Etiket arşivi: ERTAN URUNGA

İNSANIN DEPREMLE SAVAŞI!  

Ertan URUNGA
(E) Askeri Yargıç
e.urunga@yahoo.com.tr
Antalya, 22.02.2023

“ANTAKYA’DA GÖREVLİ BİR SUBAYIN DEPREM GÖZLEMLERİ”

bizim bu KISA giriş yazımızın hemen altındadır…
***

Bugün, bir karabasan gibi üzerimize çöken Deprem gerçeğinin ürkütücü/vahim boyutlarını bizim anlatmamızın noksan ve yetersiz kalacağını gözeterek, bunu Antakya (Hatay) İl Garnizon Komutanlığında görevli genç bir subayımızın deprem gecesi ve birkaç gün sonrasına ilişkin yürekleri dağlayan, sosyal medyada da yer alan ve herkesçe bilinmesi gereken kişisel gözlemlerini, sizlerle paylaşmadan önce şunları da belirtmek isteriz:

Bilindiği üzere, deprem gibi doğal yıkımları/afetleri yaşayanların ilk elden sıcağı sıcağına yazdığı içten anlatımları yürekleri dağlasa da, Deprembilimciler için veri kaynağı, Sosyal bilimciler için tarihe not düşmek, Yargıçlar için somut gerçeği ortaya çıkarmak açısından özgün bir kanıt olması yanında, Devleti yönetenlerce yapılan kıyımların (hukuk dışı uygulamaların) da bir ‘ÖNSÖZÜ/DİBAÇESİ’ niteliği taşımaktadır. Nitekim değerli subayımızın aşağıdaki gözlemlerini okuyunca, enkaz altında kutsal bildiğimiz on binlerce İNSAN YAŞAMI ile birlikte, başka hangi değerlerimizin kaldığından tutun da insanın depreme karşı savaşına ve en acısı da, kriz yönetiminde bile nasıl algı yaratıldığına dek, satırlar arasında yüreğiniz sızlayarak görünce siz de benim gibi yakınıp isyan edeceksiniz.

Güzel ülkemizde yaşanan son depremlerin neden olduğu nesnel yaraların, töresine bağlı duyarlı ve fedakar (özverili) halkımızın övülesi destek ve yardımları ile büyük ölçüde giderileceği; tinsel yaraların sağaltımının / tedavisinin ise uzun zaman alacağı; ancak yitip giden canlara yeniden kavuşmanın -ne yazık ve ne acıdır ki- olası bulunmadığı da bilinmektedir. Tabii, toplumun can güvenliğini sağlamanın devleti yönetenlerin başat görevi olduğu da…

Bütün bunların insan haklarına bağlı, çağdaş ve demokratik bir hukuk devletinde sorumlusunun kim olduğunu sormaya, sorumlularının saptanıp cezalandırılmasını, mağduriyetlerin giderilmesini istemeye her yurttaşımızın hakkı bulunduğu gibi devletin de yasalar bağlamında, bunları ortaya çıkarıp gereğini yapmaya ve yurttaşların mağduriyetlerini gidermeye doğrudan / resen yetkili ve görevli bulunduğu yadsınamaz.

Ancak bu konuda ‘SON SÖZÜ’ ise, daha önce olduğu gibi Türk Ulusu adına yargı yetkisini kullanan bağımsız yargı organları; onca canın vebalini (hukuksal sorumluluğunu) vicdanında duyumsayarak söyleyecek, gereğini de -her şeye karşın- yerine getirecektir elbet. 

  • Çünkü biz, özgür ve adil bir milletiz Atamızın izindeyiz;
    yolundan sapanlara da asla izin vermeyiz. 

Şu acılı günlerin sancıları sürerken, sözü daha çok uzatmadan, depremde yaşamını yitiren tüm yurttaşlarımıza Tanrıdan rahmet, yakınlarına başsağlığı dilerken, şunu da belirtelim ki; dünya yansa, yer yarılsa da adaletin er-geç yerini bulacağı inancı ile yıkımlardan etkilenen yurttaşlara yardımlarını esirgemeyen duyarlı yurtsever okurlarımıza da esenlik dileklerimizle en içten selam ve saygılarımızı sunarız.
***

ANTAKYA’DA GÖREVLİ BİR SUBAYIN GÖZLEMLERİ

“Öncelikle merhaba. 6 Şubat 2023 günü Antakya’daydım. Biraz uzun bir yazı olacak. Size deprem anından beri yaşadığım ve yazmaya fırsat bulduğum 8 günlük hikayemi anlatmak istiyorum. Afad neredeydi? Hatay kaderine mahkum mu bırakıldı? düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Allah o gün bana cehennemi dünyada gösterdi. Bu olay için diyeceğim kısa ve öz tek cümle budur.

Deprem gecesi
Ben Hatay’da görevli bölük komutanlığı yapan bir subayım. Depreme konteynerde yakalandım. Askerlik yapanlar bilir metal dolapları. Deprem anında dolap kapakları o kadar sert vuruyordu ki ben sarsıntıya değil seslere uyandım. Çevremde beni tanıyanlar, sakin bi yapıda olduğumu bilir. Birçok deprem anında da bu sükunetimi korumuşluğum var. Sırasıyla 1999 depreminde Bursa’da, 2011 Simav depremine Bursa’da, 2020 İzmir depremine İzmir’de yakalandım. Çocukken de sakin kaldım, 2020 İzmir depreminde de. Ama öyle bir deprem değildi. Bu çok çok kötüydü arkadaşlar. Herkes demiştir bunu, ama gerçekten söylemeden edemeyeceğim. Deprem bir ömür gibiydi, bitmedi. Ve depremin başında daha düşük, daha paralel salladığını, tam ortalardayken çok daha kuvvetli ve oval hareketler çizerek yerden yukarı darbe vurarak sürdüğünü, asıl yıkıcı kısmın bu olduğunu söyleyebilirim. Deprem sertleştikçe yağan yağmurun da şiddetlendiğine yemin edebilirim, konteynerin tavanı delinecek sandım. Ve bu deprem anında konteynerde yalnız başıma sadece bağıra bağıra ‘Allahım Allahım sen koru’ diye çığlıklar attım. Ben dahi sakin kalmak bi yana çığlık krizine girdim. Yataktan kalktığımda kollarım ve bacaklarım uyuşmuştu. o gece kol saatimin aldığı bir nabız kaydı:

Deprem bittikten sonra hemen 04:25 gibi Bursa’daki ailemi aradım. Annem beni İzmir’de öğlenleri denize girdiğim dönemlerde bile askerim ve aileden uzağım diye her gün en az 2 kere arayan biridir. Gece telefon açmak onu sabaha kadar uykusuz bırakırdı ama sabah 8-9 gibi şebekeler gittiğinde arayıp ulaşamazsa aklını kaybeder diye ‘olsun uykusu kaçsın sabah ulaşamayıp korkmasından iyidir’ diyerek aradım.

Telefonu babam açtı. ‘Baba, Hatay’da çok çok büyük bir deprem oldu ben iyiyim burnum bile kanamadı konteynerda olduğum için hiçbir şeyim yok, ama çok çok kişi ölmüştür. Baba beni merak etmeyin sabah batıdaki insanlar uyanıp bu bölgeyi aramaya başladığında şebekeler gider, burda hatlar olmaz ben sizi fırsat buldukça aramaya çalışırım. Çok kişi öldü baba çok kişi’ diyerek bağıra bağıra ağladım. Babam sanırım 18’imden sonra benim ağladığımı bir iki kez görmüştür onlar da cenazelerde. Beni telefonda o sakinleştirdi.

Sonra buradaki komutanlarımız ile toplandık. Bulunduğumuz yer hasar görmemiş sadece altyapılar hasar almıştı. Sıcak su hattı elektrik hattı vb. hemen kıdemli denebilecek subaylarla birlikte sayılarımızı aldık. İzinden dönen izinde olan ve kışla dışında olanların tespiti için. O sırada sabah haberlerinde sadece Kahramanmaraş ve Antep vardı. Ben ‘Hatay bu kadar sallandıysa ve haberlerde Hatay adı bile geçmiyorsa demek ki Antep ve Maraş dümdüz olmuştur’ diye düşündüm başta. Fakat yanılmışım. İleride anlatacağım.

Deprem sabahı
6 Şubat sabah 07:30’da 3 uzman çavuşun evlerinde olduğunu ve haber alınamadığını öğrendik. Asker kışladan çıksın diye söyleyenler daha çıkmadan Tugay komutanımız emir verdi. İnisiyatifi aldı ve o uzman çavuşlara bakmak-insanlara yardım etmek için ilk etapta 40 kişi çıksın dedi. 2 transit araç birçok kumanya malzemesi ve su kolileriyle çıktık. Kırıkhan civarında gördüğüm manzara dehşet gibiydi. İnanılmaz bir yağmur inanılmaz bir kaos vardı. Yollarda kaza yapmış araçlar, yarılmış yollar, yollara tepelerden düşmüş kayalar, hatta kaza yapan bir aracın içinde vefat etmiş bir sürücü. Allahım! Allahım, Amerikan katastrofik film mi bu? Apokaliptik dünyanın sonu filmlerini mi izliyorum? Yağmurlar, trafik, ölen insanlar, kazalar, yıkılmış binalar ve kaos. Çıldırmamak elde değil. Yolda çektiğim bazı fotoğrafları ekliyorum. Buralar Hatay Kırıkhan yolu:

Sonrasında tabii bizim uzman çavuşların kaldığı yere geldik. Üstelik 4.5 saatte. Konum Antakya Odabaşı mahallesi. İl jandarma Komutanlığı’nın yanından geçerken tamamen yıkıldığını gördüm. Yolun karşısındaki akademi hastanesini gördüm. Daha 10 yıl önce yapılan akademi hastanesinin hali işte şöyleydi:

Odabaşı Mahallesi’ne geldiğimizde saat 13:23’dü. Saatlerce gelemedik yollardaki kaos yüzünden ne yazık ki. Aracımdan ben ve 15 askerim (astsubay uzman çavuş ve sözleşmeli er karışık) indik. Diğer aracı Antakya’ya göndermiştim. Ayağımı yere bastığım anda ikinci 7.6 lık deprem gerçekleşti. Bu deprem daha paralel ve yanlış anımsamıyorsam batı-doğu istikametinde sarsıntıyla tahminimce 35 saniye kadar sürdü. İnanın hatırlamıyorum ama gece olan kadar sert olmadığı kesindi. İnsanların ‘bitmeyecek mi bu cehennem’ diye bağırdığını duydum. İnsanlar binaların ortasında ve altında bekliyor, binalardan yakınlarını çıkartmaya çalışıyordu. Hemen yüksek sesle herkesi sokaktan çıkartıp yere çömelttim. Deprem bitmeye yakın maalesef bir bina tamamen yıkıldı gözlerimin önünde.

O sırada yaşadıklarımı anlatmak istiyorum. Araçtan indiğim anda insanlar depremin sona ermesi ile üstümüze koştu. Bir kadın beni paramparça etti.

‘Asker abi, devlet nerde? Devlet nerde asker abi? Nerde bizim babamız asker abi?’

Başka biri bizi görünce ‘devlet geldi!’ diye bağırdı. Bir başka adam ‘asker geldi, asker geldi!’ diye bağırdı. Ve biz daha bizim uzman çavuşların kaldığı binaya gidene kadar etrafımızı saran insanlar sebebiyle dağıldık. Çünkü her gören bir yere götürdü, kendi yakınlarını çıkartmak için.

2 kişiyi bodrum kata girip çıkarttım. Birinin kolu kırıktı. Zor bela kurtulup bizim uzman çavuşların kaldığı binaya geldim. Yerle bir olmuştu. Yandaki 7 katlı bina, 4 katlı binanın üstüne yıkılmıştı. Tam bir yere giderken birine yardım ederken bir başkası kolunuzdan tutup çağırıyordu. Allahım ben nereye nasıl yetişeceğim, ne ekipmanım var ne bilgim ne adamım ne tecrübem? Ve insanlar kendi yapamadıklarını senin yapacağını sanıyor. Allahım cehennem burası! Çığlıklar, ağlamalar, isyanlar, bayılanlar, yerde cesetler. Yağmur daha da hızlanıyor. Allahım yardım et diyorum içimden sadece. O an yaşadığım ve asla unutmayacağım bazı şeyleri anlatmak istiyorum.

– Bir adam secde pozisyonunda kolonla yatak arasına sıkışmış. Yanında bir yaşlı kadın bacağı. Adama diyorum ki ‘abi önce yanındaki teyzeyi çıkartayım bekle seni çıkartamayız’. Gelen cevabı Allah canımı alana kadar unutamam. Acı duyan bir insanın o çığlığıyla ama tamamen duygusuzca ‘abi, abim, komutanım o benim annem, öldü, onu değil beni kurtar’. Annemi bırak beni kurtar… bu cevabı nasıl unutabilirim? Yazarken bile gözlerimde yaşlar birikti şu an. O adama hiçbir şey yapamadık. Sonra UMKE çıkarttı. Her yeri kırılmıştı. Saatlerce sedye bekledi. Yoldan araç çevirdim, bekleyin yaralıyı getiriyorum dedim, yerde yatak üstünde yatan adamı tek başıma çektim götürdüm ama her durdurduğum araba arkamı döndüğümde kaçtı. En sonunda bir polis aracı aldı.

– Bir anne enkazın başında. Ayakta ayakkabı yok, gözünden kan akıyor, kolu kırık. 3 çocuğunun başında. Biri vefat etti, Talha ve Rümeysa burada diyor. Çocukların üstünde bir kolon var ama kaldırmak imkansız. Anne aşağı inmiyor, indiremiyoruz. Çocukları kurtaramıyoruz. 15:30 gibi gelen UMKE ve teçhizatlı başka bir oluşum o çocukların olduğu yere geldi. Talha’yı 16:15’de çıkarttılar. Ama Rümeysa… Rümeysa altta ezildi. Anne hala başlarında. Deprem anından beri. Zor bela hastaneye gitmeye razı ettim. Rümeysa’ya sağ ulaştık dedim ama yalandı, geç kalındı ve vefat etti 4 yaşındaki Rümeysa. 12 yaşındaki Talha’nın bacakları kırıktı, çıkarken bana gülümsediğinde ‘aslan gibisin’ dedim. Gülümsemesi kaybolunca ‘abi, Rümeysa öldü az önce’ dedi. Çenemin titrediğini ve kendimi durduramadığımı fark ettim. Diyemedim birşey. Rümeysa’nın sıcak bedenini battaniyeye sarıp annesinden gizli hastaneye gönderdik. Gözleri hala açıktı Rümeysa’nın.

– 80’li yaşlarında bir kadın ayakları çıplak şekilde sokakta yakılan ateşin başına geldi. Kimsin diyorlar, ne adını biliyor ne nerde olduğunu. Tamamen hafıza kaybı yaşıyor. Teyze iyi misin diyorum, ben iyiyim evdeki adamla kadın öldü diyor. Kim onlar diyorum, ben kimim diyor. Ellerimi başımın arasına aldım bir apartmanın altına ölme pahasına girip çıldırmış gibi ağladım. O teyzeyi askeri aracımla hastaneye gönderdim sonrasında. Yolda hatırlamaya başladığını söyledi sürücüm. Ama ilk gördüğümde aklını kaybetmiş gibiydi.

-Bir adam kolumdan tuttu evin altına girmem için. Zayıfsın girersin komutanım dedi. Ahmet’im orda az önce duydum sesini dedi. Sen gelme yıkıntıya ben bakacağım dedim. Ahmet 10 yaşlarında bir çocuktu. Başı yan yatmış binanın altında, göçüğün dışına yakın ve duvarın altında. Eli görünüyor, eli buz gibi. Ahmet diyorum ses yok. Ahmet? burnuna dokundum hala nemliydi. Öleli en fazla 5 dakika olmuştu. Vücudu tamamen ezilmişti. Geri döndüm, ‘amca başın sağolsun’ dedim. Hiçbir şey demedi. 3 abisinin yanına gitti demek ki dedi. Geceden sabaha 11-12 saatte kabullenmişti birinin ölmesini. Kanım dondu bunu görünce.

-Birine yardıma koşarken başkaları koluma yapışıyordu. Gelen profesyonel ekipler bir enkaza odaklanınca bir kadının ‘herkes orda ne yapıyor o çocuk yaşamaz buraya gelin’ diye çığlık attığını duydum. Can pazarı dedikleri buydu. Onun oğlunu değil benim oğlumu kurtarın diye bağıran bir kadın daha. Allahım neredeyim ben diye düşünmeden edemiyordum. Can pazarı lan bu can pazarı. Onun yaşaması zor, benim oğlumu kurtar demek hangi annenin diyeceği bir cümle? Ama bu can pazarında bu da mümkündü işte. Bir ara enkazın kaldırılması için milleti örgütledim, herkes bir şeylerin ucundan tutup enkazı temizlerken göğsüme büyük bir metal demir saplandı. Havada takla atıp yığılmama ramak kalmıştı ki zor durdum ayakta. Hala aynı yerim sızlıyor. Ama kendime gelip bir apartmanın altına gidip başımı dizlerime gömüp ağladım. Fiziksel değil mental acılar ağır geldi. Kimse görmesin bizim de çaresiz kaldığımızı diye gizlendim, boşalttım içimi oraya, biri geldi yaşlı 55-60 bi amca. Diz çöktü, hissetmedim bile geldiğini. Bana ‘ne yapalım be komutanım bizim de kaderimizde bu varmış’ dedi başımı okşadı. Kalkıp sarıldım sadece.

– Hemen 1 km ilerideki il jandarma Komutanlığı’ndan bir kadın teğmen vardı. Bu yazıyı okursa kim olduğunu bilecektir. İsmini söylemeyeyim. 2 uzman çavuşunu bulmaya gelmişti. Nöbetçi amirdi ve yıkılan il Jandarma’dan sağ çıkmıştı, koşarak gelmişti enkaza. Sadece ağlıyordu kızcağız. Aramızda çok yaş farkı yoktu, ama aklını kaybetmiş gibiydi. Sadece çığlık atıyor sadece ağlıyor. Beni görünce esas duruşa geçip devam etti ağlamaya. İsmini sordum. Sakinleştirmeye çalıştıkça ağladı. Sen subaysın, sen buradaki tek askersin, senin sakin kalman lazım, yapma dedikçe ‘yapamıyorum komutanım yapamıyorum’ diye devam etti. Sarıldım kızcağıza enkazın başında. Yağmur diken gibi saçlarıma bata bata yağarken tanımadığım bir kadına sarılıp enkazın başında hüngür hüngür ağladık. Onu evine bırakacaktık, evinin yıkıldığını görünce ‘olsun’ deyip il jandarma komutanının ailesinin konutuna gitti. Bir daha görmedim kendini, ama her şey durulduğunda ziyarete gideceğim en kısa zamanda.

– Enkazın altında bir ceset ve yanında telefon buldum elindeydi. Muhtemelen yaşarken telefonu alıp iletişim kurmaya çalışıyordu. Elinden aldım, buz gibiydi elleri. Arayanlar şebeke çekmediği için çalmadan bildirimi düşüyordu. Kilit şifresini bilmiyordum, iPhone kullanıcısı olarak şöyle birşey yaptım. Kilit ekranında sağa kaydırdım ve widget larda telefon uygulamasından bir arama önerisi var mı diye baktım. Annesiydi. Nefesimi tutup aradım, ‘Barış !’ dedi. Barış’ın yüzü nasıl biriydi, onu sordum, sakallarını yüzünü anlattı ama sadece saç ve sol elinin avuç içindeki derin yaradan anladım o kişinin Barış olduğunu, çünkü yüzü şişmişti hayli. ‘teyzecim, başınız sağolsun’ diyebildim sadece. İşte Barış’ın telefonu, huzur içinde uyu Barış:

İlk günün akşamı saat 20:00’da Odabaşı mahallesinden ayrılırken depremden beri yanan binanın hala yandığını gördüm:

Bizim uzman çavuşlara ulaşamadık. 14 Şubat 01:00 itibari ile hala ulaşamadık zaten naaşlarının çıkmasını bekliyoruz artık. Ben ve askerlerim tahminen 80 kişiyi kurtardık 3 apartmandan.

Söylemeyi unuttum, deprem sabahı 07:30’da şebeke gitti, aynı gün sabahında whatsapp’dan herkese açık durum paylaştım ‘ben iyiyiyim beni merak etmeyin’ diye. Ama whatsapp durum 14 saat sonra geri dönüş yolunda yollandı. Çünkü ne internet ne telefon şebekeleri yoktu. Aynı gece tugay komutanı inisiyatifi ile sanırım 120 kişi Antakya Atatürk parkına çadır kurulumuna gitti. O gece kimle konuştum ne konuştum hatırlamıyorum ama yatağımda çığlık ata ata ağladım. Bağıra bağıra böğüre böğüre ağladım. Dalmışım sonrasında.

7 Şubat
Ertesi gün daha organize şekilde 96 personelimle Antakya’ya gittik. Yollar kötü, yağmur yerini ayaza bırakmış halde indik. Akevler Mahallesi’nde inip Cumhuriyet meydanına yola koyulduk. Yollardan geçerken insanlara soruyoruz, insanlar tarif ediyor. Ama yollar yabancı bir şehrin sokakları gibiydi. Ve tabii yine insanlar tepki gösteriyordu. Askerler nereye gidiyor, buradayız diyorlar. Ama emir cumhuriyet meydanına gitmekti. Gittik de. Pazar günü deprem olmadan 14 saat evvel kahvaltımı yaptığım Antakya Petek Pastanesi’ne geldik. Geldik mi? ne zaman? Allahım biz Atatürk caddesinde miydik yani? Yemin ederim tanıyamadım. Pastane mi? neresi? Şu yıkıntı mı? Aman Allahım bu yıkıntı Petek pastanesi mi?

Meydana geldik. Kimseler yoktu. Sadece Türk Telekom sınırsız ve ücretsiz wifi vardı. ailemle orda konuşabildim işte whatsapp üzerinden. Aldığım emir doğrultusunda kumanyaları indirttim. Buradayız, insanlar yardım istedikçe tim tim dağılacağız yemeğinizi yiyin emri verdim. Sonrasında afad gönüllüleri gelip meydana ateş yaktı. Yarım saat içinde hem afad gönüllüleri hem benim timlerim tüm caddelere dağıldı. O gece sadece benim 96 personelim 100’den fazla insanı canlı 40 kadar cesedi enkazdan çıkarttı. Bir o kadar da afad gönüllüleri çıkartmıştır. Gece boyunca görev sirkülasyonu yaşanırken ateşin başında uyumadan sabahladım. Sabah Atatürk caddesinde ekipleri kontrol edip geri geldiğimde saat 08:20 gibi meydanın tıklım tıklım olduğunu gördüm. Kimler ordaydı söyleyeyim:

-beşir derneği
-afad gönüllüleri
-çevik kuvvet
-asker
-hataylı depremzedeler
-bazı isimsiz bireysel yemek yapan hayırseverler
-birkaç belediye aş aracı

yerde yatan insanlar. Birkaç iş makinası. 3 adet yardım tırı. Atatürk parkında çadırda kalanlar ve yemek dağıtanlar.

ama kim yoktu biliyor musunuz? afad yoktu. İnsanlar hala ‘bunlar stk, bunlar gönüllü, bunlar bir avuç asker, devlet nerde?’ diyordu. Biz devletiz diyorum, itfaiye nerde Jak nerde afad nerde Kızılay nerde denilince sesim çıkmadı tabi.

Bugün 8. gün. Hala bir tane bile afad çalışanı görmedim. Hala afad gönüllüleri ateşin başında yada yorganları asfalta serip uyuyor hala sokaklarda yatan insanlar askerler görüyorum. Hala bir ateşin başında uyuyan polisler var. Afad gönüllülerine ne bir bilgi ne bir ekipman ne bir lider ne bir koordinasyon verilmemiş. Adamlar bir işin ucundan tutmaya geldik dedikleri Antakya’da kendilerini molozlardan yaralı çıkarır halde buldular. Ve hala uyuyacak yerleri yok. Onların emeklerini iyi niyetlerini yorgunluklarını ve çektikleri rezillikleri söylemeden geçemezdim.

Kızılay bu sabah tek yaptığı şey olan Antakya Atatürk parkındaki çay ocağını (evet sadece bunu yaptılar) kapatıp gitmişler. Oradaki adam ‘benim işim bu kadar abi gidiyorum’ demiş. Ama Beşir derneği hala 24 saat çorba ve cay servisine devam. Nasıl bu adamlara Kızılay, diğerlerine ise cemaatçi falan diyip yargılama yapayım şimdi? bu arada Limak kolin ve cengiz de birer tane arabayı ‘aynı günün sabahı’ gönderdi görüntü vermek için.

sonraki günler birbirinin aynıydı. Hala daha birçok yerde sıcak yemek çıkıyor. Ancak hakkını vermek lazım. en iyi tertiplenen iki stk tkp ve beşir derneğiydi.

birçok albay bile ‘komutanım yaralımız var x yere götüreceğiz nasıl götürürüz’ gibi türlü sorulara eğer cevap bulamıyorsa beşir derneği çadırına yönlendirdi. Onlar hem aş hem çay hem yiyecek hem gönüllü arama kurtarmada çok iyi organize olmuş durumdalardı. Jandarma lojmanlarının olduğu yerde ise tkp tam olarak öyleydi.

hala olan durumu söylüyorum sizlere açık açık. Kimse ilk 2 gün gelmedi Hatay’a. Silahlı kuvvetler ‘hızlı karar alma’ sisteminde en tepeden emir bekledi evet. Afad hala yok. Kızılay’ın sadece 25 çadırı geldi, kendisi yok gönüllüleri var. (Bugün 70 çadırı daha kuruldu bazı yerlere)

yabancı ekipler ve köpekleri çok faydalıydı. Jak, itfaiye, gönüllü operatörler, yüzlerce binlerce gönüllü. Herkes çok emek verdi. Kimi hala yemek dağıtıyor enkaz kaldırıyor telefonla adam çağırıyor birşey yapıyor. Ama afad ve Kızılay yoktu arkadaşlar. Var diyenler göstersin bana. Ben afad’a ne telefonla ne yüz yüze ulaşamadım hala daha.
Yağma yok diyen yalan söylüyordur. Kaç tane yağmacı yakalandı, bilemezsiniz. internette gördüğünüz en az 6-7 fotoğrafı bizzat çeken bile benim. Birçok dayak videosuna bizzat şahit olan da. Ancak nasıl yayıldılar inanın bilmiyorum. Oysa deprem akşamından beri twitter’a hala girmedim, giremedim, zamanım olmadı. ekşi’de beni merak edip son entry’mden sonra yazan birçok insan olmuş. o bildirimlere dahi bakamadım. Inanır mısınız, günlük ortalama 2.5 saat uykuyla geçirdim bir haftamı. Yağmacılar gerçek, varlar ve hala devam ediyorlar. Kaç iphone kaç bilezik kaç altın kaç çanta erzak çalıntısı yakaladık aklınız almaz. ve yağmacıların neredeyse tamamı Suriyeli. Birçoğu da şehir dışından hırsızlığa gelmiş, Antakya’da yaşayanlardan çok azı ordaydı. İnanmayın Suriyelileri savunanlara.

afad gönüllüleri, havaalanında ve telefonda, koordinatörlerin ısrarla ‘Adıyaman’a gidin’ dediğini, inatla ‘hayır biz Hatay’a gideceğiz’ demelerine rağmen Adıyaman’a gönderildiklerini, kendi imkanlarıyla Adıyaman’dan Hatay’a geldiklerini söyledi. Yani birileri insanların Antakya’ya gelmesini istememiş. Bu tabi bir iddia, takdiri size bırakıyorum. Ben değil, bizzat gelenler diyor bunu. Ve evet hala koordine sizlik var. Hala kim ne yapacağını bilmiyor. Hala herkes bulduğu işe yardımcı olmaya çalışıyor. Antakya merkeze yığınla tır geliyor, Samandağ aç Kırıkhan aç. Depremden en az hasar alan ve esnafın işine devam ettiği Reyhanlı’ya giden tırlar Suriyeliler tarafından yağma ediliyor ama Defne’de mahallelerde insanlar aç aç bekliyor günlerdir. Merkezleşen yerler dışında kimse yok. Allah razı olsun gönüllü kuryeler alıp ev ev dağıtıyor o kadar. Onun dışında kimse bunu yapmıyor.

Dediğim gibi, bu dediklerim Antakya merkezli. serinyol’dan birisi çıkıp ‘afad burada vatan hayini’ diyebilir. Ama ben olduğum yerde görmedim. Üstelik o tv lerde günlerdir konuşulan rönesans rezidansları falan da Akevler Antakya’da. Bizzat şahit olduğumu söylüyorum. 150. saatten sonra çıkarılan bir çocuğun tam çıkmasına ramak kala Romanyalı ekip ve itfaiyecilere ‘siz gidin gerisi bizde’ denip kameralar çağırıldı. Kameralar nerdeyse afad orada dediler, ben görmedim ama rönesans ın orada takılıyorlarmış diye duydum. Bazı yerlerde biz çıkartacağız, hayır biz çıkartacağız kavgasına şahit oldum. En son bağırıp ‘bana bakın alooooo, bu çocuk yarım saat içinde çıkacak’ diyip havaya ateş açtım. Adamlar kamera çağırıp şova düşmüş durumdaydı.

bir amcamız asker nerede diye sordu bana. ‘biz garnizon komutanı izni ile çıktık ama asker dışarıda’ dedim, hani nerede, ben sizden başkasını görmüyorum dedi. Başka yerlere dağıldılar ben diğerlerini bilemem amca dedim. o amca Mehmet Akif Ersoy’a bunu canlı yayında açıkladı. Şu videoyu iki gün önce izleme fırsatım oldu; evet, o üsteğmen bendim:

Dün (12 Şubat) 160. saatte bir adam peşime takıldı babamın sesini duydum dedi. Gittim evet yaşıyordu! Meksika ekibi jak ve bir köpekle gittik ve çıkardık. Üstelik sadece babası değil annesini de kurtardılar. Adamla birbirimize ve sonra köpeğe öyle sarıldık ki bizi görenler de bizim gibi ağlıyordu.

yine 8 Şubat sabahı yaşadığım birseyi anlatmak istiyorum. Antakya cumhuriyet meydanında yaşlı bir amca oturuyor. Yüzünde hiçbir ifade yok, bacaklar zayıf kollar zayıf beyaz sakallı bir amca. Alnı kanamış bant yapıştırılmış. Pantolonu kir toz çamur içinde. Uzaktan bir baktım şöyle, babam canlandı gözümde. Sanki babam çaresiz şekilde oturuyordu orada. Yanına gittim selam verdim. Ne bu halin amca dedim. Enkazdan çıkartılmış ekmek bulmaya gelmiş. Asker çıkardı beni buraya getirdiler habibi neccar dan şimdi gitti askerler kimden isteyeceğim ekmek utanırım delikanlı dedi. Ne istersin diye sordum bir yerlerden çorba pilav kuru fasülye bulup geldim. Evin ne durumda dedim, benim ev iyi, oğlanın evi yıkıldı dedi. Onlar iyi mi dedim, cevap tıpkı yukarıdaki gibi duygusuzca ve kabullenilmiş bir tonlamayla ‘yok oğlan öldü’ oldu. e yengem nerde dedim, hanım da rahmetli oldu dedi. yok mu kimsen şimdi dedim, oğlanla gelin vefat, hanım da gitti, Allahtan başka kimsem kalmadı dedi. Hiç gözü yaşarmadan dudağı dahi titremeden dümdüz söyledi. Gözlerinin elası bile babama benziyordu. Ne istiyorsun dedim, bir askerime bir koli kuru bakliyat ve erzak yaptırdım. Evi sağlammış evine dönecekmiş, bir araçla evine bıraktırdım. Ama o son dediklerinden sonra bi duvar köşesine çöküp basımı ellerimin arasına alıp yine hüngür hüngür ağladım. Babamı gördüm gözlerimle de onu böyle çaresiz kabullenemedim.

Deprem benim için cehennemdi abiler ablalar arkadaşlar. Gördüğüm görüntüleri nasıl unutacağım bilmiyorum. Anlatmak ve herkes gibi bu travmayı hatırlatmak istemiyorum. Ama o can pazarında cansız bedenlerin yanında yatan insanların kurtarılmayı beklemesi ve gözlerindeki korkuyu unutamıyorum. Esinin cenazesiyle 12 saat geçiren hemşire kadını, vefat etmiş olan polis eşine sarılmış halde bulduğumuz kadını unutamıyorum. Kardeşlerinin cesediyle sabaha kadar kurtarılmayı bekleyen çocuğu, çocuklarının cenazesinin başından ayrılmayan anneyi nasıl unutacağım ben. Size yemin olsun şairane yada hikayeci gibi bir sanat arayışında değilim. Ama ben deprem sabahı cehennemi gördüm. Çaresizliği terk edilmişliği yalnızlığı insanların umut arayışını gördüm. Nasıl unutacağım bilmiyorum. Ben şimdi Bursa’da ailemin 23 yıllık ve 99 depreminde inşaat iken zarar görmemiş evimizde kalışını nasıl kabulleneceğim? gittiğim her misafir evinde ‘bu gece deprem olsa burdan sağ çıkar miyiz’ fobisi ile nasıl yaşayacağım. Bilmiyorum…

ilk gün odabaşı mahallesinde hiçbir canlı insanın çıkmadığı o binanın enkazından:

daha depremden 3 gün önce icardi forması aldığım Antakya Atatürk caddesi gs store enkazı:

depremin üçüncü günü enkazdan çıkarılan tekir. Depremzede Melis’e erzak verirken gösterdim adını fako koyduk. Niye diye sormayın ben tüm tekirlere fako derim:

ve 160. saatte bir karı kocayı çıkartan (yukarıda bahsettiğim) o köpek:

Son bir söz de Antakya için gelsin. Henüz Temmuz 2022’de geldim buraya İzmir’den. İzmir’den gelen adama Antakya işkence olur dediler, ben çok sevdim dedim herkese. Insanını da yaşayış biçimini de sevdim. Benim için yaşanacak bi şehirdi yani. Bizzat tanıdığım gezdiğim sokakları, en son kahvaltı yaptığım yeri, en çok oturup ders çalıştığım, en çok kahve içip kitap okuduğum yerleri görünce göğsüme bir ağırlık çöküyor. Deprem sabahı göğsüme gelen o metalden daha ağır geliyor bana. Söyle bir bakıyorum uzaktan Antakya’ya. Köprünün karşısına, yokuştan aşağısına. Ben biz Antakya hepimiz. Nasıl yapacağız? nasıl yaşayacağız bu acıyla diyorum. Güzelim şehrin bu halini görmek bile gözlerimi yaşartıyor. Asker adam ağlamaz diyorlar, gözlerime insanların görmeyeceği şekilde müsaade ediyorum ağlamaları için. Biz nasıl yaşayacağız bu acıyla. Ben her gördüğüm sokağın eski halini hatırladığımda nasıl bu yazdıklarım gözümün önünden geçmesin nasıl hatırlamayayım. bir mekanda bir berberde bir esnafta diksiyonumu duyup ‘nerelisin abi’ dediklerinde ‘bursa’ dediğim her antakyalı’nın ‘baş tacısın, hoş geldin Antakya’mıza, Allah’ına kurban, ne zaman ihtiyacın olursa buradayız abim’ dediklerini nasıl unutacağım. Bu her gün yaşıma başıma rütbeme konumuma bakmadan gelen ağlama krizleri ne zaman bitecek? bilmiyorum.

Güzel Antakya, güzel Hatay. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsi meselesi, benim de şahsi meselem. Senin eski günlere döndüğünü görmeden 1.5 yıl sonra burdan nasıl gidebileceğim bilmiyorum. Babamın memleketi Erzurumlu muyum? doğduğum yer Bursalı mıyı? hissettiğim şey ise Hataylı olduğum. Ikinci memleketim olarak görüyorum burayı.

Hani Ahmet Kaya’nın bir şarkısı var Diyarbakır türküsü diye. Ben bunu Antakya’ya ait hisseder oldum günlerdir. Uzaktan söyle bir baktığımda Antakya’ya kafamda bu çalıyor. Ağlama Hatay ağlama Ata’nın şahsi meselesi vasiyeti.

Hayatını kaybeden her çocuğa, her kadına, her insana, her Müslümana, her gayrimüslime tanrı merhamet etsin. Hepsi arkadaşımdı, abimdi, ablamdı, babamdı, annemdi, memleketim Hatay’ın güzel insanlarıydı.

ve tüm bunların yanında tek suçlu müteahhitlermiş gibi konuşup istifa eden bir tane bile bürokrat görmemek beni öfkeden delirtiyor. Bu acının içinde bu öfkeyi durduramıyorum.

ek: 15 Şubat gecesi enkazın altından 3 uzman çavuşumun cenazesi çıkartıldı. Yine 8 Şubat gecesi güven otelde kalan bir sözleşmeli erimin vefat haberini aldım. Oysa izni bitmiş, otobüsten inip otele gitmiş, sabah 8’de mesaide olacaktı.

MAFYA – DEVLET PARODİSİ        

Ertan URUNGA, (E) Asker Yargıç                          

Antalya, 01.06.2021

Son günlerde Medya’da pembe diziler gibi izlenme (reyting) rekorları kıran bir Mafya dizisinin her bölümü ayrı bir fırtına kopartırken, iktidar sahiplerinin de henüz unutamadığımız 17-25 Aralık Büyük Vurgun dizisindeki gibi endişeli bir sessizlik içinde izlediğine tanık oluyoruz yine.
Artık herkesçe bilindiği üzere, bu dizinin her parmağında on marifeti (!) bulunan baş aktörü (iktidar partisinin Soylu bakanına göre Mafya Pisliği) olan ve iktidar çevrelerinin kirli işlerinin taşeronluğunu yapan bir Mafya patronunun, daha önce kanka olduğu kişilerle ‘Mafya, Ticaret, Siyaset’ sarmalında yaşanan dramatik olayların pek erce anlatıldığı bir Parodi (ciddi konuların alaya alınarak anlatılması) tarzındaki bu ‘intikam’ dizisini, biz de her yurttaş gibi izlerken, bunun özellikle ülkeyi yöneten bağnaz siyasetçilere ibret olmasını da diliyoruz.
İnsana Korona salgınını, hatta mutfaktaki yangını bile unutturan, uzun zaman da gündemden düşmeyeceği anlaşılan bu tarihsel Parodinin sonunu siz de merak ediyorsanız eğer; bugüne dek Sekiz bölümü Youtube kanalından naklen yayınlanan dizinin izlenmesi, ülkemizi bir örümcek ağı gibi saran gizli-kirli ilişkileri öğrenmek isteyenler için de yararlı olacaktır sanırız.
Gerçeklerin Huyu
Burada hemen belirtelim ki toplumun büyük ilgi gösterdiği dizinin yayınına engel olamayan Tek Adam Devleti, dışarıda Rusya – ABD arasında sıkıştığı gibi içeride de Mafya – Medya arasında sıkışmıştır. Nitekim kamuoyundan gizlenen gerçeklerin huyu gereği, ortaya çıkıp sonbahar yaprakları gibi sokaklara dökülmesinden korkan iktidar çevreleri, ivecenlikle yayının  engellenmesi için daha önce darbecilikle suçladıkları TSK’ni itibarsızlaştırırken, çığlık çığlığa çırpınarak yarattıkları darbe paranoyası (korkusu) gibi bu kez de Tanjetialiti (asıl konunun saptırılarak düşünce karmaşıklığı yaratma) yöntemi ile toplumu yanıltmaya çalıştıkları, ancak bundan da bir sonuç alamayınca yeni arayışlar içine girdikleri görülmektedir.
Bu durumda, mafya – devlet parodisinin nasıl sona ereceği şimdiden bilinmez ama, Türkiye’nin içine sürüklendiği tehlikenin ve bunun nereden kaynaklandığının anlaşılmasına olduğu gibi Türk toplumunun kurtuluşunun da dizinin maskeli aktörlerinin izlediği karanlık yollarda değil; ancak yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün işaret ettiği akıl ve bilimin aydınlık yolunda birleşmekle sağlanacağının daha iyi anlaşılmasına da neden olacaktır sanırız.
Tarihsel Süreç
Türkiye’nin bugünkü açmazlar içine sürüklemesinin başat nedeni, laik Cumhuriyet’in gayri milli siyasal İslamcı kesimlerle işbirliği içinde hareket eden güç odaklarının eline geçmesi olduğuna kuşku yoktur. Nitekim, tarihsel geleneklerine bağlı kadim bir “Ordu  -Millet” olan yüce Türk ulusunun, savaş ve barış dâhisi Mustafa Kemal’in önderliğinde giriştiği destansı bir Kurtuluş savaşı sonunda kazandığı büyük Zaferin ardından, ulusal Meclisçe kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevinin’ içinde bulunduğu jeopolitik konumu nedeniyle ulusal Ordusu TSK’ne verilmesinden daha doğal ve doğru bir şey olamazdı elbet.
Ne yazık ki bu görev, bilindiği üzere AKP iktidarınca TSK’ne karşı başlatılan bir kampanya ile darbe korkusu yaratılması ve Ergenekon, Balyoz gibi sonradan kumpas olduğu anlaşılan davalarla Ordunun yıpratılmasından sonra, 13.07.2013 tarihinde muhalefet partilerinin de desteği ile TSK İç Hizmet Yasasının 35. maddesinde yapılan bir değişiklikle kaldırılmıştır.
Burada bir parantez (AS: ayraç) açıp, bu olaydan sonraki 5-6 yıl içinde de Türk Ordusuna subay yetiştiren askeri okullardan tutun da askeri adaleti, birlik ve disiplini sağlayan Askeri Mahkemelerle Askeri hastanelere dek tüm geleneksel askeri kurumlar ve daha neler neler kaldırılmış ya da kapatılmıştır. Bu gerçekliğe karşın, geçtiğimiz günlerde partili Cumhurbaşkanı kürsüye çıkıp, saldırıya uğrayan bir muhalefet partisi liderine, “Bu daha bir ilk, daha neler olacak neler…” diyerek, sıfatını ve konumunu unutarak tehditler savurabilmiştir. Ancak bu somut olgular, yazımızın konusu olmadığı için burada yalnızca anımsatmakla yetinip, geçiyoruz.
Beklenen Sona Doğru
Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevinin kaldırılması ile korumasız kalan laik Cumhuriyet, hiçbir engelle karşılaşmadan pusuda bekleyen Atatürk düşmanı, siyasal İslamcı tarikatlar partisi AKP ile fırsatçı mafya patronlarının eline, altın bir tepsi içinde sunulmuştur.
Ne var ki bu gayri millî çıkarcı odaklar, 03.11.2002′den beri avının üzerine üşüşen akbabalar gibi Cumhuriyet’in tüm anayasal kurumlarını ele geçirip parlamenter düzeni bile değiştirirken, zorda kalınca da bir araç olarak kullandıkları demokrasi tramvayına binip aşılmaz denilen dağları da aşarak karanlık yoldaki yürüyüşlerini sürdürmeleri sonunda, tam da Emperyalist devletlerin istediği gibi cennet ülkemizi cehenneme çevirmeyi başarmışlardır.
Bu sancılı süreçte, ülkenin geleceğine ilişkin kaygılarını dile getiren Cumhuriyetçi laik kesimlerin uyarılarına karşın; kör bir inatla sürdürdükleri yolculukları sırasında, yol arkadaşları ile aralarındaki çıkar çatışmaları yüzünden kavgaya tutuşunca olanlar olmuş; ortaya çıkan kargaşa (kaos) nedeniyle ülkemizde palazlanan kirli odaklarla Tek Adam devleti arasında, sonucu da bilinmeyen bir güç ve paylaşım savaşının içine düşülmüştür sonunda…
Sonuç
Bugün yurttaşlarına bu zilleti yaşatan bir devletin; demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu söylemek şöyle dursun; ilkel bir kabile devleti bile olamadığını görmenin utanç ve üzüntüsüne direnerek yaşamak da çağdaş Türk toplumuna kalmıştır yine, daha ne olsun?
İşte sevgili okurlar, biz bugünlere böyle geldik. Bundan sonra ne olacağı da sizin elinizde!..                                 

SOYKIRIM DEDİKLERİ…

Ertan URUNGA
Emekli Yargıç Albay
e.urunga@yahoo.com.tr 

Antalya, 05.05.2021

Değerli okurlar,
  • Hani şu sözde Emeni Soykırımı dedikleri var ya,
  • aslında Emperyalist devletler tarafından uydurulan ve tarihe yamanmak istenen büyük bir yalandan ibarettir.
Tıpkı Ermenilerin Büyük ihanetine, yine kendilerinin uydurduğu Büyük Felaket (Meds Yeghern) dedikleri gibi… Bu yüzden biz de bu soykırıma özde değil, “sözde” diyerek, tarihsel gerçeği anlatmak istiyoruz kısaca…
Sözde Ermeni Soykırımı            : 1915 yılında yaşanan Osmanlı – Rus savaşı sırasında, Ermenilerin Ruslarla bir olup Osmanlı ordusunu arkadan vurmaları, sınır köylerinde yağma ve katliamlar yapmaları nedeniyle, isyancı Ermeni çeteleri hakkında, Osmanlı hanedanlığına karşı yapılan bir devrimle 1908 yılında iktidara gelen İttihat ve Terakki hükümetince Tehcir (zorunlu göç) Kararı verildiği, bugün herkesçe kabul edilen tarihsel ve nesnel gerçekler olup buna kimsenin bir itirazı da yoktur.
Ancak sonradan, Emperyalist devletlerin plan ve kışkırtmaları sonucu; savaş kurallarının gerekli kıldığı zorunlu ve haklı nedenlerle alınan Tehcir Kararının uygulanması sırasında Ermenilere soykırım yapıldığı yalanı, 1948 Yılı Aralık ayında Birleşmiş Milletlerce kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Suçluların Cezalandırılması Sözleşmesi‘nin 12. 01.1951 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra, Avrupa ve ABD’de adı duyulmaya başlayan Ermeni kopuntuları (diasporası) tarafından, 1960’lı Yıllarda ortaya atılmış ve halen de bir dogma gibi dünyaya dayatılmıştır.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti devletini yıllardan beri töhmet altında bırakan, ancak tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan bu savlara karşı, Emperyalist ve tarihsel bir yalan olduğu konusunda, Osmanlı ve yabancı devlet arşivlerinde birçok belge, doküman, bilimsel yayın, fotoğraf gibi nesnel ve AİHM Kararları gibi hukuksal kanıtların bulunduğu ve Türkiye’de arşivlerin herkese açık olduğu da bilinmektedir. Ancak Emperyalistlerin derdi, gerçekleri ortaya çıkarmak değil; bugün de olduğu gibi Türkiye’nin sıkıntılı günlerinde bu yalanı allayıp pullayarak, çıkarları doğrultunda kullanmaktır.
Kaçaznuni’nin Raporu
Nitekim Ermenistan’ın ilk Başbakanı ve Taşnak Partisi / Taşnaksutyun’un kurucu lideri de olan Ohannes KAÇAZNUNİ, Türk ulusunun Kurtuluş savaşını kazanmasından sonra 1923 yılı Nisan ayında partisinin Bükreş’de düzenlediği Ermeni Konferansına, bizzat kendisi tarafından hazırlanan bir Rapor sunmuştur.
Tarihsel gerçeklerle örtüşen bu Raporunda, özetle; savaş koşullarının yaşandığı 1914 – 1923 yılları arasındaki sancılı süreçte meydana gelen üzücü olaylar yüzünden Tehcir kararının alınmasına tümüyle kendilerinin neden olduğunu, dönemin Emperyalist devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya)’nın “Denizden Denize Ermenistan” projesine aldanarak, Ruslarla bir olup Osmanlı ordusunu arkadan vurduklarını, Taşnakları denetimsiz olarak silahlandırıp sınır köylerinde yağma ve katliamlar yaptıklarını, savaş koşullarında alınan Tehcir kararının amacına uygun olduğunu, istilacı devletlere karşı savaşan Türklerin savunma içgüdüsü ile hareket ettiğini övülesi bir dürüstlükle itiraf ettikten sonra da “Taşnak hükümetinin yaşamına son vermesinden başka, artık yapacak bir şeyi kalmamıştır” diyerek, soykırım konusunda son noktayı daha o zaman koymuştur zaten.
Olayların en yakın tanığı olan Ermenistan Cumhuriyeti Başbakanı’nın özeleştirisi niteliğinde olan ve büyük önem taşıyan bu tarihsel Rapor, sonradan Ermeni arşiv ve kütüphanelerden toplatılıp imha edilmek suretiyle tarihin karanlıklarına gömülmek istenmiş olsa da bugün İngiliz ve Rus devlet arşivlerinde orijinalinin bulunduğunu ve 2008 Yılında da Kaynak Yayınlarınca “Taşnak Partisinin Yapacağı Bir Şey Yok” başlığı ile Rusça’dan çevrilip kitaplaştırılarak Türk ve dünya kamuoyunun bilgisine sunulduğunu da burada belirtelim.
Tarihe Gömecek Nitelikte
Bu durum karşısında, bırakınız onca nesnel ve hukuksal kanıtları bir yana; yalnızca bu Rapor bile, Ermeni kopuntularının bugüne dek bağnaz bir inatçılıkla sürdürdükleri soykırım savlarını çürütmeye yetecek ve Türk ulusunu ağır bir töhmet altında bırakan Emperyalist yalanları da sonsuza dek tarihe gömecek nitelikte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz elbet.
Ancak ne yazıktır ki Türkiye’de gelmiş geçmiş iktidarların, değerli diplomatlarımız ASALA Ermeni Terör Örgütü tarafından yabancı ülkelerde katledilirken bile, bu soruna gereken önemi vermeyip kayıtsız kaldıkları, hatta bugün olduğu gibi ulusal davalarda kör, sağır, dilsiz olup üç maymunları oynayan sığ ve bilisiz siyasacılar yüzünden ulusal davalarımızın sürüncemede kaldığı da bir gerçektir.
Gerçeklerle Yüzleşmek
Burada şunu da belirtelim ki; 1915 yılında meydana gelen ve Ermeniler kadar Türklerin de onulmaz acılar yaşadığı üzücü olaylar sırasında, ABD gibi Ermeni soykırımı yapıldığını kabul edip laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti devletini töhmet altında bırakan Birleşmiş Milletler üyesi Avrupa ülkeleri gerçeklerle yüzleşmek istiyorlarsa eğer; önce kendi tarihlerine bakmalı, Ermenilerin tarihini de ilk Başbakanı KAÇAZNUNİ’nin Raporundan öğrenmelidir.
Sonra da Türklerin tarihini öğrenmek için ilk Cumhurbaşkanı ATATÜRK‘ün ‘Nutuk‘ adlı eserini okumalı, dünyada kalıcı bir barışın, çağdaş ve adil bir yönetimin nasıl sağlandığını da öğrendikten sonra bir karar vermeleri doğru olacaktır bence.
Dünyada Barış İçin…
Aksi takdirde, ABD Başkanı Joe Biden’ın yaptığı gibi Büyük İhaneti, Büyük Felaket; Büyük Yalanı, Büyük Hakikat; Büyük Göçü de Büyük Soykırım diye, aldatırlar adamı da dilinizi yutarsınız. Burada şunu da belirtelim ki;

915 yılında Ermenilerin büyük bir felaket yaşadıkları doğrudur. Ancak bu ‘Büyük Felaket’in, soykırıma uğradıkları için değil; Ruslarla savaşan ve tebaası oldukları Osmanlıya karşı düşmanla bir olup kendi ordusunu arkadan vurması, başka bir deyişle ihanet etmesi nedeniyle başlarına geldiğini de

özellikle vurgulamak isteriz.
Bu nedenlerle, yurtta ve dünyada barıştan yana birçok yurtsever aydınımızın ve bir zamanlar Talat Paşa Komitesi gibi oluşumların yapmaya çalıştığı gibi büyük felaketin de sözde soykırımın da büyük bir yalan olduğunu, devlet ciddiyeti ve sorumluluğu ile yapılacak bir kampanya kapsamında ülkemiz yararına son gelişmeleri de derleyerek yeniden anlatmak gerekiyor dünyaya…
Ancak bunun için de her şeyden önce, yönetimin içinde mevcut olan ayrılıkçı ve bölücü etnik ve ümmetçi unsurlardan temizlenerek, kendisini yenileyip millileşmesi gerektiğine de kuşku yoktur.
Bunun yolunu da yurtsever, çağdaş Türk toplumu bulacaktır elbet!

ANDIMIZ ULUSAL KIVANCIMIZDIR

ANDIMIZ ULUSAL KIVANCIMIZDIR

Ertan URUNGA
(E) Yargıç Albay
e.urunga@yahoo.com.tr
Antalya, 16.03.2021

Görevi, yönetimin hukuka aykırı eylem ve işlemlerini denetlemek, aykırı olanların düzeltilip hukuka uyarlılığını sağlamak suretiyle hukukun üstünlüğünü toplum içinde egemen kılarak Hukuk Devletini yaşatmak olan ve idari yargının tepesinde yer alan Danıştay’ın, ulusal kıvancımız olan Andımıza ilişkin beklenmeyen Kararı toplum üzerinde şok etkisi yaratıp içimizdeki güven ve adalet duygusunu derinden yaralanmıştır.

Hem de devletin hukuka aykırı eylem ve işlemlerine karşı, yurttaşların hak ve özgürlüklerinin tek güvencesi olarak bildiğimiz yüksek bir yargı organı tarafından. Nasıl bir aymazlıktır bu!

Gerekçesi henüz açıklanmadığı için ileride yeniden gündeme gelmesi kaçınılmaz olan, ancak bizim açımızdan savunulacak bir yönü bulunmayan bu Karar, her nedense Vatan Şairimiz Namık Kemal‘in (Işıklar İçinde Yatsın) Kıbrıs’ta sürgünde bulunduğu sırada yazdığı ve aşağıda tam metnini sunduğumuz o ünlü Taşlamasını anımsatmıştır bize.

Onun, İstanbul’un Emperyalist devletlerce işgal edilmesinin kırılgan (hassas) ruhunda yarattığı isyanı ustalıkla (her biri sekiz heceden oluşan dizelerle) dile getirirken, o günlerde yaşadığı yaşadığı yürek acısını daha iyi anlıyoruz bugün.

Bu nedenle biz de bu talihsiz Kararın gerekçesi açıklanana değin, duygularımızla örtüşen bu anlamlı şiirini değerli okurlarla paylaşıp O’nun ruhuna en içten selamlarımızı göndermek istiyoruz, izninizle:
***

NE UTANMAZ KÖPEKLERİZ! 

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da yardım bekleriz,
Ne utanmaz köpekleriz.

Geldik vatan kavgasına
Düştük rütbe yağmasına
Daldık dünya sefasına,
Ne utanmaz köpekleriz.

İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehirdir ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez,
Ne utanmaz köpekleriz. 

Biz bakmadan sağ ü sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula, 
Ne utanmaz köpekleriz.

Dalkavuklukla irtikâp
İşte etti bizi harap
Sen söyle ey Şevketmeab,
Ne utanmaz köpekleriz.

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Topumuzun bok canına,
Ne utanmaz köpekleriz.

NAMIK KEMAL, Magosa
 ———————————

TÜRKİYE YASTA, DEVLET NEREDE? 

TÜRKİYE YASTA,
DEVLET NEREDE?
  

Ertan URUNGA, (E) Askeri Yargıç   
e.urunga@yahoo.com.tr
Antalya, 06.03.2021 

2015 yılında PKK/YPG terör örgütü tarafından rehin alınan asker-sivil 13 yurttaşımızın 15.02.2021 tarihine GARA (Karadağ)’da bulunan bir mağarada kalleşçe katledilmesinin yüreklerimizi yakan acısı henüz dinmeden, bu kez 04.03.2021 günü akşamı 8. Kolordu Komutanlığına ait 93 Model (1996’da TSK envanterine girmiş) bir helikopterin kaza – kırımı nedeniyle düşmesi sonucu, başta Korgeneral Osman ERBAŞ ile birlikte değişik rütbeden 11 yiğidimizin şehitlik orununa erdiğini büyük bir üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. 

Ülkemizde sağlık, ekonomik ve siyasal krizlerinin tüm ağırlığıyla yaşandığı şu günlerde; iktidarın liyakatsizliği yüzünden peş peşe meydana gelen ve Türk Ulusunu yasa boğan bu elim olaylar, her yurttaş gibi doğal olarak bizi de derinden etkileyip yaşlı yüreğimizi dağlamıştır. En kötüsü de ölen Arap Kralı için ülkemizde yas ilan edilirken, bunun vatanı için ölmeye ant içmiş öz evlatlarımızdan esirgenmesi olmuştur. İtibar yollar – köprüler, çılgın projeler yapmakla değil; ulusça kutsal sayılan tüm değerlere (mukaddesata) verilen önem ve sadakatle ölçülür. 

Sözü daha çok uzatmadan bütün şehitlerimize Tanrıdan rahmet, kederli ailelerine başsağlığı dileklerimizi sunarken, tarihe not düşüp anılarını yaşatmak için, elimizden geldiğince 14’lü hece ölçüsü (vezni) ile Taşlama tarzında yazıp şehitlerimize adadığımız aşağıdaki şiirimizi de değerli okurlarla paylaşarak sözlerimize son veriyoruz.  

AZİZ ŞEHİTLERİMİZİN ANISINA

Eski model bir helikopter kaza yapar da
Onca kahraman askerimiz şehit düşer de
Yas tutup yakarmayı hak görmezsin millete,”
Ölmek askerliğin fıtratında vardır” diye!

Şehitlerin yazgısı dağlarken yürekleri,
Sevenlerinin çığlığı delerken gökleri
Acıları paylaşmaz yaraları sarmazsın,
“Ölenler ölür kalan sağlar bizimdir” diye!

Son model araçlarla giderken ibadete,
Kaçak saraydan nutuk atarken ümmetine
Söylemezsin hiç israfın haram olduğunu,
“İtibardan asla tasarruf edilmez” diye! 

Ant olsun size dostlar, şu kırk haramilerden
Hesap sorulmadan göçersem fani dünyadan,
Cehennemin dibine atsalar da tenimi,
Hiç düşmeyecek iki elim yakalarından!..

BEKLENEN OLDU, DAĞ FARE DOĞURDU!

BEKLENEN OLDU, DAĞ FARE DOĞURDU!

Ertan URUNGA
(E) Yargıç Albay

Geçtiğimiz hafta Covid-19 Pandemisinin yükselişe geçtiği günlerde, CB’nın millete bir müjdesi olduğu, ancak bunun 21.08.2020 Cuma günü yapılacak bir basın toplantısı ile açıklanacağı haberinin duyulması üzerine, böyle bir uygulamaya ilk kez tanık olan toplum heyecanlı bir merak içinde o günün gelmesini sabırsızlıkla beklerken, doğal olarak devletten beklentisi olan değişik kesimlerin de bu müjdenin kendi beklentileri doğrultusunda olacağı umuduna kapıldıkları ve bunların yazılı basına da yansıdığı görülmüştür.

Toplumun Beklentisi

Bu “müjde” teranesinin ne olduğuna geçmeden önce, kimi siyasal partiler ile STÖ üyelerinin kestirimlerine kısaca değinmek, toplumun beklentilerini öğrenmek açısından yararlı olacaktır:

– Seyit TORUN, CHP Gn. Bşk. Yrd. – CB’nın istifa etmesi,                                
– Aytun ÇIRAY, İYİ Parti Mv. – Covid-19 aşısının bulunması, asgari ücretin iki katına çıkarılması,
– Ömer Faruk YAZICI, SP. Gn. Bşk. Yrd.- Güçlü bir Türkiye için hak ve adaletin tesis edilmesi,
– Selçuk ÖZDAĞ, Gelecek Partisi Gn. Bşk. Yrd. – Şeffaf ve demokratik Türkiye’nin inşa edilmesi,
– Erkan BAŞ, TİP Gn. Bşk. – CB’nın istifa etmesi,                       
– Önder İŞLEYEN, Sol Parti Bşkl. Krl. Üyesi – CB’nın görevi bırakıp gitmesi,
– Mehmet DURAKOĞLU, İst. Baro Bşk. – Bağımsız yargı için üzerindeki gölgenin kaldırılması,
– Erinç SAĞKAN, Ank. Barosu Bşk. – HSK yapısının ve Yargının bağımsız duruma getirilmesi,
– Dr. Arzu ÇERKEZOĞLU, DİSK. Gn. Bşk. – İşçi hakları korunup, asgari ücretten vergi alınmaması,
– Ergün ATALAY, TÜRK İŞ Gn. Bşk. – Ülke yararına milletin olan her şeyin kabul edilmesi,
– Canan GÜLLÜ, TKDF. Bşk. – İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için talimat verilmesi,                                     

– Feray Aytekin DOĞAN, Eğt. Sen Gn. Bşk. – Eğitim sorunları giderilerek eşitliğin sağlanması

olduğunu, nedenleri ile birlikte açıklamışlardır. (Bkz. Müjdemi İsterim, 21.08.2020 tarihli Cumhuriyet gazetesi, s. 1-9)

Toplumun büyük bir kesimin beklentilerinin bu yönde olmasına karşın; bunların daha çok karşıt/muhalif çevrelerin görüş ve tercihlerini yansıttığı için bir öneminin bulunmadığına ilişkin savların da toplumu güdülmesi gereken bir koyun sürüsü gibi gören, değişik görüşlere yer vermeyen çağ dışı kalmış devletlere özgü bir anlayışın ürünü olduğuna kuşku yoktur. Oysa bugün, insanı ‘kutsal sayılan hak ve özgürlüklere sahip onurlu bireyler’ olarak kabul eden demokratik devlet anlayışında, bu safsataların bir değeri bulunmadığı için geçiyoruz.

Müjde Dedikleri…

Beklenen gün ve saat gelince, partili CB kürsüye çıkıp Fatih sondaj gemisinden naklen yapılan canlı yayın eşliğinde, bütün bir toplumun soluğunu tutarak beklediği müjdesini açıklamıştır. Buna göre Fatih Sondaj Gemisi’nin Karadeniz’de 320 milyar m3 (metreküp) doğalgaz rezervi keşfettiğini (!) ve bunun Türkiye’nin 7-8 yıllık doğalgaz gereksinimini karşılayacak en büyük keşif olduğunu (?) ve dağıtıma başlanması için uzmanlar 4-5 yıl demişler ama, bunu 2023 yılına yetiştirmeleri için talimat (!) verdiğini de muştuladıktan sonra, “Her arayan bulamaz ama, bulanlar daima arayanlardır. Arayanlar da mutlaka bulur” şeklindeki sözleri de ‘Arayanlar Mevla’sını da bulur, belasını da’ özdeyişini anımsatmıştır bize, her nedense… Biz de bu müjdeyi alınca, “Yaşasın, aradığımızı bulduk!” diyerek, sevinçten ayaklarımız yerden kesildi ve Elhak onca zaman beklediğimize de değdi doğrusu…
Öyle ya, 18 yıldan beri akıl ve hukuk dışı keyfi uygulamaları ile ülkemizi yangın yerine çeviren AKP iktidarı ve onun yüksek okul diploması olmadan Cumhurbaşkanı olan liderinden demokratik yollarla kurtulmanın umarını/çaresini fellik mellik ararken, arayanların -Allah’ın izniyle- aradıklarını bulacağını en yetkili ağızdan öğrenince, biz de aradığımızı mutlak bulacağımıza ikna olduk, inandık! Bundan daha büyük bir müjde, ancak ‘istifa ettiğini açıklaması’ olabilirdi ki o da olmadı, olamazdı da bence.
Çünkü kişinin kendi kusurunu bilmesi; ancak çağdaş demokratik ülkelerde rastlanan, saygın ve erdemli yöneticilere özgü bir davranış olduğu için, bedevi Arap kültürünü İslam dini olarak benimsemiş olan ve bunu bütün bir topluma dayatan tutucu bir politikacının bu erdemi göstermesini beklemek abes olurdu ve ne yazık ki öyle de oldu, umudumuzu pekiştirmiş olsak da ülkemiz adına bir avuç hüzün kaldı geriye…
Kim Söyleyebilir?
Öte yandan, bulunan doğalgaz rezervinin 66.000.000.000.$ (altmış altı milyar Dolar) olduğu söylenen parasal değerine sevinebilirdik ama, bunun da ‘Kendin Çıkar Kendin Sat’ modeli (!) ile yabancı bir şirkete 30 yıllığına, güvencesi/garantisi de devletin kesesinden (yurttaşın cebinden!) verilerek satılmayacağını -yüzlerce örneği orta yerde dururken- kim söyleyebilir ki?
Kaldı ki bulunan ve henüz kesin oylumu, kapasitesi de belirlenmeden açıklanan rezervin, gün ışığına çıkarılıp satışının yapılabilmesi için yeni kuyular açılıp deniz üstünde düzlem/platform kurularak gerekli teknik araç ve gereçlerle donatılması için Koronavirüs bulaşının tavan yaptığı, ekonominin de dibe vurduğu günlerde 3-5 milyon Dolar ek harcama yapılması gerektiğinin uzmanlarca dile getirilmesi de “Dağ fare doğurdu” dememize neden olmuştur.
Tez Zamanda Anlaşılacak
Bütün bu sorunlar ve daha çoğunun, bilimsel akılcılığa dayalı gerçekçi uygulamalarla giderilmesi beklenirken; siyasal getiri sağlamak için kalkıp da can ve geçim derdi arasında sıkışan toplumla alay eder gibi doğalgaz bulduğunu ve 66’ya bağladığını söyleyerek milleti aldatmanın, nasıl bir müjde ve ne büyük bir aymazlık olduğu tez zamanda anlaşılacaktır elbet.
Sonuç : Covid-19 Pandemisi ile ekonomik krizinin yarattığı açmazların tüm ağırlığı ile yaşandığı şu günlerde, gerçek gündemi değiştirmekten başka bir amacı olmadığı anlaşılan müjde teranesini artık bir yana bırakıp ayaklarımızı yere basarak; dünyayı ve ülkemizi bir karabasan gibi saran somut olgulara yüzümüzü çevirip, alanında uzman bilim adamlarının sesine kulak verip, yakıcı gerçeklerle yüzleşerek direnmekten başka bir seçenek kalmamıştır.
Bu bağlamda, Halk Sağlığı ve Sağlık Hukuku uzmanı, ayrıca Mülkiye’li Prof. Dr. Ahmet SALTIK‘ın sitesinde paylaştığı Biyofizik uzmanı (E) Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR’IN “Çevre Felaketi Yaşıyoruz” başlıklı yazısı ile sayın SALTIK’ın bu yazıya değerli katkılarını içeren Çevresel Yıkım, Masum Kurbanlar ve İktidarın Sorumluluğu başlıklı çarpıcı gerçekleri gözler önüne seren Bilimsel Akılcılığa dayalı uyarıcı – eleştirel yazılarının mutlak okunmasını önerirken (http://ahmetsaltik.net/2020/08/21/cevresel-yikim-masum-kurbanlar-ve-iktidarin-sorumlulugu/); elde kalan umudu da tüketmemek için
– daha çok evde kalın,
– daha çok sağlıcakla kalın ve
– daha çok umutla kalın!

AYASOFYA’NIN KARA YAZGISI                               

Ertan URUNGA
E. Yargıç Albay, Antalya

Ayasofya, Ayasofya olalı böyle zulüm görmemiştir! Talihsiz ve dilsiz Ayasofya, eski adıyla Hagia Sofya (Kutsal Bilgelik)’nın tarihsel süreç içinde başına gelenlere serencamına bir göz atarsak eğer; bu yargıya varmamızın nedeni anlaşılacaktır.

Bilindiği üzere Ayasofya, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde İmparator 1. Justinianus tarafından MS. (532-537) yılları arasında ve zamanına göre kısa sayılan Beş Yıl içinde Patrik Katedrali olarak yapılmış ve yaklaşık Bin Yıl (Milenyum) boyunca, amacına uygun biçimde kullanılmıştır. Sessiz ve sakin geçen bu süreçten sonra Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmed-2’nin 29.05.1453 tarihinde Bizans’ı fethetmesiyle birlikte, zamanın en büyük yapısı ve Hıristiyanlığın da simgesi olan bu Kilisenin Cami’ye çevrilmesi, Fatih’in şanına ve Ehli İslam’ın inancına yaraştığı söylenemez sanırız.

Fatih Ne Yaptı?                                                                                                           

Hak dini İslam’ı benimsemiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, her alanda büyük başarılar elde edip gücünün doruğa tırmandığı bir dönemde, Hıristiyan aleminin başkenti sayılan ve son derecede korunaklı bir konumda bulunan Bizans’ı, tüm engelleri de aşarak; dayanıklı surları yıkarak, gemileri tepelerden yürüterek, zincirleri kırarak   fethetmek başarısını gösteren Fatih’in, başka bir dinin kutsalı sayılan ibadet yerini camiye çevirme nedenini, kimi tarihçilerin ileri sürdüğü gibi bir ‘güç, gövde gösterisi’ olduğunu söyleyerek basite indirgemek olası değildir.   

Çünkü İslamiyet’in doğuşundan sonra, Osmanlı egemenliği altında bulunan Türk yurdu Anadolu ile çevre ülkelerde yayılmasının önüne geçmek için 1096 yılında Papa 2. Urbanus ve keşiş Pierre L’Hermit’in, bağnaz Katolik – Ortodoks Avrupa halklarını kışkırtmasıyla başlayan ve aralıklarla 176 yıl süren Haçlı Seferleri sırasında, başta Kudüs olmak üzere işgal edilen komşu ülkelerdeki İslam’a ait cami, mescit gibi kutsal yerlerin kiliseye dönüştürülmesi; din duygularını incitici böylesi uygulamaların zaman içinde olağanlaşmasının, İslam dünyasında haklı  infiale neden olduğunun kabulü, tarihsel gerçeklere uygun düşecektir sanırız. 

Bu tarihsel gerçeklik karşısında, Bizans’ı ele geçirmekle gücünü fazlasıyla kanıtlamış olan Fatih’in, Ayasofya’yı Cami’ye çevirmekteki amacının da ‘güç gösterisi’ yapmak değil; ancak Haçlıların işgal ettiği yerlerde Camileri kiliseye çevirme fırsatçılığına karşı bir ‘misilleme’ olduğunu söylemenin, akla uygun ve gerçekçi bir yaklaşım olacağı anlaşılmakta ise de Tarihçiler buna ne der bilmem!

Osmanlı Döneminde Ayasofya                                                                       

Sonradan mimari, sanatsal ve tarihsel özellikleriyle öne çıkan Ayasofya’nın, saçı başı yolunarak; heykeller sökülüp freskler (yaş sıva üzerine yapılan duvar resmi) ve mozaikler sıvanarak, tuğladan bir minare bir de beyaz mermerden mihrap eklenerek Camiye çevrilmesinden sonra, yaklaşık Beş Yüzyıl boyunca Osmanlı halkının (tebaasının) ibadet yeri olarak kullanılmış; iç isyanlar ve depremlerde meydana gelen kubbe ve duvar hasarları, sonradan Mimar Sinan tarafından onarılmış ve bir daha da büyük çapta bir onarım görmemiştir.

Ancak 1914- 1918 yılları arasında meydana gelen 1. Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken; ayakta kalmayı başaran Ayasofya’nın yazgısını da etkileyecek önemli bir gelişme olmuş; Osmanlının külleri arasından bir güneş gibi yükselen çağdaş Türkiye Cumhuriyeti 29.10.1923 tarihinde kurulmuştur. 

Çünkü Ayasofya, 1991 yılından itibaren Müslüman yurttaşlarca Cami olarak kullanıldığı, resmî bir imamının da bulunduğu gibi dünyada da Türk ulusunun Lozan’da elde ettiği egemenlik hakkını, bugüne kadar Antlaşmayı imzalamadığı için tanımayan ABD dışında, başkaca bir devletin bulunmadığı da bilinmektedir.

Cumhuriyet ve Ayasofya

Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulup yeni bir dönemin başlaması üzerine, yaşama geçirilen devrimlerle birlikte yabancı ülkelerin Ayasofya’ya ilgisi de artmıştır. 1929 yılı haziran ayında dünyanın önde gelen zenginlerinden sekiz Amerikalı iş adamının İstanbul’a gelip, Bizans yapıtlarının onarılarak insanlığa kazandırılması amacıyla Bizans Enstitüsünü kurmalarından iki yıl sonraki 07.06.1931 tarihinde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Joseph C. GREW’in de araya girmesiyle Ayasofya’nın üzerleri sıvanarak kapatılmış olan fresk ve mozaiklerin ortaya çıkarılmasına Cumhuriyet hükümetince izin verilmiştir.

03.02.1932 tarihinde Ayasofya’nın yeniden gün ışığına çıkarılan eski çehresine ve özgün kimliğine kavuşmasından sonra, uzun yıllar iki değişik dinin kutsal yeri, mabedi olarak kullanılması, iki büyük İmparatorluğun yapıtlarının da bulunması karşısında, değişen çağdaş anlayışa (konjonktüre) göre kilise ya da cami olarak kalmasının uygun olmayacağı gözetilerek, yeni kurulan TC. Devletinin barışçıl ve insancıl ilkeleri doğrultusunda, Ayasofya’nın insanlığın “ortak tarihsel mirası” olarak kabul edilmesinin doğru ve uygun olacağı görüşü benimsenmiştir.

Kaldı ki Osmanlı devletinin inkırazından (çöküntüye uğramasından) sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarında, bu görüşe aykırı bir kuralın bulunmadığının anlaşılması üzerine, kurucu önder ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün buyruğu üzerine çıkarılan 24.11. 1934 tarih ve 2/1589 sayılı Kararname ile Müze olarak kullanılmasına karar verilmiştir.           

Bu akılcı, barışçı, insancıl olduğu kadar, Atatürk’ün devrimci karakteriyle de bağdaşan Karar, hiç kuşku yok ki kuruluş aşamasında başlatılan aydınlanma/çağdaşlaşma hareketinin bir sonucudur. Ne var ki bağnaz ve gerici odaklar, 80 yıldan beri Ayasofya’yı karşıdevrim hareketinin bir simgesi olarak kullanmışlar ve hala da kullanmaktalar!..

Bu anıtsal yapı, 01.02.1935 tarihinde insanlığın ortak tarihsel mirası olarak her dinden ve soydan insanın ziyaretine açılmış, birkaç gün sonra da Atatürk tarafından ziyaret edilmekle, yeni bir dönem başlamıştır.

Ne var ki bu kez de kararın çağdaş, insancıl ve evrensel boyutlarını idrak edemeyip, durumdan rahatsız olan siyasal İslamcı, gerici ve mukaddesatçı çevrelerin aralıklarla günümüze kadar süren tepkileri nedeniyle yeniden karanlığa bürünmüştür, talihsiz Ayasofya!

İnsanlık Sorunu

Burada yeri gelmişken şunu da belirtelim ki siyasal İslamcıların öteden beri dillerine doladıkları gibi ‘Ayasofya’nın sonsuza kadar cami olarak kalması’ Fatih Sultan Mehmet Han’ın, Fatih Vakfiyesinde (Vakıf Belgesi/Senedi) de yer alan vasiyeti olduğu ve bunun asla değiştirilemeyeceğini ısrarla ileri sürerken, yine ayni belgede yer aldığı söylenen Osmanlı devleti çöktüğünde vakfın mütevellisinin (yönetiminden sorumlu olanın) kurulacak yeni devletin yöneteni olacağına her nedense bir yanıt ver(e)medikleri gibi 1. Dünya Savaşı sonunda yenik düşerek, bütün varlığı ve birikimi (müktesebatı) ile tarihe gömülen Osmanlı devleti yasalarının da artık hukuken bir hükmü kalmadığı halde, Fatih’in vasiyetinden, vakfiyesinden  söz edilerek tartışılması hukuksal bir gaf olmaktan öte, tam bir rezalettir skandaldır.   

Geçenlerde Danıştay’ın siyasallaşan yargıçlarınca, çağdaş Cumhuriyet hukuku açıkça dışlanarak verilen 10.07.2020 tarihli Karardan sonra, zaten TC. Devletinin egemenliği altında bulunan ve 86 Yıl önce kurucu önder Atatürk’ün buyruğu üzerine müzeye çevrilen Ayasofya’yı yeniden fethedip, egemenliğin de yeniden kazanılmasıyla (!) bütün sorunların üstesinden gelindiği algısı yaratılarak, içine düştükleri aymazlığın ayırdına bile varamadıkları karanlık bir döneme girilmiştir.

Oysa Hıristiyan dünyasının simgesi sayılan Ayasofya, Türkiye’de devrim karşıtı siyasal İslamcı, mukaddesatçı odaklarca öteden beri ileri sürüldüğü gibi bir dinsel inanç ve ibadet özgürlüğü ya da ulusal egemenlik sorunu değil; ancak ahde vefa ve insanlık sorunu olarak, yeniden karşımıza çıkmıştır bugün.

Burada bir parantez açıp, şunu belirtelim ki bu yazımızın amacı; demokratik, laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş yasalarına göre karar vermekle yükümlü olduğu halde, padişah fermanlarıyla yönetilen ve artık tarihte kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun -çağının diğer devletlere göre ileri düzeyde de olsa- bağlı olduğu dinin uhrevi kurallarını öne çıkararak, Cumhuriyet hukukunu dışlayan; ayrıca davacının yetkisizliği, hak düşürücü süre, daha önce kesin hükmün (kaziyeyi muhkemenin) varlığı gibi davanın esasına girmeden reddedilmesini gerektiren yöntem (usul) kurallarını da bugüne kadar sadece Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarında gördüğümüz bir umarsızlıkla yok sayan ve bu nedenle de yok hükmünde (keenlemyekun) bulunduğu açık seçik anlaşılan Danıştay Kararını eleştirerek zaman yitirmek olmayıp, ancak bu kararın kesinleşmesi ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler bağlamında yaratacağı olası sakıncalarını değerli okurlarla paylaşmaktan ibarettir.

Bilindiği üzere yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, 24.11.1934 tarihinde o eşsiz sezişi ve öngörüsü ile Ayasofya’yı Camiden müzeye çevirmekle, o günkü genel koşullar/konjonktür içinde en doğru kararı verdiğini; ancak sonradan gelen iktidarların ya siyasal getiri (rant) sağlamak ya da zora düştüklerinde gündem değiştirmek için Ayasofya üzerinden Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yaparak, bu kez ahde vefa ve insanlık sorunu yarattıkları anlaşılmaktadır.

Dünya Mirası Ayasofya(*)

İnsanlığın karşılaştığı dünyanın en büyük yıkımların/felaketlerin başında yer alan 2. Dünya savaşı, milyonlarca insanın ölümüne, insanlığın geleceği için büyük önem taşıyan tarihsel ve kültürel varlıkların da yok olmasına neden olmuştur.

Bu durumu gözeten ve üye ülkeler de elde kalan tarihsel ve kültürel varlıkları ‘dünya mirası’ kabul edip koruma altına alındığı ve geleceğe taşımak amacıyla 1945 yılında UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) kuruduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin de kurucuları arasında bulunduğu bu örgütün Kuruluş Sözleşmesi, 20.05.1946 tarihinde çıkarılan 4895 sayılı yasa ile onanmıştır. Böylece sevgili Atamızın On yıl önce Ayasofya için yaşama geçirdiği düşünceleri, çağdaş ülkelerce de benimsenerek dünyayı sarmış oldu. 

 Türkiye, bu örgüte danışmanlık yapan ve kökü 1964 yılına kadar giden İCOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi) olarak anılan UNESCO için raporlar, bildiriler hazırlayan profesyonel bir örgüt daha var ki o da tarihsel ve kültürel varlıkların “Dünya Mirası Listesine” alınması gibi uzmanlık gerektiren teknik konularda danışmanlık yapmaktadır.

Yine UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme de Türkiye tarafından 14.04.1982 tarih ve 2658 sayılı yasa ile uygun bulmuştur. Bu sözleşme ile taraf devletler, dünyanın tarihi, kültürel ve doğal mirasını korumayı, bunları gelecek kuşaklara oldukları gibi bırakmayı, ‘Üstün Evrensel Değer’in korunmasını kabul ve taahhüt ederler.

Benzer örgütlerin, Avrupa’da da bulunduğu ve Türkiye’nin üyesi olduğu, bunların son derecede geniş ve ayrıntılı düzenlemelerle, dünya kültür ve doğal varlıklarını korumak için üye devletlere kimi yükümlülükler getirdiği gözetildiğinde, 1985 yılından beri müze olarak Dünya Mirası Listesinde yer alan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi yüzünden, listeden çıkarılması durumunda, ne yazık ki Türkiye’nin zarara uğraması bir yana, Balkanlar’da bulunan Camilere misilleme yapılmasının da  gündemden hiç düşmeyeceğini söyleyebiliriz.     (Uzmanından daha geniş bilgiye aşağıdaki link/erişke’den ulaşabilirsiniz)

Zafer Dedikleri…

Ancak Türkiye’de din bekçiliğine soyunan devrim karşıtlarınca, Ayasofya’nın cami yapılmasını egemenlik hakkının bir gereği sayıp bunu her fırsatta siyasal iktidarlara, onlar da devlet olanaklarını kullanarak vesayeti altına aldıkları yargı erki dahil, bütün bir topluma dayatarak geçtiğimiz günlerde Danıştay kararının kesinleşmesi bile beklenmeden, ivecenlikle Camiye çevrilmesi için Diyanete devredildiği ve buna da ‘zafer’ dedikleri, esefle ve şaşkınlıkla görülmüştür.

Bu çakma zaferin, Türk ulusunun istilacı devletlere karşı giriştiği Kurtuluş savaşı sonunda düşmanı denize dökerek kazanması üzerine, savaşa katılan taraf devletlerce 24.07.1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 97. Yıldönümüne isabet eden, 24 Temmuz Cuma günü törenlerle, şölenlerle, toplu namazlarla kutlanacağını medyadan öğreniyoruz. Tesadüfün güzelliğine bakın!

Anlaşılan o ki, o gün hem bağımsızlığı ve egemenliği resmen kazandığımız günün 97. Yıldönümünü, hem de Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilip ibadete açılmasıyla egemenliği yeniden kazandığımızı günü kutlayacağız! O zaman sormazlar mı adama, “Türk ulusu, direnerek ya da savaşarak kazandığı egemenliğini hangi savaşta kaybetti de neyi kazanacak” diye?

Karşıdevrim Hareketi

Bu durum da gösteriyor ki bağımsızlık ve egemenlik, bir Kilise/Müze’nin camiye dönüştürülmesi ya da bir caminin Kilise/Müze’ye çevrilmesi gibi basit yönetsel uygulamalarla değil; ancak direnerek veya savaşarak kazanılır ya da kaybedilir. Kaynağı da iç hukukta anayasalar, dış hukukta uluslararası antlaşmalardır.

Atatürk’ün Ayasofya’yı müze yapmasıyla “…milletin egemenliğini çiğneyerek millete ihanet ettiğini…” hiç utanmadan dile getiren siyasal İslamcılar; devlet geleneğinde yeri olmayan bu salvolarından vazgeçerler mi bilinmez ama, Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle egemenliği yeniden kazandıkları düşü ile kutlamaya hazırlandıkları 24.07.2020 tarihinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin şanlı Tarihine ‘Karşıdevrim Hareketi’ olarak geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye’de Ayasofya’yı camiye çevirmesini bilen siyasal iktidarın, bunun bir karşı devrim hareketi olduğunu bilmediği söylenemez; söylense de kabul görmez.

SONUÇ : Biz de o gün, Lozan Barış Anlaşması’nın 97. Yıldönümünü kutlamak ve yüce önder Atatürk ve silah arkadaşlarını her yıl daha da artan özlem ve saygıyla anıp, şükranlarımızı sunmak için bayraklarımızla yine alanlarda olacağız elbet!

Ancak bu arada olur ya, egemenliğimizi yeniden kaybedebiliriz diye, başımızı göğe erdiren günü şimdiden kutlayalım: Lozan Barış Antlaşması’nın 97. Yılı Türk Ulusuna Kutlu Olsun! Yaşasın Tam Bağımsız ve Egemen Türkiye Cumhuriyeti!

(*) https://www.turkishnews.com/tr/content/2020/06/10/yasofya-muzesinin-statusunu-degistirilmesi-pulat-tacar/

SALGINLA SAVAŞA BEKLENMEYEN DARBE!..

SALGINLA SAVAŞA BEKLENMEYEN DARBE!..

Ertan URUNGA
Emekli Yargıç Alb.
e.urunga@yahoo.com.tr 

12.04.2020 tarihinde bu sitede yayımlanan “Toplumsal Dayanışma ve Ötesi başlıklı yazımıza son verirken; Ankara ve İstanbul B.Ş. Belediyelerince başlatılan Bağış Kampanyalarının, İçişleri Bakanlığı tarafından yasaklanarak banka hesaplarının bloke edildiği (geçici olarak elkonduğu) haberleri üzerine, bu karara ilişkin eleştirilerimizi başka bir yazıya bıraktığımız için, bu yazımızı kaldığımız yerden sürdürmek istiyoruz.

O gün de sıcağı sıcağına belirtiğimiz gibi Belediyelerin bağış kampanyalarının ‘izin alınmadığı’ gerekçesiyle yasaklanmasının, bilinen yasal kurallara ve yerleşik uygulamalara aykırı düştüğünü görünce “Bakanlığın akıllara ziyan bu kararı, salgınla savaşta ortaya çıkan toplumsal dayanışmaya vurulan bir darbe olmuştur aslında” diye yazmıştık!                  

Nitekim devlet örgütlenmesi/teşkilatı içinde; Anayasal bir kurum (AY m.127) olarak Mahalli İdareler (yerel yönetimler) arasında sayılan ve özel yasası da bulunan Belediyelerin, yerinden yönetim ilkesine göre kuruldukları il ve ilçelerde toplumsal yaşamın her alanındaki kamusal görev ve sorumlulukları geniş biçimde sayıldıktan sonra, bağış toplamalarına ilişkin yetki ve imtiyazları (ayrıcalıkları) da ilgili yasalarda, aşağıda belirtildiği şekilde düzenlenmiştir.

Yasal Düzenlemeler
Yürürlükte bulunan yasalarda, Belediyelerin bağış toplama yetkisine ilişkin kurallar arasında; 03.07.2005 tarih ve 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun ‘Belediyenin Yetki ve İmtiyazları’ başlığını taşıyan 15/1-i maddesinde, “Borç almak, bağışları kabul etmek” yetkisinin, ‘Meclisin Görev ve Yetkileri’ başlığını taşıyan 18/1-g maddesinde “Şartlı bağışları kabul etmek” yetkisinin, ‘Belediye Başkanının Yetkisi’ başlığını taşıyan 38/1-l maddesinde “..şartsız bağışların kabul edilmesi” yetkisinin mevcut bulunduğuna yer verilmiş; ‘Belediyenin Gelirleri’ başlığını taşıyan  59/1-g maddesinde ise “Bağışlar” ın gelirler, 60/1-i maddesinde “Şartlı bağışlarla ilgili harcamalar” da giderler içinde sayılmıştır.
Ayrıca 10.07.2004 tarih ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun ‘Büyükşehir Belediye Başkanının Görev ve Yetkileri’ başlığını taşıyan 18/1-g maddesinde “Yetkili organların (Belediye Meclisi) kararını almak şartıyla, karşılıksız bağışları kabul etmek ve gerekli tasarruflarda bulunmak” görev ve yetkisinin bulunduğu vurgulanmış, ‘Büyükşehir Belediyesinin Gelirleri” başlığını taşıyan 23/1-n maddesinde “Şartlı ve şartsız bağışlar” ın Belediyelerin denetime açık gelirleri arasında sayıldığı, diğer konuların da Belediye Kanunu’na koşut (paralel) olarak düzenlendiği anlaşılmıştır.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu yasal düzenlemeler karşısında; doğal ve geleneksel olarak seçildiği yerin Şehremini (güvenilir adamı) kabul edilen Belediye Başkanlarının; bugün olduğu gibi olağanüstü dönemlerde sıkıntıya düşen işsiz, dar gelirli ve yoksul yurttaşların zorunlu gereksinimlerini karşılamak için sosyal hizmet ve yardımda bulunmak; bu amaçla bağış kabul etmek, kampanyalar düzenlemek görev ve yetkisinin bulunduğu gibi bunları kullanmak için başkaca bir orunun (makamın) izin ve onayı da aranmadığından, öteden beri kullanageldikleri herkesçe bilinen bir gerçekliktir.
Bu somut gerçeklere karşın, yurttaşların sağlıklı bir çevrede güven ve erinç içinde yaşamasını sağlamakla birincil derecede görevli ve sorumlu olan İçişleri Bakanlığının, belediyelerce başlatılan bağış kampanyalarını desteklemesi beklenirken, tutarsız kimi gerekçelerle gönüllü Bağış kampanyalarını hakkaniyete aykırı şekilde  yasaklamasının; Toplumsal Birlik ve Dayanışmaya olduğu kadar, halen büyük kayıplar verilerek yürütülmekte olan salgınla savaşa vurulan ağır ve haksız bir darbe olduğunu da söyleyebiliriz elbet.
Bakanlığın Gafleti mi?
İçişleri Bakanlığının 30.03.2020 tarih ve 6051 sayılı genelgesinde, Ankara ve İstanbul Belediyelerinin Bağış kampanyalarını yasaklama gerekçesini, 23.06.1983 tarih ve 2860 Sayılı Yardım Toplama Kanunu’nun 6. maddesindeki “Kişi ve kuruluşlar, yetkili makamdan izin almadan yardım toplayamazlar.” hükmüne dayandırmıştır.
Oysa bu yasa, genel gerekçesi ve 1’nci maddesinde belirtilen amacından da açıkça anlaşılacağı üzere sadece gerçek kişiler ile dernekler, vakıflar, sendikalar gibi tüzel kişi ve kuruluşların yardım toplamasına ilişkin olup, kamu kurumu niteliğinde ve kendine özgü yasası olan Belediyeler hakkında uygulanması olasılığının bulunmadığı bilindiği halde, Bakanlıkça uygulamada gaflete (!) düştüğünden de asla söz edilemez elbet.
Kurumlara Tanınan Ayrıcalıklar  
Kaldı ki yasakoyucu, değişik anlam ve uygulamaların önüne geçmek için kimi kurum ve kuruluşların kapsam dışında bırakıldığını vurgulamak amacıyla, yasanın 31’ncimaddesinde “Mevzuat hükümlerine göre bazı derneklere, vakıflara, meslek kuruluşlarına ve kamu kuruluşlarına tanınmış hak ve ayrıcalıklar saklıdır.” hükmüne yer vermiştir.
Yasanın bu buyruğu ile özel yasalarında Bağış toplama ‘yetki ve imtiyazı’ tanınmış olan Belediyeler gibi kamu kurumu niteliğinde olan kuruluşlar için Yardım Toplama Kanunu’nun uygulanmayacağı anlatılmak istemiş ama, bu emredici kural bile Bakanlığın anlamasına yetmemiş olacak ki, böylesine ucube bir genelgeyi hiç yüksünmeden topluma dayatabilmiştir.
Günümüzün çağdaş demokratik devletlerinde artık rastlanmayan, ‘hükümet tasarrufu’ (yönetimin, yasal dayanağını bulamadığı konularda inisiyatif kullanması) niteliğinde bulunan bu keyfi işlemin; hukuka ve yerleşik uygulamalara mutlak aykırı ve yok hükmünde bulunması karşısında, geleceğe yönelik olarak Kaldırılması ya da Geri Alınması yoluyla hukuksal varlığına derhal son verilmesi, hukuka bağlılığına inanmak istediğimiz bir yönetimden beklenirken; tam tersine yapılan yeni bir işlemle anılan Belediye Başkanları hakkında idari ve cezai soruşturma açıldığı kaygı ve esefle görülmüştür. Şaka gibi ama, ürkütücü bir gerçek!..
Sokağa Çıkma Yasağı
Ne var ki İçişleri Bakanlığının akıl almaz işlemleri bunlarla sınırlı kalmayıp, 10.04.2020’de Korona salgını kapsamında, iki gün süre ile sokağa çıkılmasını “CB’nın direktifleri üzerine” yasaklarken; uygulamanın başlamasından iki saat önce durumu öğrenen halkın sokaklara dökülmesi sonucu, salgına karşı alınan önlemlerin çökmesine neden olan 09.04.2020 tarih ve 153 sayılı Genelgesi de akıl ve hukuk dışı uygulamaların tipik bir örneği olarak, Adalet tarihinin kara sayfalarında yerini alıp belleklerden hiç silinmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz.
Çünkü sari (bulaşıcı) hastalıkların neden olduğu salgınlarla ilgili olarak sağlık kurullarınca gerekli görülen tüm önlemlerin alınması ve bunların denetlenmesi görevinin, Anayasanın 56. ve 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun hükümleri gereğince doğrudan Sağlık Bakanlığına; yürütme yetkisinin de Cumhurbaşkanına (AY m.104) ait olduğu bilinirken; sanki  ülkede başka bir hukuk düzeni varmış gibi yetkisi bulunmayan İçişleri Bakanlığınca yürürlüğe konan bu Genelgenin de “yetkisizlik” nedeniyle hukuka aykırı düştüğü anlaşılmaktadır.                                                                                                                                                  
Sonuç                               
İşte, birlik ve dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan şu Koronalı günlerde, ‘hal-i pür melalimiz’ ne yazık ki böyle, sevgili okurlar! Bu durum karşısında, yarın ne olacağını bilemediğimiz için burada şunu da belirtmek isteriz ki; öteden beri ülkemizi saran ve devletin tepelerine kadar sinsi bir virüs gibi yayılan başına buyruk bağnaz zihniyetin; her gün kanayan yüreğimizin acısıyla kıyasıya savaştığımız küresel salgından daha büyük bir tehlike olduğunu ve önü alın(a)mazsa giderek artacağını da asla unutmadan evde kalın, sağlıcakla kalın!

ULUSAL TARİHİMİZ ONURUMUZDUR!

ULUSAL TARİHİMİZ ONURUMUZDUR!

Ertan URUNGA
(E) Askeri Yargıç, e.urunga@yahoo.com.tr

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Hep biliyoruz ki; Türk ulusunun yakın tarihi, başımızı göğe erdiren ve her yıl kıvanç ve coşku ile anıp kutladığımız büyük utkularla doludur ve bütün bunlar da ulusal onurumuzdur.

Ne var ki; geçmişte ülkemizi istila eden emperyalist devletlere karşı başlattığı görkemli bir Kurtuluş savaşı sonunda, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ile silah arkadaşlarının ve hatta dünyanın imrenerek izlediği devrimlerinin, tarih bilincinden yoksun kimi şer odaklarınca –ihanete varan iftira ve yalanlarla– küçük düşürülerek, değersizleştirilmek istendiği hemen her gün üzüntü ve esefle izlenmektedir. 

Bu durum karşısında, tarihsel gerçekleri kişisel çıkarları için çarpıtmaya kalkışanların yalanlarını hiç bıkıp usanmadan dile getirerek, toplumu doğru bilgilendirmenin de Türk aydınlarının başat görevi olduğuna kuşku yoktur. 

Sayın (E) Alb. Osman ARAS da 21.10.2019’da Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın web sitesinde  yayınlanan “19 EKİM 1922’den GÜNÜMÜZE” başlıklı özlü yazısında kendisine düşeni yapmış ve dönemin en büyük emperyalist devleti İngiltere’nin tarihi kadar ulusal tarihimiz açısından da önem taşıyan gerçekleri kısaca dile getirmiştir. (http://ahmetsaltik.net/2019/10/21/19-ekim-1922den-gunumuze/)

Tarihten Bir Kesit

Biz de sözü daha çok uzatmadan, Sayın ARAS’ın 19.10.1922 tarihinde İngiliz Parlamentosunda yaşanan olayları anlatan bu yazısının, tarihi çarpıtmaya çalışan aymazlara ibret olması dileğiyle, aşağıda aynen, 1 kez daha paylaşmakta yarar görüyoruz:
*****

19 EKİM 1922’den GÜNÜMÜZE 

19 Ekim 1922: “AZILI TÜRK DÜŞMANI” İNGİLİZ BAŞBAKANI LLOYD GEORGE, TBMM ORDULARININ BAŞKOMUTANI GAZİ MAREŞAL MUSTAFA KEMAL PAŞA’yı “DÂHİ” OLARAK TANIMLAYIP, GÖREVİNDEN İSTİFA ETTİ….

1. Dünya Paylaşım Savaşı yenilgisinin ardından parçalanan Osmanlı devletinin toprakları üzerindeki “emperyal emellerini” gerçekleştirmek için; Yunan işgaline her türlü desteği sağlayan (Büyük Britanya Birleşik Krallığının) İngiliz Başbakanı Lloyd George’un siyasal kariyeri, Yunan Ordusu’nun 30 Ağustos 1922 günü Dumlupınar’daki “Başkomutan Meydan Muharebesinde” bozguna uğraması üzerine, hüsrana uğrayarak 19 Ekim 1922’de görevinden istifası ile sona ermiştir.

İngiltere Başbakanı Lloyd George (1863-1945) istifa gerekçesini şu sözlerle açıklamıştır:

  • Arkadaşlar, Yüz yıllar nâdiren dâhi yetiştirir…Şu talihsizliğimize bakın ki; O büyük dâhi, çağımızda Türk Ulusu’na nasip oldu ve bizim karşımıza çıktı… Mustafa Kemâl’in dehâsına karşı elimden ne gelebilirdi ?”
    (KAYNAKÇALI ATATÜRK GÜNLÜĞÜ, Prof. Dr. Utkan Kocatürk, 1988-İŞ Bnk. yay. no 294)

DÜŞMANLARININ BİLE TAKDİRİNİ / HAYRANLIĞINI KAZANAN GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN; DÜŞMAN İŞGALİNDEN KURTARDIĞI AZİZ VATANIMIZDA YAŞADIĞI HALDE… HİÇ SIKILIP / UTANMAKSIZIN… O’NA DİL UZATABİLEN (GAFLET – DALALET – İHANETİ) MİLLETÇE TEL’İN EDİYORUZ !.. 

Ebedî Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü her zaman rahmetle, hürmetle, minnetle anıyoruz… MEKÂNI CENNET OLSUN”
*****
Değerli dostlar,

Sevgili Atamızın “En Büyük Eserim” dediği bizlere armağan ve kutsal emanet Cumhuriyetimizin 96. Yıldönümünü kutladığımız geçtiğimiz hafta;

O’nu salt bedensel olarak sonsuzluğa uğurladığımız ama gönlümüze ve bilincimize kazıdığımız Büyük Atatürk’ü 81 yıl sonra bir 10 Kasım günü (2019) bir kez daha anarkan;

Şu sıkıntılı günlerde olduğu gibi tarihte iz bırakan öbür önemli günlerimizi de coşku ile kutlayarak ulusal tarihimize her koşulda sahip çıkmak; bir yurttaşlık görevi olduğu kadar, ulu önderimiz ATATÜRK başta olmak üzere ulusal kahramanlarımıza, aziz şehit ve gazilerimize karşı savsaklanmaması gereken bir vefa borcu ve onurumuz olduğu da asla unutulmamalıdır.

Yüce Türk ulusuna da bu yakışır elbet.

Birbirine geçen Cumhuriyet ve Atatürk’ü anma haftalarında görkemli Cumhuriyetimizi ve  Bayramımızı kutlarken; Cumhuriyetimizin kurtarıcı ve kurucusu, insanlık tarihinin seçkin önderi – devlet adamı, ilk Cumhurbaşkanımız Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüze sonsuz şükranımızı sunuyoruz!

Gerçekte O’nun gereksindiği tek şeyin;

  • Türkiye Cumuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarak başı dik, onurlu, tam bağımsız saygın bir devlet olarak sonsuza dek yaşaması – yaşatılmasıdır.. 

Bu haklı – meşru beklenti, Türk Ulusu’nun boynunun sorumluluğu, vefa – namus borcudur.
========================
Dostlar,

Türk Ordusu’nun 2 saygın emekli Albayı, görece ilerlemiş yaşlarında, Türkiye Cumhuriyeti devletimize sahip çıkmayı sürdürüyorlar.. Ne onurlu bir görev ve davranış, ne engin bir sorumluluk bilinci.. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin Ordusu, “bir zamanlar” böylesine yurtsever ve çok nitelikli bir eğitim – öğretim vermekte ve değerler kazandırmakta idi Mustafa Kemal’in “Zabitan” ına.. (Kemalizm’den ayrılan 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerini ayrık tutuyoruz..)

Günümüzde, 15 Temmuz 2016 “darbe girişimi” ni fırsata dönüştürerek TSK’yı paramparça eden AKP = Erdoğan iktidarı, doğması kaçınılmaz ağır olumsuz sonuçlardan kesinlikle sorumludur.

Majestelerinin orduları” na dönüştürülen ulusal ordular, tarih boyunca hem o totaliter rejim özlemcilerine hem de o halka – ülkeye çok ağır bedellere mal olmuştur. Dolayısıyla, daha çok gecikilmeden, TSK’nın akıl ve bilim dışı, kabul edilemez ve stratejik olarak çok tehlikeli şimdiki çok parçalı – parçalanmış yapısına son verilmeli ve askeri ve bilimsel olarak zorunlu olan emir – komuta zinciri ve ayrılmaz parçalarıyla (eğitim – sağlık kurumları..) bütüncül (integral, holistik) yapısı yeniden sağlanmalıdır.

Cumhuriyet’i dönüştürme çabası içindeki AKP iktidarı, en büyük engel olarak gördüğü Cumhuriyetin Kemalist ordusunu tasfiye ederken, yersiz ve us dışı (irrasyonel) rövanşist dürtülerle gözünü karartmıştır. Ancak, hiç unutulmasın ki, Mustafa Kemal ATATÜRK, en büyük yapıtı Cumhuriyeti her yaştan TÜRK GENÇLİĞİNE emanet etmiştir, salt Ordu’ya değil..

Bu gün, 10 Kasım 2019 günü Anıtkabir ziyaretçilerinin tüm zamanların sayısal rekorunu kırdığını sanıyoruz. Oradaydık, coşkunun görkemli boyutlarına nicel ve nitel olarak saatlerce tanık olduk. Gönendik, göğsümüz kabardı ve geleceğe inancımız, güvenimiz, umudumuz çook çok pekişti. AKP = Erdoğan, tarihin tekerini geriye çeviremeyecektir.

  • AKP Genel Başkanı, partili CB Erdoğan, önceki gün Ankara İlahiyat Fakültesi’nde konuşurken “dindar nesil yetiştireceklerini” yinelemiştir. Bu sözler suçtur ve doğrudan, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeleri (başta İHEB ve AİHS) ile Anayasanın ilgili maddelerini ihlal etmektedir (2, 24, 42 ve 90. maddeleri özellikle..) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca not edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Türkiye Cumhuriyetinde hiç kimse, kimseyi kendince “dindar” yetiştirmeye ehil ve yetkili değildir! Laik – hukuk devleti, bu tasarıma açık engeldir!

T.C. Devleti, Devrimlerin uyanık bekçisi Türk Ulusu ile, günümüzde yaşanan uğursuz ayracı (parantezi) da kapatarak çağdaş uygarlık yolunda emin adımlarla ilerlemesini sürdürecektir.

  • Esasen laik-demokratik Cumhuriyet rejimi, 29 Ekim 1923’ten bu yana “olmuş – bitmiş” bir olgudur. 31 Ekim / 1 Kasım 1922 gecesi Saltanatın kaldırılmasına ayak direyenlere Mustafa Kemal Paşa’nın tarihsel uyarısı belleklere kazınmıştır. Dolayısıyla, hele aradan neredeyse koca bir yüzyıl geçmişken, Cumhuriyet karşıtı gerici – şeriat özlemcilerinin boş hülyalarla hem kendilerini hem Ulusu – Ülkeyi meşgul etmekten artık vazgeçmeleri kendilerinin de hayrınadır.

Sevgi ve saygı ile. 10 Kasım 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AYM’NİN HAK İHLALİ KARARI ÜZERİNE…

AYM’NİN HAK İHLALİ KARARI ÜZERİNE

– Barış Akademisyenleri Davası, Bireysel Başvurular Nedeniyle –

Ertan URUNGA
(E) Yargıç Albay
e.urunga@yahoo.com.tr
Gemlik, 18.08.2019’da güncellenmiş biçimi

(AS: Bizim güncelleme öncesi katkımız yazının altındadır.)

Anayasa Mahkemesi (AYM), 11.01.2016 tarihinde “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” başlığını taşıyan bir metni imzalayan akademisyenler hakkında, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2. maddesinde yazılı ‘Terör Örgütünün Propagandasını Yapmak’ suçundan yerel mahkemelerce verilen mahkûmiyet kararının kesinleşmesinden sonra, hükümlülerin bir bölümü tarafından değişik tarihlerde yapılan Bireysel Başvuruları birleştirerek karara bağlamış ve hukuksal gerekçelerini de 30.07.2019 tarihinde kamuoyuna açıklamıştır.

Yüksek Mahkemece yapılan inceleme sonunda; yerel mahkemece başvurucuların mahkumiyetine karar verilmesinin Anayasanın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlali (çiğnemi) niteliğinde olduğu gibi, demokratik toplumsal düzenin gereği ile  de bağdaşmadığı kabul edilerek Hak İhlaline; ayrıca başvurucuların her birine 9.150 TL manevi tazminat ödenmesine ve kararın birer örneğinin yeniden yargılama yapılması için yerel mahkemelerine gönderilmesine; Başkan ve yedi üye dışında kalan sekiz üyenin -ihlale ilişkin karşı oyu- ve 8/8 oy oranı ile 26.7.2019 tarihinde karar vermiştir.

AYM’nin tarihsel nitelikteki bu kararının gerekçelerinin kamuoyuna açıklandığı 30.07.2019 tarihinde Sayın Prof. Dr. Ahmet SALTIK da bu Açıklamayı, medyaya yansıdığı biçimi ile kendi sitesinde (http://ahmetsaltik.net/2019/07/30/ aym-hak-ihlali-kararinin-gerekcesini-acikladi/) paylaşmakla kalmayıp; aynı gün sıcağı sıcağına kaleme aldığı irdeleme yazısında; açıklamaya ve medyadaki olumsuz tepkilere ilişkin eleştirilerini, kararı veren yüksek yargıçları bile kıskan-dıracak bir yetkinlikle dile getirmiştir. (AS: Sn. Urunga bizi utandırıyor…)

Biz de adaletin mumla arandığı bugünkü karanlık ortamda, insanlığın onuru ve erdemi sayılan hak ve özgürlüklerimizin en büyük güvencesi olan yüksek yargı organları arasında hala hak ve adalet için direnen cesur ve aydın insanların bulunduğunu görmenin coşkusu içinde, anılan karara ilişkin daha önce sosyal medyada paylaştığımız kimi konuları, bu site (www.ahmetsaltik.net) okurları için yeniden ele alıp genişleterek paylaşmak gereğini duyduğumuzu belirtmek isteriz.

Genel Değerlendirme

– Öncelikle belirtelim ki bu Karar, siyasal iktidarın öteden beri ayrımcılığı körük-leyen, ulusal ve demokratik olmayan dinci politikaları yüzünden, bir karpuz gibi ikiye ayrılan Türk toplumu arasındaki bölünmüşlüğün, AYM üyeleri ile akademisyenler arasında da var olduğunu ortaya koymuştur.

– Yine bu kararda, amaca ulaşmak için her şeyi ve mubah ve meşru gören, ulusal egemenliği ve güçler ayrılığını dışlayan bir yönetimin hükümranlığı altında bulunan ülkemizde yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ile hukukun üstünlüğü ilkesinin tek adamın insafına bırakılmasına karşın; Yüksek Mahkemenin bize eski günleri anımsatan hukuksal gerekçelerle adil bir sonuca varması; 8/8 sınır oyla da olsa, geniş kesimlerce sevinçle karşılanmasına neden olmuştur.

– Keza kararda yer alan ve yedi sayfayı bulan “AYM’nin Değerlendirmeleri” bölümünde (syf. 25); olay, suç ve sanıklarla ilgili nesnel olgu ve hukuksal kavramların çağdaş ve bilimsel bir yaklaşımla ele alınıp değerlendirilmesi sonunda, Hak İhlaline ilişkin gerekçede göreceli esasta hakça bir sonuca varılmıştır. Bizim de kimi çekincelerle olumlu bulduğumuz bu karara karşı yandaş medyada; hukuksal eleştirilerden daha çok siyasal tepkilerin öne çıktığı, hatta YÖK Başkanının karara tepki gösterilmesi için tüm Üniversitelere çağrıda bulunacak ölçüde ileri gidip haddini aştığı da görülürken; her nedense yansız hukuk çevrelerinden görebildiğimiz ölçüde –Yargıtay Onursal Daire Bşk. Sn. Hamdi Yaver AKTAN dışında– bir ses çıkmamıştır. (Bkz. 06.08.2019 tarihli Cumhuriyet)

– Ancak kararın “Nihai Değerlendirme” bölümünde (syf. 32) ise, Yüksek Mahkeme kararlarında daha önce hiç rastlamadığımız ve sanki birilerine diyet borcu varmış da hesap veriyor gibi; “AYM’nin hiçbir şekilde içeriğine katılmadığı sözler de ifade özgürlüğü kapsamında olabilir.. Bu bildirinin, Anayasanın 26. maddesinde yer alan ifade özgürlüğünün korumasından yararlanması gerektiği yönündeki yorumları, AYM’nin bildiride suç olan (!) düşünceleri paylaştığı ya da desteklediği anlamına gelmez” yönünde yanlış algılara neden olabilecek gereksiz açıklamalara üç sayfa boyunca yer verilmesi; kamuoyunda merakla beklenen kararın değerini hafifletmiş, saygınlığına gölge düşürmüştür.

Oysa bir yargıç için bağlayıcı olması gereken tek şey, kararının başkaları üzerinde yaratacağı etki ya da tepkiler değil; özgür istencine ve hukukun üstünlüğüne dayanan vicdanıdır.  Mitolojide, Adalet Tanrıçası Themis’in gözleri kapalı olarak betimlenmesiyle de yargıçların, birilerine bağlı olmadan ve kimsenin etkisi altında kalmadan tam bir yansızlıkla karar vermelerinin adalet için önemi vurgulanırken, korkak ve edilgen yargıçlarla adaletin asla tecelli edemeyeceği, yerini bulamayacağının da anlatılmak istendiği unutulmamalıdır.

Hukuksal Değerlendirme

Bütün bunlar bir yana, yerel mahkemesinin akademisyenler hakkında sübuta erdiği kabul edilen suçun, 3713 sayılı Yasanın 7/2. maddesinde yazılı tipik bir propaganda suçu ve ifade özürlüğü ile bitişikliği, moda deyişle iltisaklı olduğu konusunda bir kuşku yoktur. Ancak AYM’nin yaptığı değerlendirmede; yüklenen suça ilişkin nesnel öge ve kavramların ayrı ayrı ele alınıp hukuksal tanımı da yapılarak geniş ve ayrıntılı biçimde açıklanmasına karşın; her nedense ifade özgürlüğü ile doğrudan ilgisi bulunan ve suçun olmazsa olmaz (sine qua non) koşulu niteliğinde sayılan “propaganda” kavramının hukuksal tanımı yapılmayıp boş (meskut) geçilmesinin, akla uygun bir açıklaması olmadığı için önemli gördüğümüz bu noksanlığın üzerinde kısaca durmak isteriz.

Propaganda ve Tanımı

Bilindiği üzere, 1990’lı yıllarda suç sayılan Komünizm propagandası bağlamında karşımıza çıkan ve hukukçular arasında yoğun tartışmalara neden olan ‘propa-ganda’ kavramının; “Bir görüş ve düşüncenin, taraftar kazanmak için söz, yazı, resim vb. gibi araçlarla sürekli ve sistematik olarak yapılan fiiller” şeklinde tanımının, 2004 yılında çıkarılan yasalarla TCK ile CMK’nın sil baştan değiştirilmesinden sonra da geçerliğini koruduğuna, akademisyenlerin önceden hazırlanan bildiriye imza atmaktan ibaret bulunan eylemlerinin süreklilik arz etmediği ve kişileri ikna/razı edecek yoğunlukta da bulunmadığına göre suçun öbür ögelerinin varlığı şöyle dursun, salt propagandanın varlığından bile söz edilemez. (Bkz. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 1990/336 Esas Sayılı Kararı)

Gerekçedeki Yanılgı

Bu durumda yerel mahkemece, propaganda tanımına uygun düşmeyen ve ceza yasalarında başkaca bir suçu da oluşturmayan tek bir eylem nedeniyle, 5271 Sayılı CMK’nin 223/9. maddesi gereğince derhal beraat kararı verilmesi gereği gözetilmeden mahkûmiyet kararı verilmesi, Anayasanın 38 ve TCK’nin 2. maddesinde yer alan “suç ve cezaların yasallığı” ilkesine açıkça aykırı düştüğü için, AYM’nin de bu gerekçeye dayanarak hak ihlaline karar vermesi gerekirken, daha hafif bir ihlal olan ‘suç ögelerinin oluşmadığı’ gerekçesi ile aynı kararın verilmesi, şeklen doğru olsa da, yerindelik ilkesine ve hukuka aykırı düşmüştür.

Çünkü Yüksek Mahkemece, başvurucuların eylemi ceza yasalarında suç olarak tanımlanmadığı için, evrensel nitelikteki suç ve cezaların yasallığı ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle, doğru olarak hak ihlaline karar verilmiş olsaydı eğer; başvurucular hakkında hükmolunan manevi ödence (tazminat) miktarının da ölçülülük ilkesi doğrultusunda hakkaniyete uygun ve daha yüksek bir düzeyde olacağı gibi, yeniden yargılama aşamasında aleyhe sonuç doğurabilecek olası uygulamaların da önüne geçilmiş olacağı yadsınamaz.

SONUÇ

Yukarıda açıklanan nedenlerle AYM’nin, somut olayda yerel mahkemelerce sanıkların beraatları yerine mahkumiyetlerine karar verilmesinin hak ihlali niteliğinde olduğunun gerekçesinde yanılgıya düşerek, değişik gerekçe ile yazılı olduğu şekilde karara varmasının; salt bu yönden hukuka ve hakkaniyete aykırı bulunması nedeniyle, başvurucular aleyhinde yeni bir hak ihlalinin bu kez AYM tarafından yapılmış olduğunu üzülerek söyleyebilsek de, “Özgürlüğün yanında ödencenin sözü mü olur?!” diyenlere, söyleyecek bir sözümüz yoktur.  

=======================================
Dostlar,

(E) Yargıç Albay Sayın Urunga’nın irdelememize ilişkin övücü sözlerine teşekkür borçluyuz..

AYM kararının tümünü gerekçeleri ile okuyarak yazmış değildik o yorumumuzu (http://ahmetsaltik.net/2019/07/30/aym-hak-ihlali-kararinin-gerekcesini-acikladi/).

Ancak Sn. Urunga oldukça önemli bir belirleme yapmakta :

Terör örgütünün propagandasını yapmak gibi bir suç tanımının olmamasına dayanılması gerektiğini vurguluyor. Oysa AYM’nin, suçun yasal tanımının yapılmamış olmasını geçip, yapılmayan tanımın nesnel ögelerinin gerçekleşip gerçekleşmediği irdelemesine dayalı hüküm kurduğunu öne çıkarıyor.

Yargılamanın yenilenmesinde umarız bu yanılgı yeni hak çiğnemlerine yol açmasın. Bu arada salıvermelerin başladığını sevinerek izliyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 15 Ağustos 2019, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com