşı koruyan” 1982 Anayasası kabul edildi.

1982 Anayasası sandıktan çıkan iktidarı yani çoğunluğu temsil edenleri, “Devletin Sahibi / Temsilcisi” sayıyor ve “Devleti” de bireyin Temel Hak ve Özgürlüklerine karşı güçlendiriyordu!

O nedenle bu Anayasaya göre, iktidardaki “sorumluların” “soyut bir devlet kavramına” sığınmaları olanaksızdı.
***

16 Nisan 2017 “Sözde Halkoylamasıyla” kabul edildiği iddia edilen “Ucube Anayasa”, Temel Hak ve Özgürlüklere karşı “Güçlü Devleti” oluşturan 1982 Anayasası’nı dahi yetersiz bularak onu bile yozlaştırıyor, bütün devlet mekanizmasını tek bir kişiye bağlayan “Şahsım Devletini” kuruyordu.

***
“Soyut Devlet” kavramı, 1961 Anayasası’na göre bile, iktidardakiler tarafından sorumluluktan kaçmak için başvurulabilecek bir sığınak değildi; çünkü yargı bağımsızlığı ve Anayasa Mahkemesi vardı.

1982 Anayasası, “Devleti” iyice iktidarın emrine verdiği için onu kullananların “sorumluluktan” kaçmalarına hiç izin vermiyordu.

2017’de kabul edildiği iddia edilen “Ucube Anayasa”ya göre kurulan “Şahsım Devleti”nde ise “sorumlu”, “tanım gereği”, hem siyaseten hem hukuken hem de mantıken, zaten o devletle özdeşleşmiş olan “Şahıstır”!

Arkanı dön ve çık

Arkanı dön ve çık

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 19 Şubat 2021

Facebook’ta paylaş    E-posta

Başarı ve başarısızlık üzerine, tarih boyunca belki yüz binlerce özlü söz edilmiştir. Her dilde, kim bilir ne güzel karşılıkları vardır. Benim de “başarısızlığa” dair en sevdiğim sözlerden biri şöyledir:

“Başarısızlıktan ders almamak, en büyük başarısızlıktır…”

Kime ait olduğunu hatırlayamadığım bu söz, aslında despot zihniyeti, “Her şeyi ben bilirim ve asla hata yapmam” diyen zihniyeti en iyi açıklayan sözlerden biridir. Bu “ekol”ün temsilcisi insanların başlıca özellikleri şöyledir:

– Her türlü önemli fikri ben üretirim.
– Her türlü önemli fikri ben uygularım.
– Ben asla hata yapmam.
– Bana “hatalısın” diyebilecek insan anasından doğmamıştır.
– “Hatalısın” deme cüretini gösterecek olanı da “anasından doğduğuna pişman ederim.”

Bu gereksiz büyük ego sahiplerine hatasını göstermeye çalışmak her defasında ağır bir suç(!) sayılabileceği gibi kendi kendilerini şişirilmiş ve sanal egosantrik dünyalarında başarısızlıklarını adeta bir sanal değer birimi gibi “büyük başarılara ve zaferlere tahvil ederek” yollarına devam ederler.

En küçük başarıyı “kendim, şahsım ve ben üçlüsü(!)” gerçekleştirmiştir.

Ama en ağır yenilgi ve başarısızlıklardan, ya “çevreleri” ya da “muhalifleri ve muarızları” sorumludur.

Bu da asla öğrenmemeyi ve asla ders almamayı beraberinde getirir.

Sıradan bir bireyseniz, yani kendi halinde kendi dünyasında ve kendi işiyle gücüyle meşgul bir “fani” iseniz, başarısızlıklarınız sadece kendinize ve belki de küçük yakın çeperinize zarar verebilir. Belki de vermez. Çünkü neticede çok büyük boyutlu zararlardan söz etmiyoruz. Minik maddi ya da manevi zararlar ve hayal kırıklıklarından söz edebiliriz.

Ancak eğer birden fazla insanı ya da bir kurum ya da geniş bir topluluğu hatta bir ülkeyi yöneten biriyseniz, orada artık “kişisel” değil, devasa boyutta kitlesel, kurumsal ve tabii milli zararlar söz konusudur. Üstelik de bu zarar her defasında (misal) finansal ve ekonomik zararlar olmayabilir. Hatta, belki ülke yönetiminden söz ediyorsak (tarihte sayısız örnekleri görüldüğü üzere) toprak kayıpları bile olabilir.

Bunlar da tarihsel bağlam içinde bakıldığında, artısı ile eksisi ile belki “tartışılabilir ve kabul edilebilir” şeylerdir. Başarısızlık sonucu yitirilen şeylerin değeri “göreceli” değerlendirmelere tabi tutulur. Paraydı, imtiyazdı, topraktı… Bunlar baktığınız yere göre farklı değerlendirilebilecek kayıplardır.

Bugün gider, yarın gelir. Bugün yitirilir, yarın kazanılır.

Mesela, tarihin en büyük imparatorluklarından birini kuranların torunları, tarihi bir yıkımın enkazından ve küllerinden, daha mütevazı bir boyutta yepyeni ama “çelik gibi” bir yeni ülke inşa edip, yedi düveli şaşırtıp, en az “ecdadı” kadar saygın ve parmak ısırtacak bir devlet kurabilirler.

Cumhuriyetimizi ve bekamızı borçlu olduğumuz yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK, bunu başarmıştır mesela.

Ama başarısızlıkların en kötüsü ve tartışmayı hak edeni, kuşkusuz insan hayatının yitirildiği durumlardır.

İşte orası “zurnanın ciyak ciyak bağırdığı ve kulakları sağır edeceği” yerdir.

Orada duracaksınız.

Eğer sizin o “Vazgeçilmez, tartışılmaz, eleştirilmez, eleştirilmesi ima bile edilemez” nitelikteki kararlarınız (ve tabii hesap hatalarınız) sonucunda canlar yitirdiysek, üstelik bunu kim bilir kaçıncı kez tekrarlıyorsanız, orada adama “dur bakalım” derler.

Kim der? Herkes. Sadece canı yitenlerin birinci derecede yakınları değil, herkes.

Bugüne kadar hayatlarını sizin yanlış kararlarınız nedeni ile yitirmiş ve bundan sonra yitirmesi muhtemel herkes. Sadece muharebe alanlarını değil. Aldığınız finansal kararlar sonucunda yaşamı kararanlar da dahil bu söylediğime.

Yani, bütün toplum.

O yüzden, bir haftayı aşkın bir süredir bir yandan yas tutup bir yandan da tartıştığımız Gara Operasyonu, bu yazdıklarımın tipik bir örneğidir.

“Dediğim dedik çaldığım düdük düzeni”nin sonucu olan bu vahim başarısızlık, hesap verilmesi gereken, faturası ödenmesi gereken ve

  • Yeter artık, istenmiyorsun artık, arkanı dön ve çık” çıkışını hak eden bir tarihi başarısızlıktır.

Bir de üstüne üstlük bu başarısızlığın altında imzası olan kişi, kurum ve odaklar, kendilerine bu başarısızlığı hatırlatanlara dönüp de tam tersine faturayı onlara kesmeye çalışıyorlarsa, bir de eleştirenlere hakaret üstüne hakaret yağdırıyorlarsa iyice ve daha yüksek sesle “Yeter artık!..” denmeyi hak etmektedirler.

“En büyük başarısızlık başaramamak değil, ders almasını bilmemektir.”

Ve bu son olayda, ileriye dönük de “ders alma umudu olmayan” insanlardan ve özelde tek bir insandan söz ediyoruz.

Yeter artık!..

CHP Ordu Milletvekili Sn. Dr. Mustafa ADIGÜZEL’in Örnek TBMM Konuşması

CHP Ordu Milletvekili
Sn. Dr. Mustafa ADIGÜZEL’in
Örnek TBMM Konuşması


Sayın milletvekilleri,

Ordumuz milletin ordusudur.
Meclis de millet adına görev yapıyor; böylece Ordu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin
ordusudur.

Büyük Atatürk de böyle söylemiştir, Dumlupınar Zaferi sonrası “Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları” diyerek seslenmiştir. Dolayısıyla, bu Meclisin her bir üyesi; Ordusuyla ilgili güvenliğini sormak, sorgulamak hakkına sahiptir.

Bu tespiti yaptıktan sonra, günümüzde neler oluyor bir bakalım: AKP’de yerel seçimler sonrası kan kaybı sürdükçe bir başarı hikâyesi yaratma girişimi görüyoruz. İşte, “Gaz bulduk.” Pandemide sahte bir başarı hikâyesi yaratma girişimi ifşa oldu.

Şimdiyse, altı yıldır unutulan, terör örgütü PKK tarafından alıkonulan askerlerimizi, daha önce yapılmış; başarılmış yöntemleri denemeden, belli ki iyi planlanmamış bir operasyonla maalesef kaybettik. Keşke bu operasyon başarılı olsaydı, kurtulan evlatlarımızı Türkiye’ye kim açıklayacaktı? Sayın Erdoğan. Şehit oldular, kim açıkladı? Bir Sayın Vali. Ay masalını ve Rize’deki Karadeniz fıkrasını bile Sayın Erdoğan konuşuyor da aynı gün 13 şehidi neden bir Sayın Vali anlatıyor? Tüm Türkiye’nin yüreği yanmıştır. Şu anda pandemi varken, günde 200’ün üzerinde cenaze varken milletimiz neye ağlıyor? Evlatlarına ağlıyor.

Pandemide de süreci doğru yönetemediniz, Gara Operasyonu‘nda da. Pandemide de kahramanlar var, 400’e yakın şehit verdik (AS: sağlık emekçisi); Gara Operasyonu’nda da kahramanlar var, şehitlerimiz var ama her iki mücadeleden de size başarısızlıktan başka bir şey yok.

Peki, iktidar olarak bunun bir muhasebesi olmayacak mı? İstifa müessesesi neden işlemiyor?

Öte yandan, tüm iktidarlarınız süresince Ordumuzun tarihine, felsefesine ve komutanlarına kadar hakaret edenleri de ödüllendirmekten geri kalmıyorsunuz. Kim gibi? “Türk Ordusu değil de keşke Yunan galip gelseydi.” diyen Mısıroğlu meczubu gibi. Kim gibi? Mustafa Kemal’e “eşkıya” diyen İskilipli Atıf gibi hainleri valiniz, Genel Başkan Vekiliniz kutsuyor. İskilipli’nin önce 2’nci, sonra 1’inci Başkanı olduğu İngiliz işbirlikçisi Teali İslam Cemiyeti, Millî Mücadele karşıtı çok ağır bir bildiri hazırlıyor ve orijinali bu olan bildiriyi 30 Ağustos 1920’de Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atıyor. Orijinali burada, işte size bir ihanet vesikası. (CHP sıralarından alkışlar)

Bu bildiride Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye’ye kudurmuş haydutlar Çanakkale’de, Anadolu’da düşmana direnenlere, “İngiltere ve Fransa gibi muazzam devletlere meydan okuyorlar. Bu yüzden İngilizleri kızdırıp üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Yunanlılara fazla zayiat verdirmek hayırlı ve menfaatli olmaz, Mustafa Kemal’i öldürmek farzdır.” diyorlar.

Meclisten, milletin kürsüsünden sesleniyorum: Eğer bu ihanet bildirisine katılan varsa katlayıp yaka cebine koysun, o beden bu ihanete yakışır.

Kuvayı Milliye kimdir? Türk ordusudur. İskilipli’ye mersiye, Ali Kemallere methiye düzen günümüzün mütareke basını Atatürk’e ve Millî Mücadele kahramanlarına her türlü hakareti yaparken bırakın cezayı, ödüllendiriliyor.

Peki, biz bugünlere nereden geldik? Çanakkale’de bir mecit hikâyesi vardır bilir misiniz? Çanakkale Kocadere’de bir sargı yeri var, buraya yaralılar geliyor, şehitler geliyor. Lapseki’nin Beybaş köyünden çok ağır bir yaralı gelir ve son nefesinde “Ben, köylüm Lapsekili İbrahim Onbaşı’dan 1 mecit borç aldıydım, kendisini göremedim, belki ölürüm, ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.” der ve şehit olur. Oraya gelen şehitlerin üzerinden de eşyalar ve pusulalar çıkar. Bir süre sonra gelen bir şehidin üzerinden çıkan pusulada yazanları görünce komutan gözyaşlarını tutamaz. Aynen şu yazar:

– “Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e 1 mecit borç verdiydim. Biraz sonra taarruza kalkacağız, belki dönemem. Arkadaşıma söyleyin, ben hakkımı helal ettim.”

İşte, İskiliplinin “eşkıya” dediği çocuklar, bu çocuklar ve bu ülke, son nefesinde 1 mecidin hesabını veren koca yüreklilerin omzunda yükseldi.

Trilyonların hesabını veremeyecek olanların ellerinde de aşağıya inmesine müsaade etmeyeceğiz! (TBMM, 18 Şubat 2021)
===========================

Dostlar,

CHP Ordu MV Sn. Dr. Mustafa ADIGÜZEL, pandemi sürecinde son 11 ayda 24 soru önergesiyle 108 soru sormuş Sağlık Bakanı Fahrettin Koca‘ya; yalnızca SMA hastaları hk. olan 1 soru yanıtlanmış, 107’si yanıtsız bırakılmış.

Anayasa md. 98 / 5 :Yazılı soru, yazılı olarak en geç onbeş gün içinde cevaplanmak üzere milletvekillerinin, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlara yazılı olarak soru sormalarından ibarettir.

Sağlık Bakanı Dr. Koca, Anayasanın yukarıdaki maddesini açıkça çiğneyerek, gene açıkça, adeta meydan okuyarak, Anayasayı çiğneme (ihlal) suçu işlemekte..

Yaptırımı ise Türk Ceza Yasasının uygulanıp uygulanmayacağı –ŞİMDİLİK– iktidar ve çok büyük ölçüde yandaşlaştırılan yargının keyfine kalmış bir maddesinde, md. 309’da yazılı..

Yaşasın ŞAHSIM DEVLET-İ TÜRKİYESİ!

Sevgi ve saygı ile. 19 Şubat 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik