Etiket arşivi: 15 Temmuz 2016 darbe girişimi

Cesareti örgütlemek

SİYASET 22.01.2023, BİRGÜN

Siyasal İslamcı AKP’nin ülkeye nasıl el koyduğunu anlamak için, seçmen davranışlarını belirleyen temel etkenin değişimine de bakmakta büyük yarar var. Bu ülkede ABD ve NATO desteği ve yönlendirmesiyle son 70 yıldır izlenen dinselleştirme siyaseti; Cumhuriyetin modern, aydınlanmacı ve ilerici değerlerinin adım adım tasfiye edilmesi, insanların sınıfsal konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Yani insanlar, sosyal/ sınıfsal konumlarından hareketle ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla oy kullanır duruma getirildi. İnsanların sosyo-ekonomik konumlarıyla seçmen davranışları arasında negatif bir ilişki oluştu.

  • Sırf alnı secde görüyor diye kendi cellatlarına oy veren bir seçmen kitlesi oluşturuldu.

Siyasal tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu. Sonuçta yoksullar, kendilerini ezen efendilerinin arkasından gitmeye başladı. Giderek toplumsallaşan gönüllü bir kulluk yaratıldı. Aklı ve vicdanı özgürleşmemiş veya teslim alınmış kölelerin önüne sandık konulunca, onlar da kaçınılmaz olarak efendilerini seçti. Anımsayalım; AKP iktidara geldikten sonra seçim kampanyalarını genel olarak ekonomik-sınıfsal istemler çevresinde değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik talepler zemininde yürüttü.

YOKSULLUK ve KUTSAL DAVA

İçinden geçtiğimiz büyük ekonomik krize, yoksullaşmanın derinleşmesine, insan onurunu ayaklar altına alan sefalete karşın Erdoğan-AKP iktidarının oy oranı yaklaşık olarak %30 düzeyini koruyor. Bu durum gerçekten büyük bir şaşkınlık yaratıyor. Oysa nedeni basit, iktidarları her zaman tencere-mutfak metaforuyla ifade edilen yoksulluk, ekonomik krizler, yaşam pahalılığı vb. gibi gelişmeler değiştirmiyor. Bazen süreç tersine işler ve daha baskıcı ve faşizan yönetimlerle sonuçlanır. Çünkü, toplumlar krizlere ilerici ve devrimci çözümler üretemez ise, siyasal mücadeleler daha koyu bir gericilikle sonuçlanabilir.

Son 20 yıldır Türkiye’de de siyasal ve toplumsal süreçler böyle işledi. Çünkü, ortada esas olarak bir rejim tartışması vardı ve siyasete rejimi değiştirme iddiasıyla giren AKP, seçim kampanyasını da din, kutsal dava, milletin değerleri gibi temalar çevresinde yürüttü. Bunun karşısında liberalizmin etkisi altındaki sol ve ilerici güçler ise, ideolojik bir dağınıklık içinde ve bir yenilgi psikolojisiyle yer aldı. Daha çok ekonomik ve sendikal taleplerle sınırlandırılmış bir mücadele çizgisi izledi.

Daha önemlisi, solun bir kesimi, saldırılarını laiklik, cumhuriyet ve aydınlanmanın kazanımları gibi ideolojik ve kültürel alanda geliştiren İslamcı hareketin karşısına değil, yanında yer almak gibi büyük bir siyasi ahmaklık içine düştü. Liberal entelijensiya, bütün muhalefet alanını ve ilerici değerleri çürüttü. Cumhuriyetçileri ve solu pasifize etti.

Sonuç olarak, bugün kurtulmaya çalıştığımız dinci-faşizan cehennemin yollarını döşendi.

CESARETİ TOPLUMSALLAŞTIRMAK

Muhalefet ve sol, mücadelenin ideolojik ve kültürel bir alanda geliştiğini yeterince göremedi. Dolayısıyla, “fakirlik edebiyatı” üzerinden geliştirilen ve ekonomik talepler ekseninde seçim kampanyaları yürüttü. Ne cumhuriyet ne de laiklik etkin bir biçimde savunuldu. Toplumun AKP’ye oy vermeyen % 50’yi aşkın kesiminin aydınlanma değerleri çevresinde birleştirilmesi için etkili hiçbir girişimde bulunulmadı. İdeolojik ve kültürel mücadele alanı boşaltıldı. Toplum kendiliğinden direndi.

Buna karşılık AKP, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin yarattığı kaos (karmaşa) ortamından da yararlanarak toplumu dönüştürme ve sokağı terörize etme siyasetini yükselterek sürdürdü. İktidar olanaklarını kullanarak örgütlediği yasadışı çeteler ve SADAT gibi milis örgütlenmeleri aracılığıyla muhalif toplum kesimlerini tehdit etmeye başladı. Bu tehdit karşısında sürekli geri çekilen, pasifist bir tutum takınan muhalefet anlayışı, topluma güven veremezdi. Bu tutumun bir özgüven yıkımına yol açması kaçınılmazdı. Nitekim, öyle de oldu!

AKP’nin toplumda yarattığı korku ve umutsuzluk iklimi, muhalefet güçlerinin bu siyasal atmosferi değiştirme konusundaki beceriksizliği ve –hadi korkaklık demeyelim– tereddütleriyle (çekinceleriyle) birleşince, gerici hareketin kendisini olduğundan daha güçlü gösterdiği bir tablo oluştu. Ülkede, eğer Mahir Çayan’ın geliştirdiği özgün kavramla ifade edersek, bir tür “suni denge” ortamı oluştu. Korku ve kötülük giderek yayıldı, örgütlendi ve toplumsallaştı.

Çetelerin kol gezdiği, düzenin mafyalaştığı, yasaların askıya alındığı, kuralsızlığın hüküm sürdüğü, adalete inancın kalmadığı bir ülke ortaya çıktı. Liberallerin paha biçilmez desteğiyle (!)  gelişen bir umut krizi, yenilmişlik duygusu ve korku atmosferi bütün toplumu içine aldı. Eski çürüyor, ama yeni olan doğamıyordu. Dönem canavarların zamanıydı.

UMUT KRİZİNİ AŞMAK

İşte bu dönemin artık sonuna gelindi. Cumhuriyeti imha eden İslamcı hareket, yerine yeni bir rejim ve düzen kuramadı. Buna görgüsü, bilgisi, birikimi, insan kaynakları, geleneği, ideolojik donanımı, müktesabatı (birikimi) yetmedi. AKP’yi iktidara getiren bütün iç ve dış dinamikler değişti.

Tabloyu kabaca şöyle özetleyebiliriz :

Yalnızca geniş halk kesimleri, emekçiler, sol ve cumhuriyetçiler için değil, hemen her kesimde “bu kadar yeter” duygusu yerleşmeye başladı. Büyük sermaye ve Batılı güç merkezleri için de durum pek farklı değil. Belli ki, Batı ve sermaye bütün kirli işlerini gördürdüğü ve artık işine yaramayan, dahası kendileri için bir istikrarsızlık kaynağı oluşturan İslamcı iktidar ile daha çok gitmek istemiyor. Ancak, sermayenin ve Batı’nın iktidara taşıdığı İslamcılar da ele geçirdikleri gücü bırakmak niyetinde değil. Çünkü, rejim değişikliğini tamamlamak ve geleceklerini güvencelemek istiyorlar. Bugün yaşanan şiddetli siyasal gerilimin temelinde bu durum yatıyor.

İslamcı hareket, düşük yoğunluklu da olsa bir dinci-faşist ya da faşizan rejimin kuruluş sürecini tamamlamak istiyor. Bu amaçla iktidarı yitirmemek için her şeyi yapacağı anlaşılıyor. Bu bağlamda, 2023 seçimleri ülkenin yazgısının yeniden belirleneceği kritik bir eşik özelliği kazanıyor.

Sonuç olarak                    :

  • Seçimlere doğru giderken yapılması gereken şey;
  • Topluma güven vermek ve AKP iktidarının yıkılabileceğini göstermektir.
  • Umut krizini aşmaktır.

Bu amaçla, “ideolojik saflığı” korumak gibi bir kaygıyla hareket etmek yerine, dönemin maddesine ve ruhuna uygun bir mücadele çizgisi geliştirmektir.

İyiliği ve cesareti örgütleyip toplumsallaştırmaktır.

Yakın ve vahim (ürkünç) tehlikeyi yenilgiye uğratacak bir siyasal taktik izlemektir.

Küçük hesapları bir yana bırakarak, İslamcı-faşist cephenin karşısına, “tek aday” diye kodlanan ve yaşam içinde geliştirilecek bir “halk ittifakı” ile çıkmayı başarmaktır.

ULUSAL TARİHİMİZ ONURUMUZDUR!

ULUSAL TARİHİMİZ ONURUMUZDUR!

Ertan URUNGA
(E) Askeri Yargıç, e.urunga@yahoo.com.tr

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Hep biliyoruz ki; Türk ulusunun yakın tarihi, başımızı göğe erdiren ve her yıl kıvanç ve coşku ile anıp kutladığımız büyük utkularla doludur ve bütün bunlar da ulusal onurumuzdur.

Ne var ki; geçmişte ülkemizi istila eden emperyalist devletlere karşı başlattığı görkemli bir Kurtuluş savaşı sonunda, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ile silah arkadaşlarının ve hatta dünyanın imrenerek izlediği devrimlerinin, tarih bilincinden yoksun kimi şer odaklarınca –ihanete varan iftira ve yalanlarla– küçük düşürülerek, değersizleştirilmek istendiği hemen her gün üzüntü ve esefle izlenmektedir. 

Bu durum karşısında, tarihsel gerçekleri kişisel çıkarları için çarpıtmaya kalkışanların yalanlarını hiç bıkıp usanmadan dile getirerek, toplumu doğru bilgilendirmenin de Türk aydınlarının başat görevi olduğuna kuşku yoktur. 

Sayın (E) Alb. Osman ARAS da 21.10.2019’da Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın web sitesinde  yayınlanan “19 EKİM 1922’den GÜNÜMÜZE” başlıklı özlü yazısında kendisine düşeni yapmış ve dönemin en büyük emperyalist devleti İngiltere’nin tarihi kadar ulusal tarihimiz açısından da önem taşıyan gerçekleri kısaca dile getirmiştir. (http://ahmetsaltik.net/2019/10/21/19-ekim-1922den-gunumuze/)

Tarihten Bir Kesit

Biz de sözü daha çok uzatmadan, Sayın ARAS’ın 19.10.1922 tarihinde İngiliz Parlamentosunda yaşanan olayları anlatan bu yazısının, tarihi çarpıtmaya çalışan aymazlara ibret olması dileğiyle, aşağıda aynen, 1 kez daha paylaşmakta yarar görüyoruz:
*****

19 EKİM 1922’den GÜNÜMÜZE 

19 Ekim 1922: “AZILI TÜRK DÜŞMANI” İNGİLİZ BAŞBAKANI LLOYD GEORGE, TBMM ORDULARININ BAŞKOMUTANI GAZİ MAREŞAL MUSTAFA KEMAL PAŞA’yı “DÂHİ” OLARAK TANIMLAYIP, GÖREVİNDEN İSTİFA ETTİ….

1. Dünya Paylaşım Savaşı yenilgisinin ardından parçalanan Osmanlı devletinin toprakları üzerindeki “emperyal emellerini” gerçekleştirmek için; Yunan işgaline her türlü desteği sağlayan (Büyük Britanya Birleşik Krallığının) İngiliz Başbakanı Lloyd George’un siyasal kariyeri, Yunan Ordusu’nun 30 Ağustos 1922 günü Dumlupınar’daki “Başkomutan Meydan Muharebesinde” bozguna uğraması üzerine, hüsrana uğrayarak 19 Ekim 1922’de görevinden istifası ile sona ermiştir.

İngiltere Başbakanı Lloyd George (1863-1945) istifa gerekçesini şu sözlerle açıklamıştır:

  • Arkadaşlar, Yüz yıllar nâdiren dâhi yetiştirir…Şu talihsizliğimize bakın ki; O büyük dâhi, çağımızda Türk Ulusu’na nasip oldu ve bizim karşımıza çıktı… Mustafa Kemâl’in dehâsına karşı elimden ne gelebilirdi ?”
    (KAYNAKÇALI ATATÜRK GÜNLÜĞÜ, Prof. Dr. Utkan Kocatürk, 1988-İŞ Bnk. yay. no 294)

DÜŞMANLARININ BİLE TAKDİRİNİ / HAYRANLIĞINI KAZANAN GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN; DÜŞMAN İŞGALİNDEN KURTARDIĞI AZİZ VATANIMIZDA YAŞADIĞI HALDE… HİÇ SIKILIP / UTANMAKSIZIN… O’NA DİL UZATABİLEN (GAFLET – DALALET – İHANETİ) MİLLETÇE TEL’İN EDİYORUZ !.. 

Ebedî Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü her zaman rahmetle, hürmetle, minnetle anıyoruz… MEKÂNI CENNET OLSUN”
*****
Değerli dostlar,

Sevgili Atamızın “En Büyük Eserim” dediği bizlere armağan ve kutsal emanet Cumhuriyetimizin 96. Yıldönümünü kutladığımız geçtiğimiz hafta;

O’nu salt bedensel olarak sonsuzluğa uğurladığımız ama gönlümüze ve bilincimize kazıdığımız Büyük Atatürk’ü 81 yıl sonra bir 10 Kasım günü (2019) bir kez daha anarkan;

Şu sıkıntılı günlerde olduğu gibi tarihte iz bırakan öbür önemli günlerimizi de coşku ile kutlayarak ulusal tarihimize her koşulda sahip çıkmak; bir yurttaşlık görevi olduğu kadar, ulu önderimiz ATATÜRK başta olmak üzere ulusal kahramanlarımıza, aziz şehit ve gazilerimize karşı savsaklanmaması gereken bir vefa borcu ve onurumuz olduğu da asla unutulmamalıdır.

Yüce Türk ulusuna da bu yakışır elbet.

Birbirine geçen Cumhuriyet ve Atatürk’ü anma haftalarında görkemli Cumhuriyetimizi ve  Bayramımızı kutlarken; Cumhuriyetimizin kurtarıcı ve kurucusu, insanlık tarihinin seçkin önderi – devlet adamı, ilk Cumhurbaşkanımız Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüze sonsuz şükranımızı sunuyoruz!

Gerçekte O’nun gereksindiği tek şeyin;

  • Türkiye Cumuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarak başı dik, onurlu, tam bağımsız saygın bir devlet olarak sonsuza dek yaşaması – yaşatılmasıdır.. 

Bu haklı – meşru beklenti, Türk Ulusu’nun boynunun sorumluluğu, vefa – namus borcudur.
========================
Dostlar,

Türk Ordusu’nun 2 saygın emekli Albayı, görece ilerlemiş yaşlarında, Türkiye Cumhuriyeti devletimize sahip çıkmayı sürdürüyorlar.. Ne onurlu bir görev ve davranış, ne engin bir sorumluluk bilinci.. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin Ordusu, “bir zamanlar” böylesine yurtsever ve çok nitelikli bir eğitim – öğretim vermekte ve değerler kazandırmakta idi Mustafa Kemal’in “Zabitan” ına.. (Kemalizm’den ayrılan 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerini ayrık tutuyoruz..)

Günümüzde, 15 Temmuz 2016 “darbe girişimi” ni fırsata dönüştürerek TSK’yı paramparça eden AKP = Erdoğan iktidarı, doğması kaçınılmaz ağır olumsuz sonuçlardan kesinlikle sorumludur.

Majestelerinin orduları” na dönüştürülen ulusal ordular, tarih boyunca hem o totaliter rejim özlemcilerine hem de o halka – ülkeye çok ağır bedellere mal olmuştur. Dolayısıyla, daha çok gecikilmeden, TSK’nın akıl ve bilim dışı, kabul edilemez ve stratejik olarak çok tehlikeli şimdiki çok parçalı – parçalanmış yapısına son verilmeli ve askeri ve bilimsel olarak zorunlu olan emir – komuta zinciri ve ayrılmaz parçalarıyla (eğitim – sağlık kurumları..) bütüncül (integral, holistik) yapısı yeniden sağlanmalıdır.

Cumhuriyet’i dönüştürme çabası içindeki AKP iktidarı, en büyük engel olarak gördüğü Cumhuriyetin Kemalist ordusunu tasfiye ederken, yersiz ve us dışı (irrasyonel) rövanşist dürtülerle gözünü karartmıştır. Ancak, hiç unutulmasın ki, Mustafa Kemal ATATÜRK, en büyük yapıtı Cumhuriyeti her yaştan TÜRK GENÇLİĞİNE emanet etmiştir, salt Ordu’ya değil..

Bu gün, 10 Kasım 2019 günü Anıtkabir ziyaretçilerinin tüm zamanların sayısal rekorunu kırdığını sanıyoruz. Oradaydık, coşkunun görkemli boyutlarına nicel ve nitel olarak saatlerce tanık olduk. Gönendik, göğsümüz kabardı ve geleceğe inancımız, güvenimiz, umudumuz çook çok pekişti. AKP = Erdoğan, tarihin tekerini geriye çeviremeyecektir.

  • AKP Genel Başkanı, partili CB Erdoğan, önceki gün Ankara İlahiyat Fakültesi’nde konuşurken “dindar nesil yetiştireceklerini” yinelemiştir. Bu sözler suçtur ve doğrudan, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeleri (başta İHEB ve AİHS) ile Anayasanın ilgili maddelerini ihlal etmektedir (2, 24, 42 ve 90. maddeleri özellikle..) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca not edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Türkiye Cumhuriyetinde hiç kimse, kimseyi kendince “dindar” yetiştirmeye ehil ve yetkili değildir! Laik – hukuk devleti, bu tasarıma açık engeldir!

T.C. Devleti, Devrimlerin uyanık bekçisi Türk Ulusu ile, günümüzde yaşanan uğursuz ayracı (parantezi) da kapatarak çağdaş uygarlık yolunda emin adımlarla ilerlemesini sürdürecektir.

  • Esasen laik-demokratik Cumhuriyet rejimi, 29 Ekim 1923’ten bu yana “olmuş – bitmiş” bir olgudur. 31 Ekim / 1 Kasım 1922 gecesi Saltanatın kaldırılmasına ayak direyenlere Mustafa Kemal Paşa’nın tarihsel uyarısı belleklere kazınmıştır. Dolayısıyla, hele aradan neredeyse koca bir yüzyıl geçmişken, Cumhuriyet karşıtı gerici – şeriat özlemcilerinin boş hülyalarla hem kendilerini hem Ulusu – Ülkeyi meşgul etmekten artık vazgeçmeleri kendilerinin de hayrınadır.

Sevgi ve saygı ile. 10 Kasım 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

‘Barış’a özgürlük!

‘Barış’a özgürlük!

Barış akademisyenleri kararı AYM’yi böldü. Oylama sonucu 8’e 8 çıkınca Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın oyuyla çoğunluk sağlandı.

[Haber görseli]AYM Başkanı Zühtü Arslan

Anayasa Mahkemesi (AYM), Güneydoğu’daki hendek çatışmaları sırasında “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladıkları için “silahlı terör örgütü propagandası yapmak” suçundan cezalandırılan 10 akademisyenin ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verdi. Yüksek Mahkeme, yeniden yargılama yapılmasına hükmetti ve akademisyenlere 9’ar bin TL tazminat ödenmesini kararlaştırıldı. Bu kararla kesin hüküm giyenlerin cezası kaldırılacak. AYM Genel Kurul üyelerinin 8’e 8 bölünmesi ve Başkan Zühtü Arslan’ın eşitliği bozan oyuyla alınan karar, yargılaması halen süren 784 akademisyenin davası için emsal nitelik taşıyor.

İfade özgürlüğü…
AYM, Türkiye’de ifade özgürlüğü açısından önemli bir karar verdi. “Barış için Akademisyenler İnisiyatifi” Sur, Cizre ve Silopi başta olmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki sokağa çıkma yasakları ve hendek operasyonlarının gerçekleştiği sırada 10 Ocak 2016’da “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bir bildiri yayımlamıştı. 1128 öğretim üyesinin imzaladığı bildiriye, daha sonra yeni imzalar eklendi, bu süreçte imza sayısı 2218’e çıktı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan imzacı akademisyenlere tepki gösterirken “Gitsinler hendek kazsınlar veya dağa çıksınlar” dedi. Bu açıklamalardan sonra akademisyenler hakkında savcılıklar tarafından “Terör örgütü propagandası yapmak” suçundan soruşturma başlatıldı ve birçoğu gözaltına alındı, tutuklananlar oldu.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL sürecinde çıkarılan kararnamelerle bildiriyi imzalayan 404 akademisyen, üniversitelerdeki görevlerinden ihraç edildi. Savcılıklar, bu kapsamda 784 akademisyen hakkında dava açtı. Yargılanan akademisyenlerden 191’i hapis cezasına çarptırıldı. Büyük bölümünün cezası ertelenirken 35 kişinin mahkûmiyet kararı ertelenmedi.

Yoğun tartışma…
İmzacılardan Prof. Dr. Füsun Üstel, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza Dairesi tarafından onanan 1 yıl 3 aylık hapis cezasının infazı için Eskişehir Kadın Kapalı Cezaevi’ne gelerek hapse girdi. Üstel, 2.5 ay sonra AYM toplantısına kısa süre kala tahliye edildi. Bu süreçte cezası onanan 10 akademisyen, AYM’ye bireysel başvuruda bulundu. Başvuruda, bildiriye imza attıkları gerekçesiyle cezalandırılmalarının ifade özgürlüğünün ihlali olduğu vurgulandı.
AYM Genel Kurulu, birleştirdiği 10 başvuruyu dün gündemine aldı. Sabah başlayan müzakereler akşama dek sürdü. Toplantıda yoğun tartışmalar yaşandığı öğrenildi. Müzakereler sonucunda oylamaya geçildi. 8 üye ihlal yönünde oy kullanırken, 8 üye ise ihlal yok dedi. Yasaya göre eşitlik durumunda başkanın oyu 2 sayılıyor. AYM Başkanı Zühtü Arslan, ihlal yönünde oy kullandığı için oylama sonucu 8 oya karşılık 9 oyla ihlal kararı yönünde oldu.

İhlal yok diyenler Erdoğan’ın atadıkları
Hak ihlali olduğuna karar veren üyeler; Başkan Zühtü Arslan, Başkan vekilleri Engin Yıldırım, Hasan Tahsin Gökcan, üyeler Hicabi Dursun, Celal Mümtaz Akıncı, Muhammed Emin Kuz, Yusuf Şevki Hakyemez, Recep Kömürcü iken; ihlal olmadığını düşünen ve çoğunluğunu AKP’li CB Erdoğan’ın atadığı üyeler ise Rıdvan Güleç, Selahattin Menteş, Yıldız Seferinoğlu, Recai Akyel, Kadir Özkaya, Muammer Topal, Serdar Özgüldür, Burhan Üstün oldu.

‘İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ HÂLÂ TEHLİKEDE’

İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaman Akdeniz AYM’nin verdiği kararı şöyle değerlendirdi: “BAK Bildirgesi’ni imzalamanın cezalandırılması gibi ifade özgürlüğünün çok açık ihlali olan bir başvuruda bile ihlal kararının ne kadar zor çıktığını gördük. Anayasa Mahkemesindeki kutuplaşma siyasi nitelikli tüm başvuruları etkileyecektir. Yeniden yargılama kararına da Mehmet Altan ve Şahin Alpay kararlarında olduğu gibi direnen ve tekrardan ceza kararı veren ağır ceza mahkemeleri ile karşılaşabiliriz. İfade ve basın özgürlüğü halen tehlike altındadır. Bu karar da bu tehlikeden bizi uzaklaştırmaz.”

‘EŞİT OY, GELECEK İÇİN KAYGI VERİCİ’

İhlal kararı verilen akademisyenlerin avukatlarından Aslı Kazan, “Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğünün ihlal edildiğini saptayan bu kararı geç gelen ama sevindirici bir gelişmedir.” dedi. Ancak AYM’nin bu kararı eşit oy (8/8) ile vermesinin de bir o denli üzücü ve gelecek için kaygılanmalarına yol açtığını belirten Kazan, “Bu durum da ne yazık ki, AYM üyelerinin bir bölümünün hukuk standartlarından çok, kendilerini atayan otoriteye bağlılığını gösteriyor. Sonuç olarak bu karar sonrası akademisyenlere açılan davaların ve soruşturmaların düşürülmesi gerekiyor. Ve de akademisyenlerin yerinin adliye olmadığı anlaşıldığına göre, bir an önce ait oldukları yere üniversiteye dönmeleri sağlanmalıdır.” diye konuştu.

CHP’Lİ ÖZEL: HAKLAR İADE EDİLMELİ

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, AYM’nin akademisyenlere ilişkin verdiği hak ihlali kararının ardından, “Akademisyenlerin ellerinden alınan akademik görevleri, pasaportları ve bütün hakları iade edilmeli, süreç içindeki zararları tazmin edilmelidir. Yapılanlardan dolayı amasız, fakatsız bir özür bekliyoruz.” açıklamasını yaptı. AYM’nin bu kararıyla, olağanüstü halin en tartışmalı kararını mahkum ettiğini ifade eden Özel, “FETÖ’nün bağnaz, dogmacı, aklı ve bilimi dışlayan yapısına karşı akademide mücadele eden FETÖ’nün rakiplerini, sadece kendisine muhalif oldukları için hedef seçenler, 12 Eylül ve 16 Nisan antidemokratik anayasalarına karşın ve Anayasa Mahkemesi’nin bilinen bileşimine karşın anayasa, tarih ve vicdan karşısında bu kararla mahkûm olmuştur.” dedi.

Finans sermayesi ve AKP: Bir gezinti

Finans sermayesi ve AKP: Bir gezinti


Prof. Dr. Korkut Boratav
http://ilerihaber.org/yazar/finans-sermayesi-ve-akp-bir-gezinti-64452.html, 09.12.2016

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Finans sermayesi Türkiye’ye, özellikle de AKP’ye nasıl bakıyor? Bir kriz ortamına girerken önemli bir soru… Nesnel göstergelerle, başta sermaye hareketlerini inceleyerek yanıtlayabiliriz. Veya, bunların kaynağındaki yatırım bankalarında, fon yöneten şirketlerde, kurumlarda yönetici, uzman kişilerin görüşlerini, değerlendirmelerini izlemeye çalışırız. Bu malzemenin bir bölümüne Batı basınından ulaşabiliyoruz. Özellikle sermaye çevreleriyle içli-dışlı olan Financial Times, Wall Street Journal gibi gazeteler, Bloomberg gibi siteler, finans haberlerini, sözünü ettiğim şirket, kurum, banka yetkilileriyle görüşerek verirler.

Türkiye’nin yer aldığı bu tür haber ve yorumlarla ilgili hızlı bir tarama yaptım. Bunlara bakarak finans kapitalin Türkiye’ye dönük ruh halini yakalamaya çalıştım. 2013 ortalarından bugüne kadar kritik dönemeçlerde, finans kapitalin temsilcileri Türkiye’ye, AKP’ye hangi gözlüklerle bakmaktadır?

AKP’NİN BUNALIMLI SEKİZ AYI: HAZİRAN VE 2013 SONRASI 

Önce Gezi kalkışması (AS: Haziran 2013); polis şiddetiyle  bastırılması… Aralık’ta da (AS: 17-25 Aralık 2013) ses kayıtlarıyla ortaya çıkan, başlatılan yolsuzluk soruşturmaları; hukuk devleti normlarını çiğneyen bir karşı saldırıyla bunların  da bastırılması… AKP iktidarının sekiz bunalımlı ayı söz konusudur. İki ay boyunca (31 Kasım 2013- 31 Ocak 2014) dolar %12 tırmanmıştır. 17 Şubat’ta The Telegraph’tan Ambrose Evans-Pritchard, finans çevrelerinde ortaya çıkan endişeli ortamı aktarmaktadır: “Türkiye’yi hep istikrarlı gören fon yöneticileri, şimdi sözleşmelerin uygulanıp uygulanmayacağından endişe ediyorlar. S&P’nin ülke puanını negatif gözleme almasında, siyasi gerilimler, kurumsal güvencelerin ve dengelerin aşınması rol oynamıştır.”

Finans kapitalin bu endişesi, artık, zaman zaman karşımıza çıkacaktır: Hukuk devleti normlarının ihlâli, sözleşmelerin ve mülkiyet haklarının  güvencesini de tehdit edecek midir? 

Bir ay sonra, AKP duruma hâkim olmuş; hukuk devleti değilse bile istikrar geri gelmiştir. Kamuoyu anketleri de yerel seçimlerde AKP’yi önde göstermektedir. Financial Times (27 Mart 2014), finans çevrelerinin Türkiye’ye bakışını aktarmaktadır:

Geçen yıl Türkiye’den uzak duran yabancı yatırımcılar geri gelmeye hazırlanıyorlar. YouTube’u susturma haberleri çıktığında Türkiye kâğıtları, borsa yükseldi; zira yatırımcılar Erdoğan’ın seçimlerden yara almadan çıkacağını umuyorlar. Standard Bank’tan Tim Ash’a göre seçimde başarı kazanırsa ‘yatırımcılar burunlarını tıkayarak’ Türkiye havuzuna tekrar dalacaklardır.”

Gazete, UBS ve Global Source Partners’den uzman görüşlerini aktarıyor. Bunlara  göre, “Erdoğan politikaların sürekliliğini gözetecektir. AKP seçimleri devamlı kazanmayı becerecek; Türkiye’yi felaketlerden uzak tutacaktır.”

Hangi felâketler? Aydınlanmacı-demokrat milyonların protestoları mı? Ciddi yolsuzluk dosyaları mı? Önemli olan nedir? “Seçimleri kazanma becerisi ve politikaların sürekliliği”…

2014-2015 SEÇİMLERİ: FİNANS ÇEVRELERİ MUTLU, BAZEN TEDİRGİN 

Mart 2014 yerel seçimlerinden AKP’nin galip çıkması, ay sonunda dolar kurunu iki ay öncesinin %5 altına çekti. Beş ay sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de Erdoğan’ın kazanma beklentisi güçlendi. Yerel seçimlerden bir gün sonra  Société Générale’den bir yatırım danışmanı müşterilerine “Türkiye’ye girin” diyor. Zira, “cumhurbaşkanlığı seçimi de ufuktayken, yerel seçim sonuçları, siyasî belirsizliği ve istikrarsızlığı hafifletmiştir.” (Financial Times, 31 Mart).  

Mart’ta başlayan olumlu konjonktür, Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birleşti; yabancı sermaye girişleri Ocak 2015’e kadar yüksek tempoda süregeldi. 2015’te “Güney”e dönük sermaye hareketlerinde yavaşlama başlar. Türkiye de bu etki altındadır; ama AKP’nin tek parti iktidarına son veren 7 Haziran 2015 seçimleri iç ve dış finans çevreleri için ek bir şok olur. Üç gün içinde dolar %4 pahalılaşır; borsa endeksi %6 düşer.

Ambrose Evans-Pritchard, 7 Haziran 2015 seçimlerini, hemen ertesi gün The Telegraph’ta yorumluyor: “Seçim, Türkiye’nin liberal, laik güçleri ve Kürtler için bir zaferdir. AKP  %41 oyla yine öndedir; ama bölünmüş bir ülkeyi koalisyonla yönetecektir. Erdoğan’ın Müslüman demokrasisi vitrini, pırıltısını çoktan yitirmiştir.”

Hemen arkasından bir yatırım uzmanının değerlendirmesi aktarılıyor: “Yükselen siyaset çirkinleşirse işin içinden çıkamazsınız. [Seçim sonrasında] Türkiye’nin yükselen piyasa ülkeleri içinde en kırılganının Türkiye olduğunu düşünüyoruz.”

Bankere göre siyasetin çirkinleşmesi” olarak görülen 7 Haziran tablosu, kan-revan içinde kazanılan 1 Kasım seçimiyle “düzelecektir.” Yabancı finans çevrelerinin ertesi gün yayımlanan yorumunu Financial Times’tan aktaralım: “Piyasalar siyasette güçlü adamı severler; belirsizlikten ise nefret ederler. İstikrar bozucu üçüncü bir seçim artık devre dışıdır. Uluslararası yatırımcılar da zafer karşısında Erdoğan’ın âlicenap olmasını; ekonomik reforma odaklanmasını yeğliyorlar.”

Türkiye’ye fon girişleri canlanır; seçim arifesi ile sonrası arasında dolar %3,8 oranında ucuzlar.

SEÇİM ZAFERİNDEN 15 TEMMUZ 2016 VE SONRASINA 

Erdoğan’ın “âlicenap ol” tavsiyesini 1 Kasım’dan sonra umursamadığını; büyük Batı medyasında siyasî eleştirilerin sıklaştığını biliyoruz. Ne var ki finans kapital, bu eleştirileri umursamadı. 2016 başında canlanan uluslararası sermaye hareketlerinden 28 milyar dolar, altı ayda Türkiye’ye aktı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında  aksayan sermaye girişleri, Ağustos’ta canlanır. Finans kapital bu aşamada “normale dönüş” algılaması içindedir. Ne var ki OHAL uygulamaları Türkiye ile ABD/AB arasında siyasî gerilimlere yol açtıkça, finans sermayesi bu uygulamaların ekonomiye yansıyan boyutlarına odaklandı. Tedirginlikler arttı. Sıcak para hareketlerinde hızlı bir çıkış, herkesi sürükleyebilir. Sürü hareketleri benzetmesi yaygındır. Finans uzmanlarının Türkiye’ye bakışlarına Bloomberg ve Financial Times’tan  derlenmiş bazı örnekler verelim:

Kötümserler var: “Hızlı çıkışlar başlarsa sermaye hareketlerini sınırlayacak ülkelere ilk aday Türkiye’dir… Ülkenin kurumları zayıflıyor; iktisat politikası ise uzağı görmüyor… Bir ordunun darbe yaptığı yerde durum ciddidir; kalınmaz, çıkmak gerekir…”

İhtiyatlı iyimserler ağır basıyor: “Sağlıklı bir ekonomi, genç, rekabetçi bir işgücü; ama patlamaya hazır bir siyasi hayat… Erdoğan’ın ve AKP’nin halk desteği güçlüdür, iniş-çıkışlar doğaldır; yükselen piyasalar için daha toleransı olmak gerekir… Temel soru şudur: Siyasette değişiklikler, yatırım rejiminde ciddi kaymalara yol açacak mı; yoksa, [askeri müdahale sonrası] Tayland’daki gibi ekonomik süreklilik sağlanacak mı?… Riskler var; ama tamamen çıkış abartılı olur. Düşük faizli bir dünyada yatırımcılar paralarını işletmek zorundadır… Türkiye borçlarının en çekici yönü ABD tahvillerinin altı misli getiri sağlamasıdır. Gelişmiş ülke varlıkları sıfıra yakın getiri verirken yatırımcılar dolarla borçlanıp TL kâğıtlarına geçince sadece Ağustos’ta Türkiye’den % 2,9 getiri sağladılar…” 

(Burada sözü geçen %2,9’luk getirinin 1,9’u, Ağustos’ta doların ucuzlaması ile sağlanmıştır.)

Yukarıda adı geçen Tim Ash de Türkiye için, bir hayli iyimserdir: “Puanı düşürülse bile Türkiye toparlanır. Önemli olan hızlı büyümedir; kamu borcu/milli gelir oranının düşük (%34) olmasıdır; güçlü bir banka sistemidir; devlette ve toplumda iş çevreleri [sermaye] lehine güçlü bir kültürün varlığıdır.” (Financial Times, 10 Ağustos).

23 Eylül’de Moody’s, Türkiye’nin yatırım puanını düşürdü ve gerekçeler içinde Gülen’ci şirketlere dönük uygulamaları, anayasa değişikliği girişimlerini de gösterdi. Bu olgular, yatırım ortamını, kurumsal istikrarı zedelediği için sakıncalı görülmekte; mülkiyet hakları ihlalleri ima edilmektedir.

Kasım başında IMF’nin Türkiye ile ilgili bir ön-raporunda da, “kamunun kurumsal kapasitesinin güvenceye alınması ve yasal sistemin etkinliğinin pekiştirilmesi temel öncelikler” olarak vurgulanıyordu. Finans çevreleri, yine de, kötümserliğe savrulmak istemiyorlar.  Londra’dan kıdemli bir yatırım danışmanının tepkileri tipiktir: “Erdoğan’ın baskıcı olması, hatta zamanla diktatörleşmesi yatırımcıların umurunda değildi. Onlar istikrara önem verirlerdi. Şimdiki durum ise kargaşalı bir geçiş sürecidir. Müşterilerim   itiş-kakıştan; yalpalamalardan hoşlanmıyorlar. Türkiye’ye şunu demek istiyorlar: ‘Ne olmak istiyorsan ol; sonra da bize haber ver [ki gelelim.’].” (Financial Times, 29 Kasım 2016).

Yine Financial Times ve Bloomberg’ten  birkaç örnek aktarayım:

Kritik şey güvendir. Bu karanlık bulutları dağıtacak bir şey bulsak rahatlayacağız… Riskler yatırımcıları ürkütüyor; ama nereye gidebilirler? Diğer büyük yükselen piyasalar: Rusya, Brezilya, İran mı? Oralarda da yaptırımlar, küçülme, siyasî felç var. Yatırımcılar farkında ki Türkiye güç bir dönemden geçiyor; ama piyasanın büyüklüğüne bakın… Yükselen piyasalar içinde, yurttaşlarına sınırsız yabancı para tutma imkânı veren tek ülke Türkiye’dir…”
***
Verdiğim örnekler, finans kapitalin kısa vadeli, “sıcak” akımlarını sürükleyen rantiye katmanı ile ilgilidir. Bu akımlar, 2010-14’te Türkiye’ye giren yabancı sermayenin yarısına yaklaşmaktadır.  AKP iktidarına, adeta tutkulu destek dikkat çekicidir. Uzun vadeli kredileri denetleyen bankaların ve doğrudan (üretken) yatırımlara dönük sermaye gruplarının ölçütleri farklılaşabilir. Ancak, yukarıda değindiğim “mülkiyet hakkını güvenceye alan kurallar” ve “yatırım rejiminde süreklilik” güvenceleri bunlar için de yaşamsal önem taşır.

Hepsini birleştiren bir ortaklığa da işaret edelim:

  • Sözünü ettiğim güvenceler süregeldikçe, finans kapital açısından, siyasi iktidarın niteliği; demokrat veya faşist, laik veya şeriatçı olması önem taşımamaktadır. 

=======================================
Dostlar,

Korkut Boratav” olmak kolay mı??
80 yaşını aşan bir bilge – deha İktisatçının, yurtsever “Mülkiyeli” nin olağanüstü irdelemesi yukarıda. Erdoğan’ın ekonomi danışmanlarının hangisinin kıratı Boratav’ın rüzgarına yetişebilir ki? Jöleli olduğu söylenen salt yükseklisans eğitimliler mi örneğin??

Hani IMF’ye borçlar bitirilmişti hatta Türkiye borç alan olmaktan çıkıp “borç veren” konuma terfi etmişti? Oysa AKP ile borçlar ulusal gelirden daha hızlı büyü(tül)dü! 3’e katlandı ve 600 milyar doları aşarak ulusal gelire yaklaştı.. Kişi başına gelir 10 bin doları bulamıyor ve düşüyor.. Gelir dağılımı iyileşmiyor, eşitsizlik artıyor, işsizlik patlıyor, yoksulluk, cahillik, dinci yobazlık , tecavüzler… ve anayasayı askıya alan baskıcı yönetim….. ülkeyi kavuruyor.. Katar ve S. Arabistan gibi çağdışı rejimlerden akan, “net hata noksan” kalemi diye uyduruk bir yafta ile üstü örtülen serseri ve açgözlü milyar dolarlar artık gelmiyor değil mi??

Hani MB döviz rezervi 130 milyar Dolarlara erişmiş, nerdeyse 100 milyar dolar büyütülmüştü??

Hani Türkiye 2002’ye göre 3 kez zenginleşmişti?

Hani Türkiye 2023’te Dünyanın en büyük 10 ekonomisi içine girecekti?? %3’ten küçük bir büyüme ile, (%1,35’lik devasa nüfus artış hızını da düşmek gerekecek!) 2016 sonunda G20’den düşmemiz bile beklenebilir!?
*****
Uzatmayalım.. Tayyip bey çıplak gerçeği en acı biçimde itiraf etmek zorunda kaldı :

  • “Tulumbada su kalmadı.. “

Peki nereye gitti bunca varlığı ülkenin?? Ayakkabı kutularında, günboyu boşaltılamayan özel bölmeli evlerde saklanan nakit dolar ve avrolar nereye uçtu? Birkaç haramzadenin kursağında, kaçak hesaplarda İsviçre ve off shore bankalarında mı?? Birkaç yiğit savcı çıkıp MASAK ve MİT’ten bu hesapları istemez mi? TBMM’de yüzyılın bu muazzam soygunu görüşülmeyecek de ne görüşülecek??

Boratav hocanın yazısı yeterince kapsamlı. Biz daha çok uzatmayalım. Ama son tümceye dikkat:

  • Sözünü ettiğim güvenceler süregeldikçe, finans kapital açısından, siyasi iktidarın niteliği; demokrat veya faşist, laik veya şeriatçı olması önem taşımamaktadır. 

Sermayenin dini – imanı – vatanı – vicdanı – insafı… yok..
Tunç yasa kadim mi kadim : Maksimum kâr!

Başkanlık dayatmasını geri çekin.. 
OHAL’i uzatmayın..
Cumhuriyet ile kavganızı derhel kesin, Ulusu birleştirici olun..
Komşularla doğrudan ilişkilerle normalleşin..
Üretim ve tasarruf seferberliği ilan edin..
Aklınızı başınıza alın, aynı hataları yinelemeyin..

Ülke batıyor, SOS’ler kulakları sağır ediyor… kör ve sağır mısınız??

Sevgi ve saygı ile.
10 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Prof. Dr. Rifat OKÇABOL : Eğitimde OHAL

Eğitimde OHAL

Prof. Dr. Rifat OKÇABOL
okcabolr@gmail.com12.08.2016
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/rifat-okcabol/egitimde-ohal-165381 

(AS : Bizim kapsamlı irdelememiz yazının altındadır..)

Eğitim alanında, 12 Eylül (AS: 1980) darbe hükümetiyle başlayan ve özellikle de 2011 genel seçimleri sonrasında AKP iktidarınca çıkarılan yasalar, karar ve uygulamalar, laik ve demokratik hukuk devletini yok edecek ‘ohal’ niteliğinde değişikliklerdir. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olması, eğitim ve kültür yaşamının Türk-İslam sentezi anlayışına göre düzenlenmesi, eğitimin piyasalaşmasını ve gericileşemesini sağlayan yasal değişiklikler ‘ohal’ niteliğindeki değişiklik örnekleridir. Eğitimde, var olan ‘ohal’ durumu yetmezmiş gibi, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında da, bir başka düzeydeki OHAL durumu yaşanmaktadır.

Anımsanacağı gibi, AKP iktidar olduğu ilk aylarda il ve ilçe müdürlerini değiştirmişti. 2011 Eylülünde çıkardığı 652 sayılı KHK ve 2014 Martında çıkardığı dershane yasasıyla, bu görevdekileri iki kez daha değiştirdi. En son göreve getirdiği il – ilçe milli eğitim yöneticilerine, aday öğretmenlerin kadrolu öğretmenliğe atanması sürecinde onların AKP’liliklerini değerlendirme yetkisi de verdi. ‘ohal’  uygulamalarıyla böylesi pek çok haksızlıkları gerçekleştiren MEB, şimdi OHAL uygulamasıyla kendi göreve getirdiği 12 milli eğitim müdürünü, ilçe milli eğitim müdürlerinin %90’dan fazlasını ve çoğu AKP zamanında atanmış
21 738 öğretmeni açığa alıyor.

‘ohal’ uygulaması olarak dershaneden özel liseye dönüşen kurumlara ‘temel lise’ diyen MEB, şimdi OHAL uygulaması olarak, 1000 kadar temel liseyi (yargı kararları olmadan) kapattığı gibi bu okullarda çalışan 21 029 personelin çalışma ruhsatını da iptal ediyor.

‘ohal’ uygulaması olarak temel liselerde okuyan öğrencilere (yine dershane yasası çerçevesinde) 3 bin lira destek vermeye başladığı halde, Fetocu temel liselerde okuyanlara bu bedeli ödemeyen MEB, kapattığı temel liselerde okuyan 140 bin öğrenciyi, gözünü kırpmadan sokağa atıyor.

Özetle ‘ohal’ uygulamalarıyla yasaları ihlal edip kimilerine ayrıcalık sağlayan MEB, OHAL uygulamalarıyla da açıkça suç işlemeye devam ediyor.

‘ohal’ uygulaması olarak sistemi 100 bin kadar öğretmen açığı ile çalıştıran MEB, görevden aldığı 22 bin öğretmen yerine 15 bin öğretmen almaya kalkıp OHAL’de daha büyük öğretmen açığıyla sistemi çalıştırmaya hazırlanıyor. Kapatılan özel okullarla askeri liselerde okuyan öğrencilerin önemli bir bölümünün kayıt yaptıracağı devlet okullarında daha da fazla öğretmene gereksinim olacağını bile bile bunu yapıyor. Üstelik bu öğretmenleri kadrolu değil de sözleşmeli olarak ve de yandaşlardan oluşturacağı sözlü sınav komisyonuyla da istediğini eleyerek istihdam etmeye yelteniyor.  ‘ohal’ uygulaması olarak ücretli ve sözleşmeli öğretmen çalıştırarak pek çok öğretmene ve öğrenciye haksızlık yapan MEB, OHAL ile mağdur olacak öğretmen ve öğrenci sayısını artırıyor. ‘ohal’ uygulaması olarak, operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları nedeniyle 200 bin kadar öğrencinin eğitim hakkından yoksun kalmasına ve örneğin yalnız Nusaybin’de 7 bin öğrencinin hiçbir eğitim verilmeden TEOG sınavlarına girmiş olmasına aldırmayan MEB, OHAL uygulamasıyla daha çok öğrencinin öğretmensiz kalmasını sağlayacak adımlar atıyor.

‘ohal’ uygulaması olarak imam-hatipleri ana akım okulu haline getirip piyasacı molla yetiştirmeye başlayan MEB, OHAL’i fırsat bilip imam-hatipleri yaygınlaştırmaya çalışıyor; Antalya’nın bazı cumhuriyetçi ilçelerinde, ilkokul ve ortaokul binalarının içine imam-hatip sınıfları açmaya kalkışıyor. 1 Ağustos tarihli genelge ile 34’ü kamp içi, 232’si kamp dışında Suriyeli öğrencilere eğitim veren geçici eğitim merkezlerinin, imam-hatip ortaokulu ve Anadolu imam-hatip lisesine dönüşmesinin önünü açıyor. ‘OHAL’ uygulaması olarak yıllardır hizmet hareketinin hizmetinde olan MEB,

  • Fetocuların temizlenmesiyle ortaya çıkan boşluğu, OHAL ile Ensar/TÜRGEV anlayışındaki imam-hatiplerle doldurmaya kalkışıyor.

12 Eylül darbesinden bu yana eğitimdeki ‘ohal’ ve benzeri uygulamalardaki yanlışlıklar nedeniyle, nice nice okumuş insanların (bazı paşaların, akademisyenlerin, hakim ve savcıların, Enes gibi milli sporcuların, öğrencilerin, …) yığınlar halinde dini ya da siyasi kişilerin peşine takılıp akıllarını kullanamadıkları için 15 Temmuz’a gelindiğini söylemek yanlış olmuyor.

  • MEB’in bir an önce ‘ohal’ ve OHAL uygulamalarıyla durumun daha da çıkmaza gireceğini görmesi;
  • Bireylerde akıl tutulmasını kolaylaştıracak piyasacı ve gerici uygulamalardan vazgeçip bireylerin aklını kullanmasını (bireyin özgürleşmesini) sağlayacak uygulamalara yönelmesi gerekiyor.

==================================

Dostlar,

Prof. Rifat Okçabol hocamız, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü (emekli) öğretim üyesidir. Hocaların hocasıdır. Bu sitede yer verdiğimiz yazılarından birisi “DİN TOPLUMUNA DOĞRU” başlıklıdır ve http://ahmetsaltik.net/2014/06/25/prof-dr-rifat-okcabol-din-toplumuna-dogru/ adresinden erişilebilir.

Sözlerine ve uyarılarına Milli Eğitim Bakanlığı kulak vermelidir. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı da kıdemli bir profesör ancak akademik ünvanına ve birikimine (?) yakışır bir başarım (performans)  sergileyebildiğini kabul etmek olanak dışı. Akademia ve onun asal üyeleri olan Akademisyenler, hele hele Profesörler toplumun beynidir. Bu kesim insanlar toplumun umududur, en iyi eğitimleri almış ve olabilecek en yüksek düzeyde yetkinleşmişlerdir. Bu insanlar, toplumda en az hata yapma sorumluluğu ile yükümlüdürler. Eski deyimle “Ulema” dırlar ve Osmanlı Padişahlar döneminde bile Ulema çok saygı görmüş ve genellikle mutlak egemen olan Sultanlara bile düşüncelerini yüreklilikle aktarmışlardır.

Günümüz Türkiye’sinde, hele hele AKP ile yaşayageldiğimiz 14 lanetli yılda, partili akademisyenler tarihsel birikimi hoyratça harcamış ve tüm etik – moral değerleri ayaklar altına alarak büyük ölçüde yozlaşmış hatta yer yer toplumun genel düzeyinin bile gerisine düşmüşlerdir! Durum ciddi hatta vahimdir..

Türkiye geleneksel olarak 4 kolon üstünde yükselmekteydi ;

1. Akademia
2. Askeriye
3. Adliye
4. Genel İdare..

Prof. B. Ayman Güler’in kavramsallaştırmasıyla Bu “3A1G” yapısı günümüzde AKP eliyle yerle bir edilmiştir. Akademisyenler bu saldırı sürecinde bilim namusu ve ülke – yurt – ulus sevgisi ile blok halinde direneceklerine; kokuşmuş siyaset kurumunun geçici olanakları ile post kapmayı yeğlemişlerdir.. Her şey ama her şey yozlaştırılmış, Türkiye onlarca yıl geriye savrulmuştur.

  • FETÖ’nün eğitim kurumlarına stratejik önem ve öncelikle çullanması nedendir??
  • AKP iktidarı zerre kadar içtenlikli ise                     :

    1- Eğitimde her türlü dinci – gerici tarikatı / vakfı hızla, derhal tasfiye etmelidir.
    2- Eğitimde akılcı – bilimci – sorgulayan – laik – deneyci – karma – uygulamalı – demokratik – katılımcı – istihdama dönük – 21. yüzyıl insangücü gereksinimiyle örtüşen plan ve programlar izlemelidir.
    3- Zorunlu din dersleri derhal kaldırılmalı, AİHS ve AİHM kararları yerine getirilmeldir.
    4- Eğitimde fırsat eşitliğini / ekonomik demokrasiyi mutlaka sağlamalıdır.
    5- Üniversiteler kesinkes evrensel anlamda bilimsel özgürlüğe – yönetsel ve akçal (mali) özerkliğe kavuşturulmalıdır.

    Eğitim alanında çok kısaca bu 5 yıldızlı önlem paketi, 4+4+4 saçmalığından hemen geri dönmeyi gerektirir,
    IHL takıntısından vazgeçerek bunları kapatmayı gerektirir.
    Diyanet İşleri Başkanlığını hurafe merkezi olmaktan çıkarmayı gerektirir.
    Bunları yapmak AKP’nin harcı mıdır?
    Yoksa daha nice 15 Temmuz darbesi benzerleri ile toplum sersemleştirilecek
    hatta alıklaştırılarak sürüleştirilecek, ümmet gözüyle güdülecektir..

    Ama nereye dek hey Lordum (RTE) nereye dek??
    Su testisi su yolunda kırılmaz mı? Bu ham hayal 21. yüzyılda akıl dışıdır!
    Her fani ömrünü tamamlar gider, ülkeye ve halka yazık olmaz mı?
    Siz hiç düşünmez misiniz; 14 yıldır bu ülkenin – halkın başına neden bunca kötülük yağıyor??
    Bir de; aslolan, baki kalan bu kubbede bir hoş sada bırakmak değil midir ey AKP’liler ve onları sürükleyen tek adam R.T. Erdoğan ??

Sevgi ve saygı ile.
12 Ağustos  2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

OHAL KAPSAMINDA YÜRÜYEN SORUŞTURMALAR VE TUTUKLAMALAR “CADI AVI”NA DÖNÜŞMESİN

tbb_logosu

OHAL KAPSAMINDA YÜRÜYEN SORUŞTURMALAR
VE TUTUKLAMALAR “CADI AVI”NA DÖNÜŞMESİN


(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye Barolar Birliği olarak, Birliğimizi oluşturan barolarımız ve baro başkanlarımızla beraber yıllardır hukukun üstünlüğü mücadelesi veriyoruz.

Devletin her kademesine sızmış ve yargıyı bir yol açma aracı olarak kullanan
FETÖ adlı kanlı örgüte karşı da Türkiye Barolar Birliği olarak devlet yetkililerini
ve kamuoyunu hep uyardık, bu örgütle hep mücadele ettik.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi gecesinin ilk saatlerinden itibaren, devletimizin
hain örgütle mücadelesine ve devletin içinden terör örgütünün tüm unsurlarının ayıklanmasına
bütün gücümüzle destek veriyoruz.

Bu destek kapsamında olmak üzere; darbe girişimi sonrasında başlayan soruşturmalarda insanların adil yargılanma ve lekelenmeme haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini,
aksi takdirde soruşturmaların “cadı avı” olarak nitelendirileceğini, suçlu ile suçsuzun
birbirine karışacağını ve bundan da en çok FETÖ’nün yararlanacağını ısrarla ifade etmekteyiz.

Ne var ki bu süreçte, barolarımız üzerinde yerel dedikodu çarklarının döndüğünü,
“tam zamanı” diyerek birtakım karalama kampanyalarının açıldığını, yargının yerel siyasal rekabete araç kılınmak istendiğini, önceki küçük husumetlerin bu vesileyle hesabını sorma hesapları yapıldığını da kaygıyla gözlemlemekteyiz.

Şu ana kadar tutuklanan bir, gözaltına alınan iki baro başkanımızın ve baro yöneticilerimizin hakkında yürümekte olan soruşturmaları da kaygıyla izliyoruz.

Yakın geçmişteki kumpas davalarda ortaya düşen gizli tanıkların beyanlarının hangi amaca hizmet ettiği, bu soruşturma ve davalarda yapılan usulsüzlüklerin esası nasıl çarpıttığı unutulmamalıdır. Bu yakın tarihimiz, tekerrür etmemesini gerektirecek kadar yakındır!
Esasen tarih, ondan ders almasını bilmeyenler için tekerrür eder.

Başsavcılıklarımızın ve hakimlerimizin; yargının dedikodu ve iftiralara alet edilmesine,
öç alma mekanizması olarak kullanılmasına izin ermemeleri gerektiğini,
tutuklamanın kaçma ve delilleri karartma koşulları gerçekleşmeden uygulanmasının
sadece tutuklanan kişiler ile ailelerine değil, soruşturmaların özüne zarar verdiğini,
savunma hakkı kısıtlanarak suçlu ile suçsuzun birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını, bunun da yargılamayı amacından saptıracağını, yanlış amaçlara alet edeceğini görmelerini diliyoruz.

Aksine bir yaklaşımın sadece ve sadece hain teröristlere yarayacağını
kamuoyunun bilgilerine sunarız.
(http://www.barobirlik.org.tr/Detay71113.tbb, 28.07.2016)

Av.  Prof. Dr. Metin FEYZİOĞLU
Türkiye Barolar Birliği Başkanı

============================================

Dostlar,

Elbette, 15/16 Temmuz 2016 gecesinin elikanlı ve ABD – CIA maşası darbeci FETÖ örgütünün elemanlarını ve doğrudan / dolaylı suç ortaklarının HEP – Sİ – Nİ yargılayalım
ve hakettikleri en ağır cezaları bağımsız yargımız versin..

Ancak bunu MUTLAKA HUKUK İÇİNDE KALARAK ve ADALETLE yapmayı başarmalıyız. Geçmiş darbe dönemlerinde bu bağlamda çok hatalar yaptık,
kuru ile birlikte pek çok yaşı da ne yazık ki yaktık..
Toplumun adalet duygusu ağır biçimde zedelendi ve toplumsal kaynaşma, barış
bundan ağır yara aldı. Oysa bu olumsuz sonuçlara halkımızıan daha çok dayancı kalmadı.
Yaşanan toplumsal travmalar onlarca hatta yüzlerce yıl sürebiliyor.. aman dikkat!

Bu bakımdan, gerek İstanbul Barosu‘nun (lütfen tıklayınız : http://ahmetsaltik.net/2016/08/05/ohal-surecinde-savunma-hakki-ihmal-veya-ihlal-edilerek-adalet-saglanamaz/) gerekse Türkiye Barolar Birliği‘nin uyarıları, son derece sorumlu,
dengeli ve ağırbaşlı bir tutumun uzmanlık ürünü kurumsal sorumluluk olarak görülmelidir.
Her 2 Kurumun da başında Ceza Hukuku alanında yetkin akademisyenler var, bu bir şans..
Yetkilililer bu güvenilir seslere kulak kabartmalı..

Sevgi ve saygı ile.
06 Ağustos 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hacıbektaş-ı Veli öğretisi ve toplumsal çözülme

Hacıbektaş-ı Veli öğretisi ve
toplumsal çözülme

portresi
Süleyman KILIÇ
YURT Gazetesi, 13.07.2016
17ekin@gmail.com 
(AS: Bizim yorumumuz yazınınn altındadır..)
 Toplumsal çözülme sürüyor…
Kendilerine yabancılaşanlarla, ithal fikirleri hazır elbise gibi sırtlarına geçirenler ve tarihin mezarlığında yaşayanlar hem ulusal kültürümüzü hem de ulusal kültürü besleyen damarları tahrip ediyorlar.
  Cumhuriyetin temelleriyle kazanımlarına saldıranlar var. 
  Modernleşmeyi içlerine sindiremeyenler 29 Ekim 1923’te uygulanmaya başlanan yaşam tarzından rahatsız olanlardır. Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in yaptığı araştırmayı okuyup da dehşete düşmemek için insanın ya deli ya da aptal olması gerekiyor. Araştırmaya göre, halkın %95’i birbirine güven duymamaktadır. Anlaşılan o ki, herkesin eli bir başka kişinin cebindedir ve birbirlerinin gözünü oymak için adeta tetiktedir.
  Oysa Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli yüzyıllar önce söyleminde hep şunu söylememiş miydi?
(AS : Doğumu 1209-10, ölümü 1270-71)
–  ‘Benim Kabem insanoğlu insan sevgi tapınağım gönüldür.’
  Peki, ne oldu da bu yüce duygulardan vazgeçildi? İnsan sevgisi ne oldu?
  Kimler öldürdü şefkatle, merhameti? Vefa duygusu sürgünde mi ki, ortalıkta görünmüyor?

 Vatan kültürdür bir anlamda… Yozlaşması durumunda vatanın tehlikeye girdiği görülmüştür. Ulusallığı faşizm diye algılayanlar ve de öyle algılatanlar, kendi kültürlerinin yerine yabancı kültürlerin hayranıdırlar. Kimisi Arap’ın kimisi Alman’ın kimisi de Amerika’nın peşindedirler. Kendinci olamazlar. Uydu fikirlerle, elin kötüsünü kendi iyisine tercih edince toplum rayından çıkar. Bunu önlemek için

Atatürk, ”Cumhuriyetin temeli kültürdür demiştir.

Batı uygarlığının doğrularını almayıp rezaletlerini ülkeye taşıyanların yanında Doğu’nun hurafeleriyle yanlışlarını empoze edenler her darbeden sonra başarılarını kutlamışlardır.
Bu nedenledir ki, sebep yalnızca ekonomi değildir. Ülkemizin yakın tarihine baktığımızda 1930’ların 1940’ların 1950’lerin Türkiye’sinde yoksulluk bugünlerden daha az değildi.

Senetten önce söz asıldı. Ne kimliğinden şikâyet edenler vardı ne inkar ne de kişilik çamurundaydı. Köyün ağasıyla köyün çobanı arasındaki zenginlik farkı pantolonundaki
yama kadardı.
 
Ürperten araştırma 
 Devleti soyanlar yoktu, halkı kamplara bölmeyi çalışanlar da yoktu güzel günlerdi,
onurlu günlerdi. 12 Eylül 1980’deki darbeyle çokça şeyler gibi beraberlik de bozuldu.
Mafya ayakları, çete tezgâhları ve işbirlikçi çıkar çevreleri tüm zeminlerde gemi azıya aldı.
O günlerde bu günlere ‘‘Anayasanın bir kez delmekle bir şey olmaz” dan (AS: Turgut Özal), “Anayasayı rafa kaldırmakla bir şey olmaz”a geldik.
  ”Benim memurum işini bilir” (AS: Turgut Özal) deyince soysuzlar zevkten dört köşe oldular.
  O gün bugündür, milletin ağzının tadı kalmamıştır. Dürüstler, doğrular, ahlaklılar ve hukuklular artan bir sıkıntının içindedirler. Allah sevgisi olmayanlarla vicdansızlar her şeyi satar duruma geldiler. Ne utanıyorlar ne de korkuyorlar. Uygar insan olma yerine ilkelliğe özenme durumunun sürmesi düşündürücüdür.
  Cumhuriyetin kuruluşundaki ahlak, din, ilim ve akıl adeta dışlanmış gibidir.
Tarihsel bir gerçektir ki, ulusal yapımızı güçlendirmeyi amaçlamış olanların ulus olma olgusunu bilinçli olarak toplumun her kesimine dengeli bir şekilde mal etmeliydiler.
Modern ve çağdaş Türkiye gerçekleşmiş olacaktı ve etnik, dinsel ayırımlara girmeden
hür ve özgür Türkiye her gönüle sevgiyle her akla da bilimle yazılmıştır. Bu çağdaş ve uygar Türkiye’nin fotoğrafıdır. Bu fotoğrafta kadın erkek eşittir. Toplumun tüm katmanları eşittir.

  Prof. Esmer’in araştırmasında ‘‘İşe alımda kadından önce erkeğin hakkı vardır” diyenlerin oranı %70, ”Kocasının sözünden çıkmamalıdır” diyenlerin oranı &65, ”Kadının plajda mayoyla dolaşması günahtır” diyenlerin oranı %60 ve ”Bazı kadınların kocalarından dayak yemesi doğrudur” diyenlerin %40’tır. İki yüz yıl önce başladığımız modernleşme mücadelemiz bugün araştırmadaki noktaya gelmiştir. Dehşete düşmemek mümkün değildir.

=========================================

Dostlar,

Anlı şanlı 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gündeme lök gibi oturmuşken / oturtulmuşken,
biz bu olaydan 2 gün önce yazılan bir makaleyi sitemize aldık. Üstelik de çok medyatik olmayan ağırbaşlı bir yazarın makalesi. YURT Gazetesi’nin saygıdeğer yazarlarından
Sn. Süleyman KILIÇ’ın köşe yazısını..

Neden??

“15 Temmuz” öncesine, onu hazırlayan ortam ve koşullara dikkat çekmek için..
Sayın Kılıç’ın bu değerli yazısında yer alan saptamaları ve uyarıları değil midir ki;
ülkemizin bataklık ortamını hazırlamış, insanımızı deyimi yerinde ise tam anlamıyla “çürütümüş” ve yozlaştırmıştır..

1950’lerden beri tarikat ve cemaatlar, sağ iktidarların kucağında beslenip büyütülmüşlerdir.
Darbe girişiminden sorumlu tutulan dinci – gerici FETÖ cemmat yapılanması, özellikle
son 14 yılda AKP şemsiyesi altında olabildiğince korunup kollanmıştır. Dahası, iktidara
ortak edilmişlerdir. Erdoğan, 17/25 Aralık 2013’te Cemaatın kendisini ve AKP’yi tasfiye ederek iktidara tek başına el koymak istediğinde, oyun, sanırız dış güdümlü olarak bozulmuştur.
O günlerde Erdoğan,

– “Ne istediler de vermedik?”

diye kamuoyu önünde Cemaat’e serzenişte (!) bulunmuştur. Daha da açık ederek 18 üniversiteyi kendilerine verdiklerini açıklamıştır! Şu haberi arşivlerden çekip anımsayalım :
*****

Erdoğan’dan bir büyük çelişki daha!
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Belediye Başkanları ile yaptığı toplantıda yine büyük bir çelişkiye imza attı. Başbakan Erdoğan Daha önce “Beraber yürüdük biz bu yollarda” dediği Cemaat için, “İnsan yetiştirdiklerini söyleyenler nasıl bu kadar siyasetin içine girebilir?” dedi. Ancak Erdoğan Cemaate yakın olduğu bilinen kişileri kendi partisine sokmuş, 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu sonrasında bu Vekiller istifa etmişti. Erdoğan Belediye Başkanlarına, Cemaate verilen binaların da geri alınmasını istedi. Erdoğan’ın ‘Ne istediler de vermedik?’ sözleri de bu konuşmayla gerçeklik kazanmış oldu.
 (http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/81635/Erdogan_dan_bir_buyuk_celiski_daha_.html11 Haziran 2014, Cumhuriyet haper kapısı – portalı)

*****

Dolayısıyla, 15 Temmuz darbe girişiminin faturasının son 60 yılın zaman bakımından oransal olarak en azından 1/4’ü AKP – RTE’nin sorumluluğundadır. Ancak geçmiş hiçbir iktidar döneminde bu cemaata destek düzey olarak AKP – RTE’nin desteğine ulaşmamıştır! Şimdi suret-i haktan geçinmeye çalışmak, mağduru oynamak yüz kızartıcı, mide bulandırıcıdır.

Saptanabildiği kadarıyla 240 masum insanımız telef olmuştur (darbecilerden ölenler dışında).
PKK ile savaşımın başlatıldığı 24 Temmuz 2015’ten bu yana 600’e varan şehidimiz vardır.
AKP’nin de beslediği IŞİD saldırıları ile yüzlerce insanımız yaşamdan koparılmıştır.
14 yıla varan AKP yönetiminde yüzlerce faili meçhul cinayet vardır..
Ülkemizde hiçbir iktidar döneminde bunca çok insanımız ölmemiştir.
Özellike Milli Eğitimde gençleri dincileştirici batak eğitim belirleyicidir.
O tarikat – cemaat senin, bu tarikat – cemaat benim.. sefil politikasının ürünüdür 15 Temmuz.
Oysa insanımızı insanlaştıran laik – bilimsel – sorgulayıcı – kamusal – karma – uygulamalı
çağdaş eğitim progrmları izlenseydi bu bataklık ortamı oluşabilir miydi?

Yineleyelim, Büyük ATATÜRK‘ün en önemli sözlerindendir :

– En gerçek tarikat (yol) UYGARLIK yoludur..

*****
Nedense bize her şey şu örnekleri anımsatıyor                    :

1933; Almanya’da Hitler’in Alman Parlamentosu Reichstag’ı yaktırması ve ertesi sabah büyük gözaltı ile ne denli karşıtı varsa derdest etmesi..
– 1955, 6-7 Eylül tezgahında Menderes ve DP’nin İstanbul’daki Rum azınlığa kanlı tezgahı..
– 12 Mart 1971 öncesinde Marmara araba vapurunun batırılması ve olayın solculara yıkılması..
– 12 Mart 1971 darbesini yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç’ın “Sosyal gelişmeler ekonomik gelişmenin önüne geçti.. Bu 1961 anayasası ülkeye bol geliyor..” deyişini ve dünyaya örnek 1961 Anayasası’nın 35 maddesinin sıkıyönetim altında değiştirilerek bu Anayasanın iğdişleştirilmesini..
– 12 Mart 1971 darbesinde yapılan, binlerce insanı içeren Balyoz Harekatı ve BÜYÜK GÖZALTI‘nı… Ki merhum Çetin Altan bu sorunu bir kitabına konu etmişti..

– 12 Mart’ın Anayasa hukuku profesörü Nihat Erim’in “Makable şamil kanun çıkaracağız..” sözü ile hukuk biliminin evrensel ilkelerini ve kendi hukukçu kişiliğini ayaklar altına atışını..
12 Mart döneminde yüzlerce Kemalist subayın tasfiye edilişini..
– 12 Eylül 1980’e koşar adım sürüklenişimizi ve darbe lideri Kenan Evren’in koşulların olgunlaşmasını beklediklerini itiraf eden tüyler ürpertici sözlerini..
– 12 Eylülcülerin 50’yi aşkın insanı idam edişini (17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyütüp, bekletip asmalarını!); Kenan Evren’in “Asmayıp da besleyelim mi?” kepazeliğini..
– 12 Eylül döneminde yüzlerce Kemalist subayın bir kez daha tasfiye edilişini..
……
Bu arada geçelim siyasal demokrasiyi, ekonomik demokrasinin de ülkeye uğratılmamasını, hızla artırılan nüfusun işsiz- yoksul – eğitimsiz -konutsuz – yurtsuz – burssuz… bırakılarak dinci siyasetin kölesi kılınmasını…

…..
Saymakla biter mi??

Artık herkesin aklını başına alması gerek..
Yaşı bizim gibi 60’ı geçenler kaaaç “darbe” geçirdiler..
Deyim yerinde ise artık “darbekeş” olduk, kolay kolay zoka yutacak halimiz kalmadı..

Özetle;

Türkiye’nin hızla dinci – gerici iktidarlardan kurtularak
Cumhuriyet’in kurucu ayarlarına dönmesi gerek..
Timsah gözyaşlarına asla ve asla kanmayarak..
21. yy’ın şafağında, hızlanarak akan zamanda daha fazla gecikmeden..
Sevgi ve saygı ile. 19 Temmuz 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

Sayın Kılıç’ın sitemiz manşetinde yer verdiğimiz

“Aklımızı başımıza alalım” başlıklı yazısının da mutlaka okunmasını öneriyoruz..
(word : AKLIMIZI_BASIMIZA_ALALIM)