Etiket arşivi: yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK

DİN SÖMÜRÜSÜNE GEÇİT YOK!

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

DİN SÖMÜRÜSÜNE GEÇİT YOK!

Tarihsel gelişme süreci içinde, dinler, öz olarak, iktidar sahiplerine ve güçlülere hep adalet, liyakat, ahlak, kardeşlik, barış, dayanışma ve sevgi telkin etmiştir.

Buna karşın, ayrıklar (istisnalar) dışında, muktedirler ve güçlüler ise bu ilahi, dinsel öğretileri bir güç devşirme, saltanat ve çıkar sağlama aracı olarak kullanmaktan hiç çekinmemişlerdir.

Tarihsel devirler bu ve benzeri istismarlarla doludur.

Aynı durum İslam dini ve İslam toplumları için daha da belirgindir.

Dindarlık görünümü altında, kimi ruhban ya da ulemanın desteğini alıp dinbazlık yaparak dinsel, ilahi telkin ve inançları çarpıtıp kötüye kullanmak muktedir ve güçlülerin en büyük ilahi aldatma aracı olagelmiştir.

Çünkü sıradan inançlı, dindar bir insan, hatta yeterince akıl ve bilimle aydınlanamamış yarı aydınlar için gerçek din ile din olmayanı ya da din ile siyaseti ayırt etmek o denli kolay değildir.

En doğru yaklaşım ise aktarıcı (nakilci) din anlayışından vazgeçmek; akıl ve bilim yardımı ile akılcı din anlayışına sımsıkı sarılmaktır.

Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk‘ün yapmak istediği tam da budur :

  • ”Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler,
    saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir.
    Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz…
    Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar
    hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”

Toplumu, gerçek dindarları, dinbaz muktedirler, din tüccarlar ve dinbaz din baronlarının istismar ve çıkar alanı olmaktan kurtarmaktır.

Laiklik, toplumu dinden soğutmak için değil, iktidar olmak ve çıkar sağlamak isteyen dinbazlara fırsat vermemek içindir.

Ayrıca laiklik demokrasinin olmazsa olmazıdır; farklı din ve inançların bir arada yaşayabilmesinin ön koşuludur.

Temel insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü açısından inanç demokrasisidir.

Çağdaş yaşamdır.

Mustafa Kemal ATATÜRK :

  • “Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır.
    Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.
    Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur.
    Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslamın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir.
    Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”

Aksi halde dinbazlıklar her devirde sürecektir.

Bittiyse… Sorulara geçebilir miyiz?

“Kendilerine karşı” ifadesini özellikle kullandım. Çünkü, on yıllarca büyük bir özenle ve hain bir iştahla “Devlet”in kendisini zaten çoktan ele geçirmiş bulunan bir şeytani örgütlenmeden söz ediyoruz burada. O yüzden, yapılmaya çalışılan hain darbenin “Devlet”ten ziyade “Hükümeti” hedef aldığına dair en ufak bir şüphe yok kafamızda.

15 Temmuz 2016 gecesine ilişkin, henüz yüzlerce karanlık nokta ve soru işareti ortada iken, bu olayı bir de (sahtekarca“millet”e mal edebilmek amacıyla, “Bayram” ilan etmek neyin nesidir? Böyle bir şeyi, ancak bugünkü iktidar sahipleri becerebilirdi.

O günü ve geceyi hepimiz dün gibi anımsıyoruz. Herhangi bir ülkenin yöneticileri, bir askeri darbe (ya da girişimi) vukuunda ne yaparlar? Ya da ne yapmak zorundadır? Bunun tek bir yanıtı var. Vatandaşlarının güvenliğini sağlamak değil mi? Yani, yönetenlerin derhal TV ve radyolara çıkıp “Biz buradayız. Duruma hakimiz. Bunlar bir avuç hain. Merak etmeyiniz. Devletimizin güvenlik güçleri, yani polisi, askeri, jandarması gerekeni yapıyor. Sakın sokağa çıkmayın. Evlerinizde kalın mesajı ile birlikte sokağa çıkma yasağı uygulamaları gerekmez miydi?

Oysa o gece ne olmuştu?

İstanbul’da Boğaziçi Köprüsü’nün sadece bir yönde (üstelik de sadece birkaç manga askerle) kapatılması gibi garip bir uygulama ile, ilk işaretleri alınan darbeyi bastırmak (!) için “millet” sokaklara çağrıldı. “Millet”ten kastın da zaten çoğunlukla parti teşkilatının bindirilmiş kıtaları olduğu ayan beyan ortadaydı. Normal, sıradan insanların bir darbe ortamında, üstelik de daha “düne” kadar iktidarın temsilcileri ile kol kola olduğunu bildiği unsurlarca yapılan bir darbe sırasında sokakta ne işi vardı? Nitekim özellikle Boğaziçi Köprüsü üzerine “götürülen” insan profilini hepimiz gayet iyi biliyoruz.

İkincisi ve daha da önemlisi, devletin silahlı güçlerine komuta eden; başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı olmak üzere her birinin o gece boyunca tam olarak hangi saatte nerede oldukları, hala büyük bir sır gibi gizleniyor. “Eniştemden duydum” öykülerini saymıyorum bile.

Bununla da kalınmıyor, belki de siyasi liderler arasında “Ne zaman, nerede, kiminle birlikte ne yaptığı” en iyi bilinen (belgeli) olanı, Sayın CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu üzerinde bir “gizem perdesi” yaratılmak isteniyor. Yok efendim, “Ne işi varmış Bakırköy Belediye başkanının evinde?..” Adam (Sayın Kılıçdaroğlu) kaç kez anlattı, saniye saniye neler yaşandığını. Ve oradan fotoğraflar paylaştı. “Ankara’ya dönemedim. Ben buradayım. Sayın Kerimoğlu’nun evinde ağırlanıyorum. Milletvekillerime talimat verdim. TBMM’yi gidin savunun diye.”

Üstüne üstlük, devletin tüm imkanları Kemal Bey’in yaptığı telefon görüşmelerini, o trafiği filan belgelemeye müsait iken, böyle bir kepaze “çamur atma” taktiğine kargalar bile gülmüyor artık.

Gelelim, “gücü” elinde bulunduranlara… Neredeydiniz beyler?

Neden kendiniz tankların üzerine çıkmak ve oradan millete seslenmek yerine, “milleti” (bir kısmı da maalesef şehit olmak üzere) sokağa çağırdınız?

“Kılıçdaroğlu neden tankın kenarından geçip gitti” diye çamur atacağınıza, kendiniz hiç olmazsa (bırakınız bir tankı ya da ZPT’yi) bir askeri cipin üzerine çıkıp iki satır nutuk ataydınız da, bu millet sizi “Kahraman” ilan edivereydi.

Yüce Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün büyük ve dahice bir hesapla ve üstelik “Büyük Kurtuluş Savaşı”nı yöneten Yüce Meclis’in “ana kucağı” niteliği ile başkent ilan ettiği Ankara’ya, neden günlerce gitmediniz? Gidemediniz?

Bırak Kemal Bey’i filan. Daha sorulacak o kadar çok soru var ki..

Bırak “Bayram”ı mayramı. Önce, yukarıdaki iki soruya yanıt ver.

  • O gece “millet”in sıradan evlatlarını neden namluların üzerine sürerek şehit – gazi olmalarına neden oldun?

Neden asker ve polisi ve jandarmayı değil de, senin benim sivil evladımızı göreve çağırdın? Ve sen neredeydin? Sadece bir kişiye sormuyorum. Hepsine.

Amaç belli. Bu hain darbeyi, yani kendi elleriyle Cumhuriyet’in-Devletin anahtarlarını teslim ettikleri alçakların bu girişimini, sanki “Millete” yapılmış gibi göstermek. Ardında da malum OHAL ve sonrasındaki siyasi iklime zemin hazırlamak.

Sonra bir de dini değerleri işin içine katarak, minarelerden haftalarca (daha dün gece milleti yine o anlara döndürmek maksadıyla) “Salâ” okutmalar filan. Sanki o darbeye kalkışan Pennsylvania’lı Ağlak Vaiz’in emrindeki Cumhuriyet düşmanı asker ve polis kılıklı hainlerinin “Ezanla, Kur’anla, Salâ’yla filan bir dertleri” varmış gibi.

  • Gözü dönmüş şeriatçı millet düşmanlarından söz ediyoruz burada. Kimi kandırıyorsunuz?

“Ezan susmayacak”mış da… “Bayrak inmeyecekmiş” de.. Bir sürü yalan dolan.

FETÖ alçağının derdi bunlar mıydı? Yoksa, on yıllardır hep uyardığmız üzere bu ülkenin laik ve demokratik temelleri miydi? Hukuk devleti miydi? Her türlü özgürlükler miydi?

Salak değil bu millet.

15 Temmuz’a dair çok şey konuşuldu, çok şey söylendi. Dünden beri de konuşulmaya devam ediliyor. Ama bir koca delik, hatta delikler var hâlâ ortalıkta.

TBMM’nin ünlü komisyon raporunun gizlenmesinden de anlaşılacağı üzere, “O gece tam olarak ne olduğu”nun bilinmesi istenmiyor. Çünkü bilinirse, “Siyasi ayak” (resmen) ortaya çıkacak.

Yani, herkesin bildiği o büyük “sır” ortaya dökülecek. Soruların yanıtları tam olarak verildiğinde, her şey aydınlanacak. Ama istemiyorsunuz. Neden istemediğinizi de herkes biliyor.

Ha.. Bir de.. Unutmadan..

Darbenin ve FETÖ alçağının hamisi ABD’ye bu konuda tek bir soru sorup tek bir bilgi talep ettiniz mi? FETÖ’nün iadesi talebinden filan söz etmiyorum. “Arkasında ABD var” imalı sözlerinizin altını dolduracak bir adım attınız mı “sözde müttefik” emperyalistlere karşı? Biz de biliyoruz arkasında o devletin olduğunu. O “hami” devlete karşı nasıl bir adım atabildiniz?

Kimi kandırıyorsunuz? En başta da dediğim gibi…

Kutlamanız ya da anmanız.. Her ne ise, bittiyse… Bir zahmet, sorulara geçebilir miyiz?

O cevaplar buraya gelecek. Yağma yok.
==============================================

Biz vazgeçmeyiz

Zafer Arapkirli

Zaten biliyorduk. Zaten en başından itibaren söylüyorduk.

Zaten “niyet okumayın” diyen pembiş liboşlara, kişiliksiz YetmezAmaEvetçilere, Cumhuriyet düşmanı yobazlara rağmen, bunun bir “niyet” değil bir “plan-rota-yol haritası-dava” olduğunu 19 yıl önce de iddia ile söylemiş ve savunagelmiştik.

Zaten attıkları her adım, yaptıkları her icraat, çıkardıkları her yasa ve hileli bir referandumla halka zorla onaylattıkları anayasa da bunun ilanıydı.

Sonunda “Dava”nın önderi açık ve net biçimde telaffuz etti:

“Parlamenter demokrasi artık mazide kalmıştır.”

Bu lafı salı gecesi TRT ekranında Cumhurbaşkanı’nın (unvan-ı diğer dava önderi) ağzından duyar duymaz, aklıma hemen şu ünlü “Tramvay-Durak” metaforu geliverdi.

“Demokrasi bir tramvaydır. Gideceğimiz yere kadar gider, sonra bir yerde ineriz icabında” mealindeki sözü kastediyorum.

Bu söz, yani “Parlamenter demokrasiden vazgeçme” sözü, asla basit bir güncel söylem diye geçiştirilecek ve gündemin diğer hararetli maddeleri arasında kaynatılmaya layık bir şey değildir. Türkiye’yi şu anda kayıtsız şartsız tek başına yöneten, her şeye kadir, tek bir imza ile bir gece yarısı tepeden tırnağa her şeyi değiştirmeye muktedir, hani şu Batı âleminde ABD, Rusya, Britanya liderleri için kullanılan (Allah muhafaza eylesin) “Gerektiğinde nükleer düğmeye basabilmeye yetkili” bir kişi söylüyor bunu.

Üstelik de şeklen var olan ama fiilen artık bir işlevi olmayan “Parlamentoyu”, hem o hileli referandumla adeta feshetmiş hem de etkisiz hale getirmiş (bu fiili nasıl anlarsanız anlayın-polis bültenlerindeki gibi de anlaşılabilir) birinden duyuyoruz bunu.

Demokrasi de zaten çok öncesinde tedavülden kalktığı için lafın en başında dediğim gibi, “malumun ilamı”dır bu. Ve çok vahim bir “eşik” anlamına gelir.

Çünkü, “Demokrasi”den vazgeçmek, hesap verebilir olmaktan vazgeçmektir.

Demokrasiden vazgeçmek, halkın vergilerini nasıl harcayacağı da dahil olmak üzere, yaptığın hiçbir yanlışın hatta ölümcül hataların bile sorumluluğunu üstlenmemek anlamına gelir.

Demokrasiden vazgeçmek, bugünlerde bir mafya reisinin açıklamaları ile tekrar gündeme gelmiş, “derin-gizli-saklı-kirli-kanlı” işlerin bile muhasebesinin yapılmasını engellemek demektir. Yani, korkunç bir “geriye dönüş”tür, bugüne kadar geçen 100 yıllık süre içinde elde edilen kısmi demokratik kazanımlardan.

Demokrasiden vazgeçmek, zaten olağanüstü derecede bağımlı hale gelmiş yargının, artık iyice “icracı iradenin” denetimine geçmesi ve hak-hukuk-adalet arayışının bütün yollarının tıkanmasıdır.

Bunu, aklı başında, yurttaş olmanın bilincine sahip, özgürlüklerine değer veren, vergi mükellefi, askerlik görevi mükellefi, vatanına, bayrağına ve değerlerine sahip hiç kimsenin kabul edebilmesi mümkün değildir.

Parlamenter demokrasinin temel nüvesi, “yurttaş olarak, özgür seçimlerle sandıkta seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetime katılma” hakkıdır. Bu haktan vazgeçmemizi kimse isteyemez, istemeyi aklından bile geçiremez, geçirmemelidir.

Parlamenter demokrasinin anafikri, yönetenlere ve bürokrasiye “Şunu niye öyle değil de şöyle yaptın?” diye sorabilme hakkıdır. Bu haktan feragat edilemez, edilmemelidir.

Böyle bir idare biçimi ile yönetilmeyi kendine yakıştırmamalıdır bu topraklarda yaşayan hiç kimse. 300 – 500 yıl öncesine dönüştür bu. “Tebaa” olmayı hatta “kul” olmayı kabullenmektir.

Ülkenin tamamen rant ekonomisinin, ballı ihale takipçilerinin, Cumhuriyetin temellerini dinamitlemeye yeminli tarikat-cemaat tayfasının eline ilelebet teslim edilmesine imza atmaktır.

Bırakınız Avrupalı vs. milletler ailesine katılabilme umudunu ya da hayalini, 1923’te temellerini Yüce Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün attığı en başlangıç düzeyinde bile “muasır medeniyet seviyesi”nin 1000 yıl gerisine düşmeyi içine sindirmektir.

Önümüzdeki dönemin ve gelecek sandıkta bize sorulacak sorunun yanıtı “hangi parti hangi lider vs.” değil, yukarıda saydıklarımı kabullenip kabullenmeyeceğimizdir.

Asla!.. Asla!.. Asla!..

Cesetlerimizi çiğnemeden asla!..

MAFYA – DEVLET PARODİSİ        

Ertan URUNGA, (E) Asker Yargıç                          

Antalya, 01.06.2021

Son günlerde Medya’da pembe diziler gibi izlenme (reyting) rekorları kıran bir Mafya dizisinin her bölümü ayrı bir fırtına kopartırken, iktidar sahiplerinin de henüz unutamadığımız 17-25 Aralık Büyük Vurgun dizisindeki gibi endişeli bir sessizlik içinde izlediğine tanık oluyoruz yine.
Artık herkesçe bilindiği üzere, bu dizinin her parmağında on marifeti (!) bulunan baş aktörü (iktidar partisinin Soylu bakanına göre Mafya Pisliği) olan ve iktidar çevrelerinin kirli işlerinin taşeronluğunu yapan bir Mafya patronunun, daha önce kanka olduğu kişilerle ‘Mafya, Ticaret, Siyaset’ sarmalında yaşanan dramatik olayların pek erce anlatıldığı bir Parodi (ciddi konuların alaya alınarak anlatılması) tarzındaki bu ‘intikam’ dizisini, biz de her yurttaş gibi izlerken, bunun özellikle ülkeyi yöneten bağnaz siyasetçilere ibret olmasını da diliyoruz.
İnsana Korona salgınını, hatta mutfaktaki yangını bile unutturan, uzun zaman da gündemden düşmeyeceği anlaşılan bu tarihsel Parodinin sonunu siz de merak ediyorsanız eğer; bugüne dek Sekiz bölümü Youtube kanalından naklen yayınlanan dizinin izlenmesi, ülkemizi bir örümcek ağı gibi saran gizli-kirli ilişkileri öğrenmek isteyenler için de yararlı olacaktır sanırız.
Gerçeklerin Huyu
Burada hemen belirtelim ki toplumun büyük ilgi gösterdiği dizinin yayınına engel olamayan Tek Adam Devleti, dışarıda Rusya – ABD arasında sıkıştığı gibi içeride de Mafya – Medya arasında sıkışmıştır. Nitekim kamuoyundan gizlenen gerçeklerin huyu gereği, ortaya çıkıp sonbahar yaprakları gibi sokaklara dökülmesinden korkan iktidar çevreleri, ivecenlikle yayının  engellenmesi için daha önce darbecilikle suçladıkları TSK’ni itibarsızlaştırırken, çığlık çığlığa çırpınarak yarattıkları darbe paranoyası (korkusu) gibi bu kez de Tanjetialiti (asıl konunun saptırılarak düşünce karmaşıklığı yaratma) yöntemi ile toplumu yanıltmaya çalıştıkları, ancak bundan da bir sonuç alamayınca yeni arayışlar içine girdikleri görülmektedir.
Bu durumda, mafya – devlet parodisinin nasıl sona ereceği şimdiden bilinmez ama, Türkiye’nin içine sürüklendiği tehlikenin ve bunun nereden kaynaklandığının anlaşılmasına olduğu gibi Türk toplumunun kurtuluşunun da dizinin maskeli aktörlerinin izlediği karanlık yollarda değil; ancak yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün işaret ettiği akıl ve bilimin aydınlık yolunda birleşmekle sağlanacağının daha iyi anlaşılmasına da neden olacaktır sanırız.
Tarihsel Süreç
Türkiye’nin bugünkü açmazlar içine sürüklemesinin başat nedeni, laik Cumhuriyet’in gayri milli siyasal İslamcı kesimlerle işbirliği içinde hareket eden güç odaklarının eline geçmesi olduğuna kuşku yoktur. Nitekim, tarihsel geleneklerine bağlı kadim bir “Ordu  -Millet” olan yüce Türk ulusunun, savaş ve barış dâhisi Mustafa Kemal’in önderliğinde giriştiği destansı bir Kurtuluş savaşı sonunda kazandığı büyük Zaferin ardından, ulusal Meclisçe kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevinin’ içinde bulunduğu jeopolitik konumu nedeniyle ulusal Ordusu TSK’ne verilmesinden daha doğal ve doğru bir şey olamazdı elbet.
Ne yazık ki bu görev, bilindiği üzere AKP iktidarınca TSK’ne karşı başlatılan bir kampanya ile darbe korkusu yaratılması ve Ergenekon, Balyoz gibi sonradan kumpas olduğu anlaşılan davalarla Ordunun yıpratılmasından sonra, 13.07.2013 tarihinde muhalefet partilerinin de desteği ile TSK İç Hizmet Yasasının 35. maddesinde yapılan bir değişiklikle kaldırılmıştır.
Burada bir parantez (AS: ayraç) açıp, bu olaydan sonraki 5-6 yıl içinde de Türk Ordusuna subay yetiştiren askeri okullardan tutun da askeri adaleti, birlik ve disiplini sağlayan Askeri Mahkemelerle Askeri hastanelere dek tüm geleneksel askeri kurumlar ve daha neler neler kaldırılmış ya da kapatılmıştır. Bu gerçekliğe karşın, geçtiğimiz günlerde partili Cumhurbaşkanı kürsüye çıkıp, saldırıya uğrayan bir muhalefet partisi liderine, “Bu daha bir ilk, daha neler olacak neler…” diyerek, sıfatını ve konumunu unutarak tehditler savurabilmiştir. Ancak bu somut olgular, yazımızın konusu olmadığı için burada yalnızca anımsatmakla yetinip, geçiyoruz.
Beklenen Sona Doğru
Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevinin kaldırılması ile korumasız kalan laik Cumhuriyet, hiçbir engelle karşılaşmadan pusuda bekleyen Atatürk düşmanı, siyasal İslamcı tarikatlar partisi AKP ile fırsatçı mafya patronlarının eline, altın bir tepsi içinde sunulmuştur.
Ne var ki bu gayri millî çıkarcı odaklar, 03.11.2002′den beri avının üzerine üşüşen akbabalar gibi Cumhuriyet’in tüm anayasal kurumlarını ele geçirip parlamenter düzeni bile değiştirirken, zorda kalınca da bir araç olarak kullandıkları demokrasi tramvayına binip aşılmaz denilen dağları da aşarak karanlık yoldaki yürüyüşlerini sürdürmeleri sonunda, tam da Emperyalist devletlerin istediği gibi cennet ülkemizi cehenneme çevirmeyi başarmışlardır.
Bu sancılı süreçte, ülkenin geleceğine ilişkin kaygılarını dile getiren Cumhuriyetçi laik kesimlerin uyarılarına karşın; kör bir inatla sürdürdükleri yolculukları sırasında, yol arkadaşları ile aralarındaki çıkar çatışmaları yüzünden kavgaya tutuşunca olanlar olmuş; ortaya çıkan kargaşa (kaos) nedeniyle ülkemizde palazlanan kirli odaklarla Tek Adam devleti arasında, sonucu da bilinmeyen bir güç ve paylaşım savaşının içine düşülmüştür sonunda…
Sonuç
Bugün yurttaşlarına bu zilleti yaşatan bir devletin; demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu söylemek şöyle dursun; ilkel bir kabile devleti bile olamadığını görmenin utanç ve üzüntüsüne direnerek yaşamak da çağdaş Türk toplumuna kalmıştır yine, daha ne olsun?
İşte sevgili okurlar, biz bugünlere böyle geldik. Bundan sonra ne olacağı da sizin elinizde!..                                 

Ve gazetecilik Ve köle tüccarı Ve Ayasofya…

Ve gazetecilik Ve köle tüccarı Ve Ayasofya…

 Zafer Arapkirli
12 Haziran 2020 Cumhuriyet

Bilen bilmeyen, başkasına “meslek kuralları ve ilkeleri” dersi vermeye kalkışınca iyi olmuyor. Ama en kötüsü ve zararlısı da demokrasiden ve fikir-ifade özgürlüğünden nasibini almamış insanların, kendisini subjektif bir “devlet” ve “devlet sırrı” kavramının arkasına konuşlandırarak hüküm vermeye çalışması.

İki tecrübeli ve yetkin meslektaşımız Müyesser Yıldız ve İsmail Dükel de kendilerinden önceki yiğit, pırıl pırıl ve onurlu gazeteciler gibi “susturulmak” amacıyla ve muktedire göre “çizgiyi aştıkları” gerekçesiyle evlerinden alınıp sorguya götürüldüler.

Her türlü hukuk kuralı ve adli ve medya etiği kuralları da çiğnenerek işleyen bir süreç devam ediyor. Bu yazı yazılırken, aradan 4 gün geçmesine karşın hâlâ sorguları bile başlamamıştı. Önden, “Aynı Ergenekon, Balyoz, OdaTV 1 kumpas süreçleri”ndeki gibi “Taraf-vari, Zaman-vari, Bugün-vari” pislik atma faaliyeti başlatılarak. Avukatların bile erişimi olmayan dosya içeriği yandaş besleme medyaya sızdırılarak.

Casuslukla suçlanan meslektaşlara yöneltilen iddia “Bir askeri görevli ile telefon görüşmesi yapmış ve bunları not almış olmaları.” Yanlış okumadınız, “Not almış” olmaları.

Önce şunu bir hatırlatalım…

Gazeteci herkesle her konuyu konuşur, görüşür. Asker, sivil, bürokrat, sıradan vatandaş, devlet büyüğü, politikacı vesaire. Bunları yazıp yazmaması da kendi kararı ve takdiridir.

İkincisi: Gazetecinin yazdığının “suç” sayılıp sayılmayacağına siyasetçiler ve onların beslemeleri değil, yasalar karar verir. Üstelik “devletin – siyasi iktidarın – yararı” ile “kamu yararı” denen şeylerin her zaman örtüşmeyebileceğine ilişkin ciltler dolusu içtihatlar, evrensel yargı arşivlerinde duruyorken…

Bunlar ortada iken, “Vay canına konuşmuş. Yazmamış ama konuşmuş ya.. Bana ne..” diye insan suçlanamaz.

Geçilmeyen köprünün, kullanılmayan havalimanının, trenin, yatılmayan hastanenin parasının ödetildiğini, yayımlanmamış kitap için gazeteci (Ahmet Şık) tutuklandığını, “sayelerinizde” duyduk da…

  • Yazılmamış bilginin ve haberin davası mı olur?

Hatta ve hatta bu saçma sava sahip çıkanlar arasında geçmişte mahut “MİT TIR’ları hadisesi”nde olayı herkesten önce manşetten “çakmış” bazı zevat bulunuyorsa, kendilerini iyice soytarı durumuna düşürmüş olurlar.

Yani, kendin yapınca “Kamu yararı – haber değeri” başkası yapınca “Vatana ihanet… Casusluk…” vesaire. Haydi canım sen de!

Saçmalamanın da bir sınırı bir adabı var.

Sevgili sütun arkadaşım ve meslektaşım Mehmet Ali Güller’in kullandığı harika tanımlama ile “Kumpas 2.0”nin ayak sesleri mi bunlar?

Köle tüccarı…

Yazılı olup olmaması önemli değildir. Evrensel bir hukuki ve vicdani kuraldır:

İnsanlık suçunun zamanaşımı olmaz. İnsan hakkına, onuruna ve temel evrensel değerlere yönelik işlenen suçların mağdurları, aradan değil birkaç yıl, birkaç asır geçse de gelir “torunları eliyle dahi” yakanıza yapışırlar.

İngiltere’nin Bristol kentinde, ABD’deki siyahilere yapılan zulmü protesto amacıyla gerçekleşen gösterilerde bir köle tüccarının heykelinin yıkılarak suya atılmasını kastediyorum. Bristol doğumlu Edward Colston’ın gemilerinin, 1672-1689 arasında Afrika’dan Amerika kıtasına 80 binden fazla erkek, kadın ve çocuk köle taşımasının “faturasının” neredeyse 5 yüzyıl sonra önüne “şak” diye konmasından söz ediyorum. Yani, yok öyle “Ben yaparım. Yanıma kâr kalır…” diye masadan kalkıp gitmek. O “hesap pusulası” bir gün torununun masasına ya da heykelinin önüne gelir dikilir. Ödetirler. Herkes bilsin yani.

Tarih böyle bir şey.

Ayasofya meselesi

Meselenin hem inanç, hem kültürel hem de diplomatik yani uluslararası ilişkiler cepheleri iç içe geçmiş hali nedeniyle kolay izah edilebilecek ve çözülebilecek bir durum olmadığını kabul etmek lazım. Ama çözümün bundan tam 86 sene önce yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından zaten çözülmüş olduğunu hatırlamak gerek. 1453 senesinden itibaren fiilen ve statü olarak farklı şekillerde kullanılan bu kutsal mekânın, “Fetih”ten önce de asırlarca başka bir dinin “mabedi” olduğunu, yaklaşık 500 sene boyunca da Müslümanların ibadet ettiği bir yer olduğu gerçeğini çok iyi değerlendirerek “Evrensel bir kültür hazinesi” olarak yani “müze” olarak muhafazasına karar vererek. ATATÜRK, bence sayısız meselelerde olduğu gibi, en isabetli (ve hem de aklıselime hizmet eden dâhiyane) çözümü bulmuştur.

Dini açıdan tartışmasına girecek düzeyde teolojiden ve “dinler arası hukuk”tan anlamam. Ama şu doğruların ve gerçeklerin altını çizmeden bu olayı tartışmamalıyız : Ayasofya, orijinali bir Hıristiyan mabedi olarak inşa edildiği için bu saatten sonra içindeki Hz. İsa, Meryem ve birçok Hıristiyan değerlerini resmeden figürlerle, zaten Müslüman mabedi olarak kullanılması gariptir. (Ne yani, namaz kılmak için onları mı örteceksiniz?)

Geçmişte kullanılmış olması mazeret değildir. Ayrıca, İslam âlemi, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti, bu güzelim kentte bence Ayasofya’nın ihtişamını gölgede bırakacak nice mabetler inşa etmiştir ve bu mabetler zaten ibadet için “tıklım tıklım” dolmamaktadır.

Bir başka mesele de bütün dünyanın gözbebeği bir kültürel ve turistik mekânın, şimdi sırf ucuz siyasi malzeme edilmek maksadıyla “ibadet mekânına” dönüştürülmesine hem uluslararası kurumlardan hem de Hıristiyan Ortodoksların önemli ağırlıklarının bulunduğu ABD ve Rusya’dan göreceği tepkiyi hesaba katmak aklın yoludur.

“Kime ne kardeşim? Ben hükümran devletim. Büyük devletim. İstediğimi yaparım!..” demeye kalkana, “En iddialı askeri harekâtlarına ya da girişimlerine karşı” bir yerlerden gönderilen “Don’t be a fool” mektupları karşısında aldığınız ya da alamadığınız tavırları hatırlatırlar. Mahcup olursunuz.

Benden söylemesi.

2018 yılının son çığlığı

2018 yılının son çığlığı

Ertan URUNGA, (E) Askeri Yargıç
Cumhuriyet
, 21.1.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Bugün değersizleşen şey, dinci ve kinci olduğu kendi söylem ve uygulamaları ile anlaşılan siyasal iktidarın, çağdaş Türk toplumuna dayattığı hukuka aykırı politikalarla, bunlara bilerek destek olan kimliğini yitirmiş muhalefet partileriyle siyaset ve hukuk adamlarının “devlet aklı” ile bağdaşmayan görüş ve düşüncelere dayalı fetvalarıdır.

Geçen yıl yayımladığı “Elveda Anayasa” kitabı ile kamuoyunun ilgisini çeken ve kendisini hukuksal pozitivist (olgucu, kuralcı) bir anayasa hukukçusu bilim adamı olarak tanımlayan Sn. Prof. Dr. Kemal Gözler, önce 06.12.2018 tarihinde ”Hukuk Nereye Gidiyor”, bir hafta sonra da “Demokrasi Nereye Gidiyor” başlıklı iki makalesini kendisine ait web sitesinde (www.anayasa.gen.tr) okurlarıyla paylaşmıştır. Ancak biz burada, ikinci makalesini anayasa ve siyaset bilimcilerine bırakıp, yalnızca “Hukuk Nereye Gidiyor?” başlıklı makalesi üzerinde tartışmak ve hoşgörüsüne sığınarak kimi eleştirilerde de bulunmak istiyoruz. 
Bu makalede, hukuk ve anayasanın bugünkü yürekler acısı durumuna değinip “Ülkemizde ve derecesi farklı olmakla birlikte, diğer bazı ülkelerde demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve hürriyetlerin günden güne gerilediğini” dile getirdikten sonra, şu gözlemlerde bulunuyor: 
√ Bugün hukuk, burnunun üstüne kocaman bir yumruk yedi. 
√ Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasa ve hukuki mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı haline dönüştü. 
Hâkimler, temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler haline geldi. 
√ Olan biteni açıklamak bakımından, hukuk bilimi çaresizlik, ..anayasa ve idare hukukçuları derin bir ümitsizlik içindeler
√ Artık üzülerek görüyorum ki ..hukuk bilimiyle uğraşmak, havanda su dövmek veya meleklerin cinsiyetini tartışmak misali işe yaramaz bir faaliyet haline geldi vb. 
Bu gözlemlerden sonra, “Başta anayasa hukuku olmak üzere ülkemizde hukuk biliminin değersizleşmesi sürecini yaşıyoruz. Buna yol açan şey, bizatihi hukukun değersizleşmesidir” diyerek, bizi şaşırtan bir saptamada da bulunuyor. Daha sonra insana üzüntü veren bir umarsızlık (çaresizlik) içinde, kendisinin verecek bir yanıtının olmadığını belirttiği sorularına da, “..genelde hukuk bilimi, özelde anayasa hukuku bilimi, varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa bu soruları tartışmak ve bir cevap vermek zorundadır.” diyerek bitiriyor.

Hukukun değeri 
Hemen belirtelim ki Sn. Gözler, ülkemizin üzerine çöken kasvetli havadan yakınırken; ulusal tarihimizin, ordumuzun, yargımızın, eğitimimizin, Andımızın, Laik Cumhuriyetimizin, kültür ve sanatımızın, kısacası bir toplumu “ulus” yapan bütün değerlerin, siyasal İslamcı bir parti tarafından itibarsızlaştırılıp ayaklar altına alınmasının, sanki bir önemi yokmuş gibi bunlara hiç değinmeden, “Hukuk biliminin değersizleştiği ve buna yol açan şeyin de aslında ‘bizatihi hukukun değersizleşmesi’ olduğunu” söyleyip, bütün olumsuzlukların nedenini hukuka yüklemekle, büyük bir yanılgıya düşüldüğü kanısındayız. 
Çünkü hukuk, bugün değerini yitirmemiş; tam aksine yaşanan hukuksuzlara koşut olarak daha da değer kazanmıştır. Bir hukuk adamının hukukun değersizleştiğini söylemesi, onun başat amacı olan adaletin de değersizleştiği anlamına gelir ki o zaman da uğrunda mücadele edip koruyacağımız toplumsal bir değerimiz kalmayacağı için, ortaya çıkacak kargaşanın (kaosun) önüne geçilmesi de bir düş olur ancak.
Nitekim bir düşünürün de dediği gibi “Hukuku, adaleti, bir değer, bir ideal olarak kabul etmeyen bir ulus, bu felaketini hiçbir başarı ile telafi edemez.” Bu nedenle, günümüzde hukuk biliminin saygınlığını yitirdiği söylenebilir ise de siyasal iktidarın hukuk dışı söz ve uygulamaları yüzünden yokluğu günden güne daha iyi anlaşılan “hukuk”un değersizleştiği söylenemez.

Sorunların nedenleri 
Bu hazin durumun başlıca nedenlerinden biri, AKP’nin iktidara geldiği 03.11.2002 tarihinden bugüne dek geçen sancılı süreçte sinsice uygulanan emperyal bir proje kapsamında T.C. Anayasası başta olmak üzere; Türk Medeni Kanunu, Türk Borçlar Kanunu, Türk Ceza Kanunu ile bunların yöntemine ilişkin temel yasaların sil baştan değiştirilip, yaklaşık yüz yıllık bilimsel ve yargısal birikimin (külliyatın) çöpe atılması sonucu metamorfoza (başkalaşıma) uğrayan sosyal kesimlerin önemli bir bölümünün ulusal bilinç ve kimliğine yabancılaşmasıdır. 
Bir diğeri de yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, o görkemli İstiklal Savaşı sonunda kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devleti yerine; Türk ulusunu orta çağ karanlığına sürükleyecek teokratik bir devlet kurmak amacı güttüğü bilinen, gerici ve ümmetçi bir partinin çağ dışı kalmış ilkel politikalarını bilerek destekleyen; sapkınlık içindeki muhalefet partileri ile iktidara bağımlı kılınan, anayasal kurumlardaki siyaset ve hukuk adamlarının yozlaşmasıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, Sn. Gözler’in yakındığı sorunların çözümünün de hukukun değersizleşmiş olmasında değil, ancak ülkeyi yönetenlerin tarihsel süreç içinde yaptığı uygulamaların, bir “izm”e bağlı kalmadan salt hukuka uygunluk (meşruiyet) ölçütü içinde aranması gerektiğini belirtirken; ünlü anayasa ve idare Hukuku duayeni Prof. Leon DUGUİT’in konumuza ışık tutan şu sözlerini de burada anmak isteriz:

  • “Bir devlet adamı hukuka, ancak istediği için, istediği zaman ve istediği ölçüde boyun eğiyorsa, aslında hiç boyun eğmiyor demektir.”

    Asıl sorgulanması gereken de budur bence.
    =======================================
    Dostlar,

    Değerli dostumuz ve sitemizin yazarlarından (E. Alb.) Askeri Yargıç Sn. Ertan Urunga’ya bu değerli irdelemesi için teşekkür borçluyuz..
    Prof. Gözler’in söz konusu 2 makalesini web sitemizde daha önce yayımlamıştık.
    Biz de görüşlerimiz katmıştık, Sn. Urunga da kısa bir yorum yapmıştı.
    Şimdi daha kapsamlı olarak okuyoruz Sn. Urunga’yı.. Akademiden değil ama yaşamın içinden.. Onlarca yıl Türk Ulusu adına adalet dağıtan askeri yargıçlık makamından…
    Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği başkanı dostumuz sevgili Dr. Dinçe Demirken’tin Sn. Gözler’e eleştirel makalesini yine sitemizde yayınlamıştık.
    ****
    Hukuk’un en yüce idesinin “ADALET” olduğu tartışma dışı genel hatta evrensel kabuldür.
    Yargıçlar, özellikle bu bağlamda adı dillerden düşmeyen, parlak ve sarsıcı görüşleri de belleklerden silinmeyen hukuk bilimcisi Ronald Dworkin’i hep dikkate almalı bize göre..

    Dworkin, yargıcın her somut – verili durumda adaleti mutlaka gerçekleştirmek zorunda olduğu peşin kabulünü a priori olarak koyduktan sonra, görüşlerinin rahat anlaşılması ve unutulmaması bağlamında bir metafor yaratır : HERKÜL YARGIÇ!

Dolayısıyla, eldeki normatif – pozitif mevzuat metinlerinin sözleri, literal anlamları geri düzleme düşer – itilir ve eldeki somut uyuşmazlığa adil çözüm üretiminde yaratıcı çözümler aranır (a posteriori aşama) . Bu çabaların başında, mevzuat kurallarının (yazılı hukuk) adaletsizliği öngöremeyeceği kabulü a fortiori olarak zorunluluk olur. Öyleyse, pozitif hukuk normlarına can veren hukukun evrensel kabul gören temel ilke ve değerlerine (jus cogens), standartlarına başvurulacaktır. Böylelikle gerçekte “yorum” dan başka bir şey olmayan Hukuk, gerçek işlevine, ADALET sunmaya, ama yalnızca ve yalnızca ve her durumda yüksek ADALET ÜLKÜSÜNE yönlendirilmiş ya da tersine, adaletsizlik üretmekten alıkonmuş, korunmuş olacaktır!

Anımsanacağı üzere AYM (Anayasa Mahkemesi), önüne getirilen ve Anayasaya aykırılığı asla su götürmez OHAL KHK’lerini (AKP iktidarının seri olarak ve kurgu ile çıkardığı) pozitivist yaklaşımla incelemeyi reddetmiş ve ülkemiz yapısal olarak bu metinlerle köktenci biçimde değiştirilerek hukuk devleti olmaktan çıkarılmıştı. Sn. Gözler ve kendisi gibi düşünenler o sıralarda pozitivist konumlarını koruyarak Anayasanın ilgili maddesinin sözel anlamının çok açık olduğu ve ve OHAL KHK’lerinin AYM tarafndan gerek biçim gerekse içerik açısından anayasa yargısına soyut norm denetimi bağlamında konu edilemeyeceğini savlamışlardı.

Şimdi pişmandırlar… yazdıkları çığlık çığlığa özeleştiridir yarı açık – yarı kapalı..

Ne var ki, atı alan Üsküdar’a geçmiştir söz konusu Cumhuriyet düşmanı, kökü dışarıda projenin mimarı Erdoğan’ın kendi sözleriyle.
Şimdi, ağır yaralı hukuk, dolayısıyla hukuk devleti, kendi yarasını nasıl saracaktır?
Pozitivizmle mi, Dworkin’in “Herkül yargıcı” nın mucizesiyle mi, neyle, nasıl ve ne zaman?

Buna ivedi ve etkin çare bulunmalıdır.. “Hukuk tartışmalı ve başının çaresine bakmalı” ile olur mu? Üstelik egemen, ha bire “hukuk” a işkence yapmayı sürdürür, onun yaralarını dağlarken!?

Sevgi, saygı ve derin KAYGI ile. 22 Ocak 2019, Ankara

Ahmet SALTIK MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Anayasa Hukuku PhD öğrencisi
www.ahmetsaltik.net
     profsaltik@gmail.com

KEMAL GÖZLER’İN ÇIĞLIĞI! 

KEMAL GÖZLER’İN ÇIĞLIĞI! 

Konuk yazar : Ertan URUNGA
(E) Askeri Yargıç
e.urunga@yahoo.com.tr

Kendisini hukuksal pozitivist (0lgucu, kuralcı) bir bilim adamı olarak tanımlayan, kamuoyu ile paylaştığı güncel yazıları ile tanınan seçkin ve üretken bir Anayasa Hukuku bilim adamı, “Elveda Anayasa” kitabının da yazarı olan Sayın Prof. Dr. Kemal GÖZLER’in, 6 Aralık’ta (2018) kendisine ait web sitesinde (www.anayasa.gen.tr) paylaştığı bir çığlık niteliğindeki HUKUK NEREYE GİDİYOR?başlıklı yazısında özetle; Hukuk biliminin bugünkü yürekler acısı durumunu ele alıp “Ülkemizde ve derecesi farklı olmakla kimi başka ülkelerde; demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlüklerin günden güne gerilediğini” dile getirerek, bizim de öteden beri yakındığımız birtakım çarpıcı gözlemlerde bulunuyor. Sayın Gözler’in yazısında açıkladığı gözlemlerinden kimileri şunlardır:

– “Bugün hukuk, burnunun üstüne kocaman bir yumruk yedi.
– Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasa ve hukuki mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı haline dönüştü.
– Hâkimler, temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler haline geldi.
– Olan biteni açıklamak bakımından, Hukuk bilimi çaresizlik, .. Anayasa ve İdare hukukçuları derin bir ümitsizlik içindeler.
– Artık üzülerek görüyorum ki .. hukuk bilimiyle uğraşmak, havanda su dövmek veya meleklerin cinsiyetini tartışmak misali işe yaramaz bir faaliyet haline geldi.”

Bu gözlemlerinden sonra, “Başta Anayasa Hukuku olmak üzere ülkemizde hukuk biliminin değersizleşmesi sürecini yaşıyoruz. Buna yol açan şey, aslında “doğrudan hukukun değersizleşmesidir” diyerek, bizim katılmadığımız bir saptamada da bulunuyor. Daha sonra insana üzüntü veren bir umarsızlık (çaresizlik) içinde, kendisinin verecek kesin bir yanıtının bulunmadığını söyleyip, aslında bizim kendisine sormamız gereken bir dizi soru sorduktan sonra da “..genelde Hukuk bilimi, özelde Anayasa Hukuku bilimi, varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa bu soruları tartışmak ve bir cevap vermek zorundadır.” diyerek, bitiriyor.

Her ne denli bir akademisyen olmasak da, yıllardan beri Türk Ulusu adına karar vermek onuruna eren emekli bir yargıç olarak, bu yazısına bizim de söyleyeceklerimiz olacaktır elbet.

Hukukun Değeri Üzerine

Hemen belirtelim ki Sayın Gözler, seçkin bir bilim adamı olarak bugün ülkemizin üzerine çöken kasvetli havadan yakınırken; ulusal tarihimizin, Ordumuzun, Yargımızın, Eğitimimizin, Andımızın, Laik Cumhuriyetimizin, Kültür ve Sanatımızın kısacası ulusa özgü bütün değerlerimizin siyasal İslamcı AKP iktidarınca itibarsızlaştırılıp onurumuzun ayaklar altına alınmak istendiği bir ortamda, bunlara hiç değinmeden salt hukuk biliminin değersizleştiği ve buna yol açan şeyin de “doğrudan hukukun değersizleşmesi” olduğunu söyleyip yaşanan bütün sorunların nedenini Hukuk’a yüklemekle büyük bir yanılgıya düşüldüğü kanısındayız.

Çünkü Hukuk, bugün değerini yitirmemiş; tam aksine yaşanan hukuksuzlara koşut olarak daha da değer kazanmıştır. Bir hukuk adamının hukukun değersizleştiğini söylemesi, onun başat amacı olan adaletin de değersizleştiği anlamına gelir ki, o zaman da uğrunda mücadele edip koruyacağımız başkaca bir değerimiz kalmayacağı için, hukuksuzluğun bütün ülkeye yayılması sonucu ortaya çıkacak kargaşanın (kaosun) önüne geçilmesi de bir düş olur ancak.

Bu nedenle, günümüzde hukuk biliminin saygınlığını yitirdiği söylenebilir ise de, siyasal iktidarın hukuk dışı söz ve uygulamaları karşısında, yokluğu günden güne daha iyi anlaşılan Hukuk’un değersizleştiğinden söz edilemez. Bugün değersizleşen şey, dinci ve kinci olduğu kendi söylem ve uygulamaları ile anlaşılan AKP iktidarının, çağdaş Türk toplumuna dayattığı hukuka aykırı politikalarla, bunlara bilerek destek olan kimliğini yitirmiş siyaset ve hukuk adamlarının ‘devlet aklı’ ile bağdaşmayan düşünce ve fetvalarıdır.

Bugün bilimsel eleştirel düşüncenin dışlanıp dogmaların (kesin ve tartışılmaz olduğu kabul edilen düşüncelerin) devletin bütün kademelerinde egemen olmasında, iktidarın daha ilk günden başlattığı kadrolaşma hareketi ile Eğitim sisteminin dinselleştirilmesi yanında, İmam Hatiplerle Hukuk fakültelerinin AVM’ler gibi hızla çoğaltılıp yaygınlaştırılmasının büyük rolü olduğu yadsınamaz. Bunun sonucu olarak da salt Hukuk biliminin değil; bütün müspet bilim dallarında ortaya çıkan sorunların, ortak akılla çözümü olanağı kalmamış; dinsel nas ve dogmalar devletin tepelerine yükselirken, eleştirel bilimsel düşünce yere çakılmıştır.

Sorunların Temel Nedenleri

Bu üzücü durumun başlıca nedenlerinden biri, AKP’nin iktidara geldiği 03.11.2002 tarihinden bugüne dek geçen sancılı süreçte sinsice yürütülen emperyal bir proje kapsamında, T.C. Anayasası başta olmak üzere, Türk Medeni Kanunu, Türk Borçlar Kanunu, Türk Ceza Kanunu ile bunların yöntemine ilişkin temel yasaları sil baştan değiştirilip, yaklaşık yüz yıllık hukuksal ve yargısal birikimin (külliyatın) çöpe atılması sonucu metamorfoza (başkalaşıma) uğrayan halkın önemli bir kesiminin ulusal bilinç ve kimliğine yabancılaşmasıdır.

Bir başkası da yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 19.05.1919 tarihinde “Tam bağımsızlık” ülküsü ile başlattığı görkemli Kurtuluş savaşı sonunda kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti yerine; Türk ulusunu Ortaçağ karanlığına sürükleyecek teokratik bir devlet kurmak amacı güttüğü başından beri bilinen, siyasal İslamcı AKP iktidarının akıllara durgunluk veren çağ dışı kalmış ilkel politikalarına bilerek destek veren, yörüngesinden sapmış muhalefet partileri ile kimliğini yitirmiş sanat, siyaset ve hukuk adamlarıdır. 

Geçmişe Bir Bakış

Yine Sayın Gözler’in bu yazısının dışında, geçen yıl 16 Nisan 2017’de yapılan ve T.C. Devleti’nin yönetim sistemini (Rejimini) değiştiren ‘Anayasa Değişikliğine Dair Halkoylaması’ sırasında, YSK (Yüksek Seçim Kurulu)’nun, 298 sayılı yasanın açık sözüne aykırı olarak mühürsüz oyları geçerli sayması üzerine başlayan tartışmalara kendisi de önce 19.04.2017 tarihinde web sitesinde yayınladığı “Mühürsüz Oy Pusulası Tartışması” başlıklı yazısı ile katılmış ve açıkladığı haklı gerekçelerle, YSK kararının ‘geçerli bir hukuksal dayanağı olmadığı’ sonucuna varmış ve bunu o zaman biz de alkışlamıştık.

Ancak bundan sonra, 21.04.2017’de kaleme aldığı “YSK. Kararlarının Kesinliği Üzerine” başlıklı yazısı ve bu yazıya 23.04.2017 tarihinde yaptığı Eklemede; Anayasanın 79/2. maddesinde yer alan “Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz” kuralını, kendisinin de “anayasal bir norm” olarak doğru bulmadığını belirttiği halde, YSK kararlarına karşı Danıştay da dâhil başka bir mercie başvurulamayacağını ısrarla ve kesin bir anlatımla dile getirip savunmuştur. Daha sonra, CHP tarafından YSK kararının İptali ile Halkoylamasının yenilenmesi istemiyle Danıştay katında açtığı idari davanın inceleme olanağı bulunmadığı gerekçesiyle Reddine, 25.04.2017 tarihinde Danıştay 10. Dairesince bir üyenin karşıoyu ve oyçokluğuyla karar verilmesinden sonra da CHP başka bir mercie başvurmamış ve Anayasa değişikliği kabul edilmişti. edilmişti. 

Ne var ki açıklanan süreçte, sayın Gözler’in 21.04.2017 tarihli yazısında Anayasanın anılan hükmüne dayanarak ısrarla ileri sürdüğü görüşlerinin, hukuk kurallarına aykırı olduğu kanısı ile yazdığım bir yazıyı da o zaman kendi çevremle paylaşmakla birlikte, gündemin hızla değişmesi ve çeşitli uğraşlarım nedeniyle yayınlamak olanağı bulamamıştım. Şimdi o yazımı, aşağıda bu yazıya ek olarak sunarken; sayın Gözler’e de şunu sormak isterim (Antalya, 22.12.2018) :

Bugün gelinen durumda, “Hukuk Nereye Gidiyor” diye yakınmaya hakkınız var mı?
================================

KEMAL GÖZLER’İN YANILGISI ÜZERİNE… 

Sayın Prof. Dr. Kemal GÖZLER’in, hukuksal pozitivist (olgucu, kuralcı) bir bilim adamı olarak 16.04.2017 tarihinde yapılan Halkoylaması sonunda, CHP tarafından YSK’nun mühürsüz oyların geçerli sayılmasına ilişkin 16.04.2017 tarih ve 560 sayılı Kararının ‘tam kanunsuzluk‘ nedeniyle iptali ile Halk oylamasının yenilenmesi istemiyle açılan idari davanın, 25.04.2017 tarihinde Danıştay 10. Dairesince oyçokluğu ile reddedilmesinden önce kaleme aldığı;YSK Kararlarının Kesinliği Üzerine” başlıklı yazısında, Anayasanın 79/2. maddesi karşısında, “YSK Karaları aleyhine -Danıştay da dahil- başka bir mercie başvurulamaz” sonucuna vardığını ve kendisinin de ‘anayasal bir norm’ olarak doğru bulmadığını belirttiği o kuralı tam beş kez tekrarlamasından fazlasıyla saplanıp kaldığını anlayınca, yerinip üzülmedim desem yalan olur.

Bunu pozitivizm öğretisini benimsediği için mi yoksa konunun daha iyi anlaşılması için mi yaptığını bilmesek de, eski bir Askeri yargıç olarak, hukuka aykırı bulduğumuz bu görüşüne, aşağıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle katılmadığımızı belirtmek isteriz:

Hukuksal Nedenler

1- Bilindiği üzere insanın toplumsal yaşama geçtiği ilk çağlardan itibaren adil bir düzen içinde güvenle yaşayabilmesi için gereksinim duyduğu adalete ulaşabilmek için doğuştan sahip olduğu aklını ve sağduyusu ile deneyimlerini kullanarak yarattığı ve başat amacı adaleti sağlamak olan “Hukuk”un kaynağı sadece geçerli (mer’i) yasalar değil; bunun yanında yüzyılların birikimi ile oluşan gelenek ve görenekler (örf ve adetler) ile bilimsel ve yargısal içtihatlar olduğuna da her halde kuşku yoktur.

Bütün bunlardan ayrı olarak şu günlerde tamamen unutulan, ancak Türk Hukuk düzeni içinde, başta Anayasa olmak üzere; Türk Yurttaşlar Yasası ve Türk Ceza Yasası ile yargılama yöntemine ilişkin temel yasalarda anılan, tinsel ve kutsal bir değer daha vardır ki o da yargıcın vicdanıdır ki; bu bir kamu hukukçusuna yabancı gelse de, Anayasada yer alan bir kavram olduğu için gözetmek zorundayız   

“Hani, nerede yazıyor bu vicdan?” diye sorarsanız eğer; bunu da Anayasa’nın ‘Yargı’ başlığını taşıyan 138/1. maddesinde “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.” buyruğunda olduğu gibi yöntem yasalarının çeşitli maddelerinde de görürsünüz. Ancak nesnel (maddi) gerçeği arayan ceza yargılamasında,“yargıcın hukuka ve vicdani kanaatine göre karar vereceği” belirtilirken; şekli gerçeği arayan hukuk yargılamasında ise “yargıcın hakkaniyet, nefaset ve dürüstlük kurallarına göre karar vereceği” belirtilmiştir. Bu kavramların ortak özelliği de “İnsanın içinde var olan ve davranışları hakkında adil bir yargıda bulunmaya; hukuksal ve ahlaksal değerlerle kendiliğinden yargılama yapmaya iten tinsel güç” olarak tanımlanan, hukukun öznesi ve gözdesi olan “VİCDAN”dır.

Bu nedenlerle, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1/2. maddesinde yer alan; “Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa hâkim örf ve adet hukukuna göre, bu da yoksa  kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir.” genel hukuk kuralı ile yargıca yasakoyucu yetkisi de tanınmıştır.

Yine aynı yasanın 4. maddesinde takdir yetkisi tanınan yargıcın, bu yetkisini kullanırken ‘..durumun gereklerine uygun haklı sebepleri göz önünde tutarak, hukuka ve hakkaniyete göre karar vereceği’ de açıkça belirtilmiştir.

Yargıçlara ilişkin bu yasal düzenlemelerle, değişik yargı düzenlerinde (adli, idari, askeri) görev yapan yargıçların bakmakta oldukları bir davada ortaya çıkan sorunların çözümünde olabildiğince geniş yetkilerle donatılmış olmaları karşısında; eldeki kanıtlara, hukuka ve vicdani kanaatlerine göre “kanun keçisi” ya da “herkül yargıç” olmalarına gerek kalmadan, adaletin erdemi ve saygınlığını korumaları için -atama ve yükselmelerinde iktidara bağımlı olmalarından kaynaklanan ikircikli kaygılar dışında- yasal bir engelin bulunduğu söylenemez. Böylesi durumlarda, yargıçların hukuk dışı kaygılarla adaletten sapmalarının hoş görülmesi ya da görmezden gelinerek hukuk kurallarına aykırı davranması da asla kabul edilemez.

2- İç hukukumuzda yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesinin tanındığı, Osmanlı’nın Adli Kurallar Külliyatı olan Mecelle’nin 1792. maddesinde de “Hâkim; hakim, fehim, müstakim, emin, mekin ve metin olmalıdır” şeklinde nitelikleri belirtilen halk arasında da ‘Peygamber postunda oturan kişiler’ olarak anılan yargıçların; devletçe yeterli güvencelerle donatılmış olmasalar da saygın bir yeri bulunduğuna kuşku yoktur.

Yargılama faaliyetinin asli öğesi olan ve kutsal sayılan adalet dağıtma görevini üstlenen yargıçların yeri ve önemine ilişkin bu zorunlu açıklamadan sonra konumuza dönersek; öncelikle Sayın GÖZLER’in daha önce isabetle kaleme aldığı “Elveda Anayasa” kitabı ile 19.04.2017 tarihli “Mühürsüz Oy Pusulası Tartışması” başlığını taşıyan, aydınlatıcı ve büyük bir emek ürünü yazısını okuyanların da bizim gibi kıvandıklarına kuşku yoktur sanırım.

Ancak bu yazısında, YSK’nun 16.04.2017 tarih ve 560 sayılı Kararının; ayrıntılı olarak açıkladığı gerekçelerle “tam kanunsuzluk” oluğunu saptamasından sonra kaleme aldığı yukarıdaki yazısını tam da o kuşkulu kararın İptali için Danıştay’da açılan davanın Reddedilmesinden önce yayınlanması, kendisi için bir talihsizlik olmuştur.

Çünkü Anayasanın ‘Yargı’ bölümünde yer almayan ve yüksek Mahkemeler arasında da sayılmayan, kendine özgü (sui generis) bir kurul olan YSK’nın, idari nitelikte olduğu ve yasaya da mutlak aykırı bulunduğunu kendisinin de kabul ettiği o Kararına karşı, salt “Anayasanın 79/2. maddesi öyle yazıyor” diye, Danıştay da dahil başka bir merciye başvurulamayacağını kabul etmenin; hukuksal pozitivizmin bir gereği olmasından çok, işin kolayına kaçıp çaresizliğe teslim olmaktan başka bir anlamı olamaz.  Hele bir maddeye saplanarak, başka bir çözüm bulunmadığını söyleyip hukuksuzluğa boyun eğmek, adil bir yargı için çare üretmekle görevli olan bir hukuk adamına yaraşmayacağına kuşku yoktur.

3- Öte yandan, biran için anılan hüküm karşısında, YSK’nun kararının kesin olduğu ve yargı denetimine de bağlı bulunmadığı kabul edilirse eğer; bu Kurulun Anayasanın 101. maddesinde sınırlı (tahdidi) olarak sayılan geçersiz oyların, yasanın açık sözüne karşın, bütün Geçerli (mühürlü) HAYIR oylarının, ülkenin yararına olmayacağı varsayımına (faraziyesine) dayalı keyfi bir gerekçe ile Geçersiz sayılmasına karar vermesi durumunda da yargı yoluna başvurulamayacağı gerekecektir ki; bu da hukukun varsayımlara boyun eğmesi anlamına geleceği için hukuken kabul görmesi olası değildir elbet.

4-  Ayrıca, Anayasanın ‘Yargı’ bölümünde yer almadığı ve yüksek mahkemeler arasında da sayılmadığı için kendine özgü idari bir kurul olduğuna kuşku bulunmayan YSK‘nun; seçimlerin yasaya uygun, dürüst ve düzenli bir şekilde yapılması bağlamında verdiği kararlarının “idari işlem” niteliğinde olmasına karşın, idari yargı denetimine tabi bulunmadığını söylemek de şu nedenlerle hukuka mutlak aykırı bulunmaktadır:

Anayasal Nedenler

  1. a) T.C. Anayasasının 176/1. maddesi gereğince Anayasa metninden sayılan “Başlangıç” bölümünde yer alan ve başta Kuvvetler Ayrılığı ilkesi olmak üzere, egemenliği “.. millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı”şeklindeki genel kuralı,
  1. b) Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi,

    c) Yine Anayasanın 13. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulmadan, salt ilgili maddelerde sayılan nedenlere bağlı olarak ve ancak yasayla sınırlanabileceği belirtildikten sonra, “Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkelerine aykırı olamaz.” buyruğu,

    d) Keza Anayasanın 40. maddesinin ilk fıkrasında yer alan“Anayasa ile tanınmış hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, yetkili makamlara geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir” hükmü ile 2. fıkradaki “Devlet, işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükümleri,

    e) Ve nihayet Anayasanın 125/1. maddesinde belirtilen “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” kuralı, hep birlikte değerlendirildiğinde; bu kurulun idari nitelikteki kararlarının, yargı denetime tabi olduğunun kabulünde anayasal zorunluk bulunduğu yadsınamaz. Kaldı ki, yasakoyucunun bu kuralı getirirken daha önce koyduğu 79. maddedeki kuralı bildiği halde, ayrık (istinai) bir hükme yer vermemiş olması, amaçsal bir yorumla önceki kuralın sonraki genel kurala aykırı olmadığı şeklinde anlaşılmasını gerektirir.

Öte yandan, Yasama organı tarafından çıkarılan yasaların bile Güçler Ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri gereğince, Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi tutulduğu bir hukuk düzeninde, Anayasanın yorumlaması ile yetkili kılınmış tek mahkeme olan Anayasa Mahkemesi’ nin 18.02.1992 tarih ve 1992/12 E. ve 1992/7 sayılı Kararı ile YSK’nun “Mahkeme” niteliğinde olmadığının açıkça belirtilmesine karşın; ısrarla yargı organı olduğu ve bu organların kararlarına karşı hiçbir mercie başvurulamayacağının ileri sürülmesi, anayasa koyucunun amacına olduğu kadar, eşyanın doğasına da aykırı düşecektir.

5- Kaldı ki; bir an için YSK’nun da bir ‘yargı organı’ olduğu kabul edilse bile, bunun yaygın denetim ilkesi gereğince, öbür yargı yerleri gibi, idari nitelikteki kararlarının yakın zamana kadar yargı denetime tabi bulunduğuna ilişkin yargısal içtihatlara aykırı düşeceğine de kuşku yoktur. Bu içtihatlara örnek olarak da aşağıdaki yüksek Mahkeme kararlarını gösterebiliriz:

  1. a) Danıştay 5. Dairesi 17.05.1996 tarih ve 1995/4416 E.-1996/1911 K sayılı Kararı;

Yargıtay 1. Başkanlık Kurulunun idari nitelikteki kararı ile Yargıtay’daki görev yeri değiştirilen bir üyenin Ankara 1. İdare Mahkemesinde açtığı İptal davasının reddine ilişkin Hükmün temyizi üzerine, Danıştay 5. Dairesince yüksek yargı organlarının idari nitelik ve kimlikteki işlemlerinde de idari yargı denetimine tabi bulunduğu, ayrıntılı bir şekilde tartışılıp açıklandıktan sonra, yerinde görülmeyen hükmün Bozulmasına oybirliğiyle karar verilmiştir.

b) Danıştay 13. Dairesinin 02.03.2005 tarih ve 2005/579 E.- 993 K. sayılı Kararı;

03.11.2002 tarihli Milletvekili Genel seçimlerine katılan Genç Partinin Star TV’de yapılan yayınların RTÜK tarafından durdurulması ve anılan partinin YSK’na yaptığı itirazının da Reddedilmesi üzerine, bu kararın İptali için Ankara 9. İdare Mahkemesi katında açılan davada; salt RTÜK’ün yayın durdurma kararının hukuksal denetimi yapılarak davanın Reddine karar verilmesinden sonra, davacı partinin başvurduğu Danıştay 13. Dairesince, davacının iptalini istediği YSK Kararına ilişkin bir yargı denetimi yapılmadan karara varılmış olmasında hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.

c) Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Daireler Kurulunun 15.03.2001 tarih ve 2000/59 E.- 2001/48 K. sayılı Tangülü Kararı;

Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun 14.09.2000 tarihinde yaptığı üye adayı seçimi işleminin yasaya aykırı olduğu savıyla, seçilme yeterliliği olan As. Yargıçlardan biri tarafından AYİM katında açılan davada, yapılan işlemin idari nitelikte olduğu kabul edilip, idari yargı denetimine tabi tutularak İptaline karar verilmiştir. 

SONUÇ

Açıklamaya çalıştığımız bu duruma göre; YSK’nun idari nitelikteki kararlarına karşı Danıştay katında idari dava açılabilmesi konusunda, iç hukukumuzda yasal ve anayasal hiçbir engel bulunmamaktadır. Tam aksine, açılan davaların herhangi bir gerekçeyle Reddine karar verilmesi, yüksek Mahkemelerce Bozma nedeni sayılmaktadır.

Kaldı ki; bu ve bunun gibi Türk yargısı adına övülesi kararların daha birçok örneğinin bulunduğu, yakın zamana dek bütün hukukçularca bilinirken; bugün kimi hukukçuların tam aksini savunmalarının, hukukun gelişmesine nasıl bir yarar sağladığını bilemediğimizden, sayın Gözler’e şunu sormak isteriz:

  • Pozitivist bir Anayasa hukukçusu olarak, Anayasanın bir kuralına (normuna) bütün bir hukuku feda etmenizin, onun nihai amacı olan adaletin sağlanmasına bir yararı oldu mu? 

Ertan URUNGA, (E) Askeri Yargıç
e.urunga@yahoo.com.tr 

 

 

Ertan URUNGA : İTİRAZIM VAR!

İTİRAZIM VAR!

Ertan URUNGA
Emekli Askeri Yargıç
e.urunga@yahoo.com.tr 

Antalya, 05.07.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Eski çağlarda “onur mesleği” sayılan siyaset için gençlerimize “Sakın siyasete bulaşmayın” diye öğüt verirken; yüce önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün o görkemli zaferinden sonra Türk gençliğine armağan ettiği Cumhuriyetimize, bir gün siyasallaşan cehaletin (gericiliğin)  egemen olacağını hiç düşünmemiştik. Hem de dünyada en korkunç toplumsal olayın, cehaletin harekete geçmesi olduğunu ve O’nun bu konudaki uyarılarını da bildiğimiz halde…

Ancak bugün, Kurtuluş savaşında dize getirdiğimiz sömürgeci Emperyalist devletlerin yerli işbirlikçileri ile Cumhuriyet düşmanı kimi cemaat kalıntısı yobazlarla birlikte hareket ederek düzenledikleri tertip ve kumpaslarla siyasete mutlak egemen olduklarını görünce, o sıradan öğüdümüzün ne büyük bir yanılgı olduğunu anladık ama, atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra…

Dinselleştirilen Ülke

Ne yazık ki bugün okuldan camiye, camiden kışlaya, kışladan yargı organlarına kadar; siyasetin girmediği bir alan, girip de çürütmediği ulusal bir değerimiz kalmamış, adeta bütün bir ülke laik ve demokratik yörüngesinden saptırılarak, adım adım dinselleştirilmiştir artık. (AS : Bize göre “dincileştirilen“)

En kötüsü de bunların, bir ülke için ne büyük bir yıkım olduğunu hala anlamayan ya da anlamak istemeyen milyonlarca insan ortalıkta dolaşırken; gerçekleri anlatacak ve hatta bununla yetinmeyip toplumu örgütleyerek direnecek kararlı ve etkin bir muhalefetin halen olmayışıdır.

Her ne denli 24 Haziran (2018) seçiminde, Cumhurbaşkanlığı yarışına katılan anamuhalefet partisi adayı Sayın Muharrem İNCE’nin; ekranlara sığmayan, rakiplerini bile kıskandıran, tek başına yaptığı o övülesi mücadelesiyle yurtsever aydın insanların yüreklerine serptiği bir avuç umut, susuzluktan solan kır çiçeklerinin suya kavuşması gibi milleti coşturmuştur, ama yetmemiştir. Çünkü;

  • OHAL koşullarında yapılan; eşit, adil ve demokratik olmayan bu Baskın Seçimin,
    bir Seçim Darbesine dönüştürüleceği daha başından belliydi ve öyle de oldu zaten!   

Seçim Darbesi

24 Haziran baskın seçimlerinde yarışa katılan partilerin aldığı sonuçların değerlendirmesini siyaset ehline bırakıp, o gece yaşanan hukuka aykırı durumlara da kısaca değinmek isteriz:

1-  298 sayılı ‘Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un “Yayın Yasağı” başlığını taşıyan 80. maddesinde, “Seçim günü saat 18’e kadar radyolar ve her türlü yayın organları tarafından seçim ve seçim sonuçlarıyla ilgili haber, tahmin ve yorum yapılması yasaktır.” denilmiştir. Ancak ayni maddenin 2. fıkrasında ise aynen “Saat 18 ile 21 arası ancak radyolarda Yüksek Seçim Kurulu tarafından seçim ile ilgili olarak verilecek haber ve tebliğler yayınlanabilir.” hükmüne karşın; bu kurallara aykırı olarak, saat 18.30’dan başlayarak bütün yandaş radyo ve TV’lerin, Anadolu Ajansı sistemi üzerinden aktarılan açılan sandık  (AS: dikkat, “sayılan” sandık değil!) sonuçlarını iktidar partisinin önde olduğu bölgelerden başlayarak yayınladıkları görülmüştür.

2- YSK tarafından seçim öncesi yapılan açıklamada, 59.367.469 kayıtlı seçmenin 180.896 sandıkta oy kullanacağı belirtilirken; seçim sonrasında seçmenlerin 188.008 sandıkta oy kullandığının açıklandığı ve seçmen sayısında bir artış da olmadığına göre, 7112 adet farkın nereden kaynaklandığı, bu sandıkların hangi bölgelere gönderildiği, sandıkların döküm ve sayım sonucunun ne olduğu bugüne dek açıklanmadığı gibi YSK’dan soran da olmamıştır. (AS: Her sandıkta ortalama 400 oy kullanılmış olsa, 400 x 7112 = 2 844 800 oy yapar ki, bu rakam Erdoğan’ın oylarından düşülürse %50’nin altına iner ve CB seçimi 2. tura kalırdı! Erdoğan, seçimi 1 296 513 oy farkıyla kazandı. Sayım sonucu 50 068 627 oy geçerli sayıldı. Adayın seçilebilmesi için %50+1 oy alması, geçerli oylardan 25 034 031 oy elde etmesi gerekiyordu. Erdoğan, 26 330 823 oy almakla, seçilme barajını 1 396 513 oyla aşmış oldu. Sonrası??)

Bu durum, eklenen sandıkların iktidar partisine verilen oy pusulaları ile doldurulmuş olduğu,  bu kez hilenin oy eklenerek yapıldığı kuşku ve söylentilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

3- Özellikle Güneydoğu İllerinde alışageldiğimiz ve Medya’ya yansıyan çeşitli tertip ve hileler yapıldığı konusundaki savların bu seçimlerde de gündeme gelmesine;  kimi ilçelerde sandık yerlerinin değiştirilerek uzak bölgelere taşınması yüzünden onbinlerce yurttaşın oylarını kullanmakta zorluk çekmesine;  kimi şehir eşkiyalarının da  bazı kentlerde silahla havaya ateş ederek seçim güvenliğini bozmasına ve bunların AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) Raporu’na bile yansımasına karşın; anılan olaylara ilişkin gelişmeler hakkında kamuoyuna bir açıklama yapılmamıştır.

Oysa,  Anayasanın 79/2. maddesi uyarınca seçimlerin düzen ve güven içinde yürütülmesini sağlamakla görevli YSK başta olmak üzere, ilgili il / ilçe Seçim Kurulları ile seçimlerden önce yurttaşların oylarına mutlak sahip çıkılacağı ve gerekli önlemlerin alınacağı muhalefet partilerince de söylenmişken; bırakınız önlem alınmasını bir yana, seçmenlere yardımcı olacak bir yetkili bile bulunmamış, sonuçta seçmenler yine sahipsiz bırakılmıştır.

Tarihe Not Düşmek 

Ülkemizin yazgısını değiştirecek ölçüde önemli bir seçimde yaşanan bütün bu eylemsel ve hukuksal garabetlerden, her şeyden önce “Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum” diye üç maymunları oynayan AKP iktidarı sorumlu olduğu kadar, ülkemizi yangın yerine çeviren bu iktidara karşı muhalefet yapmak yerine birbirlerine muhalefet ederek, üyelerine son 16 yılda yapılan tüm seçimleri yitirmenin utancını yaşatan muhalefet partileri de sorumludur elbet.

Görünen o ki; bütün bunlar değişmeden, kumpasçı iktidara karşı bundan sonra yapılacak seçimleri de yitireceği anlaşılan çağdaş Türk toplumu; silkinip de ayağa kalkmadıkça, kötü yazgısının sürmesine kendi istenciyle razı olmuş, boyun eğmiş demektir. Oysa bizim böyle bir rıza ve istencimiz olmadığı gibi, uluslararası toplantılarda bile  “adil ve demokratik seçim yaptık” diye, yalanlarla bütün alemi aldatmaya kalkıyorlar hala. Peki biz daha ne duruyoruz?*

İşte, benim asıl itirazım da bunadır.

  • Ahmak yerine konulurken bile, sessiz kalmamıza yani!

(*) Bu çağrımıza kulak veren olmasa da, tarihe not düşmek için yazıyoruz duvarına…
Tarih de bizi ahmak sanmasın diye!
=======================================

Evet dostlar,

Değerli aydınımız, hukuk insanı E. Askeri Yargıç Ertan Urunga’nın yazısı yukarıda. Yoğunluğumuz nedeniyle birkaç gün önce ayrımsayamadığımız için bağış dileriz. Sn. Urunga bereket, büyük bir olgunluk, nezaket ile arayıp anımsattı.. (Metin içinde kısa 1-2 notumuz için de hoşgörü lütfen..)

Bu kumpasta payı olanlar elbette zamana oynuyor şimdilerde.
Gündem ellerinde oyuncak..

Zaten bu gün, Erdoğan adeta tahta çıktı..

TBMM’ye geliş, ordan Anıtkabire geçiş.. akşam Saray’daki binlerce katılımlı ve ölçüsüz şaaşaalı tören ve yabancı konuklar şişinmesi, üstüne üstlük 101 parça top atışı ve Erdoğan’ın kendisini “Yeni sistemin 1. Cumhurbaşkanı” ilan etmek için özel çabası… YSK tutanağını değiştirtmeye varana dek..

Türkiye’de Siyasal İslam, Batı desteğinde, içerideki işbirlikçiler ve seçim oyunlarıyla, cebren ve hile ile iktidar olmuştur.. Anıtkabir ziyareti algı operasyonunda minik bir ayrıntıdır.. Yemin de!

Küresel sistem, Türkiye’yi “tek elden” yönetmek istemektedir ve gereği yapılmıştır.
Artık Sn. Urunga’nın seçimdeki kimi “ayrıntılara” (!) takılması abesle iştigaldir (!).

Türkiye, 1876 gerisine savrulmuştur. Erdoğan’ın yetkileri 2. Abdülhamit’te bile yoktu ve günümüz dünyasında da birkaç çağdışı rejim dışında yoktur..

Sorun budur ve bu çarpıcı gerçekle yüzleşmek zorunludur.

Ne var ki bu deli gömleği Türkiye’ye 1-2 değil birkaç numara dar gelir..

Yürütemezsiniz efendiler, dayatamazsınız..

Her ne denli küresel dinamikler “şimdilik” bu tasarımı yaşama geçirebilmişlerse de,  mizansen zamanın ruhuna uygun değildir.

  • Anadolu insanı artık tebaa – kul ve “padişahım çok yaşa” deme aşamalarını çooook gerilerde bırakmıştır.
  • Bu topraklarda demokratik – laik- özgürlükçü – bilimsel akılcı – adil…. bir düzenin yaşam kültürü mayası kökleşmiştir, insanımız artık “sürü” değil, başı dik özgür, Cumhuriyet yurttaşıdır.
  • Yaşananlar politik – tarihsel, özgün bir anomalidir, dolayısıyla konjonktüreldir ve aşılacaktır.
  • Dünya, temsili demokrasiyi bile geride bırakıp teknolojinin de katkısıyla doğrudan demokrasiye koşarken, Anadolu’da tam da tersini sahnelemenin nasıl bir rasyoneli ve kaldıracı olabilir ki??

Göreceksiniz, göreceğiz, görecekler..

Uğruna savaşıma (mücadeleye) devam; son sözü elbette hep ve her zaman direnenler söyler.

Taa 12.12.2026’da yazmıştık, okumak için üstünde tıklayınız :

Erdoğan’ın 3. Abdülhamitleşmesine “ne yazık ki” (!) zamanın ruhu elvermiyor..

Sevgi, saygı ve kararlılık ile. 09 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com