Etiket arşivi: tarikat yurtları

PAZAR SOHBETİ : EN BÜYÜK SORUN

Nurzen Amuran ~ Ayda Bir ~ "Uğur Mumcu" Anısına. 1993 - YouTubePAZAR SOHBETİ : EN BÜYÜK SORUN

Nurzen Amuran

Seçime giderken siyasette beklenen saydamlığın olmayışı, etik kuralların göz ardı edilmesi, yanıtları verilmeyen yolsuzluk savları, usulsüzlüklerin önemsenmeyişi, nüfuz kullanma alışkanlıklarının sürmesi, siyasal iktidar için yeni sorunlar yaratacaktır. Rüşvetin, adam kayırmanın önüne geçilmesi ve yolsuzlukların üzerine gidilmesi için yeni yasal düzenlemelere gereksinim varsa, bu düzenlemelerin caydırıcı olması isteniyorsa, o zaman Meclis’e yeni yasa önerilerinin getirilmesi gerekmez mi?

Bu gelişmeler olurken Sosyolog ve Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ahmet Özer’in kaleme aldığı, Independent Türkçe de yayınlanan, “Temiz toplum ve temiz siyasete giden yolda siyasi partilerin rolü” başlıklı makaleyi okumanızı öneririm. Prof. Özer, “Temiz bir toplum yaratmanın yolu temiz siyasetten geçer. Temiz siyaset ise kuralları önceden belirlenmiş, ilkeli ve siyasi etik kurallarına göre işleyen bir sistem üzerinde yükselebilir ancak.” diye yazısına başlıyor.. İlerleyen bölümlerde şunu dile getiriyor: “…. Oysa bugün genellikle siyasi ve bürokratik kadroların bir kısmı siyasi iktidarı, ülkeyi yönetmenin aracı olmaktan ziyade, ganimet gibi algılamakta, devleti ise bu paylaşımın aracı olarak görmekte, kullanmakta ve ona göre yaklaşmaktadır.”

  Prof. Özer, ayrıntılı bir bilimsel değerlendirme yapmış.

Bugün siyasetin gölgesinde kalan yargı, yolsuzluk usulsüzlük iddialarına karşı yapılan suç duyurularında, iddiaların kanıtlarını yeterli bulmuyor, soruşturmaya gerek olmadığına da karar verebiliyor veya soruşturmayı uzatıyor. Bu gidişin ekonomiye, siyasete ve toplumsal değerlere vereceği zarar yanında, gelecek kuşaklara etkisi de göz ardı ediliyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün, 2021 yılı Yolsuzluk Algı Endeksi geçtiğimiz günlerde yayınlandı. BBC’nin haberine göre, hazırlanan raporda, “Sivil ve politik özgürlüklerin olduğu ülkelerde yolsuzluğun daha iyi denetim altına alındığı” belirtiliyor. İnsan hakları ihlallerinin ve demokratik düşüşün engellenmesi için acilen yolsuzluğa karşı savaşı hızlandırmak gerektiği vurgulanıyor. Endekse göre 131 ülke, yolsuzluğa karşı mücadelede 2021 yılında neredeyse hiçbir ilerleme kaydetmemiş. 27 ülkede ise son 10 yılda tarihsel bir puan yitimi yaşanmış. Bu ülkeler arasında Türkiye de var. 38 puanla 180 ülke arasında 96. sıraya düşmüş.

Peki öbür ülkeler yolsuzlukla savaşımda (mücadelede) ne gibi önlemler alıyor, siyasetin temiz kalması için nasıl bir düzen getirilmiş, kısaca değinelim:

En çarpıcı örnekleri Japonya’da görüyoruz. Siyasetçi ölçüsünde Japon halkı da yolsuzluklarla savaşımda son derece duyarlı. Geçen yılın Aralık ayında Eski Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Tokyo’da savcılar tarafından sorguya çekildi. Abe’nin siyasal fonlar yasasını ihlal ettiği, destekçileri için düzenlediği “Sakura-kai” yemekleri için 8 milyon Yen’lik tutarı, bu fondan karşıladığı savlandı.

1990’lı yıllarda “Temiz eller” operasyonuyla İtalya’nin ünlü savcısı Antonio Di Pietro dünya kamuoyunun dikkatini çekmiş, öbür ülkelerde de “Di Pietro kadar yürekli savcılar” aranmaya başlanmıştı. Şubat 1992’den başlayarak 2 yıl İtalya’da üst düzey politikacılar, bürokratlar, iş adamları da içinde, 4500’den çok kişi hakkında soruşturma başlatılmış, açılan davalarda yolsuzluk ve bağlantılı suçlardan mahkum olanların sayısı 1233’e ulaşmıştı. Bu sonuçlardan mutlu olmayan 1 kişi vardı: O da, Antonio Di Pietro. 2012’de verdiği bir demeçte önemli bir konuya parmak basmıştı: Sözleri salt İtalya için değil, pek çok ülke için geçerliydi:

“20 yıl sonra acı olan şu: Her şey değişti ama hiçbir şey değişmedi… Dün iktidar, paraya erişim için kullanılıyordu, bugün para, iktidara erişim için kullanılıyor. Roller tersyüz edildi.”

Bugün İtalya’da sorun elbette çözülemedi ama yasal düzenlemelerle, oluşturulan bir kurumla (ANAC) yolsuzluklar, daha önlenebilir, daha denetlenebilir duruma geldi.

ABD’de 1972 yılında patlayan Başkan Nixon’un istifasına yol açan Watergate skandalından sonra gelişen olaylar çerçevesinde Amerikan Yolsuzluk ve Rüşvetle Mücadele Yasası FCPA çıkarıldı. Yasa, hem ulusal hem de küresel boyutta düzenlemeler getiriyor. Yalnızca gerçek kişilerin değil, tüzelkişilerin de rüşvet ve yolsuzluğa karşı uyması gereken kuralları düzenliyor.

Otoriter sistemlerde ise saydamlık olmadığı için yolsuzluk ve rüşvetin daha çok olduğu kesin. Nüfuz kullanma, haksız çıkar elde edilmesi, kamu kaynaklarının kuralsız kullanılması, rüşvetin yaygınlaşması ve toplumsal çıkarların göz ardı edilmesi bu sistemlerin adeta bir parçası haline gelmiş durumda. Ancak kimi ülkelerde çok ciddi önlemler alınarak soruna çözüm aranıyor.

Çin Devlet Başkanı Şi Cin Ping, 2012’de Çin Komünist Partisinin liderliğini devralmasından sonra yolsuzluğa karşı savaşım başlatarak, “tüm partinin tetikte olmasını” istemiş ve “yolsuzluğu, partinin yaşamda kalmasına karşı tehdit olarak gördüğünü” belirtmişti. Bugün Çin’de, caydırıcı cezalarla önlem alınmaya çalışılıyor.

Çin’de yolsuzluk nedeniyle kamunun enerji şirketi olan Sinopec Group’un eski Genel Müdürü Vang Tienpu’nun yargılandığı davada, “sanığın yasa dışı yollardan elde ettiği iddia edilen kazancına el konulmasına ve 3,2 milyon Yuan (yaklaşık 468 bin 300 Dolar) para ödemesine ayrıca 15 yıl 6 ay hapis cezasına” karar verilmişti.

Daha önce Çin Merkez Bankasında çeşitli görevlerde bulunan, sonra Varlık Yönetimi Şirketinin başına getirilen Lai, ülkenin yolsuzluk soruşturması geçiren üst düzey yetkilileri arasındaydı. Lai’ın şirkette gelişigüzel operasyonlar yaptığı, devlet malını zimmetine geçirerek rüşvet aldığı, kamu malıyla lüks restoranlarda yemek verdiği ve akrabalarının seyahat giderlerini şirket bütçesinden karşıladığı ileri sürülmüştü.

Ulusal Denetleme Kurumu Başkanı Hu Zejun, 970 yetkilinin yolsuzlukla savaşım fonunda usulsüzlük yaptığını, 1.363 kişinin ise barınma fonlarını kötüye kullandığını açıklamıştı.

Bugün Almanya’da da, para karşılığı yabancı bir ülkenin lobi faaliyetlerini sürdürdükleri savıyla siyasetçiler sorgulanmaya başlandı. Ama bu arada Alman halkının siyasal etiğe duyarlığını da anımsatalım.

Genel olarak evrensel boyutta yalnızca yasal önlemler yeterli değil, aynı zamanda ulusların ve yönetimlerin, etik kurallarında yolsuzluklara karşı siyasal bir kültürün oluşması da önemli.

Dünyada bu yönüyle hoşumuza giden olaylara da rastlıyoruz. Ben bu yazımda dünya basının da yer alan kimi çarpıcı örnekleri vermekle yetineceğim.

– Çok sayıda insanın öldüğü bir tren kazasının sorumluluğunu üstlenerek bakanlıktan istifa eden Mısır Ulaştırma Bakanı Rashad Al-Mateeni;

– Elektrik faturalarının kabarık gelmesi yüzünden ülke genelinde yapılan protestolar üzerine görevinden istifa eden Bulgaristan Başbakanı Borisov:

– Bir alışveriş merkezinde çatının çökmesiyle 54 kişinin yaşamını yitirmesinde, “Benim de sorumluluğum var.” diyen Letonya Başbakani Valdis Dombrovskis;

-Kamu malını kötüye kullandığı suçlaması üzerine henüz soruşturma başlamadan istifa etmeyi tercih eden Fransa İletişim Bakanı Alain Carignon;

-Yabancı kaynaklardan yasadışı bağışlar aldığı yönünde savlar basında yer alınca, anında istifa eden Japonya Dışişleri Bakanı Seiji Maehara.. daha niceleri örnek olarak gösterilebilir.

İhalelerde yolsuzluk yaptığı ve bir işadamından 10.350 Euro değerinde saat aldığı ortaya çıkınca istifa eden İtalya Altyapı ve Ulaştırma Bakanı Maurizio Lupi ve vadettiği yaşlılık maaşını uygulamaya geçiremediği için istifasını veren Güney Kore Sağlık ve Refah Bakanı Jin Yong, siyasi etik açısından unutulmayanlar arasında.

Bir de bugün bizim durumumuza bakalım:

Çorlu yakınlarındaki hızlı tren kazasında ölenlerin sorumluluğu iki üç çalışanın üzerine kaldı, söz verildiği halde 3600 ek gösterge verilemedi, (Yasanın Mayıs ayında TBMM’ye geleceği söyleniyor), EYT’lilerin durumu göz ardı edildi. Ekonomideki sorunlar çözülemedi, yüksek enflasyonun ağır baskısında kalan halk, artmayan gelirleriyle geçinmek için büyük savaşım verirken, 2-4 maaş alan kamu görevlileri ortaya çıktı. Bu süreçte yüksek elektrik faturalarının sorumluluğunu hiçbir kurum ve siyasi üstlenmedi, özelleştirmeye karşı çare olarak önerilen kamulaştırma kararına yanaşılmadı. İşsiz sayısı arttı, üniversite öğrencileri tarikat yurtlarına mahkum edildi, dernek – vakıf adı altında tarikatlar, sivil toplum örgütü işlemi gördü, siyasetin gölgesinde kalan yargı, zaman zaman beklenen adaleti sağlayamadı, haklıyla haksız karıştı,

  • 80 yaşına ulaşmış / aşmış Paşalar, FETÖ’nün oluşturduğu sahte belgelerle cezaevlerine gönderildi,

Anayasal hakları olan gösteri yürüyüşü yapan Boğaziçi’li gençler tutuklandı, kamudaki görevlendirmelerde liyakatın yerini, sadakat aldı. Kısacası çok övülen sistem tıkandı.

Şu anda gerek duyulan, etkin denetlenebilir parlamenter sistemin yeniden oluşturulması, yolsuzluklara karşı siyasal duyarlık sağlanması, ayrıca caydırıcı yasal düzenlemeler getirilmesi ve yasaların uygulanmasını sağlayacak yansız ve bağımsız yargı düzeninin yerleştirilmesi, saydam yönetimle halkta güven sağlanması..

İşte o zaman “HERKESİN KISKANDIĞI GÜÇLÜ TÜRKİYE’NİN” yollarını açabiliriz.

Hepinize güzel bir hafta diliyorum. 06.02.2022

 

HUKUK VE AHLÂK

Mustafa AYDINLIMUSTAFA AYDINLI
Eğitimci – Yazar
http://www.corumhaber.net/hukuk-ve-ahlk-makale,11678.html

Hukukun sözlük anlamı; ‘Toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımıyla güçlendirilmiş bulunan kuralların, yasaların bütünü. Bu kuralları, yasaları, hakları konu alan bilim dalı’ olarak tanımlanıyor.

Ahlâk ise; insanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü. Kişide huy olarak bilinen nitelik; iyi ve güzel olan nitelikler.

Her hukuksal olan ahlâksal mıdır? Ya da her ahlâksal olan hukukla güvence altına alınmış mıdır?

Yirminci yüzyılın önde gelen hukuk felsefecilerinden Lon Louis Fuller’e göre “Parlamentolar seçime dayalı güçlü bir meşruluğa sahip olsalar da, yasa yapma yetkilerini kullanırken kimi hukuksal, ahlâksal sınırlara uyma zorunluğundadır.” (http://tbbyayinlari.barobirlik.org.tr/TBBBooks/545.pdf)

Buradan anlıyoruz ki; yasalar yapılırken, o ülkenin özgül koşullarının yanında, evrensel ve ahlâksal değerlere ve Hukukun temel İlkelerine uymak ve gözetmek gerekmektedir. Bu nedenle, hukuksal terimler arasında sık sık “yaşamın olağan akışı” deyimini duyarız.

Sayın Prof. Şahin Filiz’in Veryansın TV web sitesinde yayınlanan makalesinden anlıyoruz ki (https://www.veryansintv.com/hukuk-ahlakin-emrinde-olmak-zorundadir, 05.10.2021); “Badeci Müptezel’in” ilk derece mahkemesinde 62 yıl olarak belirlenen cezası, “mağdurların rızası olduğu” gerekçesiyle Yargıtay 14. Ceza Dairesince bozulmuştur. Ceza kaldırılıp salıverme (tahliye) kararı verilirken gerekçe şöyle kurulmuş:

  • Kendisini din alimi olarak tanıtan sanığın oral ve anal yoldan gerçekleştirdiği cinsel ilişki eylemlerinde, cebir ve tehdit kullanmadığı gibi mağdurların da bu yönde iddiasının olmaması, sanığın kendisine itibar edilmesini sağlamak amacıyla sarf ettiği sözlerin aldatıcı nitelikten uzak olması ve eylemlerini mağdurların rızası ile gerçekleştirdiğinin anlaşılması karşısında…

Gerekçeli kararda “Badeci Müptezel’in” söz konusu eylemi gerçekleştirdiği vurgulanıyor. Bu eylemi “Mağdurları zorlayarak değil, rızasını alarak” yaptığına yer verilerek salıveriliyor.

  • Rızası olana oral ve anal yoldan, her şey yapılabilir mi?

Bu rıza” ile çocuğun dinsel duygularının sömürüldüğü çok ağır biçimde hırpalandığı (travma aldığı) gerçeğini nasıl yadsıyacağız? Hukukça olay kitabına uyduruluyorsa, ahlaksal açıdan ve toplum vicdanında da aklanmış oluyor mu?

Bir başka deyimle, vergi kaçırmak için, kimi vergi cenneti adalarda şirketler kurulsun. Diyelim ki Man Adası’na paralar gitsin veya gelsin, hukukça kitabına uyarsa, şirkete / kişilere ceza verilmezse, ahlâkça ve kamu vicdanında o şirketler / kişiler aklanıyor mu?

Tarikat batağına teslim edilen çocuğun, kimliği ve kişiliği daha baştan, tarikat yurtlarına eşikten adımını atarken alınıyor! “Rıza” nasıl ve hangi koşullarda oluşmuştur? Bir çocuğun “oral ve anal” yoldan kendisine tecavüze rıza göstermesini (!?) “yaşamın olağan akışını” her fırsatta dile getiren hukuk mantığı ile nasıl örtüştüreceğiz? “Çocuğun rızası” diye bir dayanaktan nasıl söz edilebilir? Sonuçta iki yüksek yargıç üye karara itiraz etmiş ve karşıoy yazısı (muhalefet şerhi) yazmıştır. (AS: Özgür istenç / irade için hukukça ergin olmak, us sağlığı yerinde olmak ve hiçbir baskı altında olmamak koşullarına ek; söz konusu olayla ilgili (anal – oral cinsel ilişki) tam ve güncel bilimsel bilgi sahibi olmak gereklidir.)

Bu çocuklara tecavüzü tartışırken, Bekir Bozdağ’ın “Küçüğün rızası varsa” savunması pek de uyumlu!! Eh, bir dönemin Adalet Bakanı böyle zırvalarsa, çıkan mahkeme kararlarına da pek  şaşırmamak gerekiyor (!?) Kısacası AKP iktidarı yıllardır ektiği yoz ürünü biçiyor.

Badeci Müptezel“, mağdurlara utanç verici cinsel tecavüzünü, “manevi ilim aktarmak için yaptım” diyerek kendisini savunmaktadır!? Oysa birtakım hile ve yanıltmalarla çocukları kandırmıştır, karşı durmasını önleyen söz ve davranışlarda bulunduğu apaçık ortadadır. (AS: Haykırarak sormak gerekir : Diyelim ki “manevi ilim” diye bir şey var; bunun aktarılması çocuklara cinsel saldırı / tecavüz ile mi olur? Bilimsel eğitim yöntemleri nerededir??!!)

Konusu açıkça evrensel ceza hukuku ilkeleri bağlamında suç oluşturan ve ağır yaptırımlara bağlanan bu tür iğrenç eylemler, ne Türk toplumunun değerlerinde ne de kutsal inançlarda dayanak bulabilir! Düpedüz kokuşmadır!

Diyanet İşleri Başkanlığı / Başkanı, Cumhuriyetin kurucularına, değerlerine açıkça hakaretten fırsat bulup, bu tip yüz kızartıcı, utanç verici, Türkiye’yi dış dünyaya rezil eden… sapkınlıkları kınayamıyor, lanetleyemiyor ve suça ortak olup, batağa saplanıyor.

Tarikat yapılanmaları zaten baştan yanlış ve suç; sivil toplum kuruluşları oldukları savı düpedüz safsata. ‘Eğri cetvelden doğru çizgi’ beklemek saflık olur.

Mustafa Kemal ATATÜRK bu nedenlerle tarikat, tekke, zaviye gibi bataklık yuvalarını kapatmıştı!

  • “Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filân veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddî ve manevî mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.” 1925 (Atatürk’ün S.D. II, syf. 215)
  • “Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür; fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.” (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün S.D.K. ve İS., syf. 68, 1925)

Yobaz – sapık dinci Hukuk ve ahlakı, akıl ve bilimin evrensel değerlerini eksen alsaydı, gelinen yer böylesine utanç verici, kahredici olmazdı.

AKP iktidarının bu sefilliğe artık “dur” deme zamanı gelmiş, geçmektedir.

Tüm toplum bu kırılma noktasında en net ve şiddetli tepkisini artık gecikmeden koymalıdır.

Taşan lağım sebebiyle salgın

Taşan lağım sebebiyle salgın

Süleyman KARAN
YURT, 14.12.16

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Kriminal vakalar, bir toplumun gidişatının da göstergesidir. Söz gelimi ABD’nin Ortabatısı, mümbit bir manyaklar tarlasıdır. Seri katil, çocuk tecavüzcüsü, o bu bolca çıkar. ABD’nin güney eyaletlerinden çıkan seri katiller ise katliamlarına tüy diker, ırkçılık, cinsiyetçilik ve dinsel fanatizm gibi temayı da sokar işin içine… Mesela neden California, Vermont, New York’tan değil de buradan daha çok çıkar bu ruh hastaları?.. Büyük olasılıkla yalıtılmış, sıkıntı yüklü,
her günün bir önceki günden hiç farkı olmayan bir zaman sarmalında geçmesinin getirdiği bir cinnet getirme olsa gerek. Bunun yanında belki akraba evliliği, genetik bozukluklar,
ırsi ruh hastalıkları da vardır. Kasabaya benzer ortamlar, insanların böyle şeylere meyletmesinde önemli bir etken gibime geliyor açıkçası…

Bir şerefsiz olarak suçlunun portresi
Ülkemize gelince… Bu ülkede her zaman cinnet, tecavüz, cinayet, her türlü aşağılık suç işlendi. Şimdilerde ise daha çok işleniyor. Özellikle çocuklara, kadınlara ve farklı yönelimlerden insanlara yönelik istismar, taciz ve şiddet kullanımında yoğun bir artış var. Bunu ‘toplumsal
cinnet’, ‘toplumsal ve ekonomik koşular sebebiyle kriminal olaylarda artış’ ve bunun benzeri soğukkanlı yorumlamak mümkün olabilirdi. Ancak mesele burada işlenen suçlar kadar,
bu suçları işleyen şerefsizlerin, kendierini nasıl savundukları… İşte sadece cuma günkü
Yurt gazetesinde yer alan birkaç haberden örnek:

Songül Elçil’in cesedi altı parçaya ayrılmış olarak üç ayrı çöp konteynerinde bulunuyor,
katil zanlısı yakalanıyor. Moğol tipli bir herif zanlı, oldukça sakin görünüyor.
Suçunu kabul etmekle kalmıyor, bir de hava basıyor soysuz:

  • “Bunda bir şey yok, kadını öldürdükten sonra uyudum”. Sonra o yetersiz beyniyle milliyetçi damara oynamaya kalkıyor, Songül Elçil’in PKK’lı olduğunu iddia ediyor ve ekliyor:
    “Bana ‘Ben örgütçüyüm, dağda dört yıl kaldım. Aslında size yapılanlar az bile,
    hepinizi öldürmek gerek’ dedi.”
    İşte bu yüzden kadının kafasanı kesmiş bu Fatih K. denen insan müsveddesi…
    Kadın uyuşturucu müptelası, büyük olasılıkla bu adi herif de “Açım” diyen kadına üç kuruşluk börek alacak, sonra artık ya fırsattan yararlanıp birlikte olacak ya da tecavüz edecek.
    Belki bir gün gerçeği anlatır bu soytarı katil, ama işte böyle alçaklaşıp, iktidara yaranmak, belki birkaç yıl cezayı düşürmek için ırkçı ayaklarına yatıyor. Bu soyu bozuklardan sadece
    bir örnek, devam edelim.

Kendini ‘besici’ sanan meczup
Manisa’da insanlıktan nasibini almamış, büyük olasılıkla manyak bir herif, parkta spor yapan
bir kadına saldırıyor. Ebru Tireli dört aylık hamile… Hemen hatırlatalım, bunları gaza getiren sözde din alimlerinden bazılarının ‘hamileyken sokağa çıkan kadın kötü kadındır’ fetvalarını
biliyoruz. Bu pislik herif de artık kadına göz mü koymuş, yoksa sadece kıskançlık mıdır artık
ne haltsa, görevden vazife çıkartıp üzerine çökmüş, başlamış dövmeye… Hâlâ yakalanamayan bu saldırgan kadını döverken, “Bir daha burada yürüyüp, spor yapmayacaksın” diye de uluyormuş! İş bununla da bitmiyor, bu mikrop yuvasına dönen ülkede öyle bir akıldışılık
hakim ki, saldırıya uğrayan kadıncağız, sanki suçluymuş gibi kendini savunmak zorunda
kalıyor;

“Üzerimde mont vardı, her yerim kapalıydı” diyor. Yani neredeyse mağdur kendini savunuyor,
o saldırgan şerefsiz ise henüz yakalanabilmiş değil. Emin olun bu adi herif yakalandığında,
tek başına bir kadının parkta spor yapmasına dayanamadığını, kadınların evde oturması
gerektiğini söyleyecek, böylece gerici ve ahlaksız bu furyada kendini kurtarmaya çalışacaktır. Bu kendini İran’ın ahlak polisi ‘besici’ gibi gören aşağılık mahluklar sürekli artıyor bu ülkede…

Taciz ve tecavüz vaka-i adiye
Çocuk tacizi ve tecavüzü rekor üstüne rekor kırıyor.
Ve bunu yapanlar manyak ya da ruh hastası değil, bu olayların büyük bir bölümü anababaların çocuklarını teslim ettikleri tarikat yurtlarında gerçekleşiyor. Tarikat pirleri ya olayın üstünü örtüyor ya da iğrenç bir yüzsüzlükle kadınların ergenlik yaşını tartışmaya açıyor. Hâlâ kendini
ana medya olarak tanımlamaya çalışan beş para etmez TV kanalları bu rezilleri ekrana çıkartıyor. Yine kendine utanmadan moderatör diyenler, bu ahlaksızları insan yerine koyup dinliyor, lağım gibi ağızlarından pislik boşalmasına seyirci kalıyor. Tepkiler gelince de
bir tweet ile işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Ne diyor bu kadın, “Ben konuğumun fikirlerine katılmıyorum”. Oldu, çocuk tacizinin saatlerce reklamını yaptır, sonra bir cümleyle kurtul…
Hepiniz aynı suç mahallinin zanlılarısınız!

Bir başka yurtta, çocuklar birbirine sarılmış yanmış, kömürleşmiş halde enkazdan çıkarılıyor. Ahlaksız yurt yöneticileri, yangın merdiveninin kapısını kilitledikleri için ölüyorlar.
Müdür utanmazca çıkıp, “Ben üzerine düşen her şeyi yaptım. Vicdanım rahat” diyebiliyor.
Bu arada hemen hatırlatalım, ölenlerden biri öz be öz kızı! İşin daha da acısı, cayır cayır yanarak ölen bu çocukların aileleri, yurt yönetimine karşı açtıkları davayı geri çekiyor. Kan parası mı aldılar, yoksa tehdit mi edildiler onu bilmiyoruz. Ama insan çocuğunun katillerini nasıl affeder, onlardan nasıl hesap sormaz, işte bu kendine insanım diyen için anlaşılacak bir durum değil.

Gri falan yok, ya siyahtır ya beyaz
Türkiye özellikle son beş yıldır, tam anlamıyla bir ahlak çöküntüsü içinde…
Kriminal vakalar bile siyasi uzantılar taşıyor.

  • Ahlaksızlığın temelinde, bu iktidarın pompaladığı, lümpen, akıldışı, onursuz, insanlık birikimini hiçe sayan bir toplumsal ruh hali yatıyor.
  • Artık öyle bir hal aldı ki bu durum, sanki bu topraklar ortadan ikiye yarıldı. Ortak hiçbir değer kalmadı. Sanki yanıbaşımızda bir yamyam kabilesi var ve her gün bir saldırı düzenliyor.
    Bu tartışılarak, uzlaşılarak çözülebilecek bir mesele değil. Bu bal gibi, birinin diğerine
    galebe çalmasıyla sonuçlanacak. Öyle ya da böyle herkes tarafını seçecek.
    Bu iyilerle kötülerin mücadelesi, bunun grisi falan yok, bir taraf beyaz öteki taraf siyah!..
    ==============================
    Dostlar,

Sayın Karan’ın söylem biraz sert, öfkeli ancak bir isyan ve iç boşaltma nedeniyle haklı görülebilir.. Ülkemizin dinci bir siyasal iktidar yönetiminde 14 yılda nasıl “tanımaz” ölçüde yozlaştırıldığına not düşen bir yazı. Dileyelim siyasal sorumluların vicdanları sızlasın ve sağduyu öne çıkarak hiç olmazsa kendi kendilerine özeleştiri verip olağanüstü kötü yönetime son versinler..

Deyim yerinde ise tüm kıyamet alametleri en üst şiddette alarm sirenleri çalıyor..
Duymamak için salt kulaktan sağır olmak yetmez.. Gönüllerin mühürlenmiş olması gerek. Anlaşıldı mı eyyy AKP iktidarı ve gönüllü köle, mürit, kula tapan milyonlar??

Göz göre göre bir halk intihara ve bir devlet beka sorununa sürüklendi..
AKP iktidarı ve yöneticilerinin ACİLEN bu olağanüstü vahim tabloyu görmesi ve
durumun gerektirdiği adımları atması gerek..

  • İlk olarak TBMM’yi etkin olarak, muhalefetle işbirliği içinde çalıştırmak gerekir..
  • İkincisi ülkenin gerçek gündemine dönülmesi için Başkanlık saçmalığından vazgeçmektir.
  • OHAL dönemine 20 Ocak 2017’de son verilmelidir.
  • Üretim ekonomisine öncelik verilmelidir.
  • Halkı ayrıştırıcı her tür söylem ve eylem terk edilmelidir.
  • Dış politikada derhal komşu ülkelerle doğrudan görüşerek içişlerine asla karışılmamalı,
    toprak ve halk bütünlüğüne kesin olarak saygı duyulmalıdır.
  • AB başta, tüm dış ilişkilerde denge politikası ve karşılıklı çıkarlara saygı esas alınmalıdır.
  • Türkiye hızla, insan haklarına saygılı HUKUK DEVLETİNE dönmek zorundadır..
    Bu husus Anayasanın 2. maddesi gereği açık bir yükümlülüktür.
  • Seçim ve siyasal partiler yasasında demokratikleştirme yapılmalı, bu bağlamda %10 seçim barajı %5’in altına çekilmeli, milletvekilleri adayları önseçim ile belirlenmeli ve hızla erken genel seçime gidilmelidir. Ülke bir ulusal koalisyon eliyle normalleştirimelidir.AKP – RTE ile
    14 yılda içine sürüklendiğimiz bataklık tablosunun sürdürülebilir zerrece yanı kalmamıştır.
  • Erdoğan, kendisini, AKP’sini ve ülkemizi öylesine ağır bir çıkmaza itmiştir ki; adeta çaresizlik içinde kıvranmakta ve “seferberlik” sözleri etmektedir. Bundan sonraki adın sıkıyönetim mi olacaktır??
  • AKP, yukarıda da belirttiğimiz gibi ülkemizi yönetememektedir.
    Erken seçimle iktidardan çekilmeli ve ülkemiz, kendisi dışındaki siyasal partilerin
    ulusal koalisyonuna teslim edilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 15 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsalik.net
profsaltik@gmailcom