Etiket arşivi: Mustafa Aydınlı

26 Ağustos – 9 Eylül 1922 Döneminin Yakın Tarihimizdeki Yeri..

Söyleşi : 26 Ağustos – 9 Eylül 1922 Döneminin Yakın Tarihimizdeki Yeri..

Dostlar,

3 yıl önceki kapsamlı söyleşimizi, güncelliğini koruduğu için yeniden yayınlıyoruz.
Söyleşi fırsatı veren Sn. Mustafa Aydınlı’ya ve yayınlayan Çorlu DEVRİM Gazetesine teşekkür ederiz.

Büyük Zafer 100 yaşında! Ne denli övünsek yeridir..

Başkumandan, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere tüm komutanlara, subaylara, erlere, sivil kahramanlara, şehitlerimize, merhum gazilerimize minnet ve şükranımızı ödemenin tek 1 koşulu var :

Büyük Zaferin kazanımlarını sonsuza dek korumak..
Aksi açıkça GAFLET + DALALET + İHANETTİR!

Sevgi ve saygı ile. 26 Ağustos 2022, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
Hekim, Hukukçu-​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

******

Sorular : Mustafa AYDINLI, E. Öğretmen – Yazar

Yanıtlar : Prof. Dr. Ahmet Saltık, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi
ve Mülkiyeliler Birliği Üyesi (Ankara Üniversitesi SBF – Mülkiye mezunu)
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Mustafa AYDINLI : 26 Ağustos 1922’nin 95. yılındayız.. Nedir esprisi bu tarihin?

Çorlu Devrim Gazetesi
adına size soralım.. (5-6 Eylül 2017 günlerinde yayınlandı)

Prof. SALTIK : Alpaslan’ın ordusunda sağ kanat komutası, bizim ailemiz – soyumuz olan Saltukoğulları’nda idi. Romen Diyojen komutasındaki Bizans orduları yenilerek Anadolu kapıları açıldıktan sonra Alpaslan, Saltukoğullarını Erzurum yöresinde bıraktı ve arka cepheyi onlara emanet etti (1071).

Ertesi yıl (1072’de) Erzurum’da Saltukoğulları Beyliği – Devleti kuruldu ve Anadolu içlerine ilerleyen Alpaslan ordularına arkadan askeri koruma sağladı. Bu Beylik – Devlet 130 yıl yaşayarak 1202’de Büyük Selçuklu Devleti saldırıları ile yıkıldı ve Anadolu’daki dağınık Beylikler düzeni 1299’da Osmanoğulları Beyliğinin öncülüğü ile birleşerek devletleşmeye yöneldi.

Evet, tam 95 yıl önce 26 Ağustos sabahı, Afyon Ovasında cehennem gibi bir savunma savaşı başlatılmıştı. Dönemin dünya hegemonu İngiltere (günümüzde ABD… yarın hangi ülkeler??), Yunanistan’a Batı Anadolu’yu vaadetmişti. Böylelikle, Megali İdea denen Büyük İdeal gerçekleşecek, Ege bir Yunan iç denizi olacak ve yüzyılların hülyası Büyük İyonya yeniden kurulmuş olacaktı. 1830’lara dek yaklaşık 400 yıl Osmanlı valileriyle yönetilen Yunanlar, bölüşülen Osmanlı İmparatorluğu topraklarından önemli bir pay kapacaklardı. Böylesine tarihsel fırsatlar ender düşerdi. Dolayısıyla uğruna neler feda edilmezdi ki! O zamanki nüfuslarına göre (1930-34 döneminde 6,5 milyon nüfus!) çok ciddi bir rakam olan 250 bin kişilik ordu hazırlayıp 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ettiler. Ağababaları İngiltere silah ve mühimmat da satacaktı kendilerine.. İşgal Batı Anadolu’da yayıldı. 1921 yazında Polatlı’ya dek uzandı. Bir de Trabzon tarafında Rum Pontus devleti kurulacaktı ki, Kral Venizelos yönetimindeki Yunanlar için Zeus ve yardımcısı Tanrılar seferber olmuştu adeta!

O Venizelos ki, 1934’te T.C. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK’ü NOBEL Barış Ödülüne aday gösterecek denli uygardı..

Mustafa AYDINLI : AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan neden Afyon’a – Dumlupınar’a gitmedi de Malazgirt’e gitti 26 Ağustos günü?

Prof. SALTIK : Erdoğan’ın, 95 yıl öncesinin yakın tarihi dururken, çok kanlı savunma savaşı verdiğimiz Afyon Ovası’na, Dumlupınar’a.. gitmek varken, bin yıl öncesine adeta mistik bir referans ile kalkıp Malazgirt’e gitmesi pek çok bakımdan sığ siyaset kokuyor. Oysa Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruzu başlatmak için 26 Ağustos gününü (1922) bilerek seçmişti. Malazgirt zaferi 1071’de o gün kazanılmış ve Anadolu yurt tutulmuş, giderek vatan yapılmıştı. 1200’lü yıllardan başlayarak da Batılı tarih kaynakları – uzmanları Anadolu için Turchia” demeye başlamışlardı : Türk yurdu!

Erdoğan vb. nin çok öykündüğü Osmanlı Devleti ise, 621 yıllık yaşamının ardından 10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşması ile tarihin mezarlığına yollandığında, Ön Türkleri (Poto Turcs) bir yana koyarsak[1], bin yıllık Yurt da yeniden Batı emperyalizminin eline, Diyojen’in torunlarının işgaline geçiyordu! Son Padişah Vahdettin Sevr’e onay vermiş, Anlaşmaya resmen imza konmuştu.

Açıkçası Sevr, Alpaslan’ın 26 Ağustos 1071 Malazgirt utkusunun (zaferinin) rövanşı idi;
Batılılarca yaklaşık bin yıl sonra alınan! Mustafa Kemal Paşa bu tarih bilinciyle, yüreği yangın yeri; Bin yıllık Malazgirt zaferinin rövanşını Batı emperyalizmine kaptırmamak için 26 Ağustos gününü seçmişti Büyük Taarruz için (1922)!

Mustafa AYDINLI : Sayın Erdoğan’a ne söylemek istersiniz bu bağlamda ?

Prof. SALTIK : Senin Cumhurbaşkanı olduğun devlet 26 – 30 Ağustos 1922 zaferi ile kuruldu, 1071 ile değil. Önce T.C. kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK‘e tarihsel saygını – vefanı göstereceksin. Ama AKP = RTE, Mustafa Kemal Paşa’ya 1934’te TBMM tarafından Soyadı Yasasıyla verilen yasal soyadını bile bir türlü kullanmıyor! ATATÜRK demeye dilinin ucu ile bile asla yanaş(a)mıyor!

Kalkıp Diyarbakır’da 1 Nisan 2017’de 1 Nisan şakası yaparcasına (!) Kürt kökenli yurttaşların çoğunlukta olduğu bölgede, acı veren bir siyasal opportünizm örneği olarak ‘‘Tek millet” diyor ama dönüp ‘‘.. bakın Türk demiyorum..’‘ diye vurgulayarak açık etnik duygu sömürüsü yapıyor.. (http://ahmetsaltik.net/2017/04/02/pamukoglu-hayir-onde-yuzlerinden-belli/)

Malazgirt meydanında şu veya bu bildik yöntemlerle toplanan kalabalığın Erdoğan dahil ne kadarı bu yalın tarihsel gerçekleri biliyor? Her yer İHO – İHL yapıldı.. Çocuklar doğru dürüst tarih mi okuyabiliyor?? Tabii böylelikle kitleleri meydanlara toplamak da kolay, yüksek dozda hamaset ile beyinlerini yıkamak da.. Kurgulanan da tam da bu korkarız, galiba değil; korkarız! Yaaa, işte böyle AKP Genel Başkanı Erdoğan… Şimdi danışmanları haşlama – ayıklama zamanı! Çıplak gerçek çok daha ağır ve olduğu gibi yazılmalı, not düşelim :

  • Tarihi çarpıtarak gerçekte kitlelerin beyin iğfalidir; 26 Ağustos 2017’de Malazgirt’te yapılan..
  • Siyaseten! Neciiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiip mi necip milletimize armağan, yapanlara da afiyet olsun!

Mustafa AYDINLI : Büyük Taarruz nasıl yürütüldü ve sonuçları neler oldu?

Prof. SALTIK : Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa savunma savaşını fiilen cephede yönettiği için, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İNÖNÜ) bu savaşa “Başkumandan Muharebesi” adını verdi. Mustafa Kemal Paşa, 04 Ekim 1922’de TBMM’de Büyük Taarruz’u anlattığı konuşmasında, bir yıl önce Başkomutan atanırken söz verdiği gibi “Yunan Ordusunun harimi ismetimizde tamamen boğulduğunu” açıkladı. 1922 Büyük Taarruz ise Türklerin Anadolu’da yeniden tutunmalarını sağladı.

Büyük Taarruz bir “mevzi” savaşı değil, “düşmanı imha” savaşıdır, “topyekûn” bir savaştır. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’la, yenilmiş – dağıtılmış – silahları elinden alınmış – subayları tutsak edilmiş bir orduyu baştan kurarak Batı emperyalizmine karşı ilk kez, Çanakkale savunmasını da katarsak 2. kez büyük bir utku kazandı. Ordularına ”Hat’tı savunma yok; sathı (vatan yüzeyini) savunma var; o satıh tüm vatandır!’’ diyerek dünya askerlik tarihinde örneği olmayan emirler verdi. Büyük Taarruz’u tarihte benzersiz kılan, bu özellikleridir; tüm mazlum uluslara örnek olmuş, bağımsızlık savaşımlarında güç ve esin kaynağı, güdülenme (motivasyon) sağlamıştır.

Sakarya Meydan Savaşı ile Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki Türk Orduları stratejik bir başarı sağlamışlardı. 22 gün – 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı ve onu izleyen başarıların gerçek anlamını kavrayabilmek için bu gelişmeleri ulusal sınırları aşan ölçekle değerlendirmek gerekir. Emperyalizme karşı sıcak savaşta kazanılan bu tarihin 2. büyük kara zaferi ile (ilki Çanakkale deniz ve Gelibolu kara savunması – 1915), sömürülen tüm doğu halkları, Mustafa Kemal’de bir öncülük, bir gün bağımsızlığa açılacak olan girişimin, bağımsızlık güllerinin ışıklarını görüyorlardı.

Falih Rıfkı Atay Çankaya adlı kitabında şunları kaydetmişti (syf. 363):

  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak,
    şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak,
    belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.”

Mustafa AYDINLI : 9 Eylül’e uzanan süreç? ?

Prof. SALTIK : Sakarya Meydan Savaşı’ndan yaklaşık 13 ay sonra, 95 yıl önce 26 Ağustos 1922 sabahı, şafak atarken bu kez yine Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk ordusu, Sakarya’dakinin dört katı dolayında asker ve çok daha güçlü lojistik destek ile, cehennem gibi top atışlarıyla, işgal ettikleri Türk yurdunu Yunan askerlerine cehennem etmeye başlamıştı. Öylesine berkitilmiş (müstahkem) askeri mevziler yapmışlardı ki Yunanlar; kolay kolay 6 aydan önce hiçbir saldırı çökertemezdi. Ne var ki yalnızca 4-5 gün dayanabildiler. 30 Ağustos günü arkalarını dönmüş, her yeri yaka – yıka Afyon ovasından Ege’ye doğru kaçmaya başlamışlardı. Ordu komutanı general Nikolaos Trikupis bile tutsaktı ve Mustafa Kemal Paşa’nın çadırında konuk edilmiş, kahve ikram edilmiş, kılıcı dahi alınmamıştı. Atina’daki başkomutan Hacı Anesti öfke bunalımlarındaydı. General Trikupis, ölene dek her yıl 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve giderek saygı duruşunda bulundu.

Büyük Taarruz sürdürüldü ve kaçabilen Yunan birlikleri 9 Eylül 1922 günü İzmir’de denize döküldüler. O gün, salt Türkiye ve biz Türkler için değil, dünya tarihi açısından da bir dönemeçtir. Hem bizim hem Yunanların (Yunanların değil!), hem de emperyalizmin sömürgesi mazlum uluslar için bağımsızlık savaşımı meşaleleri yakılmıştır.

Başta Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, utkuda (zaferde) belirleyici işlev gören Fahrettin Altay paşa ve süvarilerine, emeği geçen her-ke-se, şehit ve merhum gazilerimize vefa borcumuzu ödeyebilmenin tek 1 yolu var.. Atatürk’ün belirttiği gibi Türk Ordusunun utkusuyla (zaferiyle) sonuçlanan Büyük Taarruzdaki temel amaç, yalnızca düşmanı yenmek değil;

  • Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak” olduğuna göre,

Türkiye Cumhuriyeti Devletimizi ”kayıtsız şartsız bağımsız” bir Devlet olarak sonsuza dek hep ilerleme içinde yaşatmak, çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine taşımak, hepimizin tarihsel borcudur! Gerisi hamasi söylevler, boş laflardır.

Mustafa AYDINLI : Son olarak eklemek istediğiniz?
Prof. SALTIK : Büyük yurtsever ozanımız Nazım Hikmet’in (RAN) dillere destan Kuvayı Milliye destanından bir alıntı yapmadan olmaz…

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
Paşalar O‘nun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: “Üç” dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.

Reis ”..solcular vatansever olamaz…” buyurmuş.. Yukarıdaki dizeler vatan aşkı dışında hangi duygularla yazılabilir? Nazım Hikmet’in vatan aşkını sorgulamak hiç kimsenin haddi değildir. Ağzına ”Türk” sözcüğünü almaksızın, özellikle ”… bakın Türk demiyorum!” dahi diyebilen ülkemiz yöneticileri (http://ahmetsaltik.net/2017/04/02/pamukoglu-hayir-onde-yuzlerinden-belli/) Hacca da gitseler ihramlara bürünerek, 26 Ağustos’larda Malazgirt’e de gitseler, 26 Ağustos’un ruhu ile barışık olmadıklarını yadsıyamazlar; bu çok vefasızca, hatta utandırıcıdır. Türk Ulusu böylesine bir aşağılanmaya asla yaraşır olmadığı gibi, kabul de etmeyecektir..

Mustafa Kemal Paşa‘nın kurduğu bu devlette, demokratik cumhuriyetin nimetleriyle ATATÜRK‘ün koltuğunda oturan Erdoğan’ı bu davranışları nedeniyle esefle karşılıyoruz, kendisini tarihsel gerçeklerimize saygılı olmaya, insafa ve vefaya çağırıyoruz.

Büyük Atatürk’ün demesiyle;

  • “Amacımız ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü,
    aynı zamanda da tam egemenliğimizi elde etmektir.
    Bizi bu amaçtan alıkoyacak herhangi bir güce karşı savaşacağız.”

Ulusal kurtuluş savaşımının önderi, düşmanı salt askeri olarak yenmenin yetmeyeceğini, Osmanlı İmparatorluğu deneyiminden ötürü çok iyi biliyordu. Askeri alanda öngörülen taktik ve stratejik planların siyasal alanda da uygulanması gerektiğinin bilincindeydi. 1. Dünya Paylaşım Savaşının yenileni (mağlubu) 4 devletten salt Türkiye, kendine yengin (galip) devletlerin zorla imzalattıkları Sevr Anlaşmasını yırtıp Lozan’ı kabul ettirerek savaştaki zaferinin ardından bir de diplomasi zaferi eklemiştir. 1. Dünya savaşının 4 yenileninden Almanya Versay, Avusturya St. Germain, Macaristan Trianon ve Bulgaristan Neuilly Antlaşmalarının kendilerine uygulanmasını engelleyememişlerdir.

Bize tam bağımsız bir ülkenin çocukları olma hakkını veren başta Mustafa Kemal Paşa ile silah – dava arkadaşlarını, acılı ve yorgun savaşçılarını, İskilipli Atıf gibi sözde hocaların aldatmasıyla  yurt savunmasından kaçmayan Mehmetçiklerimizi, şehitlerimizi ve merhum gazilerimizi sonsuz bir minnetle-şükranla anıyor, sevgin (aziz) anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.

YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ diyoruz Büyük Atatürk gibi..
Savaşı, Ulusun yaşamı tehlikeye düşmedikçe cinayet görüyoruz büyük komutan Atatürk gibi.

BÜYÜK TAARRUZ’UN ve 30 Ağustos, 9 Eylül zaferlerinin 95. Yılı Ulusumuza ve dünyaya KUTLU OLSUN diyoruz bir kez daha.. 15 Mayıs 1919’da başlayan İzmir’in – Ege’nin işgali, ancak 3,5 yıl sonra 9 Eylül 1922’de sonlandırılabildi ve İzmir’in dağlarında çiçekler açtı..

  • Yaşşa Mustafa Kemal Paşa, yaşşa Mustafa Kemal Paşa, yaşşa Mustafa Kemal Paşa!

Mustafa AYDINLI : Teşekkür ederim..

Prof. SALTIK : Ben de hem size hem Çorlu Devrim Gazetesine teşekkür ederim.
============================
[1]  1071 yılı, Müslüman Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerinin tarihidir. Türkler milattan önce 13 bin yılında Anadolu’ya gelip, Anadolu’nun dip kültürünü oluşturdular. Ön Türkler Anadolu’ya göçebe olarak değil, göçmen olarak geldiler.

HUKUK VE AHLÂK

Mustafa AYDINLIMUSTAFA AYDINLI
Eğitimci – Yazar
http://www.corumhaber.net/hukuk-ve-ahlk-makale,11678.html

Hukukun sözlük anlamı; ‘Toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımıyla güçlendirilmiş bulunan kuralların, yasaların bütünü. Bu kuralları, yasaları, hakları konu alan bilim dalı’ olarak tanımlanıyor.

Ahlâk ise; insanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü. Kişide huy olarak bilinen nitelik; iyi ve güzel olan nitelikler.

Her hukuksal olan ahlâksal mıdır? Ya da her ahlâksal olan hukukla güvence altına alınmış mıdır?

Yirminci yüzyılın önde gelen hukuk felsefecilerinden Lon Louis Fuller’e göre “Parlamentolar seçime dayalı güçlü bir meşruluğa sahip olsalar da, yasa yapma yetkilerini kullanırken kimi hukuksal, ahlâksal sınırlara uyma zorunluğundadır.” (http://tbbyayinlari.barobirlik.org.tr/TBBBooks/545.pdf)

Buradan anlıyoruz ki; yasalar yapılırken, o ülkenin özgül koşullarının yanında, evrensel ve ahlâksal değerlere ve Hukukun temel İlkelerine uymak ve gözetmek gerekmektedir. Bu nedenle, hukuksal terimler arasında sık sık “yaşamın olağan akışı” deyimini duyarız.

Sayın Prof. Şahin Filiz’in Veryansın TV web sitesinde yayınlanan makalesinden anlıyoruz ki (https://www.veryansintv.com/hukuk-ahlakin-emrinde-olmak-zorundadir, 05.10.2021); “Badeci Müptezel’in” ilk derece mahkemesinde 62 yıl olarak belirlenen cezası, “mağdurların rızası olduğu” gerekçesiyle Yargıtay 14. Ceza Dairesince bozulmuştur. Ceza kaldırılıp salıverme (tahliye) kararı verilirken gerekçe şöyle kurulmuş:

  • Kendisini din alimi olarak tanıtan sanığın oral ve anal yoldan gerçekleştirdiği cinsel ilişki eylemlerinde, cebir ve tehdit kullanmadığı gibi mağdurların da bu yönde iddiasının olmaması, sanığın kendisine itibar edilmesini sağlamak amacıyla sarf ettiği sözlerin aldatıcı nitelikten uzak olması ve eylemlerini mağdurların rızası ile gerçekleştirdiğinin anlaşılması karşısında…

Gerekçeli kararda “Badeci Müptezel’in” söz konusu eylemi gerçekleştirdiği vurgulanıyor. Bu eylemi “Mağdurları zorlayarak değil, rızasını alarak” yaptığına yer verilerek salıveriliyor.

  • Rızası olana oral ve anal yoldan, her şey yapılabilir mi?

Bu rıza” ile çocuğun dinsel duygularının sömürüldüğü çok ağır biçimde hırpalandığı (travma aldığı) gerçeğini nasıl yadsıyacağız? Hukukça olay kitabına uyduruluyorsa, ahlaksal açıdan ve toplum vicdanında da aklanmış oluyor mu?

Bir başka deyimle, vergi kaçırmak için, kimi vergi cenneti adalarda şirketler kurulsun. Diyelim ki Man Adası’na paralar gitsin veya gelsin, hukukça kitabına uyarsa, şirkete / kişilere ceza verilmezse, ahlâkça ve kamu vicdanında o şirketler / kişiler aklanıyor mu?

Tarikat batağına teslim edilen çocuğun, kimliği ve kişiliği daha baştan, tarikat yurtlarına eşikten adımını atarken alınıyor! “Rıza” nasıl ve hangi koşullarda oluşmuştur? Bir çocuğun “oral ve anal” yoldan kendisine tecavüze rıza göstermesini (!?) “yaşamın olağan akışını” her fırsatta dile getiren hukuk mantığı ile nasıl örtüştüreceğiz? “Çocuğun rızası” diye bir dayanaktan nasıl söz edilebilir? Sonuçta iki yüksek yargıç üye karara itiraz etmiş ve karşıoy yazısı (muhalefet şerhi) yazmıştır. (AS: Özgür istenç / irade için hukukça ergin olmak, us sağlığı yerinde olmak ve hiçbir baskı altında olmamak koşullarına ek; söz konusu olayla ilgili (anal – oral cinsel ilişki) tam ve güncel bilimsel bilgi sahibi olmak gereklidir.)

Bu çocuklara tecavüzü tartışırken, Bekir Bozdağ’ın “Küçüğün rızası varsa” savunması pek de uyumlu!! Eh, bir dönemin Adalet Bakanı böyle zırvalarsa, çıkan mahkeme kararlarına da pek  şaşırmamak gerekiyor (!?) Kısacası AKP iktidarı yıllardır ektiği yoz ürünü biçiyor.

Badeci Müptezel“, mağdurlara utanç verici cinsel tecavüzünü, “manevi ilim aktarmak için yaptım” diyerek kendisini savunmaktadır!? Oysa birtakım hile ve yanıltmalarla çocukları kandırmıştır, karşı durmasını önleyen söz ve davranışlarda bulunduğu apaçık ortadadır. (AS: Haykırarak sormak gerekir : Diyelim ki “manevi ilim” diye bir şey var; bunun aktarılması çocuklara cinsel saldırı / tecavüz ile mi olur? Bilimsel eğitim yöntemleri nerededir??!!)

Konusu açıkça evrensel ceza hukuku ilkeleri bağlamında suç oluşturan ve ağır yaptırımlara bağlanan bu tür iğrenç eylemler, ne Türk toplumunun değerlerinde ne de kutsal inançlarda dayanak bulabilir! Düpedüz kokuşmadır!

Diyanet İşleri Başkanlığı / Başkanı, Cumhuriyetin kurucularına, değerlerine açıkça hakaretten fırsat bulup, bu tip yüz kızartıcı, utanç verici, Türkiye’yi dış dünyaya rezil eden… sapkınlıkları kınayamıyor, lanetleyemiyor ve suça ortak olup, batağa saplanıyor.

Tarikat yapılanmaları zaten baştan yanlış ve suç; sivil toplum kuruluşları oldukları savı düpedüz safsata. ‘Eğri cetvelden doğru çizgi’ beklemek saflık olur.

Mustafa Kemal ATATÜRK bu nedenlerle tarikat, tekke, zaviye gibi bataklık yuvalarını kapatmıştı!

  • “Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filân veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddî ve manevî mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.” 1925 (Atatürk’ün S.D. II, syf. 215)
  • “Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür; fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.” (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün S.D.K. ve İS., syf. 68, 1925)

Yobaz – sapık dinci Hukuk ve ahlakı, akıl ve bilimin evrensel değerlerini eksen alsaydı, gelinen yer böylesine utanç verici, kahredici olmazdı.

AKP iktidarının bu sefilliğe artık “dur” deme zamanı gelmiş, geçmektedir.

Tüm toplum bu kırılma noktasında en net ve şiddetli tepkisini artık gecikmeden koymalıdır.

ANAYASANIN İLK 4 MADDESİ

Mustafa AYDINLIMUSTAFA AYDINLI
Eğitimci – Yazar
http://www.corumhaber.net/anayasanin-ilk-4-maddesi-makale,11668.html

Değerli dostlar, 

Özellikle son yıllarda halkın gündemi ile iktidarın gündemi birbiri ile hiç uyuşmuyor. Klasik deyimle halk “aş, iş, ekmek” derdinde, pahalılığın önüne geçilemiyor. Zamlar yağmur gibi yağıyor. Kılıç gibi yaklaşan kışı, halk nasıl atlatacağının derdine düşmüş, işsizlik Cumhuriyet tarihinin en üst düzeyinde iken, iktidar “Dindar Anayasa” yapma telaşında.

AKP’li eski TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Başkanvekili İsmail Kahraman,

  • Değiştirilemez denilen ilk 4 madde anayasaya konmamalıdır. Dindar bir anayasa olmalı. İlk 4 madde değiştirilebilir. dedi.

2017 Anayasa değişikliği, Türkiye’nin 1876’dan bu yana anayasa tarihinin en az oyu almış, Yüksek Secim Kurulu (YSK) desteği ile “Atı alıp Üsküdar’ı geçerek” yapılmış, hatta mühürsüz 1,5 milyon oyu geçerli saymış, üç ay sonra da bu suç olmaktan çıkarılmış bir anayasa ile ülke yönetiliyor. Kısacası AKP iktidarı 2017’de kendisi yaptığı çok kapsamlı anayasa değişikliğini de beğenmiyor. İsmail Kahraman “Dindar Anayasa” yapalım diyor.

Gerçekte, söyleyene değil söyletene bakmak gerek.

İlk 4 maddede neler yazıyor;

Madde 1- Türkiye devleti bir cumhuriyettir.

Madde 2-Türkiye cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Madde 3- Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî Marşı İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır.

Madde 4- Anayasanın 1 inci maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.
***
Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek bu maddelere göre ne yapmak istiyorsunuz?

  • Cumhuriyeti mi kaldırmak istiyorsunuz?
  • “Demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletini” kaldırıp, yakın olduğunuzu ima ettiğiniz bir Taliban rejimi mi kurmak istiyorsunuz?
  • Ülke ve ulusun bölünmez bütünlüğünü mü ortadan kaldıracaksınız?
  • Türk Dili’ni mi değiştireceksiniz?
  • İstiklal Marşı’nı mı değiştireceksiniz?
  • Yoksa Ankara’yı Başkent olmaktan mı çıkarmak istiyorsunuz?

İlk 4 maddede neler yapmak istediğinizi açık söyleyin, halk gerçek yüzünüzü görsün.

Halk ülkeyi Ortaçağın kör karanlığına sürüklediğinizi, ülkenin Taliban rejimine dönüşme riskinin farkına varsın.

Konunun uzmanları ülkede “Yaklaşık yüz yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca ulusal gelirin arka arkaya yedi yıl düştüğü tek dönem 2014 ile 2021 yılları arasına denk geliyor.” diye uyarıyorlar.

Kısacası AKP iktidarı, yoksulluğun ve çöküşün çözümünü, değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek Anayasa’nın ilk 4 maddesinde arıyorsa, baştan karaya vurmuş demektir.

12 Eylül’den günümüze..

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
aydinliddo@gmail.com 

Türkiye’yi gericiliğe teslim eden, bugün yaşadığımız pek çok olumsuzluğun mayasını taşıyan 12 Eylül 1980 Darbesinin üzerinden tam 41 yıl geçti. Silahlı Kuvvetler, Cumhuriyet tarihinde üçüncü kez yönetime el koydu. Öbür darbeler geldi geçti ve tarihteki yerlerini aldı. Ama 12 Eylül Darbesi 41 yıldır geçmedi ve adeta yaşam biçimimizin, günlük yaşamımızın bir parçası olarak sürüyor.

Sözde Atatürk ilkeleri ön plana çıkarılarak yapıldığı söylenen darbe, bugün Atatürk ve dava arkadaşlarına cami açılışlarında lanet okunan rejimin zeminine dönüştü. Çünkü bugünkü iktidarın hamuru ve mayası 12 Eylül’de atılmıştı. Bu nedenledir ki Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, “İktidarını 12 Eylül’e borçlu olanlar, darbelerle hesaplaşamaz.” derken haksız değildir. Zaten bu iktidarın 12 Eylül’le hesaplaşmak gibi bir sorunu da yok. 12 Eylül anayasasının pek çok maddesi hala yürürlükte.

12 Eylül’cüler, 41 yıldır ülkenin üzerine, adeta bir karabasan gibi çökmüştür. 12 Eylül rejimi işe TBMM’ni, CHP’yi ve öbür siyasal partileri kapatarak başladı. TBMM arşivlerine göre; Türkiye’yi tümüyle değiştiren faşist darbe sonrasında göz altına alınan kişi sayısı 650 bindir. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 50 kişi idam edildi, 171 kişi işkenceden öldü. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 29 bin kişi siyasal sığınmacı olarak yurt dışına kaçtı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. Yargılanan gazeteciler toplam 3315 yıl 6 ay hapse mahkûm oldu. 12 Eylül 1980-6 Kasım 1983 arasında gözaltında veya cezaevinde ölenlerin sayısı 183, açlık grevinde ölenlerin sayısı 5 olarak kayıtlara yansıdı. Vatandaşlıktan çıkarılanlar 14 bin kişiyi buluyordu. Görüldüğü gibi ülke adeta bir açıkhava mapushanesine dönüştürülmüştü.

12 Eylül Rejimi, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin isteği doğrultusunda, 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarını uygulamayı hedefine koymuştu. 12 Eylül öncesi günde yaklaşık 20 kişiyi bulan insan ölümü, 13 Eylül sabahı bıçak gibi kesilmişti. Bu durum bize, 12 Eylül darbesinin karanlık güçler tarafından yapıldığını gösteriyor. Darbe ABD desteklidir. CIA’nin Türkiye istasyon Şefi Paul Henze’nin, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “Bizim çocuklar işi başardı” diye bilgi vermesi boşuna değildir.

12 Eylül 1980’den bir yıl önce 2. Ordu Komutanı Org. Bedrettin Demirel, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’e, terörden rahatsızlığını “ciddi önlem alınması gerektiğini “ bildiriyor, Evren’in yanıtı ise; “Kamuoyu henüz hazır değil, olayların gelişimini bekleyelim.” oluyor. Bu durum  da darbenin önceden planlandığını, olaylara bilinçli göz yumulduğunu gösteriyor.

Darbenin Devlet Başkanı Kenan Evren, ülkenin dört bir yanında Genelkurmay Başkanı giysisi (üniforması) ile Kuran’dan ayetler okuyarak mitingler yapıyor, demokrasi güçlerini dinci politikalarla boğmak için tarikatlara göz yumuyordu. Din dersi zorunlu kılındı. Günümüze dek uzanan laikliğe karşı girişimler o günlerden başladı, bu güne dek hızla büyüyerek geldi.

Darbe öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle yargılanan 17 yaşındaki Erdal Eren’e 19 Mart 1980’de idam cezası verildi. Kenan Evren’in (yaşı büyütülerek) 17 yaşında astırdığı Erdal Eren için söylediği “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü 12 Eylül’ün mantığını kavramak açısından önemlidir. Eren’in idam kararı, Yargıtay tarafından iki kez bozulmasına karşın, Milli Güvenlik Konseyince onaylandı ve yaşı büyütülerek 13 Aralık 1980’de Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde infaz edildi.

12 Eylül faşizmi ile yüzleşme bütün yönleri ile ne yazık ki yapılamadı.
12 Eylül faşist yönetiminin politikaları ve sonuçları bugün pek çok açıdan sürmektedir.
Geçmişten günümüze gelen 12 Eylül mantığı, bütün yönleri ile kaldırılmadan gerçek demokrasiye ulaşmak hayalden öte bir şey değildir.

ASTIĞI ASTIK, KESTİĞİ KESTİK

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar
aydinliddo@gmail.com

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rize’de katıldığı açılışta kurdeleyi erken kesen çocuğun kafasına (elindeki mikrofonla) vurarak uyardığı görüntüler, düşündürücü ve son derece üzücüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanının çocukları seven ve onları koruyan kollayan, şefkat besleyen nitelikte olması gerekirdi. Çocuğun kafasına mikrofonla vurmak ve azarlamak kabul edilemez bir sevgisizlik örneğidir.

Genelde insanlar neden şiddete başvurur? Sevgisiz ve şiddet ortamında büyüyenler sevgi dağıtamaz onlar da şiddete başvurur. Bir atasözünde olduğu gibi, “Ne ekersen onu biçersin”. O çocuğun başına vuran sıradan bir insan olsaydı -ki zaten her gün oluyor- bu düzeyde tartışmazdık. İçimizi ve toplumun yüreğini bu denli yaralamazdı. Ülkenin 1 Numarasında oturan kişi çocuk döverse, O’nu örnek alan polis insanın kemiklerini kırar. Şiddet kalıcı ve bulaşıcı olur.

Örneğin öğretmen öğrencisini döverse, yarın o çocuk polis olur, jandarma olur öğretmenini döver. Hatta öğretmen olur, O da öğretmeninin torunlarını döver. Bir söz vardır “Kurt atasından gördüğü gibi ulurmuş” öyle gördü, öyle uygular. Toplumda yukarıdan aşağıya şiddet egemen olur. Sevgi, saygı, şefkat, uygarca iletişim ortadan kalkar.

Rahmetli Erdal İnönü bir toplantı sonrası otelden çıkarken, kapı önünde uyuyan köpeği rahatsız etmemek için uzaktan dolaşıyor. Gazetecilerin “neden uzaktan dolaştınız?” sorusuna yanıtı, “Köpek uyuyordu, rahatsız etmedim.” İnsan olarak böylesi yüce bir düşünce karşısında, saygı ile eğilmek düşüyor. Burada sevgi gösterilen neslimizin en küçük varlığı çocuklarımız değil, üstelik uyuyan bir köpek. Oysa insan yavrusuna gösterilecek sevgi, bir hayvana yaraşır bulundan eksik olmamalı.

Öte yandan 2010 yılı 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarında, Sayın Erdoğan usulen başbakanlık koltuğuna oturan öğrenciye şöyle demişti :

  • Artık Başbakan sensin.. astığın astık; kestiğin kestik…” 

Daha o zamandan Sayın “dünya lideri“nin nasıl bir ruh haline sahip olduğunun kanıtıdır.  “Asmak ve kesmek” gibi ilkel bir duyguyu körpe beyinlere şırınga ediyor.

Bu bir padişah, sultan edasıdır. Yandaş basından çıt yok. Yüzünün üstüne yatıyorlar. Hani siz demokrattınız? Hani siz demokrasi açılımı yapıyordunuz? Demokratlıkta bırakın yandaş basını, yetmez ama evet’ diyen yalamaları da safınıza katmıştınız. Şimdi gördüler, neyin yettiğini, neye evet dediklerini. Yalanın sonu bir yere dek. Her şey yalan, her şey takiyye, bir toplum yalanla, takiyye ile ne denli aldatılabilir?

Şiddet, çağımızın genel geçer anlayışı olamaz “Astığın astık, kestiğin kestik” uygar, modern, çağdaş toplumların söylemi olamaz.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu Çorum’da annesinin yanındaki küçük bir çocuğa yaklaşarak, onun gönlünü almak, sevgi şefkat göstermek ister. Nasılsın?’ diye sorar. Ne var ki çocuğun annesi Kılıçdaroğlu’na “Hadi yürü, yürü!” diyerek tepki gösterir. Keşke o bacımız ya da çocuğunun başına mikrofonla vurulan anne, bu şiddet karşısında aynı tepkiyi gösterebilse. Keşke şiddet ve şefkati ayırabilen bir toplum olabilsek.

Yaşadığımız dünyanın kutup yıldızı ülkeler astığını asan, kestiğini kesen” ülkeler olmayıp, aksine barışı, demokrasiyi, adalet ve özgürlüğü geçerli kılan ülkelerdir. Genlerinde şiddeti değil, sevgi ve şefkati taşıyanlardır.

FIKRALARLA BİRAZ GÜLÜMSEME

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

Genelde çoğumuzun bildiği bir Bektaşi, bir de Ezop fıkrası ile tatil günü biraz gülümseyelim istedim.

HİÇ

Bektaşi bir gün işi gereği, kaymakam beyi görmek istemiş. Kaymakamın odacısı bir türlü içeriye bırakmıyor. Bakmış olacak gibi değil.

Bektaşi demiş ki: “Biz kaymakam beyle akraba oluruz!”

Bunu duyan kaymakam; “Bırakın gelsin” demiş.

Bektaşi’yi kaymakamın odasına almışlar, kaymakam biraz öfkeli sormuş;

– “Nereden akraba oluyoruz?.”

Bektaşi demiş ki: Siz şu an kaymakamsınız değil mi?

– Evet
– Sonra ne olacaksınız?
– Vali!..
– Daha sonra
– Hiiiiç..

Bektaşi; İyi de, ben şimdiden “HİÇ” im!.
***

EŞEK ÖYKÜSÜ

Antik Yunan dönemine ilişkin, Ege Bölgemizde yaşayan Masalcı Ezop’tan bir öykü :

Öykü işte; inek, beygir ve eşek çevreye dağılarak, insanların ne yaptıklarını öğrenmek, sonra da üç yıl geçince aynı yerde buluşup, neler gördüklerini birbirine anlatmak üzere sözleşirler. Her biri farklı yönlere dağılırlar.

Aradan geçen üç uzun yıldan sonra, buluşma yerine ilk olarak inek ve beygir gelir… İkisi de bitkin, çökmüş, belleri bükülmüş, dişleri dökülmüş durumdadır.

Beygir şaşkınlıkla sorar; Nedir bu halin inek kardeş?..

İnek iç çekerek üzgün bir durumda anlatır: “Hiç sorma beygir kardeş, ah bu insanlar, çok acımasız, durmadan beni birbirine sattılar. Her alan sütümü sonuna dek sağdı. Yetmezmiş gibi yanıma bir eş daha bulup çifte koştular, aç susuz kaldığım oldu. Canımı zor kurtardım buraya geldim.”

Beygir acı acı içini çekerek. “Benim de başıma gelenleri hiç sorma, ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime biri indi, öbürü bindi. Sesimi çıkaramadım. Binmedikleri zaman da zincirle bağladılar. Belim bükülüp de onları taşıyamayınca, arkama bir araba bağladılar. Bu kez onları birlikte taşımaya başladım. Hızlı gitmem için sürekli kamçıladılar. Canımı güçlükle kurtardım inek kardeş.”

İnek ve beygir sohbet ederken uzaktan eşek gözükür. Hoplaya, zıplaya, sağa sola tekme atarak, zevkten dört köşe gelir. Üstelik bakımlılıktan biraz da kilo almış!

İnekle, beygir “Neden böyle neşeden dört köşesin, eşek kardeş? Nedir bu durumun?” diye sorarlar.

Eşek “Sizden ayrıldıktan sonra uzak bir memlekete vardım. Baktım birisi yükseğe çıkmış bağırıyor. Ne denli çok bağırırsa, insanlar onu daha çok  alkışlıyor. Eh Allah vergisi, benim sesim de fena değildir. Ben de yüksekçe bir yere çıktım. Başladım bağırmaya, bilirsiniz ben bağırınca yeri göğü inletirim. Sesimi duyanlar benim yanıma koştu. Duyan duymayana haber verdi. Çevrem insanlarla doldu. Onlar geldikçe de, ben daha çok bağırdım. Hak, hukuk, adalet, refah, mutluluktan filan söz ettim.”

-“Peki, sonra ne oldu?..”

-“Olacağı, beni başkan seçtiler”

-“Yapma yahu!.. demek sen başkan oldun!..”

-“Evet başkan oldum, bir şey yapmama gerek kalmadı. Bir yandan yedim, bir yandan bağırdım..”

-“İyi de hiç kimse senin eşek olduğunu, anlamadı mı yahu?…”

-“Valla milletin yarısı anladı anlamasına ama, bir türlü öbür yarısına anlatamadı…”

           

 

 

YANIYORUZ

Mustafa AYDINLIMUSTAFA AYDINLI
Eğitimci – Yazar

Yanıyoruz“, yazın yaşamıma başlayalı attığım en ürkütücü, en acı başlıktır. Keşke bu başlıkta bir yazıyı kaleme almasaydım. Keşke ülkemizin dört bir yanından yangın haberleri gelmeseydi. Keşke yangınlar daha başladığı noktada söndürülebilseydi, bugün dördüncü gününde (AS: 28 Temmuz – 2 Ağustos, 6. gün!) hala yangınlar sürüyor. Yanan ormanların alevi, dumanı gökyüzü ile buluşuyor. 21 kentte devam eden 63 (AS: 100’ü aşkın noktada! 35 ildeki 138 orman yangınından 129’unın denetim altına alındığı belirtildi.) ayrı yangın için “yanıyoruz” demeyecektim de, ne diyecektim?

İçimiz yandı, akciğerlerimiz yandı, bunlar artık klasikleşmiş deyimler. Ben televizyonlarda orman yangınlarını izleyemem. Yangında devrilen her ağaç, yanan karınca, kanadı kavrulan kuşlar, tilki, tavşan, dağ keçileri, ceylanlar, kaplumbağalar ve onların yavruları sanki içimden bir parçayı alıp götürür. Yangından yarı kurtulan canlıların geriye dönüp bakışları, büyük olasılıkla yavrularını izlemeleri ya da aramalarından daha büyük dram olur mu? Bu nedenle yangın görüntülerinde gözlerimi kapatırım.

Yaz sezon (mevsimi) olması nedeniyle yangınların çıkmasına, iklimsel koşullar son derece elverişli. Çok sayıda yangının eşzamanlı çıkması, kasıtlı yakma olaylarını da aklımıza getiriyor. O bir olasılık, ancak biliyoruz ki yangınların yaklaşık % doksanı insan kaynaklı. Ormana söndürülmeden atılan sigara izmaritinden, söndürülmeyen mangal küllerine kadar, dikkatsizlikler orman yangınlarına sebep oluyor.

Yangınsız bir yıl geçirdiğimiz genelde olmuyor. Sadece bizde değil dünyada da benzeri yangınlar çok oluyor. Demek ki yangınlar yaşamımızın bir gerçeği. Önemli olan yangınlar olmadan ne tedbir (önlem) aldığımız. Bugünkü teknolojide yangınları büyümeden önlemenin olanakları var. Bugüne dek genelde yangınları THK (Türk Hava Kurumu) uçakları, söndürüyor ve önlüyordu. Kayıtlara göre 2002 yılında THK’nun 19 yangın söndürme uçağı varken, bugün yarısı kadar olsun yangın söndürme uçağının olmamasını kimseye anlatamazsınız. Cumhuriyetin her kurumunu yıkıp işlevsiz hale getirmekte mahir olan iktidar, belli ki THK uçaklarını da hangarda çürümeye terk etmiş.

Eski THK Başkanı’nın açıklamaları ile Tarım Bakanı’nın açıklamaları birbiri ile çelişiyor. 19 uçakla devir alan iktidardan şimdi uçak sayımızı 29’a, 39’a çıkarmasını beklerdik. Yangın uçakları sıfıra düşerken, maşallah Cumhurbaşkanlığı makam uçak sayısı, üçü geçmezken şimdi sayı 13’e çıkmış. Hem de en pahalı ve lüks uçaklarla “itibardan taviz verilmemiş” (AS: “İtibardan tasarruf olmaaz! Bay RTE)

Basından edindiğimiz bilgilere göre; “Fransa Cumhurbaşkanı’nın 8 makam, 32 yangın söndürme uçağı var, İspanya’nın 3 makam, 74 yangın söndürme uçağı var. İtalya’nın 8 makam, 88 yangın söndürme uçağı var. ABD’ni ise makam uçağı bizimkinin bir alt modeli, yangın söndürme helikopter sayısı 1000 adet. Bizim Kazdağları’nın köküne siyanür döken, bayrağı ağaç yaprağı olan Kanada’nın 136 adet yangın söndürme uçağı var, bizim makam uçağımız 13, yangın söndürme uçağı sıfır, şu an 3 adet kiralandı.”

Ne diyelim “itibardan taviz vermeyin”. İtibarınıza bir yıldız olarak; yanan binlerce dönüm ağacı, yanan kuşları, tavşanları, tilkileri, ayıları, dağ keçilerini, kaplumbağaları, karıncaları, ceylanların feryadını da ekleyin.

THK’na kayyum atanmış, kayyum heyeti başkanı Cenap Aşçı Beyefendi nerede? Memleket yanarken düğüne gitmiş. Merak ediyorum, Cenap Bey evlenenlerin mutluluğuna iştirak ederken (AS: katılırken), yanan canlılar, kökünden devrilip kül olan ağaçlar hiç aklına geldi mi? Ne yapalım ki “Alt yanımızı kurt yese, üst yanımızın haberi yok”.

Bu arada, Din bilginlerine bir sorum olacak: Bir canlının yaşamının son bulmasına sebep olursak o dilsiz varlıkların AHI tutar mı?

Yangın söndürme işi “hizmet alımı çerçevesinde” özel sektöre ihaleye verilmiş. Eh yakınlarına, yandaşa verecek hali yok ya! Ne denli çok yangın, o denli çok para. Böyle rezalet görülmemiştir. Gerçi yangınlar sönmüyor artıyor, ama umarım ‘söndürme garantilidir’.

Garanti kapsamında bari söndürün; yanıyoruz, yanıyoruz, yanıyoruz!

ATATÜRK’E, O’na YENİLENLER KADAR SAYGI DUYMADINIZ

Mustafa AYDINLI
EğitimciYazar

Geçtiğimiz hafta sonu Ayasofya’daki programda eski imam Mustafa Demirkıran, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ve TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un da dinlediği sırada Mustafa Kemal Atatürk’ü hedef alarak. Bunlardan daha zalim ve kafir kim olabilir?! gibi sözlerle küfür ve hakarette bulundu.

Peki kim bu eski imam? Cumhurbaşkanının aile dostu, memleketlisi, eşi imamın oğlunun düğününde nikah şahidi. Güneysu İlim Öğrenenlere Yardım Vakfı mütevelli heyeti üyesi, gazeteler bu vakfa 2017 yılında vergi muafiyeti (AS: bağışıklığı) sağlandığını yazıyor. YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın babası Muhammed Emin Saraç’ın hem öğrencisi hem de dünürü olduğunu öğreniyoruz. (AS: Erdoğan’ın hocası olduğu fotoğrafları da sosyal medyada paylaşıldı!)

Partili Cumhurbaşkanı ve TBMM Başkanının önünde bu açık ve ağır saygısızlığın yapılmasına hiç ses çıkarılmaması kaygı vericidir. Bir an düşünüyor insan; Mevlana’nın bir sözünü anımsıyorsunuz, Suskunluğum asaletimdendir. Her söze verecek yanıtım var. Ancak, bir söze bakarım söz mü diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye! Uzayan sessizliğin gerekçesi bu olabilir mi?

Oysa anımsayalım, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu birkaç önce adli yıl açılış töreninde iktidarı eleştirince, o zaman başbakan olan Erdoğan, “Doğru söylemiyorsun, siyaset yapıyorsun diye gürlemiş ve salonu terketmişti. Hatta Cumhurbaşkanı Gül’ü de kolundan tutarak salondan çıkarmıştı. Demek ki anında tepki verilebiliyormuş. Fakat son örnekte de “Camide siyaset yapılmaz” diyemediler. Haliyle düşünüyoruz, söyleyene değil, söyletene bak.

Atatürk’e kin ve nefretlerini imamlar aracılığı ile kusuyorlar.

Kuşku yok ki bu imamlar daha önce Mustafa Kemal’e idam fermanı hazırlayan Şeyhülislam Mustafa Sabri’lerin (AS: ki Sevr paçavrasına da onay vermişti bu zat!), hain Damat Ferit’lerin, Keşke Yunan galip gelseydi diyebilen, Fesli Kadir’lerin,* Menemen’de Asteğmen Kubilay’ın başını kesen Derviş Mehmet sapıklarının devamıdır.

Tüm bunlardan sonra, kimi aklı evveller diyor ki; “Atatürk’ün asgari saygıyı hak ettiği konusunda uzlaşalım”.. Sahi mi diyorsunuz? Vay vay vay, bu ne değerbilirlik böyle (!) ? Beyler – hanımlar; bir ülkenin kurucu kahramanları için “en az” saygıyı hak ettiği değil, “en üst düzeyde” saygıyı hak ettiği tartışılacak bir olgu değildir. Biz o defteri yüz yıl önce kapattık. Cumhuriyeti kurarken o uzlaşmayı yapmıştık. Yeni bir uzlaşma pazarlığı Cumhuriyet ve yarattığı artı değerleri hiçe saymak anlamına gelir.

Bir dönem Mustafa Kemal’le savaşmak zorunda kalanlar, yenildikleri halde Atatürk’e saygıda kusur etmemişlerdir. ‘Bükemedikleri bileği öpmüş, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermişlerdir’ işte birkaç örnek :

  • İşgal ordularını İzmir’de denize döktüğü Yunanistan’ın Başbakanı Venizelos, 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir.
  • UNESCO 1981 yılını, 100. doğum yılında, tüm dünyada “Atatürk Yılı” ilan etmiştir.
  • General Nikolaos Trikupis,  Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordularının komutanı, 30 Ağustos 1922 günü Türk askerinin önünde, Yunan birliklerinin başında kaçarken 2 Eylül gecesi Türk askerlerine tutsak düşüyor. General Trikupis’i alıp Başkumandan Mustafa Kemal Paşaya getiriyorlar. Üzülmeyin generaldiyor. “Siz görevinizi sonuna dek yaptınız. Askerlikte yenilmek de vardır. Napolyon da geçmişte tutsak olmuştur. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Konuğumuzsunuz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, dinlenin.” (1) demiş, sıcak çay söylemiş ve kılıcını bile üzerinden almamıştır.
  • General Trikupis her yıl 29 Ekim’de düzenli olarak, Atina’daki Türk Büyükelçiliği’ne giderek Atatürk’ün fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulunmuştur, öldüğü güne dek. (2)
  • Sağ kolunu 1915’te Çanakkale Savaşında yitiren Fransız General Gourrot (Guro); Kalkıp Ankara’ya Mustafa Kemal’in cenaze törenine geliyor ve “Seni selamlamak için bir kolum daha var.diyor, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün cenazesini gözyaşları içinde selamlıyor.” (3)

Keşke Mustafa Kemal’e tarihte yendiklerinin duyduğu ölçüde saygı duyabilseydiniz, “en az” onlar ölçüsünde değerbilir olsaydınız, O’nun sayesinde bu yaşama, makamlara erişebilenler olarak..

“Vefa” salt Hıristiyanlara özgü bir değer mi, İslamiyette hiç yeri yok mu ?

Dipnotlar :
1-Hikmet Saim, Usta gazeteciler Açıklıyor, Nasıl Atlattım?
2-Ekşi sözlük
3-Atatürk’ün doğum günü (19 Mayıs) Şahap Osman Aras. 21 Mayıs 2018
* Fesli Kadir’in ipliğini pazara çıkaran, Prof. Dr. Ahmet Saltık ile Cevizkabuğu programında tartışmasını izlemek için tıklayınız (veya kopyalayıp google arama motoruna yapıştırarak..)
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4?t=2489
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4

Bu video 1,2 milyondan çok kez izlenmiştir.

MANİLERLE 128 MİLYAR DESTANI

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

 

 

Oldu mu yar oldu mu?
Dertler derman buldu mu?
128 milyardan
Haber alan oldu mu?
***
Akşama aç yatayım
Tarla takım satayım
128 milyarı
Nasıl çöpe atayım
***
Söyle gittin nereye?
Tuz basarım deriye
128 milyarla
Gel beriye beriye
***
Gülüm sarardı soldu
Gözlerim yaşla doldu
128 milyarın
Akıbeti ne oldu?
***
Tuz basarım yaraya
Sığmaz köşke saraya
128 milyarsız
Servet düştü yarıya
***
Dinmez gözde yaşımız
Çok ağrıdı başımız
128 milyar
Ekmeğimiz aşımız
***
Yok Oğuzlar, Kayılar
Bak karıştı sayılar
128 milyarı
Ham yapıyor dayılar
***
Aydınlı görür gözü
Alan söyler sözü
128 milyarsız
Kahrolur insan özü

KANAL İSTANBUL JEOPOLİTİK İNTİHAR

Mustafa AYDINLIMUSTAFA AYDINLI

Kanal İstanbul gündeme geldiği günden beri konunun uzmanı bilim insanlarınca tartışılıyor. Hazırlanan raporlara göre, her geçen yıl Boğazlardan geçen ticari yük gemilerinin sayısı azalıyor. Çünkü farklı taşıma seçenekleri günümüzde artmıştır. Anlaşılan, iktidarın en önemli gerekçe olarak; “Trafiği rahatlatmak için kanal açıyoruz” sözü pek inandırıcı değil.

Bu azalmanın önemli nedenlerini Prof. Dr. Haluk Gerçek şöyle açıklıyor:

“Birkaç nedeni var. Bir kez gemi boyutları büyüdüğü için kapasitesi yüksek olan az sayıda gemiyle daha çok yük taşınabiliyor. İkincisi, özellikle petrol ve doğalgaz geçişleri konusunda alternatif (AS: seçenek) boru hatları oluşturuldu. Ayrıca Rusya, Karadeniz havzasındaki limanlar üzerinden yaptığı taşımacılığın bir bölümünü Baltık limanlarına kaydırdı. Bütün bunlar İstanbul Boğazı’ndaki trafiği azaltan nedenler.”

Kanal boyu güzide tarım alanları imara-inşaata açılacak, Katar’lı ortakları ile birlikte baştan paylaştıkları büyük bir rant getirisi sağlanacak. Ranta dayalı projeler ve arazi talanları eşi görülmedik bir çevre erozyonuna yol açacak. Üzücü olan bu felaketin geriye dönüşü yok. Bu yok oluş bilim insanlarının değerlendirmesidir. İktidar ne İstanbul halkını, ne de bilim insanlarını bu konuda ikna edemiyor. Kendine güvense İstanbul halkına sorar ve bu konuda referanduma (AS: halkoylamasına) gider. Gidemez, çünkü sonucu baştan biliyor. Bu bir zor projesidir. İstanbul’un yazgısı ile oynanıyor, ama halkına sorulmuyor. Oysa İktidar demokratlıkta sözü kimseye bırakmıyor. Görünüşe bakılırsa haksız da sayılmaz (!)

Alanında uzman bilim insanları, Kanal İstanbul’un büyük bir felakete yol açacağını değerlendiriyor. Sonuç olarak proje ekolojiyi tahrip edecek, su canlılarının önemli bir kesimini yok edecek, karada ve denizlerde biyoçeşitliliği geri dönülmez bir biçimde bozacak. Depremi tetikleme olasılığı artacak. Montrö Boğazlar Sözleşmesini tartışılır duruma gelecek. Sorunlu olan İstanbul trafiği daha da sorunlu olacak. İstanbul’un nüfusu en az 1.2 milyon artacak. İstanbul 3 parçaya bölünürken, Avrupa yakasında bir ada oluşacak. Marmara ve Karadeniz’de öngörülemeyen doğa olayları yaşanabilecek. Su havzaları kuruyacağı gibi, kalan sulara da deniz suyunun karışması sonucu içme sularının tuzlanacağı endişesi baskın kaygı.

İBB’nin düzenlediği Kanal İstanbul Çalıştayında konuşan eski TUBİTAK Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Cemal Saydam, “Kanal İstanbul etkileriyle Marmara denizinde biriken sülfür dioksit, çürük yumurta kokusu ortaya çıkaracak. Çürük yumurta kokusu hayırlı bir koku değil. Sülfür dioksit’in etkileri ise erkekliği öldürür…Ayrıca Marmara denizinde balığı unutun. ” diyor.

İstanbul’u yöneten yerel yönetimin hiç mi söz hakkı, hiç mi görüşü yok? Yerel yönetimin görüşü neden alınmıyor? İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu proje için “Bu proje İstanbul’a bir ihanet projesi bile değildir. Resmen bir cinayet projesidir. İstanbul için gereksiz bir felaket projesidir. Bu proje bittiğinde İstanbul bitmiş olacak. Bu şahane kent yaşanamaz olacak. Temiz hava, su, altyapı, trafik açısından çözülemez sorunlarla baş başa kalacak. Ne Boğaz geçişi, ne deniz trafiği yoğunluğu, ne de ekonomik olarak böylesi bir Kanal gereksinimi söz konusu değildir. Yalnızca yeni rant alanları yaratmak uğruna hazırlanmış, yol açacağı yıkıcı sonuçlar hiç düşünülmemiştir.” demektedir.

İktidarın tek dayanağı bir varsayım üzerine, “Boğaz trafiğinin 2071’de 86 bin gemi geçişi / yıla dek çıkacağı ve güvenliği tehdit edeceği” yönündedir. Oysa bilimsel gerçekler ve eldeki veriler iktidarı tümüyle yalanlıyor. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Gerçek’e göre “Boğaz’dan geçen gemi trafiğiyle ilgili istatistikler gerçekte çok ilginç. 2007 yılında 56.606 olan yıllık gemi trafiği, bugüne doğru geldikçe, istikrarlı bir biçimde azalıyor. Örneğin 2018’de bu sayı 44 bin düzeyine dek inmiş. Yani bir yandan geçiş sisteminde güvenlik artıyor, öte yandan gemi trafiğinde zaten bir azalma söz konusu…Tehlikeli madde taşıyan gemiler, örneğin 2018’de bu tür yük taşıyan gemilerin sayısı 9247 idi. Halbuki 2007’de bu sayı 10 binin üzerindeymiş. Dolayısıyla tehlikeli yük taşıyan gemi sayısında da bir azalma var… 2007’de toplam kaza sayısı 700’e yakınken, 2017’de bu sayı 250 dolayına düştü. Bu kazaların önemli bir bölümü makine veya dümen arızasından, bir kesimi de Tüzük ihlalinden, kaynaklanıyor.”

Yerel yönetimin ve bilim insanlarının görüşü,

  • “Kanal İstanbul ranta dayalı, doğayı tahrip eden ucube bir projedir.”

Öte yandan Montrö’yü tartışmaya açarak, ABD’ye göz kırparak iktidarda kalmanın payandası olarak kullanılmak isteniyor. Halkın oyuna dayalı seçilebilme şansını çoktan yitiren iktidar, Cumhuriyet’in tüm birikimlerini satmasına karşın ekonomiyi düzeltemiyor. Sıra Montrö gibi uluslararası sözleşmeleri geçersiz kılmaya geldi. Bu konuda TBMM Başkanı Mustafa Şentop “Cumhurbaşkanı Montrö’yü bile kaldırabilir” diyerek konuyu tartışmaya açmış oldu.

SÖZCÜ yazarı sayın Yılmaz Özdil “Montrö’yü bırak delmek, biraz esnetmek bile, jeopolitik intihardır… Darbe marbe palavraları, sinsi sinsi Montrö’yü delmeye çalışırken suçüstü yakalanmış olmanın öfkesidir, gerisi hikayedir.” ifadesini kullanıyor.

Kanal İstanbul, ülkemizde şu an yaşanan hiçbir güncel sorunu çözmüyor; işsizlik, pahalılık sürüyor hatta Türkiye’ye egemenlik, güvenlik, savunma, ekolojik denge, çevre ve şehircilik konusunda geriye dönüşü olmayan sorunlar çıkarıyor.

Yarın “Biz bu kente ihanet ettik, bunda benim de payım var” demek hangi yaraya merhem olur? Boğazlar ve Marmara Denizi ölür, İstanbul ölür!

Kısacası Kanal İstanbul’la Türkiye halkı kazanmayacak, aksine Katar ortaklığı ile ranta dayalı bu proje, ABD’nin çıkarlarına hizmet ederek, geriye dönülmez bir “jeopolitik intihar” gerçekleştirilmiş olacaktır.