Etiket arşivi: YÖK yasası

YÜKSEK ÖĞRETİM SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Suay Karaman      

YÜKSEK ÖĞRETİM SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ (*)

Değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Yüksek öğretimin sorunlarına geçmeden önce, üniversite hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Üniversite; yönetsel, bilimsel ve maddi özerkliğe sahip bir kurumdur. Bu kurum, devlet tarafından kurulan devlet dışı kurum kabul edilir. Bu özellikler, kamu adına, üniversite için vazgeçilmez özelliklerdir. ‘Üniversite’ adını taşıyan bir kurum bu nitelikleri taşımıyorsa, o kurum, adında ‘üniversite’ sözcüğü olan sıradan herhangi bir kurumdur. 

Üniversite kamu adına bilim üretir. Üretilen bilimin, doğru olabilmesi ve yayılabilmesi için, bilimi üreten kişilerin ve çalıştıkları kurumların akademik özgürlüğe ve özerkliğe sahip olmaları gerekir. Özerk ve özgür olma, her şeyden önce kişinin kendi iç dünyasına, devlete, hükümete, sermayeye ve herhangi bir toplumsal ya da örgütsel güce karşı gereklidir. Bu özelliklerinden ötürü gerçek üniversiteyi, ancak, kamu adına devlet kurabilir. Bu nedenle devletin kurduğu üniversite, devlet üniversitesi değil kamu üniversitesi olarak nitelendirilir. Bu yönüyle de üniversite devlet örgütünün dışında kalır. Devlet, kamu üniversitesine her türlü parasal ve kurumsal olanak sağlar; fakat bunlara karışmaz. Çünkü üniversitenin özerk ve akademik özgürlüğe sahip olması, kamu yararı açısından bunu gerektirir. 

Üniversite, akıl ve bilim kurumudur. İnanca dayanan dogmatik düşüncelerle ilgilenmez, önyargı ve hurafe (boşinan) üretmez; bunlara karşı durur, yaymaz ve savunmaz. Özerkliğe bunlar için de gereksinim duyar. Dolayısıyla üniversitede, dinsel, ırksal, mezhepsel ve öbür dogmasal düşüncelere sahip kişiler, kendi benliklerine karşı özerk ve özgür olamıyorlarsa, bunları yayıp savunuyorlarsa, çalışamazlar. Çünkü akademik özgürlük, ancak, bilimsellik niteliği taşıyan özgür düşünce için geçerlidir. 

Üniversitelerin, eğitim-öğretim vermek, araştırma yaparak bilgi üretmek ve bilgiyi topluma yaymak gibi temel işlevleri vardır. Üniversitelerin bu temel işlevlerini yerine getirebilmeleri, akademik ve idari (yönetsel) kadrolarının niteliği ile fiziksel koşullarının yeterli olmasına bağlıdır.. Üniversitelerin etkinlik kazanmaları toplum için çok önemlidir, çünkü üniversiteler toplumun ışığıdır, önünü açar ve aydınlatır. 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Çıkarılan bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, çağdaş ve özerk üniversite yok edilmiş, yöneticiler atamayla gelmiştir. YÖK Yasası ile bütün üniversitelerin programları ve ders içerikleri aynılaştırılmıştır. Üniversitelerin tümünün yatırım bütçeleri YÖK’e tahsis edilmiş ve yerleşke inşaatları YÖK tarafından ihale edilmeye başlanmıştır. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Zaman içinde yasanın birçok maddesi değiştirilmiştir ama yasanın üniversiteler üzerindeki baskıcı havası 41 yıldır kırılamamıştır. Özellikle 2002 yılından sonra üniversitelerde liyakat (yaraşırlık) bitirilmiş, laik ve bilimsel eğitim yara almaya başlamıştır. 

Şimdi yükseköğretimin sorunlarına gelelim: Ülkemizde 129 kamu, 75 özel ve 4 Vakıf Meslek Yüksekokulu ile toplam 208 üniversitede 183.592 öğretim elemanı görev yapmakta ve 8,3 milyon öğrenci öğrenim görmektedir. Bu 208 üniversitenin kimisinde başta kütüphane olmak üzere, yerleşke (kampus), laboratuvar, yeterli derslik, yurt, kültür ve spor alanı gibi birçok temel alt yapıya sahip olmayan üniversitelerin bulunduğu bilinmektedir. 

Üniversitelerde yeterli akademik kadro, araştırma görevlisi, teknik eleman, memur ve hizmetli personel eksikliği vardır. Bunların yanında üniversitelerin bütçelerinin yetersizliği de ortadadır. 2022 yılında üniversitelere 58 milyar TL bütçe ayrılırken sadece Diyanet İşleri Başkanlığına 23 milyar TL bütçe ayrılmıştır. Üniversite araştırma fonlarının ve TÜBİTAK bütçelerinin yetersiz olması, yurt içi ve özellikle yurt dışı kongre ve toplantılara katılımın düşmesine neden olduğu gibi, bilimin gelişmesini de engellemektedir. Günümüzde öğretim elemanı kadrosu niteliği de çok tartışılmaktadır; son yıllarda öğretim elemanlarının yeterliliği ve niteliği oldukça düşmeye başlamıştır. Akademik kadrolar liyakate (yaraşırlığa) bakılmadan, eş, ahbap, tanıdık ve siyasal ölçütlere göre doldurulmaktadır. Bütün bu olgular birleşince birçok akademik personelin hevesi kalmamış, salt zorunlu yapmaları gereken dersleri yapmaktadırlar. Bu arada akademik ve idari (yönetsel) personelin aldıkları ücret, yoksulluk sınırına gerilemiştir. 

Çok sayıda paralı, sahte dergilerin, sahte kongrelerin ve sahte tez yazım bürolarının varlığı sayesinde kayırılan kimi kişilere, lisansüstü eğitim yaptırılmış ve sonrasında da doçentlik, profesörlük unvanları verilmiştir. Böyleleri üst yönetim görevlerine de getirilmiştir. Üniversite sınav sorularının şifrelenmesi ve çalınması, neredeyse rutin bir duruma getirilerek, insanların gelecekleri çalınmaktadır. 

Hızla sayısı artırılan yükseköğretim kurumlarının çok ciddi olarak nitelik sorunu vardır. Her ile ve ilçeye altyapısı olmadan üniversite açmak, eğitimin niteliğini düşürdüğü gibi, niteliksiz ama diplomalı işsizler ordusunu büyütmektedir. Birçok üniversitede kadrolu öğretim üyesi bulunmamaktadır. Öğrenciler araştırma görevlileri ile lise düzeyinde öğrenim görmektedirler.

  • Kimi ilçelerde yalnızca 2-3 öğrencisi bulunan Meslek Yüksek Okulları bile vardır. 

Öğrenciler açısından da bakarsak, barınma ve beslenme sorunları çok fazladır. Öğrenciler gerek büyük kentlerde, gerekse ilçelerde ulaşım sorunlarıyla da boğuşmaktadır. Üniversite öğrencilerinin çoğu okudukları kentlerden memnun (hoşnut) değildir. Kentte kendini güvende hissetme (duyumsama), eğlence, spor, gezi, sosyal (toplumsal), sanatsal, siyasal ve kültürel (ekinsel) etkinlikler ile sağlık sorunlarının çözümü gibi konularda da sıkıntı içindedir. Halkın ve esnafın öğrencilere karşı tutumu da olması gereken düzeyde değildir. Türkiye’de çok sayıda öğrenci yoksulluk nedeniyle okumakta zorluk çekerken, kimi öğrenciler de burs alamadığı, devlet yurduna yerleşemediği için öğrenimi bırakmak zorunda kalmaktadır. 

Eylül 2021’de ülkemizde 3-5 yaş arasında okul öncesi okullaşma oranı %38 ile düşük düzeydedir. Okullaşma oranları ilkokulda %93, ortaokulda %89, lisede %44, yükseköğretimde %45’tir. Bu oranlar gelişmiş ülkelere göre düşüktür. Bilimsel araştırmalar okul öncesi eğitimin, eğitimde ve yaşamda başarıyı etkileyen çok önemli bir etken olduğunu vurgulamaktadır. Eğitimin temel bir aşaması olan ve bütün çocuklara sağlanması gereken okul öncesi eğitim, eğitim-öğretim sisteminin temelidir. Anaokullarında ya da ana sınıflarında yeterli öğretmen, personel (çalışan), pedagog ve sosyal hizmet uzmanı bulunmaması, okul öncesi eğitimin en önemli sorunlarının başında gelmektedir. 

2022’de yapılan üniversite sınavına 3.008.287 öğrenci katıldı. 96.518 aday sıfır alırken, 40 soruluk Temel Matematik testindeki ortalama doğru yanıt 7, Türkçe testinde 18 olurken, 20 soruluk Fen Bilimleri testindeki ortalama doğru yanıt 3, Sosyal Bilimler testinde 8 oldu. Böylece üniversiteye kayıt yaptıran öğrencilerin yaklaşık %8.0 kadarının nitelikli bir yükseköğretim programını okuyacak temel akademik bilgiye sahip olmadığı anlaşılmaktadır. 

Yükseköğretimdeki sorunları çözmek için ulusalcı, vatansever ve cumhuriyet devrimlerini özümsemiş kadrolara gereksinim vardır. Öncelikle her alanda ulusal eğitim yapılmalıdır. Ulusal eğitim; ulusun kendi eğitimcileri tarafından hazırlanmış, kaynakları, yöntemleri, planları, olanakları ve uygulamaları ulusal olan eğitimdir. Bütün öğretim kademelerini (basamaklarını) içine alan bilimsel, laik, demokratik ve çağdaş eğitime inananlardan oluşan bir komisyon (kurul) ile köklü bir eğitim reformu yapılmalıdır. Üniversitedeki tüm sorunların temelinde, ülkemizde benimsenmiş bir bilim politikası olmaması ve buna bağlı olarak üniversitelerin de kendi politikası olmaması yatmaktadır. Bu nedenle yeni bir yükseköğretim yasası zorunludur. 

Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kaldırılarak, üniversitelerin bilimsel özgürlük ve yönetsel, maddi (akçalı) özerkliklerini koruyacak biçimde, eşgüdümü sağlamakla yükümlü yeni bir üst kurul oluşturulmalıdır. Bu üst kurulun temel işlevi yükseköğretim planlaması yapmak, yükseköğretimde eşgüdümü sağlamak ve yükseköğretim ile istihdam ilişkisini planlayarak güçlendirmektir. Bu üst kurulun tüm üyelerini üniversiteler seçmelidir. Bugünkü YÖK merkeziyetçiliği içindeki tüm yetkiler, demokratik biçimde oluşturulan kurullara devredilmelidir. 

Kamu üniversitelerinin sayıları azaltılmalı, nitelikleri artırılmalıdır. Yalnızca büyük kentlerde üniversite açılmalı, küçük illerde ve ilçelerde üniversite olmamalıdır. Özel vakıf üniversiteleri kamulaştırılmalıdır, cumhuriyet devriminin toplumsal politikalarına dönerek eğitimin kamu hizmeti olması sağlanmalıdır. 

Eğitim sistemi sınav temelli değil, öğrenme temelli olmalı; ezbere değil, düşünmeye ve sorgulamaya dayanmalıdır. Nitelikli bir üniversite eğitimi için öğrencilerin temel fen bilimleri ve matematik bilgisi yanında felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi, tarih, coğrafya bilgilerine sahip olması için çalışmalar yapılmalıdır. Farkındalığı yüksek, duygusal zekâ, soyut, analitik (çözümleyici) düşünme ve sorgulama beceresi kazandırılması gerekir. Bunun için ortaokul ve liselerde bu eğitimler verilmelidir. 

Üniversitelerin finans (akçal) kaynaklarının kamusal ağırlıklı olmasına ve genel bütçeden sağlanmasına özen gösterilmelidir. Finansmanın kamusal ağırlığı, üniversitenin asli işi olan bilime daha çok yoğunlaşmasını sağlayacaktır. 

Üniversitelerde eğitim dili resmi dil ile yapılmalıdır. Ancak öğrencilerin bir ya da daha çok yabancı dil öğrenmeleri için gerekli çalışmalar da yapılmalıdır. 

Üniversite, neyi öğreteceğine, neyi araştıracağına, öğretim ve araştırmanın kimin tarafından yapılacağına kendisi karar vermelidir. Bilimsel özgürlükler kullanılırken, toplumun gereksinimleri ve öncelikleri temel alınmalı, araştırma alanları bilimsel gelişmeler doğrultusunda seçilmeli, eğitim ve öğretim programları ile ders içerikleri akademik gelişmelere uygun olarak düzenlenmelidir. 

Üniversite yönetiminde, en küçük akademik birimlerden başlayarak, üyelerin katılımıyla oluşan kurullarca yönetilmesine olanak sağlanmalıdır. Demokratik süreç ve katılımcı temsil biçimleri, akademik birimlerden başlayarak üniversite geneline egemen kılınmalıdır. Üniversite yöneticileri, rektör, dekan, enstitü ve yüksekokul müdürleri ile bölüm başkanları seçimle gelmelidir. Ancak bu seçimlerde nitelikli çoğunluk aranmalıdır. 

Akademik yükseltme ve öbür değerlendirme ölçütleri fen, sağlık, sosyal bilimler ve güzel sanatlar alanlarının özgünlükleri göz önünde tutularak hazırlanmalıdır. Bu bağlamda, yükseltmelerle ilgili kesin ölçütler konulmalı ve bunlara kesinlikle uyulmalıdır. 

Uluslararası ilişkiler teşvik edilmeli, birimlerin düzenleyecekleri sempozyum, konferans gibi etkinlikler için parasal kaynak sağlanmalıdır. Öğretim elemanlarının ulusal ve uluslararası sempozyum, konferans, sergi, festival, çalıştay vb. etkinliklere katılması akçalı olarak desteklenmelidir. 

Demokratik süreçlerin işletilmesinde, kamu çıkarı ve liyakat (yaraşırlık) ilkelerinden ödüne asla izin verilmemelidir. Kamusal çıkarlar ve yaraşırlık ilkesi temelinde bir kurumsallaşma hedeflenmelidir. Kadro alımında akademik birimlerin gereksinimleri, tercihleri ve en önemlisi yaraşırlık göz önünde bulundurulmalıdır. Ülkemizin gereksinimine göre yeni bölüm ve birimlerin açılmasında yeterli nitelik ve sayıda insangücü ve altyapının varlığına dikkat edilmelidir. 

Bilim yapan kurumlar olarak tanımlanan üniversitelerde, eğitimin niteliği çok önemlidir. Üniversitede kimin öğrenim görmesi gerektiği, kimin ders verebileceği, neyin ve nasıl öğretilmesi gerektiğinin belirlenen ölçütlere göre sağlanması, başarının temeli için çok önemlidir. Özellikle öğretim elemanı niteliğinin giderek düştüğü günümüzde, üniversitelerde hak edilmemiş unvan (san) ve görevler vardır. Akademik yükseltmeler mutlaka bilimsel yaraşırlık temeline göre düzenlenmeli ve saydam biçimde yapılmalıdır. Böylece üniversite saygınlığı her aşamada en üst düzeyde sağlanarak, toplumun üniversiteye olan güveni sarsılmamalıdır. 

Üniversiteler bağımsız olmalıdır. Bağımlı ortamda bilim yapılamaz. Ancak üniversite özerkliği, kötüye kullanılmaya olanak vermeyecek biçimde ve hukuk denetimine açık olmak üzere düzenlenmelidir. Eğer üniversite ve bilim, siyasal iktidarın güdümüne girerse, üniversite özerkliğinden söz edilemez. Özerklik olmadığı zaman, bilim de olmaz. Üniversitelerin yönetim süreçlerinde saydamlık, hesap verebilirlik ve katılımcılık ilkelerine göre davranmaları güvence altına alınmalıdır.  

Tüm bilimsel araştırmalara ve Ar-Ge çalışmalarına daha çok kaynak ayrılmalıdır. Üst düzey bilimsel araştırma yapılması ve nitelikli öğretim elemanı yetiştirilmesi için gerekli destek sağlanmalıdır. 

YÖK ilk çıktığı zamanlarda yeterince doçent ve profesör atanamayan yeni kurulmuş üniversiteler için getirilen yardımcı doçentlik kadroları şimdi doktor öğretim üyesi olarak yenilenmiştir. Ancak bu kadrolar, yetkili kişilere ya da yetkili kişinin destekledikleri kişilere oy sağlamak amacıyla kullanılır duruma gelmiştir ve birçoğunda yaraşırlık aranmamaktadır. Doktorası biten akademisyenlerden gerekli koşulları sağlayanlara doçentlik kadrosu verilmelidir. 

Doçent ve profesör kadrolarına atanacak olanların her unvan basamağında öbür üniversitelerde (gelişmekte olan) birer yıl zorunlu hizmet yapmaları sağlanmalıdır. 

Yüksek lisans yapmak isteyenlerde 4 üzerinden 3 not ortalaması, doktora yapmak isteyenlerde 4 üzerinden 3,5 not ortalaması koşulu getirilmelidir. Böylelikle lisansüstü çalışma yapanların da, akademisyen olmak isteyenlerin de nitelik sorunu çözümlenebilecektir. 

Yükseköğretimde açılacak bölümler, istihdam olanaklarına göre planlanmalıdır. Özellikle meslek yüksekokullarının sayıları ve açılacak programlar ülkenin gereksinimlerine göre belirlenmelidir. Meslek yüksekokullarının donanım ve kadroları, yeterli düzeye getirilerek, niteliklerini geliştirmek gerekmektedir. Meslek yüksekokullarının etkinliği, nitelikli ve yeterli sayıda akademik ve yönetsel kadroların görevlendirilmesiyle artırılarak, gençlerin bu okulları tercih edilebilir kurumlar durumuna getirilmesi sağlanmalıdır. 

Akademik ve yönetsel çalışanlar arasında işbirliğini geliştirmek ve eşgüdümü sağlamak için, yönetsel çalışanlara yönelik eğitim programları düzenlenmelidir. Üniversitenin kurumsallaşması ve demokratik katılımın sağlanmasının temel araçlarından biri olan örgütlenmenin desteklenmesi gerekir. 

Üniversitelerin tüm bölümlerinde ve hastanelerinde döner sermaye adı altında yapılan işlere son verilmelidir. Aynı biçimde ikinci öğretim adıyla yapılan ücretli eğitime de son verilmelidir. Üniversite öğrencilerinin estetik, sanatsal ve kültürel (ekinsel) bir formasyon  (donanım) kazanmasına yönelik olarak, yaratıcı drama, sanat ve müzik tarihi, uygarlık tarihi, felsefe, psikoloji, sosyoloji, mantık gibi dersler özendirilmeli ve spor olanakları geliştirilmelidir. Üniversite eğitimi, öğrencilerin eleştirel ve sorgulayıcı düşünmeyi öğrenmelerini sağlarken, yaratıcılıklarının geliştirilmesine yardımcı olması bakımından da önemlidir. 

Öğrencilerin gelişimi açısından ekinsel, toplumsal ve spor etkinliklerine yer verilmeli ve bahar şenlikleri, kültür (ekin) şenlikleri düzenlenmelidir. Öğrenci temsilcileri hem fakülte, hem de üniversite yönetim kurullarına, öğrencilerle ve öğrenim politikaları ile ilgili konularda oy hakkıyla katılmalıdır. 

Öğrenci yurtlarının kapasitesi ve niteliği artırılarak, barınma ile ilgili bütün sorunlar çözülmelidir. Dengeli ve yeterli beslenme sorunu da çözüme kavuşturulmalıdır. Tüm üniversite yerleşkeleri, öğrencilerin ve çalışanların günlük gereksinmelerini rahatlıkla karşılayacak biçimde düzenlemelidir. Kent merkezi ile yerleşkeler arasında ulaşım yeterli ve ücretsiz servislerle sağlanmalıdır. 

Ülke genelinde eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin, mutlaka devlet tarafından ve ücretsiz sağlanması ön koşul olarak gerekmektedir. Öğrenciyi ‘müşteri’ olarak gören özel üniversiteler, kamulaştırılmalıdır. Eğer özel üniversite olması bir zorunluluksa, özel üniversitelerde alınacak ücret, asgari ücretin üç-beş katı arasında olmalıdır. Yerleştirme puanları ise, kamu üniversitelerindeki aynı bölümün en çok on-onbeş puan altında olmalıdır. Böylece bilgisi olmayan ama parası olanın, istediği üniversiteye girerek, fırsat eşitsizliği yaratmasının yolu kapatılmış olur. 

Fizikçi Richard Phillips Feynman (1918-88); öğrencilerin, okula gelmek ve öğrenme sevgilerini büyütmek için onları heyecanlandıracak mutlu öğretmenleri olması gerektiğini söylemiştir. Yani öğrencilerin mükemmel değil, mutlu öğretmenlere gereksinimi vardır. Çünkü mutsuz öğretmen, aynı zamanda öğrencilerin de mutsuzluğu demektir. Mutsuz öğrenci ise başarısızlığı getirir. 

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya alıştıran ve bu amaç için düşünme alışkanlığı veren kurumdur. Eğitim, gençlere dünyayı, çevreyi, toplumu, insanları ve tüm canlıları anlamalarını sağlamıyorsa neye yarar? Sorunları çözüme kavuşturulmuş çağdaş üniversitelerimizde ülkesini seven, ülkesinin kalkınması ve toplumun refahı (gönenci) için çalışacak genç akademisyenlere gereksinim vardır. Bunları gerçekleştirmek için, eğitimde başarılı olmak için çok çalışmamız gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Bu duygularla sözlerime son veriyorum. 

Azim ve Karar, 28 Kasım 2022 

(*): Yüzüncü Yıl Platformu’nun 26 Kasım 2022 tarihinde düzenlediği “Ulusal Eğitim Sempozyumu (Kurultayı) 2022” konuşması

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE  (*)

portresi

 

Suay Karaman

 

 

Değerli katılımcılar,

Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerin ışıklar içinde yatarak, bizleri aydınlattığı inancıyla hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum.

Cumhuriyet yönetimi, eski tüzükle yönetilen Darülfünun’u Cumhuriyet Devrimlerine uygun bir şekle getirerek, 1 Nisan 1924’te 493 sayılı yasayla İstanbul Darülfünunu’nu kurmuştur. Genç Cumhuriyet yöneticileri, Darülfünun’dan çok şey beklemişler ancak beklediklerini bulamamışlardır. İstanbul Darülfünunu, genç cumhuriyet aydınlanmacılarının beklediği iyileşmeye, gelişmeye ve ilerlemeye ulaşamadığı gibi, yapılan pek çok devrime ya sessiz kalmış ya da karşı çıkmıştır. İşte uğursuz üniversite böylece ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu yüzden eğitim alanında köklü değişiklikler yapılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 Üniversite Devrimi ile yeniden kurulan üniversite, özerk bir yapıya kavuşmamasına karşın belirli dönemlerde atılımlar yaparak, bilimsel niteliğini ve devrimci çizgisini yükseltmiştir.

18 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılarak, üniversiteler hem bilimsel, hem de yönetsel özerkliğe kavuşmuş ve yönetimde katılımcılık ilkesi getirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 28 Ekim 1960’ta çıkarılan 115 sayılı yasa ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilerek, katılımcı yönetimi ve demokratikleşmeyi artırıcı nitelikler sağlanmıştır. Üniversitelerin özerk oluşları da, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 7 Temmuz 1973’te, hem antidemokratik, hem demokratik hükümler içeren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Antidemokratik hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, önceki yasalara göre en özgürlükçü yasa konumuna gelmiştir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Bu yasayla çağdaş, demokrat ve özerk üniversite yok edilmiştir. Üniversitelerimiz 35 yıldır bu yasayla yönetilerek, uğursuz üniversiteye kalıcı geçiş sağlanmıştır. Bu YÖK dönemini uğursuz üniversite olarak anmak yanlış sayılmaz. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tümden ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Şimdi bu uğursuzlukların bazılarını yakından görelim.

YÖK’ün kurucusu ve 1981-92 arasında on bir yıl YÖK Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı döneminde üniversiteler açık açık doğranmıştır ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verilmiştir. İhsan Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yapmış, bilimden ve aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açmıştır. İstediği kişilerin, sahte jüri kurarak doçent olmasını bile sağlamıştır. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, Bilkent Üniversitesi adıyla ilk özel üniversiteyi kurmuştur. Böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atılmıştır.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ilk basımı 1952’de 14. ve son basımı 2000 yılında yapılan “Annenin Kitabı” başlıklı bir çocuk bakım kitabı bulunmaktadır.  Bu kitabında ABD’li bilim insanı Dr. Benjamin Spock’un (1902-98) ilk baskısı 1946’da yapılan “Çocuk Bakımı ve Eğitimi” (Baby and Child Care) adlı dünyaca ünlü kitabından, kaynak göstermeden alıntılar (aşırma/intihal) yaptığı, ilk kez 29 Kasım 1981 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu tarafından yazılmıştı. Bu olayın hukuksal süreci 10 Mayıs 2006 tarihinde Doğramacı lehine sonuçlanmıştır ancak vicdanlarda Doğramacı aklanmamıştır. Bu işin peşini bırakmayan Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 15 Nisan 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığı davayı kazandı ve İhsan Doğramacı’nın aşırma (intihal) yaptığına karar verildi. İşte böyle bir kişinin üniversitelerin başına geçmesi, uğursuzluk olarak değerlendirilmelidir. Bu olaydan cesaret alarak, günümüzde de birçok akademisyen aşırma yapmaktadır ve uğursuz üniversitede artık aşırma olağan sayılmaktadır.

Gericiliğe ve tarikatlara bırakılan üniversitelerde imamların da içinde olduğu bazı gruplar, etkinliklere katılmaya başlamıştır. 1994’te Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz yapmış ve şunları söylemişti: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış ve küçük düşürmüştü. Ancak tepki veren olmaması, uğursuz üniversitenin hızla yayılmasını sağlamıştır.

Şimdi sizinle ilginç bir örnek paylaşacağım. 2006 yılında TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. unvanıyla işe başlayan, Çin Halk Cumhuriyeti, Sincan Uygur özerk bölgesinden gelen Alimcan Ziyai adlı bir kişi aynı zamanda üniversitede rektör danışmanı oldu. Bu unvanlarıyla birçok yerde konferanslar veren bu kişinin, Urumçi Üniversitesi ile yapılan yazışmalar sonucunda, lisans eğitiminin bile olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden TOBB ETÜ Rektörlüğü tarafından 2008 yılında görevine son verildi. Bu kişi daha sonra Nisan 2009’da Gazi Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksekokuluna, Eski Çince Eğitimi için Yrd. Doç. kadrosuyla alınmak istendi. Ancak jüride bulunan Çin’in Sincan Uygur özerk bölgesinde doğmuş ve Xinjiang Üniversitesi Tarih Fakültesinden mezun olan Doç. Dr. Varis Çakan, Urumçi Üniversitesi ile yazışarak, Alimcan Ziyai’nin makale ve evraklarının sahte olduğunu ve diploması olmadığını belgeleyerek, geçer not vermedi. Bunun üzerine Doç. Dr. Varis Çakan jüriden çıkartılarak, yerine Konya Selçuk Üniversitesi Türk Dili Bölümünden Yrd. Doç. Dr. başka bir akademisyen atandı. Böylece Alimcan Ziyai, Mart 2010’da Gazi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Çince bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak göreve başlatıldı, hem de hiçbir belgesi olmadan! Üstelik 2547 sayılı YÖK yasasına göre, profesör olarak atanan bir kişi, başka bir üniversiteye yardımcı doçent olarak atanamazken…

Günümüzde uzmanlık alanının dışında ders veren, bilgisiz ve yetersiz birçok akademisyenlerin olduğu uğursuz üniversitelerde, sahte diplomaların ve unvanların uçuştuğu, merkezi sınavlarda sahteciliklerin yapıldığı, bilimin nasıl film haline getirildiği, tüm değerlerin para ile ölçüldüğü bir ortamda öğrencilerin bilgi ve kültür düzeylerinin en alt düzeylerde yetiştirildiği tüm açıklığıyla görülmektedir. Aile şirketi gibi olan üniversiteler de vardır; ailenin tüm bireyleri aynı üniversitede akademisyen olarak ya da idari kadrolarda görev yapmaktadırlar.

Sabancı Üniversitesi’nde Prof. Dr. Cemil Koçak, velilere verdiği konferansta “Aslında onbaşı bile olamaz” dediği büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk için şunları söylemişti: “Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer; Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti.” Ülkesinin yakın tarihini bilmeden tarih konferansı vermeye kalkan böyle bir profesör ile bu akademik unvanları böylelerine verenler, uğursuz üniversitenin görüntüsüdür.

Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fikret Adanır, Hamburg’daki bir panelde sözde Ermeni soykırımını kabul ettirmek için tarihimizi ve arşivlerimizi kirleterek, Türkiye’ye, Osmanlı’ya ve Türkler’e iftira kusarak; “Türkler soykırımı yapmasalardı ulus olamazlardı..” gibi gerçek dışı söylemlerde bulunmuştu.

Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bertil Emrah Öder, “Yeni Anayasa’dan Türklük kalkmalı. Anayasa’nın temeli din olmalı” demişti. CHP parti meclisinin eski üyesi ve Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışma grubunda olan Bertil Emrah Öder, laiklik kavramının tartışmaya açılmasıyla özgürlükler alanının genişleyeceğini ileri sürmüştü.

Koç Üniversitesi’nin düzenlediği “Öz yönetim nedir?” konulu panelde konuşan HDP milletvekili Sabahat Tuncel, PKK teröristlerinin kazdıkları hendekleri savunarak, bu hendekleri neden kazdıklarını ve bu bölgelerde öz yönetimin nasıl geliştirildiğine ilişkin fikirlerini aktardı.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen paneldeki konuşmasında; “Hendekler yeni mücadele mekanizmalarıdır. Özyönetim öz savunmayla gelir” ifadesini kullanarak, teröristlerin kazdığı hendeklere övgüler yağdırdı. Bu gibi panellerin olduğu uğursuz üniversitelerden ve diğer uğursuz üniversitelerden bazı uğursuz akademisyenler de, yayınladıkları bildirilerle, PKK terör örgütüne desteklerini sunmuşlardır.

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı’nın, Tayyip Erdoğan’ın elini öpmek için yerlere kadar eğilmesi, üniversitelerin ortaçağ karanlığındaki medreselere doğru kayarak, uğursuzlaştığını göstermesi açısından önemlidir. Muş, Alpaslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç; “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar..” diyerek ODTÜ yönetimini hedef alan söylemleri de uğursuz üniversite içinde değerlendirilmelidir.

Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu’nun, çocuk pornosu arşivlediği ortaya çıkarılmıştı ve bu akademisyenin yabancı dergilerde tek bir yayını olmadan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine atandığı belirlenmişti. Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir: “Kadın yüzünü de kapamalı, Kadının evden çıkması caiz değil, Saç boyama caiz değil, Parfümlüye cennet haram, Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”

Şimdi Diyanet İşleri Başkanı ki kendisi de akademisyendir, uğursuz üniversitelerde bir moda başlattı: her üniversiteye cami yapımı kampanyası. Bilim yuvalarına, ibadet yerleri yapılması için düğmeye basıldı ve uğursuz üniversiteler cami yapma yarışına başladılar. Hatta Ege Üniversitesi kampüsünde cami yapılabilmesi için imar planında değişiklik bile yapıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in; “Sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekün bir savaşın içine soktu.” söylemi, aklı örümcek ağıyla sarılmış bir ilahiyat profesörü için normal görülebilir. Aydınlanma Devriminden payını alamayanların bulunduğu uğursuz üniversite, ülkemizi hızla ortaçağ karanlığına sürüklemektedir.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan insanlıkla, vicdanla, ahlakla bağdaşmayacak açıklamalar gelmektedir. Laik ülkede fetva adı ile topluma yutturulmak istenen bu saçmalıklardan bazıları şunlardır:

  • Nişanlılar el ele tutuşamaz,
  • Müslüman bir kişi Alevi bir kızla evlenemez,
  • Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir.Ülkemizde 196 kamu ve özel üniversite bulunmaktadır ve içlerinde 86 ilahiyat fakültesi vardır. Bu fakültelerde üç binin üzerinde akademisyen çalışmaktadır. Ama hepsi uğursuz üniversite üyesi olduğu için, bu saçmalıklara seslerini çıkartamamaktadırlar.

Uğur Mumcu’nun 27 Haziran 1975’te Kanıksamak” adlı yazısında “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlığını yitirmesidir. Yaşadığımız olaylar demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. Unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar.” sözlerini anlayamayan uğursuz üniversite ve akademisyenleri ile sorunları aşmak olanaksızdır.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türban ile bugün yükseköğretimde derslere girmek yasaktır. Bu konuda Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Öbür benzer davaları da sürmektedir. Uğursuz üniversite budur işte.

YÖK’ün ağır baskısı sonucunda, üniversite personeli suskun duruma getirilmiştir. Ülkemizde hukuk yok edilirken, hukuk fakültelerinden ses çıkmamaktadır. Sanat katledilirken, güzel sanatlar fakültelerinden ve konservatuvarlardan ses duyulmamaktadır. Buna benzer daha birçok örnek sıralanabilir. Her şeyin para karşılığı olduğu bu uğursuz üniversitelerle, ülkemizin aydınlığa kavuşacağına inananlar, en basit deyimle saftırlar.

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren yer değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya çalıştıran, bunun için de düşünme alışkanlığı veren yerdir. Uğursuz üniversiteler, Uğur Mumcu’nun fikirlerini özümseyen yurtsever akademisyenlerle aydınlanacak, uğurlanacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmamalıdır, Atatürk’ün ilke ve devrimleri yolumuzu aydınlatacaktır. Uğurlu, aydınlık ve çağdaş üniversitelerde buluşmak üzere hepinize saygılarımı sunuyorum.

İlk Kurşun Gazetesi, 1 Şubat 2016.
(*) 23. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 28 Ocak 2016’da TÜMÖD’ün düzenlediği “Uğur’suz Üniversite ve Gençlik” adlı etkinlik konuşması.

======================================

Dostlar,

23. Adalet ve Demokrasi Haftasını dün kapatmıştık.. Ancak çok değerli dostumuz, düşün ve eylem insanı, 27 Mayıs Devrimcilerinden Suphi Karaman‘ın oğlu Gazi Üniversitesi Öğr. Gör. sevgili Suay Karaman‘ın yukarıdaki yazısını paylaşmadan edemezdik. Bize bu gün ulaştı ve bu çok önemli derlemeyi mutlaka site okurlarımıza sunma gereği duyduk. Bu yazı, tarihçileri açısından önemli bir not düşeüme işlevi de taşıyor. Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD’ün Genel Yazmanı olan Sayın Suay Karaman’a salt yüreklilikle konuşmakla kalmayıp bir de konuşma içeriğini yazılı metne dönüştürdüğü ve yayımlayarak paylaştığı için teşekkür etmeliyiz ve ediyoruz..

Biz de bu sürece yakından tanıklık ettik. 1971’de 4936 sayılı Üniversiteler yasasına göre tıp öğrencisi olduk. 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler yasası sürecinde tıp eğitimimizi tamamladık ve asistanlığımızda Ankara’da TÜMAS üyesi olduk.. 12 Eylülcüler 2547 sayılı YÖK düzenini getirdikten sonra (6 Kasım 1981) 1988’de İdari Yargı kararıyla Üniversite’ye atanarak öğretim üyesi olduk.. Sistemle boğuşa boğuşa ilerledik.. Doçentliğimiz de yargı kararıyla alınabildi.. Bu 2 süreci değişik zamanlarda sitemizde yazdık. Doğramacı biz Hacettepe’de öğrenci ve asistan iken rektör idi.. Öğretim üyeliğine başladıktan sonra  da yıllarca YÖK başkanı olarak gene “patronumuz” (!) idi.. Tanık olduğumuz öyle çok olay var ki.. Zaman zaman bu sitede yansıttık. Emekliliğimiz yaklaştı (Kasım 2020) ama özerk – özgür bir üniversitede keyifle çalışamadık. Özgürlük alanımızı, dğerlerimizi bizler yaratmaya, genişletmeye çabaladık hep..

Yitiren ülke ve kuşaklar olmuştur ve giderimi (telafisi) neredeyse olanaksızdır.
Ancak AYDINLANMA kazanacaktır yine de.. Bizler, Mustafa Kemal’in çocukları olarak;

15 Temmuz 1921, Sakarya Savaşı sürerken Ankara’da Maarif Kongresi toplayan Mustafa Kemal Paşa’nın şu yönergesi (direktifi) rehberimiz oldu, olmayı sürdürecek :

  • “Ulusal bir eğitim programından söz ederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Batı’dan ve Doğu’dan gelen yabancı etkilerden uzak ve ulusal yapımızla uyumlu bir kültür kastediyorum.”

    Büyük ATATÜRK‘ün 1 Kasım 1937 TBMM konuşmasındaki sözleri de :

  • “..Büyük Davamız, en uygar ve en kalkınmış Millet olarak varlığımızı yükseltmektir.
    Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü, bir inkilap yapmış olan Büyük Türk Milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek zaruriyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu nedenle, okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketinin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanı yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı ağır zorunluluklardır.

    İşaret ettiğim ilkeleri, Türk Gençliğinin beyin yapısında ve Türk Milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca görevdir..”

Sevgi ve saygı ile.
1 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com