Etiket arşivi: İstanbul Darülfünunu

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE  (*)

portresi

 

Suay Karaman

 

 

Değerli katılımcılar,

Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerin ışıklar içinde yatarak, bizleri aydınlattığı inancıyla hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum.

Cumhuriyet yönetimi, eski tüzükle yönetilen Darülfünun’u Cumhuriyet Devrimlerine uygun bir şekle getirerek, 1 Nisan 1924’te 493 sayılı yasayla İstanbul Darülfünunu’nu kurmuştur. Genç Cumhuriyet yöneticileri, Darülfünun’dan çok şey beklemişler ancak beklediklerini bulamamışlardır. İstanbul Darülfünunu, genç cumhuriyet aydınlanmacılarının beklediği iyileşmeye, gelişmeye ve ilerlemeye ulaşamadığı gibi, yapılan pek çok devrime ya sessiz kalmış ya da karşı çıkmıştır. İşte uğursuz üniversite böylece ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu yüzden eğitim alanında köklü değişiklikler yapılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 Üniversite Devrimi ile yeniden kurulan üniversite, özerk bir yapıya kavuşmamasına karşın belirli dönemlerde atılımlar yaparak, bilimsel niteliğini ve devrimci çizgisini yükseltmiştir.

18 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılarak, üniversiteler hem bilimsel, hem de yönetsel özerkliğe kavuşmuş ve yönetimde katılımcılık ilkesi getirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 28 Ekim 1960’ta çıkarılan 115 sayılı yasa ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilerek, katılımcı yönetimi ve demokratikleşmeyi artırıcı nitelikler sağlanmıştır. Üniversitelerin özerk oluşları da, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 7 Temmuz 1973’te, hem antidemokratik, hem demokratik hükümler içeren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Antidemokratik hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, önceki yasalara göre en özgürlükçü yasa konumuna gelmiştir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Bu yasayla çağdaş, demokrat ve özerk üniversite yok edilmiştir. Üniversitelerimiz 35 yıldır bu yasayla yönetilerek, uğursuz üniversiteye kalıcı geçiş sağlanmıştır. Bu YÖK dönemini uğursuz üniversite olarak anmak yanlış sayılmaz. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tümden ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Şimdi bu uğursuzlukların bazılarını yakından görelim.

YÖK’ün kurucusu ve 1981-92 arasında on bir yıl YÖK Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı döneminde üniversiteler açık açık doğranmıştır ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verilmiştir. İhsan Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yapmış, bilimden ve aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açmıştır. İstediği kişilerin, sahte jüri kurarak doçent olmasını bile sağlamıştır. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, Bilkent Üniversitesi adıyla ilk özel üniversiteyi kurmuştur. Böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atılmıştır.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ilk basımı 1952’de 14. ve son basımı 2000 yılında yapılan “Annenin Kitabı” başlıklı bir çocuk bakım kitabı bulunmaktadır.  Bu kitabında ABD’li bilim insanı Dr. Benjamin Spock’un (1902-98) ilk baskısı 1946’da yapılan “Çocuk Bakımı ve Eğitimi” (Baby and Child Care) adlı dünyaca ünlü kitabından, kaynak göstermeden alıntılar (aşırma/intihal) yaptığı, ilk kez 29 Kasım 1981 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu tarafından yazılmıştı. Bu olayın hukuksal süreci 10 Mayıs 2006 tarihinde Doğramacı lehine sonuçlanmıştır ancak vicdanlarda Doğramacı aklanmamıştır. Bu işin peşini bırakmayan Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 15 Nisan 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığı davayı kazandı ve İhsan Doğramacı’nın aşırma (intihal) yaptığına karar verildi. İşte böyle bir kişinin üniversitelerin başına geçmesi, uğursuzluk olarak değerlendirilmelidir. Bu olaydan cesaret alarak, günümüzde de birçok akademisyen aşırma yapmaktadır ve uğursuz üniversitede artık aşırma olağan sayılmaktadır.

Gericiliğe ve tarikatlara bırakılan üniversitelerde imamların da içinde olduğu bazı gruplar, etkinliklere katılmaya başlamıştır. 1994’te Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz yapmış ve şunları söylemişti: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış ve küçük düşürmüştü. Ancak tepki veren olmaması, uğursuz üniversitenin hızla yayılmasını sağlamıştır.

Şimdi sizinle ilginç bir örnek paylaşacağım. 2006 yılında TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. unvanıyla işe başlayan, Çin Halk Cumhuriyeti, Sincan Uygur özerk bölgesinden gelen Alimcan Ziyai adlı bir kişi aynı zamanda üniversitede rektör danışmanı oldu. Bu unvanlarıyla birçok yerde konferanslar veren bu kişinin, Urumçi Üniversitesi ile yapılan yazışmalar sonucunda, lisans eğitiminin bile olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden TOBB ETÜ Rektörlüğü tarafından 2008 yılında görevine son verildi. Bu kişi daha sonra Nisan 2009’da Gazi Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksekokuluna, Eski Çince Eğitimi için Yrd. Doç. kadrosuyla alınmak istendi. Ancak jüride bulunan Çin’in Sincan Uygur özerk bölgesinde doğmuş ve Xinjiang Üniversitesi Tarih Fakültesinden mezun olan Doç. Dr. Varis Çakan, Urumçi Üniversitesi ile yazışarak, Alimcan Ziyai’nin makale ve evraklarının sahte olduğunu ve diploması olmadığını belgeleyerek, geçer not vermedi. Bunun üzerine Doç. Dr. Varis Çakan jüriden çıkartılarak, yerine Konya Selçuk Üniversitesi Türk Dili Bölümünden Yrd. Doç. Dr. başka bir akademisyen atandı. Böylece Alimcan Ziyai, Mart 2010’da Gazi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Çince bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak göreve başlatıldı, hem de hiçbir belgesi olmadan! Üstelik 2547 sayılı YÖK yasasına göre, profesör olarak atanan bir kişi, başka bir üniversiteye yardımcı doçent olarak atanamazken…

Günümüzde uzmanlık alanının dışında ders veren, bilgisiz ve yetersiz birçok akademisyenlerin olduğu uğursuz üniversitelerde, sahte diplomaların ve unvanların uçuştuğu, merkezi sınavlarda sahteciliklerin yapıldığı, bilimin nasıl film haline getirildiği, tüm değerlerin para ile ölçüldüğü bir ortamda öğrencilerin bilgi ve kültür düzeylerinin en alt düzeylerde yetiştirildiği tüm açıklığıyla görülmektedir. Aile şirketi gibi olan üniversiteler de vardır; ailenin tüm bireyleri aynı üniversitede akademisyen olarak ya da idari kadrolarda görev yapmaktadırlar.

Sabancı Üniversitesi’nde Prof. Dr. Cemil Koçak, velilere verdiği konferansta “Aslında onbaşı bile olamaz” dediği büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk için şunları söylemişti: “Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer; Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti.” Ülkesinin yakın tarihini bilmeden tarih konferansı vermeye kalkan böyle bir profesör ile bu akademik unvanları böylelerine verenler, uğursuz üniversitenin görüntüsüdür.

Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fikret Adanır, Hamburg’daki bir panelde sözde Ermeni soykırımını kabul ettirmek için tarihimizi ve arşivlerimizi kirleterek, Türkiye’ye, Osmanlı’ya ve Türkler’e iftira kusarak; “Türkler soykırımı yapmasalardı ulus olamazlardı..” gibi gerçek dışı söylemlerde bulunmuştu.

Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bertil Emrah Öder, “Yeni Anayasa’dan Türklük kalkmalı. Anayasa’nın temeli din olmalı” demişti. CHP parti meclisinin eski üyesi ve Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışma grubunda olan Bertil Emrah Öder, laiklik kavramının tartışmaya açılmasıyla özgürlükler alanının genişleyeceğini ileri sürmüştü.

Koç Üniversitesi’nin düzenlediği “Öz yönetim nedir?” konulu panelde konuşan HDP milletvekili Sabahat Tuncel, PKK teröristlerinin kazdıkları hendekleri savunarak, bu hendekleri neden kazdıklarını ve bu bölgelerde öz yönetimin nasıl geliştirildiğine ilişkin fikirlerini aktardı.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen paneldeki konuşmasında; “Hendekler yeni mücadele mekanizmalarıdır. Özyönetim öz savunmayla gelir” ifadesini kullanarak, teröristlerin kazdığı hendeklere övgüler yağdırdı. Bu gibi panellerin olduğu uğursuz üniversitelerden ve diğer uğursuz üniversitelerden bazı uğursuz akademisyenler de, yayınladıkları bildirilerle, PKK terör örgütüne desteklerini sunmuşlardır.

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı’nın, Tayyip Erdoğan’ın elini öpmek için yerlere kadar eğilmesi, üniversitelerin ortaçağ karanlığındaki medreselere doğru kayarak, uğursuzlaştığını göstermesi açısından önemlidir. Muş, Alpaslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç; “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar..” diyerek ODTÜ yönetimini hedef alan söylemleri de uğursuz üniversite içinde değerlendirilmelidir.

Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu’nun, çocuk pornosu arşivlediği ortaya çıkarılmıştı ve bu akademisyenin yabancı dergilerde tek bir yayını olmadan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine atandığı belirlenmişti. Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir: “Kadın yüzünü de kapamalı, Kadının evden çıkması caiz değil, Saç boyama caiz değil, Parfümlüye cennet haram, Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”

Şimdi Diyanet İşleri Başkanı ki kendisi de akademisyendir, uğursuz üniversitelerde bir moda başlattı: her üniversiteye cami yapımı kampanyası. Bilim yuvalarına, ibadet yerleri yapılması için düğmeye basıldı ve uğursuz üniversiteler cami yapma yarışına başladılar. Hatta Ege Üniversitesi kampüsünde cami yapılabilmesi için imar planında değişiklik bile yapıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in; “Sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekün bir savaşın içine soktu.” söylemi, aklı örümcek ağıyla sarılmış bir ilahiyat profesörü için normal görülebilir. Aydınlanma Devriminden payını alamayanların bulunduğu uğursuz üniversite, ülkemizi hızla ortaçağ karanlığına sürüklemektedir.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan insanlıkla, vicdanla, ahlakla bağdaşmayacak açıklamalar gelmektedir. Laik ülkede fetva adı ile topluma yutturulmak istenen bu saçmalıklardan bazıları şunlardır:

  • Nişanlılar el ele tutuşamaz,
  • Müslüman bir kişi Alevi bir kızla evlenemez,
  • Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir.Ülkemizde 196 kamu ve özel üniversite bulunmaktadır ve içlerinde 86 ilahiyat fakültesi vardır. Bu fakültelerde üç binin üzerinde akademisyen çalışmaktadır. Ama hepsi uğursuz üniversite üyesi olduğu için, bu saçmalıklara seslerini çıkartamamaktadırlar.

Uğur Mumcu’nun 27 Haziran 1975’te Kanıksamak” adlı yazısında “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlığını yitirmesidir. Yaşadığımız olaylar demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. Unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar.” sözlerini anlayamayan uğursuz üniversite ve akademisyenleri ile sorunları aşmak olanaksızdır.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türban ile bugün yükseköğretimde derslere girmek yasaktır. Bu konuda Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Öbür benzer davaları da sürmektedir. Uğursuz üniversite budur işte.

YÖK’ün ağır baskısı sonucunda, üniversite personeli suskun duruma getirilmiştir. Ülkemizde hukuk yok edilirken, hukuk fakültelerinden ses çıkmamaktadır. Sanat katledilirken, güzel sanatlar fakültelerinden ve konservatuvarlardan ses duyulmamaktadır. Buna benzer daha birçok örnek sıralanabilir. Her şeyin para karşılığı olduğu bu uğursuz üniversitelerle, ülkemizin aydınlığa kavuşacağına inananlar, en basit deyimle saftırlar.

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren yer değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya çalıştıran, bunun için de düşünme alışkanlığı veren yerdir. Uğursuz üniversiteler, Uğur Mumcu’nun fikirlerini özümseyen yurtsever akademisyenlerle aydınlanacak, uğurlanacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmamalıdır, Atatürk’ün ilke ve devrimleri yolumuzu aydınlatacaktır. Uğurlu, aydınlık ve çağdaş üniversitelerde buluşmak üzere hepinize saygılarımı sunuyorum.

İlk Kurşun Gazetesi, 1 Şubat 2016.
(*) 23. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 28 Ocak 2016’da TÜMÖD’ün düzenlediği “Uğur’suz Üniversite ve Gençlik” adlı etkinlik konuşması.

======================================

Dostlar,

23. Adalet ve Demokrasi Haftasını dün kapatmıştık.. Ancak çok değerli dostumuz, düşün ve eylem insanı, 27 Mayıs Devrimcilerinden Suphi Karaman‘ın oğlu Gazi Üniversitesi Öğr. Gör. sevgili Suay Karaman‘ın yukarıdaki yazısını paylaşmadan edemezdik. Bize bu gün ulaştı ve bu çok önemli derlemeyi mutlaka site okurlarımıza sunma gereği duyduk. Bu yazı, tarihçileri açısından önemli bir not düşeüme işlevi de taşıyor. Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD’ün Genel Yazmanı olan Sayın Suay Karaman’a salt yüreklilikle konuşmakla kalmayıp bir de konuşma içeriğini yazılı metne dönüştürdüğü ve yayımlayarak paylaştığı için teşekkür etmeliyiz ve ediyoruz..

Biz de bu sürece yakından tanıklık ettik. 1971’de 4936 sayılı Üniversiteler yasasına göre tıp öğrencisi olduk. 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler yasası sürecinde tıp eğitimimizi tamamladık ve asistanlığımızda Ankara’da TÜMAS üyesi olduk.. 12 Eylülcüler 2547 sayılı YÖK düzenini getirdikten sonra (6 Kasım 1981) 1988’de İdari Yargı kararıyla Üniversite’ye atanarak öğretim üyesi olduk.. Sistemle boğuşa boğuşa ilerledik.. Doçentliğimiz de yargı kararıyla alınabildi.. Bu 2 süreci değişik zamanlarda sitemizde yazdık. Doğramacı biz Hacettepe’de öğrenci ve asistan iken rektör idi.. Öğretim üyeliğine başladıktan sonra  da yıllarca YÖK başkanı olarak gene “patronumuz” (!) idi.. Tanık olduğumuz öyle çok olay var ki.. Zaman zaman bu sitede yansıttık. Emekliliğimiz yaklaştı (Kasım 2020) ama özerk – özgür bir üniversitede keyifle çalışamadık. Özgürlük alanımızı, dğerlerimizi bizler yaratmaya, genişletmeye çabaladık hep..

Yitiren ülke ve kuşaklar olmuştur ve giderimi (telafisi) neredeyse olanaksızdır.
Ancak AYDINLANMA kazanacaktır yine de.. Bizler, Mustafa Kemal’in çocukları olarak;

15 Temmuz 1921, Sakarya Savaşı sürerken Ankara’da Maarif Kongresi toplayan Mustafa Kemal Paşa’nın şu yönergesi (direktifi) rehberimiz oldu, olmayı sürdürecek :

  • “Ulusal bir eğitim programından söz ederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Batı’dan ve Doğu’dan gelen yabancı etkilerden uzak ve ulusal yapımızla uyumlu bir kültür kastediyorum.”

    Büyük ATATÜRK‘ün 1 Kasım 1937 TBMM konuşmasındaki sözleri de :

  • “..Büyük Davamız, en uygar ve en kalkınmış Millet olarak varlığımızı yükseltmektir.
    Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü, bir inkilap yapmış olan Büyük Türk Milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek zaruriyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu nedenle, okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketinin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanı yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı ağır zorunluluklardır.

    İşaret ettiğim ilkeleri, Türk Gençliğinin beyin yapısında ve Türk Milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca görevdir..”

Sevgi ve saygı ile.
1 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

21. Yüzyıl Türkiye’sinde Kadının Dünü Bugünü ve Geleceği


21. Yüzyıl Türkiye’sinde
Kadının Dünü Bugünü ve Geleceği

portresi

Prof. Dr. Taciser ONUK
ADD Bilim – Danışma Kurulu Üyesi
“Atatürk Dünya ve Türkiye için Bir Ödüldür”

 

TUİK’ e göre genel nüfusumuzun yaklaşık yarısı kadındır. Tanrı yaratıcı gücünü kadınla paylaşarak ona özel bir statü kazandırmıştır. Kadın insanlık yapısının en önemli direği ve temelidir. Kadın evrenin kaynağı olan yaratıcı gücün yarısıdır. Evrenin devamı, dengesi ve uyumunun sağlanıp sürdürülmesi kadın ve erkek olarak iki yarının sevgi ile bütünleşmesine bağlıdır. Fizyolojik bakımdan kadının insanlık görevi ve yaratıcı gücü erkeğe göre daha büyüktür. Kadın, ağır yaşam koşullarında birçok kez ölümü yanında görür. İnsanlığa ödediği bu artı özveri karşılığında kadın, güzellik, sevgi ve analık içgüdüsü ve ruh güzelliğine sahiptir. Yaşamın erkekten daha çok kadından özveri beklediği insanlık tarihinin
ilk çağlarında erkek fiziksel gücünü kullanarak kadınları köleleştirip, mal ve meta olarak kullanmıştır. Geçmişten günümüze gelen süreçte Osmanlıda Anadolu’da, oğlan doğurduğu zaman saygı gördüğü, kız doğurduğunda sessizce ‘hayırlısı’ dendiği bilinmektedir. Kadın çocukluğunda babasının, evliliğinde kocasının, dulluğunda oğullarının, çocukları yoksa ölen kocasının en yakınının buyruğu altındadır.

Osmanlı toplum düzenindeki kadının durumunu Celal Nuri, 1915 yılında yayınlanan kitabında özetlenmektedir.

“Bizde kadının durumu korkunçtur. Bizde bilgisizlik ve baskıcılık nedeni ile örtünme ve kaç-göç yanlış anlaşılmıştır. Bizde kadınlar başka erkekler başka dünyayı oluşturur. Ve bu iki dünya birbirini tanımaz. Biri öteki ile ilişkide değildir. Bu çelişki Osmanlının yıkılışının en önemli nedenidir. Özgürlük çağında bir ulusun yarısını tutsaklık altında tutmak olmaz. Böyle ileri bir çağda eski çağlar adetlerini sürdürmeye olanak yoktur.

Toplumumuz içten içe kokuşuyor.

Kadın bu koşullar altında annelik, eşlik, eğiticilik, arkadaşlık görevlerini yerine getiremiyor” Osmanlının çağdışına düşüş nedenlerinden en önemlisi Avrupa’da basımevi (matbaa) 15. yüzyılın ilk yarısında devreye girdi. Osmanlı’da ise
18. yüzyılın ilk çeyreğinde bile matbaadan uzak 300 yıl yaşandı. Osmanlıda
ilk kitabın basıldığı 1727’den Harf Devrimi‘nin gerçekleştirildiği 1928 yılına dek eski yazıyla 25.000 kitap basıldı. 1923’te Anadolu’da, on bir milyonu
okumaz yazmasız on iki milyon insan yaşamaktaydı.

Cumhuriyetten önce kadının toplumsal yaşamda bir yeri ve değeri yoktur.
Kadın anayasa ve yasalar karşısında sorumlu bir yurttaş olarak görülmez,
eğitim olanaklarının kısıtlılığı, tutucu ve yanlış inanışlar yüzünden, yaşamda etkin, erkeklerle eşit olarak katılması olanaksızdır. Özetle kadın, çok eskilerden beri haksızlığa uğramıştır. Osmanlı geç döneminde hızlanan yenilik hareketleri içinde Atatürk’ün önderliğinde kadın her alanda çok önemli görevler üstlenmiş ve bu görevleri başarı ile yerine getirerek Cumhuriyetin ilanında büyük etki ve katkılar sağlamıştır.

Kurtuluş savaşı yıllarında Türk kadınının erkeklerle mutlak bir dayanışma içinde, cephede ve cephe gerisinde büyük bir kararlılıkla bağımsızlık mücadelesine katıldıkları görülür. Kadınlar, yalnızca İstanbul değil,
Anadolu’da da etkinliklerini artırmışlar, düşman işgaline karşı ulusal direniş ruhunu oluşturmada etkili olmuşlardır. Bunun en büyük göstergesi, merkezi Sivas’ta olmak üzere Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin kuruluşudur. Cemiyet, Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından kurulmuş, kısa sürede Anadolu’nun birçok kentinde şubesi açılmıştır. Kurtuluş Savaşı boyunca büyük hizmetler gören Cemiyet, Atatürk’ün büyük takdirini kazanmıştır. Bunun dışında Hilal Kadınları Cemiyeti, Hilal-i Ahmer, Mali Sandıklar, Aydın Muavenet-i Hayriye Cemiyeti
ve yardım komiteleri bu dönemin öbür önemli kadın örgütleridir.

Milli mücadeleye hazırlık günlerinde tüm ulusça kadın erkek bir araya gelip duygu ve düşüncelerinin çok coşkulu ve içten bir biçimde dile getirildiği birtakım miting ve toplantılar düzenlenmiştir. Bunlardan ilki Redd-i İlhak Milli Heyeti’nin 14–15 Mayıs 1919 gecesi yaptığı çağrı üzerine, İzmir’de yapılmıştır. İstanbul’da ilk kadın mitingi ise 19 Mart 1919 Asri kadınlar Cemiyeti üyeleri tarafından düzenlenerek işgal güçleri protesto edilmiştir.

İzmir’in işgalinden iki gün sonra Üsküdar kız kolejinde yapılan toplantıya katılan kadınlar ve konuşmacı olan Halide Edip bu işgali şiddetle kınamışlardır. 18 Mayıs 1919 İstanbul Darülfünu‘nda yapılan toplantıda
bir kadın “Kim demiş bir kadın küçük şeydir, bir kadın belki en büyük şeydir.” diyerek Türk kadınının erkeği yanında mücadeleye hazır olduğunu haykırmıştır. 19 Mayıs 1919’da yapılan Fatih mitinginde ise kadınlardan Halide Edip,
Meliha ve Naciye hanımlar şunları söylüyordu :

  • “Müslümanlar, Türkler, Türk ve Müslümanlar bu gün en kara gününü yaşıyor. Gece karanlık bir gece… Fakat insanın hayatında sabah olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp parlak bir sabah yaratacağız.”

Aynı mitingde konuşan Meliha Hanım, vatanın içinde bulunduğu durumdan kurtarılması için canların feda edilmesi gerektiğini belirtecektir.

20 Mayıs 1919’da İstanbul’da Doğramacılarda yapılan mitingde Asri Kadınlar Cemiyeti adına Sebahat Hanım yaptığı konuşmada özellikle kadınların
milli duygularını harekete geçirerek mücadele isteği yaratan şu sözlere
yer vermiştir :

”İşte hayatı, ruhu Türk olan İzmir’i bugün Yunanlar aldılar, belki yarın sinemizden bir şey, kalbimizden bir hayat koparır gibi birer birer Konya’mızı, Bursa’mızı, hatta bütün güzellikleri ile çok sevgili İstanbul’umuzu isteyecekler. O zaman bu hayatımıza zehirli tırnaklarını takıp her fırsatta bizi biraz daha ölüme yaklaştıran bu kahredici kuvvetler karşısında yine bu sükût ve tevekkülle mi yaşayacağız? Ben buna hayır diyorum, biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız ve medeniyete riyalar söyleyen varlıklara her zaman lanetler, lanetler.” Naciye ve Zeliha Hanımlar çok etkileyici konuşmalarında kadınların bağımsızlık mücadelesinde azim ve kararlılıklarını dile getirmişlerdir.

30 Mayıs 1919, Sultan Ahmet mitinginde Şukufe Nihal, vatanını çok sevdiğini belirterek, “Aziz vatan beşiğimiz senden, mezarımız yine sen olacaksın.” sözleriyle dinleyenleri galeyana getiriyordu.

13 Ocak 1920, Sultan Ahmet meydanında “İstanbul Türk’tür ve Türk kalacaktır” konulu, 150.000 kişinin katıldığı bu mitingde, Nakiye Hanım konuşmasında şöyle der :

“Efendiler, size memleketin bir kadını sıfatıyla hitap ediyorum. Fatih’in, Selim’in, Süleyman’ın mezarını, ecdadının ebedi abideleri olan camileri, türbeleri bırakıp çıkacak içinizde bir erkek var mıdır? Ben tasavvur etmiyorum, çıkmayacaksınız, bırakmayacaksınız, biz de daima sizinle beraber olacağız. Hayatından ziyade sevdiği evladını vatan sevgisine feda eden kadınlarımızın canı gibi sevdiği İstanbul için canını feda edeceğine elbette inanırsınız. Önümüzde açık iki yol var; biri tarihimize şanımızla devam etmek,
diğeri gözlerimizle beraber tarihimizi de kapayıp ebediyete götürmektir.”

Nakiye Hanım bu konuşmasıyla kadınların, erkeklerin yanında olduğunu
ifade ederken, Türk Milletinin ne yapması gerektiğini de vurgulamış oluyordu.
Bu faaliyetlerde Halide Edip, Şükufe Nihal, Nakiye (Elgün), Münevver, Saime, Meliha, Sabahat, Naciye gibi kadınlar öylesine bir cesaret ve vatan sevgisiyle konuştular ki, basında çoğu sansür edildi. Haklarında tutuklama emri verildi. Bunlardan Halide Edip ve Münevver Saime Anadolu’ya kaçarak milli mücadeleye katılmışlardır. Böylece milli bir heyecan yaratarak öbür kadın ve erkeklere örnek olmuşlardır.

Bilindiği gibi İstiklal Savaşı Türk Ulusu için bir ölüm kalım savaşı idi.

Bunun bilincinde olan Türk kadınları da cephede orduya katılarak kahraman Mehmetçiklerimizle birlikte savaşmışlardır. Halide Edip, Asker Saime, Kılavuz Hatice, Tayyer Rahmiye, Fatma Seher (Kara Fatma), Gördesli Makbule, Binbaşı Ayşe, Nezahat Hanım, Süreyya Sülün Hanım, Ayrıca ismi bilinmeyen pek çok kadın cephe ve cephe gerisinde hizmet görmüştür. Türk kadınının rütbeli olarak Ordu’ya ilk girişi bu dönemde olmuştur. Özverili etkinlikleri ve gösterdikleri kahramanlıklar milli mücadelenin önderi Mustafa Kemal Paşa tarafından
büyük takdirle karşılanmıştır.

Yalnızca Türk ulusu için değil, tüm insanlık için bir onur simgesi olarak tanımlanan ulusumuz ve pek çok ülke için gerçek anlamda aydınlanma öncüsü olan Atatürk’ün en büyük eseri Laik, Demokratik Türkiye Cumhuriyetidir.

Amacı, her yönü ile ileriye dönük kadın erkek bütün dinamikleri ile devletin temelinde bütünleştiren, ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık aşamasının
en yüksek düzeyine taşımaktır.

Bu sonsuz projede Türk kadınının toplumdaki yeri ve değeri konusunda gerçekleştirilen yenilikler Türk kadını ve toplum için Uygarlık aşaması olarak tarihi bir dönüm noktasıdır.

Büyük Atatürk 1923’te İzmir deki konuşmasında şöyle der :

“Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.”

Bu sözleriyle kadının zevkini, zekasını, yaratıcılığını ve cesaretini bir kez daha vurgulamıştır.

1927’de İstanbul’da Kadınlar Birliği tüzüğüne “Kadına siyasal haklar sağlamak için çalışacağı” yolundaki madde eklenir. 23 Mart 1931’de çıkan Belediye Yasası ile kadınların belediye seçimlerine katılmaları sağlanmış olur. Önce Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun (Anayasanın) 10. ve 11. maddeleri değiştirilir.

5 Aralık 1934’te çıkan yasayla kadınlarımıza milletvekili seçiminde “oy verme
ve seçme, seçilme hakkı” tanınır. Böylece Türk kadınının Türk erkeği ile
tam anlamı ile eşit düzeye gelmesi sağlanmış olur. Olay dünya çapında
yankılar yaratır, birçok ulusun kadınına örnek olur.

Aklın ve başarının cinsiyeti yoktur. Ulusumuzun ölüm kalım savaşı verdiği
Milli Mücadele döneminde Türk kadını, vatanın kurtarılması için yardım toplamak, insanların cesaret ve mücadele gücünü artırmak için mitingler, toplantılar yapmak, dernekler, vakıflar, birlikler kurarak birlikteliği ve ortak
güç sağlamak azmini ayakta tutma çabası ve başarısı içinde olmuştur.

Cephede bizzat çarpışan kadınlar olmakla birlikte, cephe gerisinde de her alanda erkeklerin yanında çok yararlı hizmetlerde bulunarak ülkemizin kurtarılmasında çok büyük katkı sağlamışlardır.

Kadını ve erkeğiyle omuz omuza yürütülen mücadelelerle kazanılan Kurtuluş Savaşından sonra kurulan “Türkiye Cumhuriyeti”, Ulusun çağdaş ve demokratik bir yönetime kavuşmasının başlangıç noktası olmuştur.

Kadınlar ancak Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte toplumsal ve siyasal haklarına yasal olarak kavuşabilmişlerdir. Başta eğitim olmak üzere her alanda gerçekleştirilen Devrimler, kadının yasal ve yapısal yönden konumunun yükseltilmesi ve hak ettiği yere gelmesini sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyetinde kadınlara oy verme, seçme ve seçilme hakkı 5 Aralık 1934’te tanınmıştır. Bu hak, Türk kadınının kurtuluş savaşında her alandaki başarılı çalışmalarının sonunda elde edilmiş en önemli insan ve birey hakkıdır.

Atatürk’ten sonra toplumda kadının gücünün yeterli kullanılamaması sonucunda başta laik eğitim sistemi olmak üzere Türk kültürünü oluşturan değerler ve kurallar giderek yok olmaktadır.

1978’de UNESCO tarihinde ilk ve tek kez 156 üyenin oybirliği ile onayladıkları belge şöyledir:

  • “Atatürk kimdir! Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağan üstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkılapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil,
    ırk ayırımı göstermeyen, eşi olmayan devlet adamı,
    Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu.”

Yüce Atatürk’ün en büyük yapıtı olan laik demokratik Türkiye Cumhuriyetimiz, her yönüyle ileriye dönük, ulusu, kadın-erkek bütün dinamikleriyle
devletin temelinde buluşturan büyük bir toplumsal değişim ve gelişim tasarımıdır. Atatürk 1923’teki

“Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin nedeni kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır.”

sözüyle de çağdaş toplumun yaratılmasında kadının toplumdaki yeri ve önemini bir kez daha vurgulamıştır.

Cumhuriyetle birlikte kadınlarla ilgili pek çok yasa çıkmasına karşın,
Atatürk’ün ölümünden sonra ortaya çıkan tablo Türkiye’nin başta eğitim, ekonomi, sağlık ve sanat olmak üzere her alanda gelişmiş ülkelerin gerisinde olmasıdır.

Bunun en önemli nedeni, kadının yine her alanda özellikle politikada
erkeğin çok gerisinde kalması ve dengelerin kurulamamış olmasıdır.
Dünya ve demokrasi kültürü, kadın-erkek, gece-gündüz, sıcak-soğuk vb. dengeler üzerine kurulmuştur.

Atatürk’ten sonra toplumda kadının gücünün yeterli kullanılamaması sonucunda ülkemiz; başta laik eğitim sistemi ve Aydınlanma düşüncesi bir kenara itilerek günümüzde hızla emperyalist güçlerin denetimi altına girmeye başlamıştır. Oysa Atatürk on beş yıl gibi bir ülke için çok kısa sayılabilecek
bir sürede ırk temeline dayandırmadığı bir ulusu “Ne mutlu Türküm diyene!” tümcesiyle kucaklayıp kutlamıştı.

-Türkiye Atatürk’ten sonra kadın saygınlığının en düşük düzeyini bu dönemde yaşamaktadır
-Toplumda Türk Kültürünü oluşturan değer ve kuralları giderek yok olmaktadır
-Sorunlar şiddet yoluyla çözülmeye başlamış, işsizlik, eğitimsizlik,
ekonomik sıkıntılar şiddeti daha da artırarak yaşamayı zorlaştırmıştır
-Ülkemizin tüm zenginlikleri özelleştirme ve Küreselleş(tir)me uğruna yağmalanmakta, satılmaktadır
-Milli eğitime dinci eğitim egemen olmaktadır
-Toplumda her türlü gericilik, bölücülük, şeriatçılık, tarikatçılık ve özellikle kadına yönelik her türlü şiddet giderek artmaktadır.
-Oysa 1926 Türk Medeni Kanunu kadına en çok değeri vermiştir.

Sonuç olarak:

Atatürk’ün ulusçuluğunu, demokrasi anlayışını, laikliği, eğitim anlayışını,
kültür politikasını, Türk kadınına verdiği hakların önemini ve değerini anlayamadık, anlatamadık.

Allah’ın bir lütfu, en büyük şansımız Atatürk, gençliğe ve tüm ulusa hedef olarak çağdaş uygarlığı yakalamayı ve hatta en önlerde yer almayı göstermiştir. Atatürk on beş yılda ümmetten çağdaş ve özgür bir ulus yaratmıştır.

O’nun ölümünden sonra gelen veya getirilen hiçbir lider O’nun gösterdiği yoldan gidememiştir. Çözüm gene Atatürk’çü düşünce, her çağda çağdaşlıktır.

Çağdaş kadın çağdaş toplum yaratır. Aklın ve başarının cinsiyeti yoktur.

Prof. Dr. Taciser ONUK
Ankara, 09 Aralık 2013

‘Çılgın Türk’ Turgut Özakman Başbakan’a dersini vermişti!


‘Çılgın Türk’ Turgut Özakman Başbakan’a dersini vermişti!

portresi

Uğur DÜNDAR

Cumhuriyet’i en iyi anlatan tarihçi-yazar Turgut Özakman, Dündar’a verdiği
o son söyleşide “Doğru, gerçek tarihimizi öğrenelim, hakikate ihanet etmeyelim” demişti

Sev­gi­li okur­la­rım,

Baş­ba­kan Er­do­ğa­n’­ın, Cum­hu­ri­ye­t’­in baş­lan­gıç yıl­la­rın­da örü­len de­mir­yo­lu ağ­la­rı ile
10. Yıl Mar­şı­’nın ru­hu­na yö­ne­lik kü­çüm­se­yi­ci söz­le­ri, ta­rih bil­gi­si­nin ne ka­dar za­yıf
ol­du­ğu­nu or­ta­ya çı­kar­mış­tı.

Baş­ba­ka­n’­a tep­ki­ler yo­ğun­la­şın­ca “Cum­hu­ri­ye­t’­i en iyi an­la­tan ya­za­r” ola­rak ta­nı­dı­ğım
Tur­gut Özak­ma­n’­la, “Türk Mu­ci­ze­si­” ko­nu­lu bir söyleşi yap­mış­tım.

Çün­kü “Şu Çıl­gın Türk­le­r” in ya­za­rı Özak­man, Ulu­sal Kur­tu­luş Sa­va­şı ve Cum­hu­ri­ye­t’i­mi­zin baş­lan­gıç dö­ne­mi­ni des­tan­sı üs­lup­la ge­le­cek ku­şak­la­ra ak­ta­ran say­gın bir
ta­rih araş­tır­ma­cı­sıy­dı.

İş­te Cu­mar­te­si (AS : 28 Eylül 2013) gü­nü yitirdi­ği­miz Özak­ma­n’­ın Baş­ba­ka­n’­a ta­rih der­si ver­di­ği o söyleşiden kimi bö­lüm­ler:

portre_koltukta
UĞUR DÜN­DAR (UD):

Sa­yın Özak­man, Cum­hu­ri­ye­t’­in bor­ca bat­mış bir mi­ras dev­ral­dı­ğı­nı bi­li­yo­ruz. Bu mi­ras­la il­gi­li ola­rak ay­rın­tı­lı bil­gi ve­rir mi­si­niz?

 

TUR­GUT ÖZAK­MAN (TÖ): O dö­ne­min fo­toğ­ra­fı şöy­le:

Ka­nu­ni dö­ne­min­de­ki dev­let, 300 yıl ge­ri­de kal­mış. Kaç za­man­dır ya­rı sö­mür­ge ha­lin­de, güç­süz bir dev­let söz ko­nu­su. İda­ri, eko­no­mik, ma­li ve hu­ku­ki ka­pi­tü­las­yon­lar sü­rü­yor.

Halk yurt­taş de­ğil, pa­di­şa­hın ku­lu.
İl­kel bir ta­rım top­lu­mu, if­las et­miş bir ma­li­ye.
Bü­yük bir dış borç, ya­rı ölü bir eko­no­mi. Cı­lız, kü­çük bir sa­na­yi.
Ağır sa­na­yi ne­re­dey­se sı­fır.

  • Ki­şi ba­şı­na dü­şen mil­li ge­lir, yalnızca 4 li­ra.

Pen­ce­re ca­mı bi­le it­hal edi­lir du­rum­da. Şe­ker de it­hal edi­li­yor.
Ana­do­lu buğ­da­yı İs­tan­bu­l’­a ta­şı­na­ma­dı­ğı için, buğ­day Rus­ya­’dan alı­nı­yor.
Ül­ke­de 40 bin kö­ye kar­şı­lık ebe sa­yı­sı 200 ka­dar… 0-2 yaş gru­bu ço­cuk­lar­da ölüm ora­nı %60. Bü­tün im­pa­ra­tor­luk­ta sa­de­ce 158 or­ta­okul ve li­se, bir ta­ne de med­re­se uzan­tı­sı bir üni­ver­si­te var (AS : İstanbul Darülfünunu 1933’te Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı
Dr. Reşit Galip
‘in de büyük çabasılya çağdaşlaştırılarak İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürüldü.. )
. Ana­do­lu, çağ­dı­şı il­kel med­re­se­le­rin elin­de.
Tüm li­se­ler­de oku­yan kız öğ­ren­ci sa­yı­sı 230…

UD: Ka­dın­la­rı­n du­rum­u na­sıl?

TÖ: Gü­zel bir so­ru. O dö­nem­de bü­tün te­mel mes­lek­ler er­kek­le­rin te­ke­lin­de.
Ka­dı­nın seç­me-se­çil­me hak­kı yok, ya­ni yurt­taş sa­yıl­mı­yor.
Ka­dın­la­rın top­lum­sal ha­yat­la­rı ve hak­la­rı da yok.
Çok zo­run­lu hal­ler­de so­ka­ğa an­cak çar­şaf ve pe­çey­le çı­ka­bi­li­yor.
Okur-ya­zar ora­nı er­kek­ler­de %7, ka­dın­lar­da ise bin­de 4…
Tüm ya­sa­lar, ça­ğın ge­rek­le­ri­nin ge­ri­sin­de.
Ül­ke bir­çok alan­da or­ta­ça­ğı, or­ta­çağ il­kel­li­ği­ni ve bas­kı­sı­nı ya­şı­yor.
Cum­hu­ri­ye­tin dev­ral­dı­ğı mi­ras, iş­te bu­dur.

UD: Cum­hu­ri­ye­tin te­mel ide­ali­ni de an­la­tır mı­sı­nız?

TÖ: Cum­hu­ri­ye­tin te­mel ide­ali, “çağ­daş­laş­ma­” di­ye özet­le­ne­bi­lir.
Cum­hu­ri­ye­ti ku­ran ata­la­rı­mız, or­ta­ça­ğı yen­me­dik­çe ay­dın­lan­ma, ge­liş­me ve kur­tu­luş ola­ma­ya­ca­ğı­nı çok iyi id­rak et­miş­ler­di. Dur­mak­sı­zın ola­ğa­nüs­tü bir tem­poy­la ça­lış­mış­lardır.

UD: En doğ­ru bil­gi­le­re sa­hip bir ta­rih araş­tır­ma­cı­sı-ya­zar ola­rak de­mir­yol­la­rı ko­nu­sun­da ne­ler ya­pıl­dı­ğı­nı an­la­tır mı­sı­nız?

TÖ: Cum­hu­ri­ye­tin en bü­yük ba­şa­rı­la­rın­dan bi­ri, de­mir­yol­la­rı ko­nu­sun­da­dır.
Cum­hu­ri­yet ilan edil­di­ğin­de, mi­sak-ı mil­li sı­nır­la­rı için­de­ki de­mir­yol­la­rı­nın uzun­lu­ğu,
4559 k­m i­di. Bu de­mir­yol­la­rı­nı Al­man, İn­gi­liz ve Fran­sız şir­ket­le­ri iş­le­ti­yor­du.
Ma­ki­nist­ler Rum ve Er­me­ni idi. İş­let­me di­li Fran­sız­ca’y­dı. De­mir­yol­cu­luk Türk­le­re
ka­pa­lıy­dı. Mil­li Mü­ca­de­le­’de bu ma­ki­nist­ler, si­lah zo­ru ile ça­lış­tı­rıl­mış­tır.
Sa­kar­ya Sa­va­şı baş­la­ma­dan ön­ce bir­kaç Türk ma­ki­nist ye­tiş­ti­ril­di. Ağır top­lar Kar­s’­tan
Af­yo­n’­a 3 ay­da ge­ti­ri­le­bil­di. Ela­zı­ğ’­dan kı­rık bir uçak, An­ka­ra­’ya an­cak 2 ay­da
ulaş­tı­rı­la­bil­di. Do­ğu­ya da, gü­ne­ye de de­mir­yo­lu yok­tu.

UD: Ata­türk ve ar­ka­daş­la­rı­nın bu alan­da­ki ham­le­le­ri neydi?

TÖ:

  • Cum­hu­ri­yet yö­ne­ti­mi ilk 15 yıl için­de, 4559 k­m’­lik de­mir­yo­lu­nu,
    Hay­dar­pa­şa ve İz­mir li­man şir­ket­le­riy­le bir­lik­te sa­tın al­dı.

De­mir­yol­cu ye­tiş­tir­mek için okul kur­du. Bu ko­nu­da­ki bi­rin­ci bü­yük ba­şa­rı bun­lar­dır.
Böy­le­ce de­mir­yol­la­rı mil­le­tin ol­du. Ger­çek de­mir­yol­cu­lar, de­mir­yol­la­rın­dan söz eder­ken göz­le­ri ya­şa­rır.

İkin­ci bü­yük ba­şa­rı ise, de­mir­yo­lu ya­pı­mı­dır. De­mir­yo­lu An­ka­ra ve Ulu­kış­la­’da so­na
eri­yor­du. De­mir­yol­la­rı 1927’de Kay­se­ri, 1930’da Si­vas, 1931’de Ma­lat­ya, 1933’de Niğ­de, 1934’te Ela­zığ, 1935’te Di­yar­ba­kır, 1939’da, Er­zu­ru­m’­a ulaş­tı. Bun­la­rın her bi­ri bir
des­tan­dır. Ül­ke­nin ku­ze­yi ile gü­ne­yi, do­ğu­su ile ba­tı­sı bir­bi­ri­ne de­mir­yol­la­rıy­la bağ­lan­dı.
Ana­do­lu ger­çek­ten de­mir ağ­lar­la örül­dü. Ül­ke bü­tün­lü­ğü sağ­lan­dı. Türk­le­ri Ana­do­lu­’dan uzak­laş­tır­mak is­te­yen­le­re kar­şı cum­hu­ri­yet de­mir­den te­mel­ler at­tı. 1940 yı­lı­na dek ya­pı­lan de­mir­yol­la­rı­nın uzun­lu­ğu 3208 ki­lo­met­re­dir.

Atatürk tipi kalkınma dünyaya örnek oldu

UD: O dö­nem­de ya­pı­lan fab­ri­ka­lar hak­kın­da da bil­gi ve­rir mi­si­niz?

TÖ: Fab­ri­ka­lar den­ge­li bir şe­kil­de Ana­do­lu­’ya ya­yıl­dı. An­ka­ra ve İs­tan­bu­l’­da top­lan­ma­dı. Bun­lar­dan bi­ri­ni an­la­ta­yım. Ya­ban­cı eko­no­mi­ci­ler, bu fab­ri­ka­la­ra “A­ta­türk ti­pi fab­ri­ka­” di­yor­lar­dı. Çün­kü yalnızca fab­ri­ka ya­pıl­mı­yor. Fab­ri­ka ile bir­lik­te iş­çi ve me­mur loj­man­la­rı, kreş, re­vir, ye­mek­ha­ne, lo­kan­ta-ga­zi­no, kon­fe­rans-ti­yat­ro sa­lo­nu ve spor alan­la­rı ya­pı­lı­yor. Eğer ya­kın­da il­ko­kul yok­sa, okul da ya­pı­lı­yor. Top­lan­tı­lar, pik­nik, spor kar­şı­laş­ma­la­rı
dü­zen­le­ni­yor. Film­ler gös­te­ri­li­yor, ti­yat­ro grup­la­rı ge­li­yor.

Ata­türk ti­pi kal­kın­ma, iki ayak­lı bir kal­kın­ma ti­pi­dir. Bir bi­lim ada­mı­nın de­yi­şi ile top­ye­kun kal­kın­ma­dır.

Bi­rin­ci ayakmad­di kal­kın­ma (fab­ri­ka­lar, köp­rü­ler, yol­lar vb)

İkin­ci ayak ise sos­yo-kül­tü­rel kal­kın­ma­dır. (Eği­tim, sa­nat, spor, me­de­ni gerekler vb.)

UD: Kal­kın­ma hı­zı­mız­la il­gi­li ra­kam­lar ne dü­zey­dey­di?

TÖ: Kal­kın­ma hı­zı­mız, 1923-38 ara­sın­da or­ta­la­ma %10’du.
Sa­na­yi­leş­me hı­zı­mız ise %19’du. Bu dün­ya re­ko­ru­dur.
Sa­na­yi­leş­mede Ja­pon­ya­’dan ön­de gi­di­yor­duk.

UD: İlk de­ni­zal­tı in­şa­sı­na da baş­lan­dı…

TÖ: Evet, ilk de­ni­zal­tı­mı­zın omur­ga­sı, 1937’de İs­tan­bu­l’­da­ki Taş­kı­zak Ter­sa­ne­si­’n­de
kı­za­ğa ko­nul­du. Cum­hu­ri­yet ta­ri­hi­ni iyi bi­lir­sek, bir­çok tar­tış­ma ko­nu­la­rı so­na erer.

  • Doğ­ru, ger­çek ta­ri­hi­mi­zi öğ­re­ne­lim, ha­ki­ka­te iha­net et­me­ye­lim.

* * *

Çok te­şek­kür­ler… Nur için­de yat bü­yük us­ta Tur­gut Özak­man.

http://sozcu.com.tr/2013/yazarlar/ugur-dundar/cilgin-turk-turgut-ozakman-basbakana-dersini-vermisti-380595/, 30.9.13