Etiket arşivi: 27 Mayıs 1960 Devrimi

SUPHİ GÜRSOYTRAK ANISINA

Suay Karaman 

Değerli Dostlar,

27 Mayıs 1960 İhtilali’nin kurmaylarından ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkanlarından Suphi Gürsoytrak’ı (24 Ocak 1925 – 30 Eylül 2011), ölümünün 11. yılında anmak için toplandık; hepiniz hoş geldiniz. Suphi Gürsoytrak adı anılınca aklımıza ilk gelen 27 Mayıs 1960 İhtilali’dir. Özellikle 1957 yılından sonra Demokrat Parti iktidarının, anayasa dışı tutum ve davranışlarına karşı bir oluşumun içinde yer almış, ülkenin Atatürk ilke ve devrimleri yolunda ilerlemesine hizmet edecek çalışmalarda bulunarak, 27 Mayıs İhtilali’ne katılmış ve ülke yönetimini üstlenen Milli Birlik Komitesi‘nde görev almıştır. 25 Ekim 1961’de iktidarın seçimle iş başına gelen sivil otoriteye devredilmesiyle Cumhuriyet Senatosu Tabii Üyeliği görevine başlamış, Parlamentoda verimli ve değerli çalışmalarda bulunmuştur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra senatörlük görevi sona ermiştir. Bundan sonra siyasetle ilgilenmemiş, demokratik kitle örgütlerinde görev almıştır. 

İlk olarak 27 Mayıs 1960 öncesine ve sonrasına bakmakta yarar var:

27 Mayıs 1960 ihtilali, seçimle gelen bir sivil iktidarın, demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı (AS: haklı ve meşru) bir tepki olarak gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için aşağıdan yukarıya doğru giriştiği bu hareketi, tartışmasız bir “ihtilal” olarak tanımlamak gerekir. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir. Askeri harekâtlar ve ihtilaller, topluma olumlu getirileri ya da olumsuz götürüleriyle önem kazanır. Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu biçimde belirlenir. 

Demokrat Parti iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Türkçe okunan ezan Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler kısıtlanmıştı. TBMM’nin onayı olmadan emperyalist ABD’nin çıkarı için Kore’ye asker yollanmıştı. 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu DP iktidarıydı. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenlenmişti. Muhalefeti cezalandırmak için 18 Nisan 1960’ta Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmuş, bu Komisyonun yetkilerinin genişletilmesinden sonra, Ankara ve İstanbul’da olaylar çıkmış, ölen ve yaralananlar olmuştu.

Ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuş, gazeteciler hapse mahkûm edilmişti. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu. Vatan Cephesi kurarak, halkı birbirine düşürenlere,

  • “odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm” ve
  • “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz”

diyenlere bugün “demokrasi yıldızı” denmektedir. Günümüzde ise aynılarını yapanlar buna ‘ileri demokrasi’ adını vermektedirler. 

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuş, yasaların anayasaya uygunluğu (ve  TBMM İçtüzüğünün) denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik duruma getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Milli Güvenlik Kurulu, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü (TSİ), Milli Prodüktivite Merkezi (MPM), İhracatı Geliştirme Merkezi, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur.

1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak Yüksek Hakimler Kurulu, Yüksek Seçim Kurulu gibi kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın – Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır. 

27 Mayıs 1960 Devrimi, gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası ile baskıcı 12 Mart 1971 muhtırası ve devrim karşıtı 12 Eylül 1980 darbesi ile karşılaştırılamaz. 27 Mayıs’ı anlamak için;

– Anadolu’da başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, 
– Atatürk ilke ve devrimlerini,
– tam bağımsızlığı,
– emperyalizm karşıtlığını ve
– yurtseverliği özümsemek gerekir.

Bu özümsemeden payını alamamış olanlar, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe sayarlar ve yıllardır yaşadığımız sivil darbeyi görmek istemezler. 

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin tek olumsuz yanı; üç kişinin idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdam cezası insanlığa yakışmaz, insanlık onuruyla bağdaşmaz. 

Şimdi 12 Eylül 1980 darbesinden sonra demokratik kitle örgütünde görev alan Suphi Gürsoytak’a gelelim. 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) kurucusu olan Gürsoytrak, 1994-1998 yılları arasında da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin 6. Genel başkanı olarak görev yapmıştır. Suphi Gürsoytrak zamanında, Dernek kısa sürede büyük atılımlarda bulunmuştur. Bu atılımları şöyle sıralayabiliriz: 

ADD şube sayısı 49’dan, 322’ye yükselmiştir, yurt dışında 26 şube açılmıştır, ADD üye sayısı yaklaşık 5 binden, 55 bine yükselmiştir. Derneğin yayın organında, yaklaşan emperyalist tehlikelere dikkat çeken yazılar yazılmış, dergiler Anadolu’ya dağıtılmıştır; tümü gönüllülerce karşılanacak biçimde 500 öğrenciye harçlık verilmiş, yaklaşık 200 öğrenci ise ADD’nin o dönemde kamuoyunda yarattığı saygınlığının sonucu, özel dershanelere ücretsiz yerleştirilmiştir ve halen hizmet veren ADD Genel Merkez binası, gönüllülerin de katkıları ile dernek adına satın alınmıştır. 

Kemalist dik duruşuyla dikkat çeken Suphi Gürsoytrak’a karşı hain saldırılar düzenlenmiştir. ADD Genel Merkezi’ni bombalamak amacıyla, ,

27 Şubat 1995’te ADD Genel Merkezi tuvaletinde
bomba düzeneğini hazırlayan bir kişinin elindeki bomba patlamış,
kişi parçalanmıştır. Parçalanan cesedin parçaları,
ADD’nin simge adlarından eski genel sekreter
merhum Seher Yıldırım tarafından temizlenmiştir.

Ankara’nın gecekondu semtlerine gidilerek, toplumu aydınlatma görevi yerine getirilmiştir. Bu çalışmalar sonucunda ADD’ye gelerek kendi mahallelerine konuşmacı gönderilmesini isteyen her kesimden yurttaşlarımız olmuştur. Ankara Valiliğinden alınan izin doğrultusunda Ankara’da bulunan her düzeydeki okullara konuşmacılar gönderilmiştir. 

Bir ayda, on bin başvuruyla üye kaydının yapıldığı günler yaşanılmıştır, bu üyelere uzmanlık alanları ve isteklerine göre ADD amaçları doğrultusunda görevler verilmiş ve yararlı sonuçlar alınmıştır. Ülkemizin birlik ve bütünlüğünden yana olan kuruluşlarla, iş ve güç birliği çalışmaları başlatılmıştır. 

ADD amaçları doğrultusunda hizmet üretmek, ADD’ye ekonomik destek sağlamak amacıyla ATA Vakfı kurulmuştur. Daha sonra ATA Vakfına, Gölbaşı’nda değerli bir arazinin verilmesi sağlanmıştır. Ancak bu araziye sahip çıkılmadığı için, arsa Hazine tarafından geri alınmıştır. 

Bütün bunlar yapılırken Atatürkçü kuruluşların ulusal güç birliği oluşturma girişimlerinin başlatıldığı aşamada, Genel Başkan Suphi Gürsoytrak’a karşı, yönetim içinden muhalefet hareketi de başlatılmıştır. Bu muhalefet girişimi sonrasında, kendi listesinden genel yönetim kurulu üyeliğine gelen arkadaşları, Suphi Gürsoytrak’a güvensizlik oyu vererek Genel Başkanlıktan düşürülmesine yol açmıştır. 18-19 Mayıs 1996’da yapılan 4. Olağan Genel Kurul sonunda; Suphi Gürsoytrak’ın listesi kazanmış ve Gürsoytrak yeniden genel başkanlığa seçilmiştir. 

Ancak içten içe yapılan saldırılar sürmüş ve yönetime seçilen kimi üyelerin muhalefete katılmaları ile 24 Kasım 1997’de yapılan Genel Yönetim Kurulu toplantısında, Gürsoytrak’a güvensizlik önergesi verilmiştir. 8 Şubat 1998’de yapılan olağanüstü genel kurulda Suphi Gürsoytrak’ın listesindeki adayların çoğu yönetime seçilmiştir. Haziran 1998’de yapılan olağan genel kurulda Gürsoytrak, bu kez yönetime seçilememiştir. 

ADD Dergisinin Şubat 1998 sayısında dernek içinde; “çağdaş mandacı” örgütlerden söz edilmiş olması, ADD’nin kuşatma altına alındığının bir anlamda habercisi olmuştur. Bu kuşatma daha sonra da zaman zaman görülmüştür. Suphi Gürsoytrak döneminde görüldüğü gibi Atatürkçü Düşünce Derneği, karşılık beklemeden çalışan ve yurtsever yönetimlerin elinde olduğu sürece, büyük atılımlar yapacak ve ülke politikasına yön verecektir. 

Tüm yaşamını ülkesi ve toplumu için yararlı işler yapmak için geçiren 27 Mayıs devrimcisi ve ADD eski genel başkanı Suphi Gürsoytrak’ı saygı ve özlemle anıyoruz. Huzur içinde uyusun.

Sözlerime son verirken hepinize teşekkür ederim. 

Azim ve Karar, 3 Ekim 2022
(*) ADD Çankaya Şubesi’nin 30 Eylül 2022’de düzenlediği
“Suphi Gürsoytrak ve ADD” etkinliği konuşması.

27 MAYIS ÜZERİNE

Suay Karaman

(AS. Çetin Altan’ın 28 Mayıs 1960 tarihli yazısı bu makalenin altındadır… 27 Mayıs Anayasasının kimi kazanımları da..)

Bugün ülkemizde 1961 Anayasası yürürlükte olsaydı, demokrasinin doğru bir seviyede işleyeceğini, ülkemizin ekonomik verilerinin yüksek düzeyde olacağını ve bunların yanında eğitim, bilim, kültür, sanat yaşamının gelişeceğini toplum olarak görebilecektik.

Ne yazık ki 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin ürünü, dünyanın en çağdaş anayasası olan 1961 Anayasası, 12 Eylül 1980 darbesiyle yürürlükten kaldırıldı ve çağdışı düzenlemeler yapılarak bugün yaşadığımız günlere doğru gelindi.

Devrim ile darbenin farkını kavrayamayanlar, sürekli olarak olayları saptırmaya devam etmektedirler. Darbe; halkın kazanılmış haklarını yok etmektir, gasp etmektir. Devrim ise, halka özgürlüğü sağlayan, eşitliği ve çağdaşlığı sunan ilerici bir harekettir. Bu gerçeği görmek istemeyenler ya bilinç ve bilgi düzeyleri eksik, ya da hırslarının tutsağı olmuşlardır.

27 Mayıs 1960 öncesinde ülkemizde demokrasi yoktu, diktatörlük vardı. Demokrat Parti’nin Anayasa ve hukuk dışı yaptığı tüm uygulamaları bir yana bırakalım. 18 Nisan 1960 tarihinde göreve başlayan ve 15 Demokrat Parti milletvekilinden oluşan Tahkikat Encümeni (Soruşturma Komisyonu) kurulması, demokrasi ile bağdaşmaz. Çünkü bu komisyon, savcıların, askeri ve sivil hâkimlerin tüm yetkilerine sahipti. Yetkileri arasında gazete toplatmak ve basımevleriyle birlikte gazeteleri kapatmak, sansür uygulamak, her türlü evrak, belge ve eşyaya el koymak ve istediği kişilerin tutuklanması vardı. Komisyon kararlarına karşı gelenlerin bir yıldan üç yıla kadar hapisle cezalandırılmaları öngörülmüştü. Komisyon kararlarına itiraz ise olanaklı değildi. Bu olay açıkça demokrasiyi ortadan kaldıran, özgürlükleri yok eden bir sivil darbeydi.

27 Mayıs 1960 öncesi yaşanan olayları görmeyenlerin ve 27 Mayıs 1960 İhtilali’ne ‘demokrasiye darbe’ diyenlerin öğreneceği çok şey bulunmaktadır. Demokrasiye darbe söylemi bilgisizlikten olduğu ölçüde, hem geçmişte, hem de günümüzde yaşanan sivil darbeyi örtmek için kullanılan bir araçtır.

27 Mayıs 2022 tarihinde Türkiye Barolar Birliği, kurumsal kimliği ile bağdaşmayan bir açıklama yaptı. Yapılan açıklamada: “27 Mayıs Darbesi’nin 62. yılında; ülkemizin demokratikleşme sürecini kesintiye uğratan ve hukuk devletini askıya alan her türlü darbeye ve darbe girişimine karşı demokratik ve laik hukuk devletinin yanında olduğumuzu, her koşulda hukukun üstün ilkeleri ile insan hak ve özgürlüklerini savunacağımızı bir kez daha ilan ederiz.” denildi. Demokrat Parti’nin hukuk dışı tutum ve davranışlarını bilmeden yapılan bu açıklama utanç vericidir. Hukukçuların oluşturduğu Türkiye Barolar Birliği’nin, hukuktan ne anladığı belli değildir, darbenin ne olduğunu da doğru bilmedikleri anlaşılmaktadır. Liyakatin olmadığı yerde, bunlar yaşanır.

Ülkemizi parçalama projesinin ortağı olan siyasi parti temsilcileri de koro halinde her zaman yaptıkları gibi 27 Mayıs 1960 İhtilali için demokrasiye vurulan darbe diyerek, Adnan Menderes’i andılar ve demokrasi kahramanı olduğunu söylediler. Demokrasiyi yıkan birine demokrasi kahramanı demek, ancak kültür, bilinç ve bilgi eksikliğiyle açıklanabilir.

27 Mayıs 1960 İhtilali’ne yıllar sonra CHP’nin bakışı da değişti. Yeni CHP adına sürekli olarak grup başkanvekili Engin Altay konuşturulmakta, 27 Mayıs ile ilgili bilinçsiz ve bilgisiz olarak gerçek dışı sözler söylemektedir. Engin Altay; “İzmir’in işgalini saymazsak Türkiye Cumhuriyeti’nin en kara günüdür. 27 Mayıs darbelerin anasıdır” sözleriyle, demokrasiden de, hukuktan da hiçbir şey anlamadığını kanıtlamaktadır. 27 Mayıs öncesi ülkemizde olmayan demokrasinin, 27 Mayıs ile geldiğinin bile farkında değildir.

Engin Altay, “27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997, 27 Nisan 2007 ve 15 Temmuz 2016 da aynı amaçla demokrasimize yönelik müdahaledir” sözüyle de darbe ile devrim arasındaki farkı anlamadığını kanıtlamaktadır. 27 Mayıs Devrimi gücünü, emekçisiyle, köylüsüyle, gençliğiyle, çalışanıyla, aydınıyla, ordusuyla tüm Türk ulusundan almıştı. 27 Mayıs 1960 Devrimi’nden sonra doğan Engin Altay, doğru kaynakları okumadığı için ve başka yerlere boncuk dağıtma işi verildiği için bunlardan haberi yoktur. 20 yıldır parlamentoda bulunan birisinin şov yapmadan, kendisini yetiştirmesi gerekirdi.

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin olumsuz yanı idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdamlar, devrimi yapanlar değil, devrimcilerin arasına gizlenmiş iktidarı halka devretmemek için dikta rejimini getirmek isteyen Silahlı Kuvvetler Birliği tarafından baskıyla yaptırılmıştır. İdam cezalarını hiç kimse için onaylamak doğru değildir çünkü idam cezası insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.

Her askerî harekâtın aynı kefeye koyulmasının yanlışlığına düşülmemesi gerekir. Çünkü darbe ile ihtilal ve devrim birbirine karıştırılınca, ortaya bilgi kirliliği çıkmaktadır. Bu bilgi kirliliğinden yararlananlar da yaptıkları sivil darbeyi, topluma ‘askeri vesayetten kurtulma’ olarak nitelemektedirler. Askeri ya da sivil darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin duruma getirmeleri gerekir. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı görülecektir.

  • Bugün 1961 Anayasası’na şiddetle gereksinimimiz olduğu günlerden geçmekteyiz;
  • Ülkemizin Kemalist ilke ve devrimlerden güç alarak çağdaş uygarlığa ulaşması için örgütlü mücadelemizi sürdürmeliyiz.

Azim ve Karar, 30 Mayıs 2022.
=================================================

Çetin Altan

28 Mayıs 1960, Milliyet

Bugün canım yazı yazmak istiyor

Yıllar ve yıllar boyu aklımızın erdiği, gücümüzün yettiği, dilimizin döndüğü kadar tarihlerden örnekler verdik, hukuk prensipleri sıraladık, kinayeli fıkralar anlattık. Kafasında en ufak bir izan fırdası bulunan bir insan bile bu ihanet yolunun geçit vermeyeceğini görür ver geri dönerdi. Hayır, bunlar öyle yapmadılar. Anayasayı çiğnediler. Hürriyetleri kestiler, hukuk dışı komisyonlar kurdular…

  • Artık yazı yazmıyor, yazı taklidi yapıyorduk.

Atatürk’ün gençliğe hitabesini, Nutuk’un tefrikası halinde yayınlamak dahi suç sayılır olmuştu. Atatürk’ten bahsedilsin istemiyorlardı. O’nun kurduğu inkılâp Türkiye’sinin Cumhuriyetine bir beyefendiler saltanatı halinde çöreklenmek ve memleketi basınsız, Üniversitesiz hatta Meclissiz idare etmek niyetine kapılmışlardı.

Silahlı Kuvvetlerimizin Büyük Ata’nın yıllar arkasından akseden manevi direktifi ile yaptığı bu hareket, demokrasimizin en sağlam teminatı olarak tarihimize geçecek ve hürriyetlerden kendi sefil benlikleri için faydalanmak isteyen gafillere her zaman için unutulmaz bir ders olacaktır.

Milli Birlik Komitesi Başkanı ve Türkiye Silahlı Kuvvetleri Başkumandanı Orgeneral Cemal Gürsel’in yayınladığı demeçte bizzat belirttiği gibi, memleket, yakın bir zamanda demokrasinin şartlarına uygun bir idareye kavuşacaktır. Kurucu Meclis gereken esasları tespit ettikten sonra hür ve endişesiz bir seçimle memleketi, memleketin sevdiği lekelenmemiş insanlara bırakacaktır.

Bugün bütün Türkler, parti çekişmelerinin çöplüğünden kurtulmuşlar ve yeni bir anlayışın dünyasına doğmuşlardır. Bütün küçük hesaplar, kinler ve nefretler tasfiye edilmiştir. İnsanca ve kardeşçe, sadece fikir tartışmalarından ibaret, herkesin eşit olduğu demokrasi rejimi, yakında bu güzel vatana layık olduğu mutluluğu getirecektir.

Kurucu Meclisin faaliyete geçmesini sevinçle bekliyoruz. Silahlı Kuvvetlerimizin yaptığı hareket bir hırsın veya zümre menfaatinin dışında, sadece hukuk, insanlık ve vatan aşkının bir ifadesidir.

Bu hareketin meşruluğu ve büyüklüğü, yıkılanların gayrimeşruluğu ve küçüklüğü ile makūsen mütenasip olarak bir abide gibi ortaya çıkmaktadır.

Türkler, âlimleri dalkavuk, Üniversitelileri maktul, gazetecileri korkuluk ve bütün aydınları sürüngen hale getirererek, bir çete gibi davrananların rezaletlerini kabul etmeyi, bütün dünya önünde reddetmişlerdi.

Menfaat bağlarıyla bu cehalet ve rezalet yuvalarına uşaklık etmiş olanları vicdanlarıyla baş başa bırakıyoruz. Herhalde ıslah olacaklardır. Islah olmamakta direnenler çıkarsa onlar da derslerini alacaklardır.

Bize bugünleri tattıran ve bir milletin haysiyetine konmaya çalışılan tozları bir üfleyişle temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsunlar. Kardeş kanı dökülmeden yapılan bu hareketin aynı vakar içinde gerçek demokrasinin temellerini atmasını bekliyor, seviniyor, övünüyor; övünüyor, seviniyoruz.
=============================================

Dr. Ahmet SALTIK
30.05.2022

ÜSTAT FİŞEK’İN “SOSYAL TIP” DEDİĞİ…

ÜSTAT FİŞEK’İN “SOSYAL TIP” DEDİĞİ…

Nusret Hoca, bir sosyal tıp örgütlenmesini özlüyordu. Yarım yy’lık meslek yaşamının tümünü bu uğurda savaşımla sürdürdü. Binlerce hekim yetiştirdi. Ülküsü ve mesajının, -yurt dışındakiler bir yana- bu binlerin beyninde ve yüreğinde yer ettiğinden kimsenin kuşkusu olmasın… 

Türk ve Dünya insanlarının sağlığının korunması ve geliştirilmesi ereğini yaşamının başlıca uğraşı kılan ve 52 yıllık hekimlik hizmetinin tümünü bu doğrultuda veren Prof. Fişek‘in yorulmak bilmeyen yüreği, 3 Kasım 1990 günü durdu. Ölümünden hemen önce ağzından dökülen sözler, “Sosyal tıbbı koruyun” oldu. Acaba neydi bu büyük sağlık emekçisinin “Sosyal Tıp” tan kastı? ABD’de bakteri biyokimyası doktorası yaparken nasıl olmuştu da Sosyal Tıp anlayışını benimsemişti?

İstanbul Tıp Fakültesi 1938 yılı mezunu Dr. Fişek, aynı yıl Adana Sıtma Enstitüsü’nde sıtma savaş hekimi olarak ülkesinin sağlık ordusuna katılmıştı. 2. Dünya Paylaşım Savaşını izleyen yıllarda ABD’de Harvard Tıp Fakültesinde doktora yapmıştı. Bu yıllarda, tüm  Dünyada hekimlik ve  sağlık sorunları ile tıp hizmetleri  yaygın olarak  tartışılıyor ve 16. yy’da  T. Moore’un, 19. yy’da S. Neuman, R. Virchow, E. Chadwick’in.. temellerini attığı Sosyal Tıp felsefesinin olgunluk dönemi yaşanıyordu. 2 Büyük Savaştan büyük yaralar alarak çıkan insanlık, dev boyutlara varan sağlık sorunlarına çözüm arıyordu. Halk yorgun düşmüştü, kaynaklar son derece sınırlı idi. Özetle Dünya koşulları, olgunluk dönemindeki bu felsefelerin artık yaşama geçirilmesi için çok uygundu. S. Neuman, 1847’de “Tıp aslında sosyal bir bilimdir” demişti. R. Vichow daha da ileri giderek; “Tıp, iliğine, kemiğine dek sosyal bir bilimdir.” diyordu. Virchow, “Hekimlikte Reform” adlı yapıtında şu görüşlere yer veriyordu:

  • Herkesin çalışma hakkı vardır.
  • Herkesin sağlığının korunması toplumun görevidir.
  • Hükümet halkın sağlığı ile yakından ilgilenmelid
  • Sağlığı geliştirme ve hastalıklar ile savaş yalnızca hekimlik hizmetleri ile sağlanamaz.
  • Sağlık ile sosyo-ekonomik koşullar arasındaki etkileşim, önemli bilimsel araştırma konularıdır. 

A. Grotjhan, 1915’te yazdığı “Sosyal Patoloji” kitabında; sosyal hekimliğin 3 ana ilkesini özetliyordu:

  1. En önemli hastalık; toplumda en çok görülen, en çok öldüren ve en çok engelli bırakan hastalıktır.
  2. Bireyin ya da toplumun sağlık düzeyini belirleyen, kişinin hastalanmasına, yaralanmasına
    ya da ölümüne yol açan biyolojik ve fizik çevre etmenlerini oluşturan -veya bunların etkisini
    koşullayan- etkenler, gerçekte sosyal ve ekonomik niteliklidir.
  3. Bir kimsenin hastalığı yalnızca kendini ilgilendirmez, aileden başlayarak tüm toplumun sorunudur.

Sosyal hekimliğin en anlamlı tanımı ise R. Guerin’den geliyordu (1946) : “Sosyal hekimliğin konusu, hiçbir ideolojiye ve öğretiye bağlı olmadan hekimlik hizmetlerinin toplum yararına geliştirilmesidir.” Bu yaklaşımda hiçbir ideoloji ya da öğretiye bağlı olmama öğeleri, sosyalist hekimlik ile sosyal hekimliği birbirinden ayırma amacını gütmektedir. Sosyalist hekimlik, hekimlik hizmetlerinin sosyalist öğreti açısından ele alınmasıdır. Oysa sosyal hekimlik, tüm ideoloji ve öğretilerden bağımsızdır.

Dr. Fişek, işte bu atmosferde ABD’deki eğitimini tamamlayarak ülkesine döndüğünde; Sosyal Tıp anlayışı, yukarıda özetlenen çerçevede kafasında yerleşmişti. Doktora eğitimi sırasında kazandığı yığınla bilgi ve becerinin, aslında ülkesinin karşı karşıya bulunduğu dev boyutlardaki sağlık sorunlarını çözmede yeterli olmadığını, engin sağduyusuyla kısa zamanda sezinledi. O’na göre ülkesinin sağlık sorunlarının çözümü laboratuvarda mikroskobun altında ya da tüplerin içinde değildi. Türk insanının sağlık sorunları çok daha makro düzeyde idi ve öncelikle bütüncül (holistik) bir bakış ve çerçeve gerektiriyordu. Ağacı, giderek onun dallarını, yapraklarını.. incelerken ormanı gözden kaçırmamak gerekiyordu. Altyapıdan yoksun büyük bir kara parçası üzerinde eğitimsiz ve sağlıksız bir nüfus hızla çoğalıyordu! Endüstrileşme süreci henüz başarılamamıştı. Ülke kaynakları olabildiğine sınırlıydı. 2. Büyük Savaşın ardından, hemen her alanda halk darlık içindeydi. Başta sıtma ve verem olmak üzere; lepra (cüzzam), frengi, trahom gibi hastalıklar çok yaygındı. Örn. Tüberküloz 1. ölüm nedeni idi! “Sosyal hastalıklar” adı da verilen bu hastalıklar ülke kalkınmasına ket vuruyordu. Halk yetersiz ve dengesiz besleniyordu. Ölüm oranları ve ortalama yaşam süresi gibi öbür kimi sağlık düzeyi ölçütleri çok karamsardı…

Tüm bunlara karşın, ülkenin özgün koşulları ile uyumlu, dar kaynaklarla dev boyutlardaki ivedi sağlık sorunları ile ussal savaşıma elverecek ulusal bir sağlık politikası ortalarda yoktu. 1950’lerden sonra siyasal iktidarlar sağaltıcı (tedavi edici, iyileştirici) sağlık hizmetlerine daha çok ağırlık vermeye başlamıştı. Ancak bu hizmetler çok pahalı ve sınırlı idi ve büyük kesimi yoksul olan, kırsal kesim insanına ulaştırılamıyordu. Henüz sosyal güvenlik kavram ve kurumları toplumun gündemine çıkmamıştı. Oysa sağlık, –İnsan Hakları Evrensel Bildirisi‘nde de vurgulandığı üzere- doğuştan kazanılmış bir insanlık hakkı idi (10 Aralık 1948, md. 25) ve herkese eşit – hakkaniyetli olarak verilmeliydi. Bu Bildiriye, Türkiye Cumhuriyeti de imza koymuş bir BM üyesiydi. Öte yandan Dünya Sağlık Örgütü kurulmuş ve Türkiye, bu örgütün kuruluş Anayasasını onaylayarak üye olmuştu (1947, 5062 sayılı yasa ile). Buna göre sağlık şöyle tanımlanıyordu :

  • “… Yalnızca hastalık ya da engelliliğin bulunmaması demek olmayıp;
    bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden tam bir iyilik durumudur…”

Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin de yasal sağlık tanımı olan bu evrensel tanımı yakalamak için sağlık hizmetlerini herkese eşit – hakkaniyetli olarak götürmenin kamusal bir görev olarak kaçınılmazlığı bir kez daha vurgulanmış oluyordu.

*  *  *

Nusret Hoca, 27 Mayıs 1960 Devrimi ile birlikte Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığına getirilince, en büyük yapıtı olan, 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası“nı yaşama geçirdi. Prof. Fişek, bu yasayı aynen şöyle tanımlıyordu :

  • ATATÜRK’ün İzinde Bir Devrim Yasası!

Bu yasa, sağlık hizmetini devlet görevi olarak temel kamu hizmetleri arasına alıyor; herkese eşit – hakkaniyetle götürmeyi hedefliyordu. Ülkenin geri kalmış yöre ve kesimlerine öncelik tanıyor;  koruyucu sağlık hizmetlerini öne çıkararak 1. Basamak Sağlık hizmetini örgütlüyordu. Yasa örgütlenme, finansman ve sağlık insangücü politikaları bakımından kendi içinde tam bir bütünlük ve uyum gösteriyordu. Sağlık planları, ülkenin sosyo-ekonomik kalkınma planlarının bir parçası idi; hiçbir biçimde şabloncu değil, özgündü. Sağlık yönetimi biliminin evrensel ilkelerinden kalkılarak; verili koşullarımız doğrultusunda uygulamalar, kurumlar üretilmişti. Pilot denemeler çok olumlu sonuçlar veriyordu. Ne var ki, Hoca Müsteşarlıktan alındıktan sonra (1965) işbaşına gelen iktidarların siyasal yeğlemeleri çok farklı idi. 1961 Anayasası’nın 49. maddesine karşın sağlık hizmetlerinin toplum yararına geliştirilmesi tavsadı, giderek tümden yadsındı ve günümüzde iki yüzyıl öncesinin köhnemiş ekonomi öğretileri (!) doğrultusunda piyasa ekonomisinin sözde liberal acımasız ve çağdışı dayatmalarına terkedildi. 224 sayılı yasa, uygulanmamakla birlikte, günümüze değin bilimsel bir seçenek de üretilemedi.

  • Neo-liberal dayatma Sağlıkta Dönüşüm, KüreselleşTİRme politikaları bütünü içinde tam yıkım oldu!

Kovit-19 salgını bu politikalarla yönetilemedi. Ardışık afetler, iklim faciası.. küresel toplumu açıkça tehdit ediyor.

Çözüm; sağlık hizmetini herkese temel bir hak olarak
kamusal sorumlulukla üstlenmek ve koruyucu hizmetlere
kesin öncelik vermek, sağlığın sosyo-ekonomik belirleyicilerini bütünsellikle iyileştirmektir.

Sevgi ve saygı ile. 03 Kasım 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
ADD kurucularından Nusret Fişek’in 1971’den beri 50 yıllık öğrencisi, asistanı…
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Yazımız ADD web sitesinde de yayınlanmıştır : Microsoft Word – Belge1 (add.org.tr)

3 Kasım Prof. Dr. Nusret Fişek Anma Etkinliği kapsamında Prof. Dr. Nusret Fişek’in özgeçmişi ile hakkında yazılanlardan oluşan seçki için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız.

http://www.halksagligi.hacettepe.edu.tr/fotogaleri/nusretsergi.php#

Prof. Dr. Nusret Fişek’in Özgeçmiş Videosunu izlemek için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız.

https://www.youtube.com/watch?v=GV-P6i5skLU

DENİZ GEZMİŞ VE DEVRİM

GÜNGÖR BERK
ADD Fethiye Şb. Eski Bşk.
Onlar 20’li yaşlarındaydılar…

27 Mayıs 1960 Devrimi’nden sonra demokratik düzene 1961 Anayasası yapılarak devam edilmişti.

  • Bir çağdaşlaşma belgesi olan 1961 Anayasası ile sosyal devlet dönemi başlamıştı.

1961 Anayasası geniş bireysel ve toplumsal haklar, özgürlükler getirmişti. Bu ortamda toplumu ileriye taşıyacak siyasal partiler ve demokratik kitle örgütleri de hızla yerlerini almıştı. “Bilimsel Sosyalizm” gün yüzüne çıkmış ve siyasal bir parti olarak “emperyalizme karşı” örgütlenmişti. Toplum ve insanlar çağdaş bir Türkiye için uyanmaya başlıyordu.

Türkiye İşçi Partisi, işçi sınıfı öncülüğünde ve parlamenter sistem içinde iktidara gelmeyi amaçlayan sosyalist bir parti olarak kurulmuştu. Tüzüğünde: “Türkiye İşçi Partisi, Türkiye İşçi Sınıfının ve onun tarihsel ve bilime dayanan demokratik öncülüğü etrafında toplanmış, onunla kader birliğinin bilinç ve mutluluğuna varmış bütün emekçi sınıf ve tabakaların kanun yolundan iktidara yürüyen demokratik, bağımsız, sosyalist örgütüdür” deniyordu.

Dönemin özgürlük ortamında “az gelişmiş” ülkelerin hızlı kalkınma modelleri de tartışmaya açılmıştı. “Türkiye’nin Düzeni”ni sorgulayan aydınların üzerinde birleştiği ve sosyal adalet içinde uygulamaya konulacak bir “planlı devletçilik” modelini benimseyen “zinde kuvvetler” siyasal iktidar arayışına başlamıştı.

Türkiye İşçi Partisi 1961- 1971 yıllarında işçi, köylü ve aydınların umudu oldu, 1965 seçimlerinde parlamentoya girdi, başarılı muhalefet yaptı. Türkiye İşçi Partisi’ne göre: Türkiye’nin önündeki devrim “Sosyalist Devrim”di. Feodal kalıntılara karşı yapılacak demokratik ve emperyalizme karşı yapılacak ulusal mücadele sosyalizm için verilecek mücadeleden ayrı düşünülemezdi.

Ama ülkenin “geri bıraktırılmışlığı”, sivil – asker aydın kesimde hızlı kalkınma modeli arayışları, seçim sisteminin değiştirilmesiyle getirilen engeller, sosyalist bir partinin yaşatılmasındaki zorluklar, parti içinde öne çıkan muhalefet ise ufuktaki bir Sosyalist Devrim’in, iktidar umudunun azalmasına neden oldu.

Türkiye İşçi Partisi içindeki muhalefete göre: Türkiye’nin önündeki devrim aşaması “Sosyalist Devrim” değildi. İlk aşama, Sosyalist Devrim’in koşullarını hazırlayacak olan “Milli Demokratik Devrim”di. Milli Demokratik Devrim tamamlandıktan sonra Sosyalist Devrim aşamasına geçilecekti.

Altmışlı yıllar antiemperyalizm ve tam bağımsızlık bilincinin yüceldiği, işçi ve öğrencilerin “halktan yana çağdaş bir düzen özlemiyle” ayağa kalktığı ve tek yol olan devrime koştuğu, “gerçekten tam bağımsız Türkiye”nin yaratılacağı umut edilen yıllardır. İşçinin yanı sıra gençlik de sosyalizmden etkilenmiş ve önemli ölçüde siyasal hareketlerin içinde yer almıştır.

Üniversitelerde lider olarak Deniz Gezmiş’in öne çıktığı boykot ve işgaller… Amerika Altıncı Filosu askerlerinin denize dökülmesi… Hakları peşindeki işçilerin yaygın grevleri… Toplum polisiyle çatışmalar… Peş peşe gözaltı ve tutuklamalar… Tam Bağımsız Türkiye için Mustafa Kemal Yürüyüşü… Dünya gençliğinin özgür bir dünya için 1968 kalkışması… 1969 Kanlı Pazarı

Deniz Gezmiş on sekiz yaşını tamamladığında, genel seçimler ertesinde, 11 Ekim 1965’te, Türkiye İşçi Partisi Üsküdar Şubesi üyesi olmuştu. Ertesi yıl da ilçe yönetim kuruluna seçilerek ilçe sekreterliği görevini üstlenmişti. 30.07.1967 günü yapılan Üsküdar ilçe kongresinde, işçi olmayan kesimden, il delegeliğine seçilmişti.

Türkiye İşçi Partisi’nin gençlik eylemlerine partili gençlerin katılımını engellemeye çalışması, solcu – sağcı öğrenci çatışmasına dönüşen eylemlerde kan dökülmesi, yaklaşmakta olan 12 Mart 1971 faşist darbesinin ayak seslerinin duyulmaya başlaması Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını parti mücadelesi döneminin aşıldığı düşüncesinde birleştirecektir. Sonunda sosyalist parti bırakılacak ve “Devrimci Öğrenci Birliği” kurulacaktır. Ama düşünce ayrılıkları kısa sürede yol ayrılıklarını, yol ayrılıkları ayrı örgütlenmeleri, silahlı mücadeleyi doğuracaktır.

Deniz Gezmiş ve devrimci arkadaşlarının bundan sonraki koşusu “Tam Bağımsız Türkiye için, Amerikan emperyalizmine karşı, Milli Kurtuluş Mücadelesidir”. Kısa süren bu mücadele faşist 12 Mart asker darbesi ile son bulacak, yükselen toplumsal gelişmenin de önü kesilecektir. Onurlu ve cesur duruşlarından geri adım atmayan Deniz Gezmiş ve devrimci gençler Kızıldere’de, Nurhak dağlarında, idam sehpalarında ölümle buluşacaktır.

Mare Nostrum’u ozanımız Can Yücel yazdı:

En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin
En önce göğüsledi ipi…”

Bitmeyen bağımsızlık kavgasında, çağdaş bir Türkiye için ölümü göze almış bu devrimci kuşak, Deniz Gezmiş’in adında yaşamaya devam ediyor.

#6mayıs darağacında 3 #fidan #denizgezmiş Sen Ölmedin Deniz… Mavi sularında geleceğe yelken açacak özgür bireyler için ölümsüzleştin…

(Not: Fotoğraf tarafımızdan eklenmiştir… Ahmet Saltık)

IŞIK

IŞIK

Suay Karaman 

Ülkemizde 27 Mayıs 1960 Devrimi ile getirilen 1961 Anayasası ile ilk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Türk demokrasi tarihinin en önemli kurumları arasında olan Anayasa Mahkemesi’nin görevi yasaların ve TBMM içtüzüklerinin (AS: ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin) anayasaya uygunluğunu denetlemek ve Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapmaktır. Demokrasiye darbe denilen 27 Mayıs 1960 İhtilali öncesinde Anayasa Mahkemesi olsaydı, adından başka hiçbir şeyi demokrat olmayan Demokrat Parti’nin demokrasi dışı tutum ve davranışları önlenebilirdi.

Seçimle işbaşına gelen kimi siyasetçiler, kendilerini anayasanın ve yasaların üzerinde görerek istediklerini yapmaktadırlar. Böyle siyasetçiler demokratik seçimleri kullanarak faşizmi getirmişler, hatta kimisi “ileri demokrasi” diyerek, ileri faşizmi yaratmışlardır. Bunun pek çok örneğini tarihte de günümüzde de görmek olanaklıdır.

Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi, karayollarında gösteri ve yürüyüş yapmanın yasaklanmasının, anayasaya, temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine İçişleri Bakanı da Anayasa Mahkemesi Başkanı için; “madem böyle bir karar verildi, öyleyse işe resmi araba ile değil, bisikletle gitsin” gibi konuyla ilgisi ve amacı belli olmayan bir açıklama yapmıştır. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Engin Yıldırım ise sosyal medyada bisikletini göstermişti.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’na ilişkin verdiği hak ihlali kararını tanımaması, hukuksal çürümemizin gözler önüne serilmesidir. Anayasanın 153. maddesinde “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” yazmasına karşın, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı ilginçtir. Anayasa Mahkemesi rejimi koruduğu için, yalnızca bütün mahkemeler değil, bütün devlet kurumları Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymak zorundadırlar. Bu karar üzerine, Prof. Dr. Engin Yıldırım yine sosyal medyada “ışıklarımız yanıyor” diyerek Anayasa Mahkemesi binasının resmini (AS: fotoğrafını) paylaştı. Ardından İçişleri Bakanlığı da sosyal medyada, Bakanlık binasının resmini (AS: fotoğrafını)ışıklarımız hiç sönmüyor” diye paylaştı ve yeni bir tartışma ortamı yaratıldı. Yıllardır devletin ciddiyeti bitirildiği için, ortalık toz dumandır. Anayasa Mahkemesi üyesinin yaptığı yanlış olduğu gibi, İçişleri Bakanlığı’nın tüzel kişiliği kullanılarak mesaj atılması da onaylanamaz.

Anayasa Mahkemesi’nin ışıkları yanıyormuş, İçişleri Bakanlığı’nın ışıkları hiç sönmüyormuş.

Bu tablonun sorumlusunu hepimiz biliyoruz; 12 Eylül 2010 yılında ve mühürsüz oyları geçerli sayarak 16 Nisan 2017 halkoylamalarında anayasa değişikliğini yapanlar ve bu değişikliği destekleyenlerdir. Böylece yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu siyasetçilerin emrine verilmiş ve yetkileri sınırlandırılmıştır. Aynı dönemde Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nda Adalet Bakanı ile bürokratların ağırlığı artırılarak (AS: böyle bir şey yapılmadı; Bakan ve 1 yardımcısı HSK üyesi), siyasi iktidarın istemediği kararları veren yargıçların görev yerleri anında değiştirilmeye başlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi üyesinin sosyal medyadaki olay yaratan paylaşımı Anayasa Mahkemesi’ni değiştirmek ya da ortadan kaldırmak isteyenlerin çok işine geldi; AKP ve MHP bir anda Anayasa Mahkemesi’ne saldırmaya başladılar. Toplumun algısı bu yöne çevrilince, adalet, hukuk, yargı, hak ve özgürlükler unutuldu. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın tartışılması bile engellendi.

Ülkemizdeki hukuk dışı uygulamalar için iki örnek yeterlidir: Anayasa Mahkemesi’nin 30 Temmuz 2008 tarihinde verdiği karara göre, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu belgelenen ve hazine yardımı (AS: yarı oranında) kesilen AKP, anayasaya aykırı olmasına karşın laik cumhuriyeti yönetmeye devam etmiştir. AKP Genel Başkanı 28 Ocak 2016’da Anayasa Mahkemesi’nin kararını beğenmemiş ve şunları söylemişti:

  • “Anayasa Mahkemesi bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım, o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim, bunu çok açık net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum.”

Görevine başlarken anayasaya bağlı kalacağına dair yemin edenler böyle davranınca, ülkede hukuk da kalmaz, bağımsız yargı da kalmaz, demokrasi de kalmaz. Bugün yaşadığımız durum açıkça bir sivil darbedir.

  • Hukukun üstüne ampul takılarak, hukukun üstünlüğü yok edildi.

Muhalefet partileri tepkisiz, demokratik kitle örgütleri suskun; bu sivil darbe sürecini film gibi izliyorlar. Her önümüze çıkan ışık yakıyor ama ülkemiz karanlıktan kurtulamıyor. Bizleri çağdaşlaşmaya ulaştıracak hiç sönmeyen ışığımız var. Hepimiz için yaşam kaynağı olan, Atatürk’ümüzün sönmeyen ışığı, bizleri dün olduğu gibi, bugün de, yarın da aydınlatacaktır. Yeter ki bu ışıktan yararlanmayı öğrenelim.

60. YILINDA 27 MAYIS 1960

60. YILINDA 27 MAYIS 1960

Suay Karaman 

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 60. yılını kutladığımız bu günlerde ülkemizde genel durum ve görünüm hiç iyi değildir. Yıllardır 27 Mayıs 1960 Devrimi’ne ‘darbe’ diye saldıranlar, ülkemizde demokrasi, hukuk, sanayi, tarım, hayvancılık, kültür, eğitim, bilim, sanat ve daha aklınıza ne gelirse her şeyi kötü duruma getirdiler.

Askeri harekâtlar ve ihtilaller, topluma olumlu getirileri ya da olumsuz götürüleriyle önem kazanırlar. Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu şekilde belirlenir. 27 Mayıs 1960 İhtilali, 27 Ekim 1957 tarihinde yapılan ve yolsuzluk bulaştırılan genel seçimle gelen sivil iktidarın, demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960 sabahı ve sonrasında sevinç gözyaşları içinde, coşkuyla sokağa dökülen halkımızın, baskıcı yönetimden kurtulmanın mutluluğu içinde günlerce gösterilerde bulunması, 27 Mayıs’ın halk tabanındaki desteğinin en belirgin kanıtıdır. 27 Mayıs sabahı radyoyu dinleyen halkımız, kısa bir süre sonra, sokaktaki askerlerle sarmaş dolaş olmuştu. Askeri araçların üzerine ellerinde bayraklarla gençler doluşmuştu. İnsanlar sokaklarda birbirileriyle kucaklaşıyordu. Bu görüntüler acı ve sıkıntılarının sona ereceğine inanan insanların kendiliğinden gelişen sevinç gösterileriydi. 27 Mayıs 1960 gününün hemen ertesinde, 27 Mayıs için coşkulu marşlar bestelenmesi, Türk ordusuna şükran sunmanın göstergelerinden biridir.

27 Mayıs 1960 İhtilali, tartışmasız bir devrimdir. İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında oluşan ani ve şiddetli değişikliklerdir.

Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir. 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin amacı şöyle açıklanmıştı: “insan hak ve özgürlüklerini, ulusal dayanışmayı, toplumsal adaleti, bireyin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve güvence altına almayı olanaklı kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuksal ve sosyal temelleriyle kurmak ve Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek.” Bu amaçla yola çıkılarak 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla,  27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.

27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve demokrasiyi korumak için giriştiği bu hareketi, tartışmasız bir “ihtilal” olarak tanımlamak gerekir. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir.

“Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Türkçe söylenen ezan Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler kısıtlanmıştı. TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için asker yollanmıştı. 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu DP iktidarıydı. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenlenmişti. Muhalefeti cezalandırmak için Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmuş, bu komisyonun yetkilerinin genişletilmesinden sonra, Ankara ve İstanbul’da olaylar çıkmış, ölen ve yaralananlar olmuştu. Ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuş, gazeteciler hapse mahkum edilmişti. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu. Vatan Cephesi kurarak, halkı birbirine düşürenlere ve “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyenlere bugün “demokrasi yıldızı” denildiğine tanık olmaktayız.

Öncelikle özgürlüğü ilke edinen 27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Milli Güvenlik Kurulu, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve hakim güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplusözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır.

Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır. 27 Mayıs 1960 Devrimi olarak adlandırılan tarihsel olayın ürünü 1961 Anayasası ile ülkemize sosyal devlet anlayışı yerleştirilmiş, özgür bir ortam yaratılmış, çağdaş bireysel hak ve özgürlüklerin sağlanması başarılmıştır.

27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarının onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdam cezalarını hiç kimse için onaylamak doğru değildir. Ne Menderes zamanında sokaklarda herkesin gözü önünde yapılan idamları, ne Menderes ve bakanlarının idamını, ne Talat Aydemir ile Fethi Gürcan’ın idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını, ne de 17 yaşındaki Erdal Eren’in idamını onaylamak, insanlığa yakışmaz. İdam cezası, insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.

27 Mayıs 1960 öncesinde, Demokrat Parti iktidarında demokrasinin, hukukun ve özgürlüğün olmadığını herkes bilmektedir. Buna karşılık demokrasiye darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs 1960 hareketi, topluma özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi ve aydınlanmayı getirmiştir. 27 Mayıs döneminde oluşturulan kuruluşların ve çıkarılan yasaların, topluma, demokratik rejime ve ülke yönetimine sağladığı olumlu kazanımların, aradan geçen 60 yıla karşın hala yaşaması, 27 Mayıs Devrimi’nin tarihimizdeki aydınlık ve onurlu yerini aldığının kanıtıdır. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 Devrimi, gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası ile Hürriyet ve Anayasa Bayramı’dır.

27 Mayıs’ı anlamak için, Anadolu’da başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı,  Atatürk ilke ve devrimlerini, tam bağımsızlığı, emperyalizm karşıtlığını ve yurtseverliği özümsemek gerekir. Bu özümsemeden payını alamamış siyasetçiler, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe sayarlar ve yıllardır kendi yaptıkları sivil darbeyi görmek istemezler.

Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır. Ülkemizde siyasi iktidar sistemli ve bilinçli bir şekilde sivil darbe uygulamaktadır. Siyasi iktidarın tüm yaptıkları bir yana, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen AKP iktidarının, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir.

Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır. Bu yüzden ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir…

MÜMTAZ İNSAN

MÜMTAZ İNSAN

Suay Karaman 

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Mümtaz, ayrı bir yeri olan, üstün tutulan, seçkin anlamındadır. 11 Kasım 2019’da yitirdiğimiz, Ülkemizin yetiştirdiği, en değerli ve saygın, bilim ve siyaset insanlarından Prof. Dr. Mümtaz Soysal, seçkin bir kişilikti, adı gibi mümtaz bir insandı. Ülkesinin ve Ulusunun çıkarlarını sonuna dek savunan büyük bir değeri uğurladık. Işıklar içinde uyusun.

15 Eylül 1929’da Zonguldak’ta doğan Mümtaz Soysal, 1953’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünde (TODAİE) asistan olarak görev yaparken, 1954’te fark derslerini başarıyla tamamlayarak, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden de mezun oldu. 1956’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistan olarak göreve başladı. 1963’te Doçent, 1969’da Profesör akademik unvanlarını aldı.

6 Ocak – 25 Ekim 1961 arasında CHP kontenjanından Kurucu Meclis üyesi olarak görev aldı ve Anayasa Komisyonu üyeliği yaparak, çağdaş ve demokratik bir anayasa hazırlanması için çok değerli katkılar sundu. 20 Aralık 1961’de Doğan Avcıoğlu ve Cemal Reşit Eyüboğlu ile birlikte YÖN Gazetesi’ni kurdu. Haftalık YÖN Gazetesi, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin özgürlük ortamında ve Devrimin büyük eseri, 1961 Anayasası sayesinde yayın yaşamına başlamıştır. 1962’de, bir aydınlanma ocağı olan Sosyalist Kültür Derneği’nin de kurucuları arasındadır.

12 Mart 1971 darbe sürecinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin dekanıyken, sıkıyönetim komutanlığınca gözaltına alındı. Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 6 yıl 8 ay ağır hapse ve 2 ay 20 gün sürgün cezasına mahkûm edilen Mümtaz Soysal’ın cezası, 1974 af yasasıyla kaldırıldı. Af yasası çıkana dek yaklaşık 15 ay cezaevinde kaldı ve bu sürede çeşitli baskılara direndi. 1976-1978 arasında Uluslararası Af Örgütü‘nün başkan yardımcılığı görevinde bulunan Mümtaz Soysal, 1978’de UNESCO‘nun verdiği ilk “insan hakları ödülü”nün sahibi oldu.

Gazetelerde ve dergilerde yazdığı köşe yazıları, katıldığı söyleşiler, milletvekilliği sırasında yaptığı değerli çalışmalar birçok alanda ülke sorunlarının çözümünde yol göstericiydi. Üç yanı denizle çevrili bir ülkenin denizcilik politikasının ve kültürünün oluşması için büyük emek harcadı. Özellikle özelleştirmeye karşı çalışmaları çok ses getirdi. Kamusal değerlerimizin özelleştirilmesini önlemek için 1994’te kurduğu KİGEM Vakfı (Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi Vakfı) tarafından hazırlanan raporlarla ve açılan davalarla, toplum bilgilendirilmiş ve bilinçlendirilmiştir. Kamusal kaynakların satışı ve özelleştirilmesi konusunda toplumda önemli bir duyarlılığın gelişmesinde Mümtaz Soysal’ın büyük katkıları vardır.

Dışişleri Bakanlığı sırasında ülkemizin haklarını savunmanın ve dış baskılara direnmenin en güzel örneklerini vermişti. Diplomasinin bükülmeden, eğilmeden, kırılmadan, ödünsüz olarak yürütülebileceğini gösterdi. ABD ve AB dayatmalarına karşı karşılıklılık ilkesine bağlılığın temel alınması gibi tutum ve uygulamalar ile Mümtaz Soysal, bizlere Cumhuriyetin ilk dönemlerini anımsatmıştı. Başta Kıbrıs sorunu ve sözde Ermeni soykırımı olmak üzere, Türkiye’nin uluslararası alandaki sorunlarının savunulmasında verdiği mücadele büyük takdir topladı. Bugün KKTC varsa, varlığını sürdürüyorsa Rauf Denktaş’ın yanı sıra Mümtaz Soysal’ın katkıları da asla unutulamaz.

Mümtaz hoca ile birkaç panelde birlikte konuşmacıydık, çeşitli söyleşilerimiz olmuştu, Kent Oteli toplantılarında da buluşmuştuk.. Engin deneyimi ile bizlere sürekli yol gösteren aydınlanmacı bir öğretmendi. En çetin koşullarda büyük sıkıntılara katlanarak düşüncelerini kararlılıkla dile getiren ve dik duruşuyla yükselen mümtaz insan Mümtaz Soysal hocamızın yokluğuna alışmak çok zor olacaktır. Ancak bizlere bıraktığı meşaleyi gururla taşıyacağız.
======================================
Dostlar,

Prof. MÜMTAZ SOYSAL’ın ARDINDAN BİRKAÇ ÇARPICI ANI

Mümtaz Soysal hocayı 1970’li yılların 2. yarısında “100 Soruda Anayasanın Anlamı” adlı kitabı ile tanıdım. Meğer Anayasa ne çok derinlikli anlamlar taşırmış, Devlete ne çok görev yükler; yurttaşa ne çok haklar verirmiş!

Image result for 100 Soruda Anayasanın Anlamı1978-80 arasında Hacettepe Tıp Fakültesinde Toplum Hekimliği (şimdi Halk Sağlığı) dalında uzmanlık eğitimi alırken (tıpta ihtisas yaparken), Bölüm Başkanımız Kalpaksız Kuvayı Milliyecilerden Prof. Dr. H. Nusret Fişek, Mümtaz hocayı aylık Bölüm konferansına çağırmıştı. Bize, yazımına büyük katkı verdiği 1961 Anayasasında ve başkaca Anayasa ve Uluslararası hukuk metinlerinde SAĞLIK HAKKI konusunu anlattı.. Mümtaz hoca o sıralarda 50’li yaşlarına yeni giriyordu, genç ve çok dinamikti. 12 Mart 1971 döneminde Dekanlığını yaptığı Mülkiye‘de, ANAYASAYA GİRİŞ derslerini okutuyordu ve bu kitap ülkedeki gerici – yobazları çok rahatsız ediyordu..

27 Mayıs 1960 Devrimcilerinin ülkemize ve ulusumuza armağanı olan, yeryüzünün en özgürlükçü anayasalarından biri olan  1961 Anayasasının 49. maddesi sağlık hakkına ilişkindi:

VII. Sağlık Hakkı

Madde 49- Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşıyabilmesini ve tıbbî bakım görmesini sağlamakla ödevlidir.

Devlet, yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayıcı tedbirleri alır.
****
Genç bir asistan hekim olarak Mümtaz hocaya, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin sağlık güvencesi (md. 25) ve insan haklarına katkısını sormuştuk. Bu metnin güçlü bir hukuksal destek sağla(ya)madığını, adı üzerinde bir “Bildirge” olduğu yanıtını vermişti. Hocanın karizmasından çok etkilenmiştik.

Benzer biçimde, merhum Prof. Server Tanilli de biziUygarlık Tarihi” adlı kitabı ile çok silkelemişti. 1975’ten bu yana bu kitaptan daha etkileyici bir kitap okumadık! Tanilli hocayı İstanbul Hukuk Fakültesinde odasında ziyaret etmiş ve bu çarpıcı kitabı hakkında sohbet etmiştik (1975; İstanbul Tıp 5. sınıf öğrencisi iken..) Ne yazık ki, Tanilli hoca da Mümtaz hocanın ANAYASAYA GİRİŞ kitabı gibi, bu Anayasa Hukuku ders kitabı ile komünizm propagandası yapmakla (!) suçlanmış, DGM’de yargılanmış ve aklanmış ama o gece 7/8 Nisan 1978 gecesi kurşunlanmış, tekerlekli sandalyeye bağlı bırakılmıştı.. Teksir kağıdına basılı UYGARLIK TARİHİ kitabını ise, 12 Eylül 1980 döneminde merhum annemiz, pek çok “sakıncalı” olabilecek (!?) kitabımızla birlikte, bizi koruma güdüsüyle, banyo sobasında yakmıştı! D]zen#

Ardından, ülkemizin saygın Anayasa hukukçularından Prof. Tarık Zafer Tunaya‘nın “Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku” başlıklı kitabını okumuştuk. İçimizde ANAYASA HUKUKU öğrenme ateşi yanmıştı. 1979’da, Hacettepe Tıp’ta asistan iken, Üniversite sınavına girdik ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’ye kayıt olduk! (Türkiye 1218. si olduk puanımızla).

Ne var ki 7 Temmuz 1980’de, emniyet başkomiseri babamızı görev şehidi verince İstanbul’a geçmiş, sonra da Ankara’dan uzun yıllar uzak kalınca bu hevesimizi gerçekleştirememiştik. Mümtaz hocadan Mülkiye’de ders dinleme olanağımız olamamıştı. Ancak 2011 affı ile bu fakülteye kaydımızı yeniledik ve 2016’da mezun olduk.

Mümtaz hocanın genel başkanlığında, Ankara Mithatpaşa caddesindeki mütevazi dairede (BCP Genel Merkezi) birçok toplantıya katıldık. PUSULA adlı yayın organı büyük güçlüklerle sürdürülüyordu. Orada birkaç makale yayınladık, partide konferans verdik..
Türkiye’nin Sağlıktaki Çıkmazı ve Çıkışı (06 Mart 2010)
Devlet Hastaneleri Satılıyor, Sağlık Hepten Paralı Oluyor : Sözde “Kamu Hastane Birlikleri” Yasa Tasarısı. BCP Pusula Dergisi (Ağustos 2010)
Kürtaj, Sezaryen Sorunu ve Başbakanın Tehlikeli Hezeyanları (sayı 40, Haziran 2012).

Mümtaz hoca dikkatle dinliyor ve son derece yerinde sorularla bizleri düşündürüyor, yönlendiriyordu. Sayın Müge Gülses, büyük özveri ile BCP için çaba gösteriyordu.
*****
Daha öncesinde ise, 24 Eylül 2003’te Mümtaz hoca ile yollarımız kesişti. “Küreselleşme ve İşçi Sağlığı” konulu bir bilimsel kurultayda, açıkoturumda aynı masa çevresinde idik. Oturumu biz yönetiyorduk, Mümtaz hocamız ne çok ufuk açıcı katkı vermişti o panelde kısa konuşmasında.. (Zonguldak Karaelmas Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı)

Arada Mümtaz hocayla ikili söyleştik.. 12 Mart’ta (1971; biz Hacettepe Tıp 1. sınıf öğrencisiyiz) başına gelenler hakkında.. Ancak bir hekim olarak o acılı olayları anımsayarak incinmesini de (travma almasını) istemiyorduk. O döneme ilişkin önemsediği birkaç tümceyi bizimle paylaşıp paylaşamayacağını, “kendisine ne yapıldığını??” dikkatlice sorduk..

  • “BENİ DÖVDÜLER…”dedi..
    Biz dehşet içinde idik ama O serinkanlıydı.. Sürdürdü sözlerini :
  • “Beni öğrencilerimin önünde, SBF’de dövdüler.. Öğrencilerime – asistanlarıma.. ‘Biz sizin dekanınızı işte böyle döveriz..’ mesajı vermek istiyorlardı..

    Bu insan daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı oldu!
    TİGEM‘de, özelleştirmeleri yönetsel yargıda sıklıkla “kamu yararı yoktur..” gerekçesiyle iptal ettirerek vatan satıcılarının karabasanı (kâbusu) oldu..
    ******
    BCP toplantılarında son yıllarda Mümtaz hocanın sağlık sorunları başlamıştı. Görmesi zayıflamıştı, bellek güçlükleri içinde idi. Sağlık sorunları ağırlaşınca İstanbul’a kızının yanına gitmek durumunda kaldı. Alzheimer yüzünden yaşamının son yıllarını bilinç yitimi içinde sürdürdü.

O’na, Mülkiye’yi bitirip Sağlık Hukuku alanında yüksek lisans diploması almamızın ardından, epey geç de olsa Anayasa Hukuku Doktora eğitimine başladığımızı muştulayamadık.. Dileriz bu eğitimimizi de 65 yaşımızdan sonra tamamlar ve SAĞLIK HAKKI – SAĞLIK HUKUKU alanında ülkemize birşeyler daha katabiliriz.. Sağlık hakkı ve kamusal varlıklar – sosyal devlet.. özellikle son 17 yılda AKP – Erdoğan eliyle öylesine yerle bir edildi ki.. İyi ki Mümtaz hoca bu ağır yıkıma tanık olmadı..

O’na öyle çok borçluyuz ki; bir nebzesini olsun ödeyebilsek, ödemeliyiz yapıp etmelerimizle.

Ne dersiniz; sonsuzluğa uğurladığımız mümtaz insan – yurtsever ve yiğit bilim ve eylem adamı Prof. Mümtaz Soysal’ı “bir biçimde” mutlu eder mi acaba bu yazdıklarımız – izinden yürüyüşümüz??

 

İNADINA CUMHURİYET

Suay Karaman ile Söyleşi :

Suay Karaman

İNADINA CUMHURİYET!

Gamze AKDEMİR

– Geniş kapsamı düşünülürse “İnadına Cumhuriyet”in yakın ve çok yakın tarihe ilişkin temel önermelerini, amacını dile getirmenizi rica ederek başlayalım söyleşimize.

– “İnadına Cumhuriyetkitabım, ülkemizin ve dünyanın sorunları ile çözüm önerilerine genel bir bakış açısı yaratmayı amaçlıyor. Okuyucuya unuttuklarını anımsatmak, belirli konularda düşünmelerini sağlamak, ufuk açmak ve sorgulamak gibi önermeler de kitabın amaçları arasında sayılabilir. Yıllardır çeşitli sorunlar hakkında yazdığım yazıları bir kitapta toplamak niyetindeydim ki bu konuda biraz geciktim de sayılır. “İnadına Cumhuriyet” böyle doğdu. Kitabın başlığı, ülkemizde cumhuriyete düşman olanlara karşı bir başkaldırı olarak düşünülebilir.

Kemalist Devrimin sömürge ve yarı sömürge olarak emperyal devletlerce ezilmiş uluslara verdiği örneği, 1789 Fransız Devrimi ile 1917 Bolşevik Devrimi’nden farkı ve esinlenişiyle açımlıyorsunuz. Anlatır mısınız?

Kemalist Devrim, muhteşem Altı Ok’un yanında tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ilkeleri ile günümüzde de geçerlidir. Kemalist Devrim, sömürge ya da yarı sömürge olarak büyük devletlerin egemenliği altında bulunan ezilmiş uluslara, 300 yıldır dünyayı sömüren emperyalizmin yenilebileceğini göstermiştir. Böylelikle kurtuluş savaşı veren uluslara örnek olmuştur. Aydınlanma Devrimi’nin itici ve sürekli gücü Kemalizm ilkelerinin üçünü (cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik) Fransız Devrimi’nden, üçünü ise (devletçilik, halkçılık, devrimcilik) Bolşevik Devrimi’nden esinlenerek bir bütün oluşturmuştur. Türkiye’deki devrimin 1789 Fransız Devrimi’nden farkı, emperyalizme karşı savaşla kurulmuş olması, 1917 Bolşevik Devrimi’nden farkı ise, Marksizm ideolojisi üzerine kurulmamış olmasıdır. Kemalizm ileriye açık, aydınlanmacı bir ideolojidir. Mazlum ulusların, ulusal demokratik devriminin ideolojisidir. Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir.

– Kumpaslardan Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalara, devlet himayesinde kök salan tarikat yapılanmaların eylemlerine, darbe kalkışmalarına dek hiçbir şeyin güzel olmadığı bir aralığa imza atan, ülkeyi ve toplumu adeta “re-set” leyerek geriye doğru biçimlemeye çalışanlar… Baskıcı söylem, eylem ve yol arkadaşlarıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği zihniyet… Yaz, sor bitmez! Özetleyecek olursak; kitabınızda açımladığınız laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne siyasi-dini karşıt ideolojilerin kökenleri ve yöntemlerinin geleceğine ilişkin temel yorumunuz nedir?

– Siyasi iktidarın aracılığı ve önderliğinde bugün ülkemizde her türlü baskı söz konusudur. Siyasi iktidar demokratik ve laik cumhuriyetle kavgalıdır, Atatürk ile kavgalıdır ve her fırsatta intikam almaya çalışmaktadır. Ortaçağ karanlığından beslenen bir zihniyet söz konusudur. İçinde laiklik olan her şeyi yıkmak azminde olan bir siyasi iktidar tarafından yönetilmekteyiz. Üstelik bu siyasi iktidar, Anayasa Mahkemesi’nin kararına göre laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşmiştir. Böyle baktığımız zaman durum iç açıcı değildir. Yaşadığımız günler 1919 yılına benzemektedir. Bugün de ülkemizde yabancıların büyük ağırlığı söz konusudur. Ulusal değerlerimiz, özelleştirme adı altında emperyalist güçlere peş keş çekilmektedir. Laik eğitim yerini imam eğitimine bırakmıştır. Ekonomik kriz toplumu derinden sarsmaktadır. Kısaca bugünlere bakınca toplumun geleceği karanlıktır diyebiliriz. Ancak ne olursa olsun bu topraklarda Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük ateşi vardır, bağımsızlık türküleri söylenir. Bütün bu olumsuzluklar, mutlaka yeni bir aydınlıkla son bulacaktır. Artık yeni bir Mustafa Kemal beklemeye gerek yoktur; Mustafa Kemal’in gençleri, Kemalizm’i özümseyenler bilmelidirler ki hepimiz bir Mustafa Kemal’iz. Güzel günler için örgütlü olarak yapılacak eylemler, mutlaka aydınlıkla sonlanacaktır. Türk gencinin, demokratik ve laik cumhuriyetine sahip çıkacak azim ve kararlılıkta olduğu görülecektir.

– Tehlikenin boyutu ve toplumun farkındalık düzeylerine, aydınların yılgınlığı ve bireylerin epey uzun sürmüş suskunluğuna yorumunuzu da sormak isterim. Yol haritası ve bireyde içselleşen değerleriyle Kemalist Devrimlerin sürekliliğine inancı nasıl dile getiriyorsunuz? Aynı bağlamda çeşitlenen millet, milliyetçilik, Atatürkçülük ve istikrar anlayışlarına ilişkin ne düşünüyorsunuz?

– Günümüzde ülke olarak yaşadığımız tehlikenin farkındayız ama biraz geç kaldık bu farkındalıkta. Bugün ülkemizde demokratik rejim, yerini tek adam diktatörlüğüne bırakmıştır. Siyasi iktidarın insanları susturmak ve rejimi değiştirmek için yaptığı kumpasları hep birlikte yaşadık. Ergenekon, Balyoz gibi davalarla hem orduya olan güven zedelendi, hem ülkede rejimin değiştirilmesi için düğmeye basıldı ve hem de insanlar susturuldu, etkisizleştirildi. Açılımın gölgesinde terör bir yandan, işsizlik, açlık, yoksulluk diğer yandan toplumu vururken, ekonomik ve siyasal kriz her geçen gün daha çok can yakarken toplumun bunlardan etkilenmemesi düşünülemez. Ancak Türkiye, potansiyeli çok büyük olan bir ülkedir. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri çok fazladır. Planlı bir kalkınma hamlesiyle, bütün bu olumsuzluklar aşılabilir. Ama önce siyasi bir yeniden yapılanma olması gerekir. Benim sürekli söylediğim bir söz vardır:

  • Krizden çıkmanın yolu, Kemalizm’in Altı Oku’dur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde milliyetçilik akımı, Misak-ı Milli ilkesinden başlayarak, özgürlük, tam bağımsızlık, milli egemenlik uğrunda dış ve iç düşmanlarla çetin savaşlar vermiş, içe dönük ve halkın mutluluğunu amaçlayan bir niteliğe dönüşmüştür. Atatürk milliyetçiliği “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesiyle, şovenizmden sıyrılmış, evrensel bir kavram kazanmıştır. Atatürk’ün elinde milliyetçilik, ulusal kurtuluştan, ulusal devrimlere geçişin gerekçesi olmuştur. İşte burada Atatürk’ün yaptığı millet tanımı da çok önem kazanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Atatürk ilke ve devrimlerine, tam bağımsızlığa ve emperyalizm karşıtlığına sıkı sıkıya sarılarak ve özümseyerek bütün olumsuzlukları yeneceğimize inanıyorum.

– Sendikal haklardan yargı bağımsızlığına açtığı yolda, 27 Mayıs devriminin dinamizmini ve özellikle 1961 Anayasası ile topluma siyasal, kültürel, ekonomik, sosyal açılardan başlıca kazandırdıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı çağdaş demokratik ilke ve kurumları kısaca nasıl sıralamak mümkün?

27 Mayıs 1960 Devrimi olarak adlandırılan tarihsel olay, ayrıntılı incelemeleri gerektiren toplumsal bir davranışın ürünüdür. 27 Mayıs 1960 İhtilali, tartışmasız bir devrimdir. İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında oluşan ani ve şiddetli değişikliklerdir. Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir. 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.

27 Mayıs 1960 için “demokrasiye darbe” söyleminde bulunan yüzeyseller çoğalmaktadır. Çünkü doğru kaynakları okumadan, araştırmadan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar kolaycılığı seçmektedirler. 27 Mayıs 1960 öncesinde Türkiye’de yalnızca adı Demokrat olan bir parti vardı ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla demokrasiyi yok ediyordu. Yalnızca “Tahkikat Komisyonu” bile demokrasinin olmadığının kanıtıdır.

27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve yargıç güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır.

Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır.

1961 Anayasası’nın temelini oluşturan 27 Mayıs Devrimi gücünü, emekçisiyle, köylüsüyle, gençliğiyle, çalışanıyla, aydınıyla, ordusuyla tüm Türk ulusundan almıştı. 16 Eylül 1960 tarihli ve 10605 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Milli Birlik Komitesi Direktifi” ve “Milli Birlik Komitesi’nin Memleket Meseleleri Hakkında Temel Görüşleri”, Milli Birlik Komitesi’nin programı gibidir ve hükümetin neler yapması gerektiğini anlatır. Bu belgelerde, Milli Birlik Komitesi her konuda bir politika saptanmasını öngörmüş ve bunları genel çizgileriyle açıklamıştır. Bu “Direktif” ve “Temel Görüşler” incelendiğinde, Milli Birlik Komitesi’nin toplumcu, sosyal adaletçi, eşitlikçi, devrimci, devletçi yanı ağır basan, özel girişimi teşvik eden ve destekleyen bir karma ekonomi modelini benimsediği görülür. Bunların hayata geçirilmesi, çıkarılan yeni yasalarla ivedilikle gerçekleştirilmiş, bir kısmı da yeni anayasaya konularak, uygulaması gelecek iktidarlara bırakılmıştır. On yedi ay gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen aydınlanma yolundaki yeni atılımların ve yeni anayasanın hazırlanarak, seçimlere gidilmesi ile Milli Birlik Komitesi ülkeyi sivil yönetime bırakmıştır. Ancak gelen iktidarlar 1961 Anayasası’na karşı çıkmış ve “bize plan değil, pilav lazım” söylemiyle, 27 Mayıs Devrimi’nin getirdiği aydınlanmanın gerisine düşmüşlerdir.

– Babanız Suphi Karaman’ın 27 Mayıs 1960 Devrimi’nde aldığı aktif rolü, devrim savunusunu, yorumunu, ülküsünü burada da anlatır mısınız? Ayrıca, 27 Mayıs Devrimi’nin önderlerinden Haydar Tunçkanat’ı da nasıl anıyorsunuz?

– 27 Mayıs 1960 Devrimini yapanları saygı ile anıyorum. 27 Mayıs’ın devrimci çizgisinden sapmadan yaşamını sürdürenleri de sevgiyle selamlıyorum. 27 Mayıs 1960 İhtilali, seçimle gelen sivil iktidarın demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilmiştir. Büyük tarihi deneyimi ile ülkemizin yakın geçmişinin önemli tanıklarından olan babam Suphi Karaman, Milli Birlik Komitesi’nin çekirdek kadrosundaydı. 27 Mayıs öncesinde Kurmay Yarbay rütbesiyle KKK Kurmay Şubesi Müdürü idi. Babamın bu kilit göreve atanmasıyla birlikte, ihtilalin önemli noktalarına komiteden arkadaşlarının getirilmesi sağlanmıştır. Babam gözüpek bir devrimciydi; “Harp okulunda okurken, Mustafa Kemal’i ve yaptığı devrimleri kıskanırdım, kırk yıl önce dünyaya gelseydim, Samsun’a ben çıkardım” diyecek kadar cesaretli ve kendine güveni olan biriydi.

Ülkesini, içine düştüğü kardeş kavgasından kurtarmak için, geleceğini ve yaşamını ortaya atmaktan, devrim yoluna baş koymaktan çekinmeyen babam, 27 Mayıs’ın amacını “Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek ve demokrasiyi tekrar sağlamak” olarak özetlemiştir. 1961 Anayasası’nın ülkemize kazandırdığı çağdaş demokratik ilke ve kurumlar için babamın Türkiye tarihine özel bir sorusu vardı: “Neden bu demokratik ve sosyal kurumları siviller getirmedi?”

12 Eylül karşı devriminin paşaları ile günümüzdeki yöneticiler lüks içinde ve devlet koruması altında yaşarlarken,  27 Mayıs Devrimcileri gibi babam da korumasız sade hayatını, onurlu ve dürüst bir şekilde sürdürmüştür. “Benim halktan korkacak bir şeyim yok ki, korumam olsun. Bizden sonra yönetime el koyanlar hep korumalarla dolaştı, aramızdaki farkı anlamak isteyen bunu düşünsün” diyerek tarihe not düşmüştü. Kemalizm’in, ulusal egemenliğin ve 27 Mayıs Devrimi’nin savunucusu olan babamın en büyük arzusu, Tam Bağımsız Bir Türkiye idi. Bir gün bu arzunun gerçekleşeceğine tüm kalbimle inanıyorum.

14 Temmuz 2002’de yitirdiğimiz Milli Birlik Komitesi’nin seçkin subaylarından Haydar Tunçkanat, “Türkiye’nin Milli Savunma Stratejisi”, “Albay Dickson Raporu”, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, “Amerika, Emperyalizm ve CIA”, “27 Mayıs 1960 Devrimi” kitaplarını yazmıştır. Özellikle “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı eserinde;

  • Ulusal Kurtuluş Savaşında yenerek, ülkemizden kovduğumuz emperyalizmin ve kapitülasyonların, yıllar sonra yalnız ABD ile yapılan ikili anlaşmalar yoluyla ülkemize nasıl geri geldiği belgelere ve olaylara dayanılarak açık açık anlatılmıştır.

27 Mayıs Devrimcileri, seçkin subaylardı, ülke ve dünya sorunları hakkında engin bilgiye sahiplerdi. Yaşamları boyunca sürekli yeni bilgiler öğrenmek için okuyan, düşünen ve sorgulayan aydın insanlardı. Atatürk ilkelerine bağlı, kendilerini sürekli geliştiren yurtsever ve cesur subaylardı. Anayasa gereği Tabii Senatör olarak Cumhuriyet Senatosunda görev yaptıkları zaman, ülkemizin hemen hemen her sorunuyla yakından ilgilenmişler, görüş ve çözüm önerilerini dile getirmişlerdir.

– Son olarak bugünkü durumuna ilişkin değerlendirmenizi de ekleyerek yanıtlamanızı rica edersem; sol üzerine değerlendirmelerinizde nelere odaklanıyorsunuz, solun sancılarına ilişkin hangi görüşleri dile getiriyorsunuz? Bu bağlamda size göre CHP sol bir partiden beklenenleri ne ölçüde karşılayabilmişti ve bugün ne ölçüde karşılayabilmektedir?

– Önce soldan başlayalım, sonra bugünkü duruma gelelim. Sol kavramı ile toplumun büyük kesiminin yararına olan politikalardan söz edilmelidir. Sol bir parti ulusalcıdır, yabancıların belirleyeceği politikaları değil, kendi ulusunun çıkarlarına göre olan politikaları benimser. Sol görüşlü parti, siyasetin halkı kandırmak için değil, ülkenin ulusal çıkarlarının korunması için yapıldığının bilincindedir. Sol bir parti, sosyal devlet ilkesini benimser; sağlık ve eğitim hizmetlerinin ücretsiz olarak tüm halk kitlelerine sağlanmasına çalışır. Sol görüşlü parti, demokratik ve laik eğitimi savunur. Sol bir parti, planlı ekonomiden yanadır ve özelleştirme politikalarına ilke olarak karşı çıkar.

Türkiye’de sol bir parti, Atatürk düşmanlarını, ikinci cumhuriyetçileri, tarikatçıları, din tüccarlarını, bölücüleri, ırkçıları, mezhepçileri, küreselleşme yanlılarını, ilkesiz ve tutarsız olanları içinde barındıramaz, barındırmamalıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızdan, onun Kuvayı Milliye’sinden, onun Müdafaa-i Hukuk’undan,  Halk Fırkası’ndan ve bütün hepsinin temel felsefesini oluşturan “6 Ok”undan gelen Cumhuriyet Halk Partisi, bugün sol bir partiden beklenenleri karşılayamamaktadır. İşin özü CHP, büyük önderimiz Atatürk’ün ölümünün ardından savrula savrula, bugünkü savruk, hatta proje parti durumuna getirilmiştir. CHP yukarıda saydığımız her konuda tutarlı olsaydı, AKP gibi ortaçağ özlemcisi gerici bir iktidar 17 yıldır siyaset sahnesinde bu büyük çoğunluğa ulaşamazdı.

Eskiden hepimizin kullandığı sağ-sol gibi kavramlar vardı ama bugün yaşadığımız günlerde bu sağ-sol yerine vatansever, vatan haini kavramlarının kullanılması daha doğru olur kanısındayım.

Şimdi bugünkü duruma bakalım. Bugün

17 yıllık AKP iktidarı ile sistemli ve bilinçli bir şekilde sivil darbe uygulanmaktadır.
Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşman ise, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, ülkenin parlamentosu yerine kanun hükmünde kararnamelerle yasama görevini yerine getiriyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, bağımsız yargının verdiği kararlara tepkili ise, hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşıyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur.

  • Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen AKP iktidarının, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir.

Ne yazık ki yıllardır ülkemizde uygulanan yöntem budur. Özellikle 17 Nisan 2017 halk oylamasında yapılan büyük hukuksuzluklarla ülkemizde rejim değiştirilmiş ve bugünlere getirilmiştir. Daha önceki 12 Eylül halk oylaması ile sonucun bir saat içinde açıklandığı seçimleri de unutmamak gerekir. İşte 31 Mart yerel seçimlerinde, İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı seçiminin iptal gerekçeleri ortadadır. Bugün ülkemizde tek adam diktatörlüğü yaşanmaktadır ve buna “ileri demokrasi” adını vererek, toplumu kandırmaktadırlar. Ama bu kandırmaca da sona ermeye başlamıştır çünkü toplumun, 31 Mart 2019 yerel seçimleriyle yavaş yavaş uyanmaya başladığı görülmektedir.

Geldiğimiz noktada artık AKP iktidarının iniş sürecine başladığı görülmektedir. Topluma güven verecek muhalefet partileri ve yöneticileri ile bu değiştirilen rejimin, eskiye döndürülmesi gerekmektedir. Ama sanıyorum bunun için biraz daha beklemek durumundayız.

Ve son olarak şunu söylemek istiyorum:

  • Ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır.
  • Ülkeyi yöneten iktidarların demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk devleti ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, kargaşa ya da karışıklık ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir.
  • Eşsiz güzel ülkemiz Türkiye’mize, Atatürk’ün aydınlık ve çağdaşlaşma yolundan gitmek yaraşır.

=========================================

Sevgili dostumuz Suay Karaman’ı bu nefis kitabından dolayı kutluyoruz..
Lütfen okuyalım, okutalım, dostlarımıza, kitaplıklara armağan edelim..

Related image


Sevgi ve saygı ile. 29 Haziran 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

TÜRKİYE İŞ BANKASI

TÜRKİYE İŞ BANKASI 

Suay Karaman

Suay Karaman

Eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk‘ün direktifleriyle ve sermayesine bizzat katılımıyla, 26 Ağustos 1924’te Türkiye İş Bankası kurulmuştur. Genç cumhuriyetimizin tüm bankacılık işlemlerini gerçekleştirmek, ulusal tasarrufları harekete geçirmek, temel ekonomik atılımları finanse etmek, kredi gereksinimlerini karşılamak ve sanayi ile ilgili gelişmeyi başlatmak için kurulan Türkiye İş Bankası, Cumhuriyet döneminin ilk ulusal bankası olma niteliğini taşımaktadır.

Türkiye İş Bankası, finans sektörünün yanı sıra Türkiye’de sanayinin gelişmesine de büyük katkılar sağlamıştır. Sanayileşme tarihinin mimarı ve lokomotifi olan Türkiye İş Bankası, Türk özel sektörünün varlık ve gelişimine de büyük destek vermiştir.  Türkiye İş Bankası’nın finans, cam, telekomünikasyon ile sanayi ve hizmet ana gruplarında faaliyet gösteren 23 şirkette doğrudan ortaklığı bulunurken, 95 şirkette de dolaylı ortaklığı vardır. Bugün bankacılık alanında ülkemizin en büyük bankası olmanın ötesinde, birçok büyük şirketin ortağı olarak da ülkemizin en büyük holdingi sayılmaktadır. Bu holdingin %28.09 hissesi Atatürk’ün, %40.12 hissesi banka çalışanları ve emeklilerinin olup, geri kalan %31.79 payı ise halka açılmıştır. Yani bu holdingin patronu yoktur.

Bankanın kurucularından Atatürk’e ait hisseleri, Cumhuriyet Halk Partisi temsil etmektedir; bu temsil, Atatürk’ün vasiyetine dayanmaktadır. Bankadan elde edilen gelirler ise Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na bağışlanmıştır.

  • Cumhuriyet Halk Partisi’ne, Türkiye İş Bankası’ndan hiçbir gelir gelmemektedir.

Banka Yönetim Kurulu 11 kişiden oluşmaktadır; 7 üye bankanın kendi içinde çalışanlarından seçilmektedir, kalan 4 üye ise Cumhuriyet Halk Partisi temsilcileridir.

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, ekonomik krizin derinleşmeye devam ettiği süreçte Türkiye İş Bankası’nı hedef alan bir açıklama yaparak, bankadaki Cumhuriyet Halk Partisi hisselerinin Hazineye devredilmesi gerektiğini söyledi. AKP Sözcüsü Ömer Çelik; “Bir partinin niye bir bankanın yönetiminde koltuğu olur? Atatürk’e saygı gereği CHP’nin bu pozisyondan vazgeçmesi gerekir.” derken, Atatürk’e ve anısına yapılan büyük saygısızlıkları görmek istememektedir.

Atatürk’ün mirasçısı Türk Milletidir. CHP, İş Bankası hisselerini Türk Milleti’ne iade etmelidir.” diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Atatürk Orman Çiftliği’nin de Atatürk’ün mirası olduğunu unutmuştur.

  • Milliyetçilik; ülkesinin topraklarına sahip çıkmaktır, ulusal değerlerini korumaktır, ülkesinin kurucusuna saygı duymaktır; mafya ortaklığıyla milliyetçilik yapılmaz.

Büyük önderimiz Atatürk’ün kurduğu Sümerbank, Etibank, Atatürk Orman Çiftliği gibi daha nice ulusal değerimizi yok edenler, şimdi gözlerini Türkiye İş Bankası’na çevirdiler. Ekonominin durumu her geçen gün kötüye giderken şimdi Türkiye İş Bankası’nı alıp Varlık Fonu‘na devrederek, bu büyük kuruluşun içi boşaltılarak, yok edilmek istenmektedir.

8 Ağustos 1951’de Demokrat Parti iktidarınca çıkarılan 5830 sayılı yasa ile 4819 şubesi olan Halkevleri kapatılmış ve mallarına el konmuştu. Ülkenin birçok yerinde siyasal etkinliklerine Halkevlerine ait binalarda devam eden Cumhuriyet Halk Partisi, bu yasa ile parti binalarını boşaltmıştır. Demokrat Parti’nin 14 Aralık 1953’te çıkardığı 6195 sayılı yasa ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin mallarına el konmuştu. Ancak Türkiye İş Bankası hisselerine, kamuoyunda büyük gürültü çıkacağı endişesiyle dokunulmamıştı.

27 Mayıs 1960 Devrimi’nden sonra Cumhuriyet Halk Partisi, 21 Şubat 1963’te, 6195 sayılı yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Başvuruyu inceleyen Anayasa Mahkemesi, 6195 sayılı yasayı tümüyle anayasaya aykırı bularak, 11 Ekim 1963’te iptal etti.

12 Eylül 1980 döneminde malvarlığı elinden alınarak kapatılan Cumhuriyet Halk Partisi, 9 Eylül 1992’de yeniden açıldıktan sonra dava açmış, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin verdiği kararla mal varlığını ve Türkiye İş Bankası’ndaki hisselerini tekrar geri almıştı. Bu yüzden Atatürk’ün mirasına ve kesinleşmiş mahkeme kararlarına karşın, Türkiye İş Bankası hisselerinin devrine ilişkin tartışmaların hiçbir hukuksal gerekçesi yoktur. Buradaki asıl amaç Atatürk’ün hisseleri değildir;

  • Türkiye İş Bankası’nın dev yatırımlarını satarak, yerel seçimlere dek ekonomik olarak günü kurtarmaktır.

Güven duyulan kuruluşların başında bankalar gelmektedir. Bu güvenin ulusal ve uluslararası kamuoyunda titizlikle korunmasının bankalardan çok ulusal ekonomi açısından büyük önem taşıdığı bilinmelidir. Siyaset malzemesi yapılamayacak önemde bir kuruluş olan Türkiye İş Bankasını hedef almak, aynı zamanda ülke ekonomisini de hedef almak anlamına gelmektedir. Gündem değiştirmeye ve akçeli getiriler sağlamaya çalışılan bu gibi sözlerden kaçınmak gerektiği bilinmelidir. (24.9.18)
==================================
Dostlar,

Değerli dostumuz sevgili Suay Karaman’ın bu yazısı da öbürleri gibi 4/4’lük!
Ekleyecek – çıkaracak – düzeltecek yanı yok:
Kendisini kutluyor, içeriğini ay-nen onaylayarak sitemizde paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 24 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs

29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs

29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs / Serdar Şahinkaya yazdı…

Dr. Serdar Şahinkaya yazdı…

(http://www.telgrafhane.org/29-nisan-1960da-siyasal-bilgiler-fakultesi-ve-adim-adim-27-mayis-serdar-sahinkaya-yazdi/)

(AS : Yazı epey uzun olduğundan, bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Anayasa Tartışmaları ve 27 Mayıs tematik çerçeveli bu sayımızda Fakültemizin yaşadıklarına yer vermemek olmazdı. Bu yazı, hem hafızaları tazelemek, hem de genç kuşakları bilgilendirmek amacıyla hazırlandı. İlgili dönemin dekanı, sevgi ve rahmetle andığımız Prof. Fehmi Yavuz’un “Anılarım” kitabı bu konuda en önemli kaynaktır. Alpaslan Işıklı Hocamızın “Gün Doğmadan” isimli anılarında da, 29 Nisan 1960 günü Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki gelişmelere ilişkin ilginç gözlemler bulunmaktadır.

Bu iki anı, içerden tanıklık etmektedir. Bir de dışarıdan tanıklık eden, yazının ekleri arasında yer verdiğimiz süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan’dır. Gürcan’ın anıları, o gün yani 29 Nisan 1960’da Cebeci’deki Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerinde nelerin yaşandığını öğrenmemize imkân tanımaktadır.
* * *
Üniversite profesörleri DP İktidarı’na ateş püskürmeye, üniversite gençliği de sokağa dökülmeye başlamıştı. Hükümet, 28 ve 29 Nisan günleri İstanbul ve Ankara’da miting düzenleyen üniversite gençliğinin üzerine önce polisi sürmüş, polis olayları bastırmada etkili olamayınca, Askeri Birlikler öğrencilerin üzerine gönderilmişti.

28 Nisan 1960 günü sabahı İstanbul Üniversitesi’nde başlayacağını öğrendikleri protesto gösterisini engellemek için, Vali ve Emniyet Müdürü erken saatlerde polisi üniversite bahçesine tedbir almak için gönderdiler. Öğrenciler protesto gösterisini başlatır başlatmaz polis saldırıya geçmiş, birçok öğrenci ve profesörün polis tarafından dövüldüğü çatışmalarda Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz vurularak öldürülmüş, Hüseyin Onur ayağından yaralanmıştı. Askeri birliklerin olay yerine gelmesi üzerine öğrenciler “ordu – gençlik el ele” diye bağırmaya başladı. 29 Nisan’da gösteriler Ankara’ya taşınmıştı.

Dönemin şarkısı, Gazi Osman Paşa (Plevne) Marşı’nın uyarlanmış biçimiydi. “Olur mu böyle Olur mu, Kardeş Kardeşi Vurur mu?” .
* * *
SÖZ SIRASI PROF. FEHMI YAVUZ HOCAMIZDA;

Mülkiye’yi Yüksek Okul Yapma Girişimi:

Demokrat Parti iktidarı 1954’den sonra halkın, özellikle aydın kesimin sevgisini, sempatisini saygısını adım adım yitirmeye başladı. Eşim ve iki çocuğumla 1953–55 yıllarında Londra’da idim. Sonradan gelenlerle bu konuyu ara sıra tartışıyorduk. Ben Demokrat Parti iktidarından hâlâ birşeyler beklenebileceği görüşünü savunuyordum. Yeni gelenler ise: “İşler çok değişti. Senin bıraktığın Demokrat Parti hızla gerilemektedir” diyorlardı. Yurda döndükten sonra, bu görüşte olanlara ben de katıldım.

O zamanki Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu’nun makam odasında geçen bir olayı dile getirmekte yarar görüyorum. Benderlioğlu ile Ankara Belediye Başkanı iken açılan İmar Planı Yarışması hazırlık çalışmaları nedeni ile çok sıkı işbirliği yapmıştık. Milli Eğitim Bakanı olduktan sonra da ara sıra buluşuyorduk. Bun1ardan birinde, odasında bulunan bir kişiye beni “Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı” diye tanıttı. Adam hal-hatır sormadan, saldırıya geçti ve özetle şöyle dedi:

— Atıf bey, SBF başlangıçta bizim yanımızda idi, şimdi döndü.

Ben, Benderlioğluna: “Atıf bey beni tanıttınız ama beyin kim olduğunu söylemediniz. Onu öğrendikten sonra yanıtımı vereceğim” dedim. Benderlioğlu, aklımda kaldığına göre, Tekirdağı Milletvekili Dr. X.olduğunu söyledi. Ben :

—Biz hiçbir zaman filan partinin yanında, ya da karşısında olmadık. Biz hep Türk ulusunun yanında olduk. Padişahlık döneminde bile iktidarın kulu, kölesi olmadık.

Başlangıçta siz halkın yanında göründünüz ve aynı saflarda yerimizi aldık. Sonradan siz adım adım halktan uzaklaştınız. Biz ise halkın yanındaki yerimizi koruduk. Böylece bizden ve halktan uzaklaşan sizler olmuyor musunuz? dedim.

Benderlioğlu o zatı uygun biçimde yolcu etti. Biz de teknik konuşmamızı sürdürdük.

Bu olay ve benzerleri, iktidar çevresinin SBF’yi cezalandırmaya hazırlandıklarını gösteriyordu. Zafer Gazetesi’nin 5 Şubat 1960 günlü sayısının 1. sayfasında, 10 Demokrat Milletvekilinin SBF’yi, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir Yüksek Okul durumuna getirmek için hazırladıkları Kanun Tasarısını TC. Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na sundukları haberi yer alıyordu. Bu habere o gün Ankara Radyosu da bültenlerinde yer verdi.

5 Şubat 1960 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan konuya ilişkin haber

Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe (2009): Mekteb-i Mülkiye’den Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne 1859 – 2009. 150 Yılın Tanıklığı. Koleksiyoncular Derneği Yayın No: 11. Ankara Üniversitesi Basımevi. Ankara.

Fakülte Yönetimi, öğretim üye ve yardımcıları gecikmeden ve gereken ağırbaşlılıkla konunun üzerine eğildiler. Bu haber, kamuoyunun gündeminde, Fakültemizi ön plana çıkardı. Yerli yabancı çeşitli gazeteler muhabirlerini göndererek, telefonla, Fakültenin bu durum karşısında tutumunu, davranışının ne olabileceğini öğrenmek istediler.

Ben aynı gün basına yaptığım kısa açıklamada: “TC. Büyük Millet Meclisi’nin bu tasarıyı kanunlaştıracağına inanmıyorum” dedim.

Bu girişimin sakıncalarını ortaya koymak üzere kurulan 5 komisyon, kısa sürede raporlarını hazırladı. Basın gereken tepkiyi, ilgiyi gösterdi. Üniversite Senatosu konuyu tartıştı. Aziz Nesin’in Akşam Gazetesi’nde çıkan Üniversite’nin Kırşehri başlıklı yazısından çokça aktarma yapıyorum.

<<Kırşehir İli’nin hangi gerekçelerle ilçe yapıldığını artık bilmeyen yok. Nasıl bir anlayış, düşünüştür,  bilinmez. Kendilerince yerinde, doğru bir gerekçeyle bir İl’i ilçeliğe indirenler, bu başarılarından birkaç zaman sonra, bu kez o ilçeyi yeniden il yapmak için gerekçe çıkarabiliyorlar.

Kırşehirleştirme DP’nin politika güdümlerinden en belirli olanıdır. Basın özgürlüğünü her yandan Kırşehirleştirmek isteyen DP şimdi de, 100. yıldönümünde bulunan SBF’ye sinirlenmektedir. Onu da Kırşehirleştirmekten başka yol yoktur…Üniversitenin bir Fakültesi olan SBF. küçültülür ‘siyaset okulu’ yapılırsa öbür Fakülteler de bu örneğe bakıp akıllarını başlarına alır..

SBF’yi Kırşehirleştirmenin gerekçesi ne imiş, biliyor musunuz? Bu kurumu 1950’den önceki ‘hakiki hüviyetine irca’ imiş.

Ah ne olurdu, önce DP. kendisini 1950’den önceki ‘hüviyetine irca edebilse idi>>

Ankara Üniversitesi Senatosu’nda yapılan tartışmaları şöyle özetleyeceğim:

Burada ilk karşılaşılan sorun, konunun bir “SBF sorunu değil, Üniversite sorunu olduğunu” Senato’ya kabul ettirmekti. Gerçekten üyelerden pek çoğu bu görüşte olmakla birlikte, SBF’yi yalnızlığa itme eğiliminde olanlar da vardı. Nitekim bir iki üye SBF’nin Ankara Üniversitesi içindeki yerini savunan bir rapor hazırlanmasını; SBF öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin iktidarı eleştiren davranışlarına son vermeleri koşuluyla, bu Fakültenin desteklenmesinin uygun olacağını belirten görüşler de ileri sürmüştür.

Öğrenci gösterilerinin arttığı 1960 yılında SBF’li ve Hukuk’lu öğrenciler bir mitingde

Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe,  2009.

Fakültemiz temsilcileri ile Senato’nun öteki üyelerinin, bu gibi öneriler karşısındaki tutumunu şöyle özetleyebilirim:

SBF. Ankara Üniversitesi’nin öteki Fakülteleri gibi bir parçasıdır. Bunun üniversite açısından tartışılması yersizdir. Öte yandan bu yola gidilecekse, her Fakültenin Üniversite içindeki yerini savunan, benzer raporlar hazırlanması gerekebilir.

SBF öğretim üye ve öğrencilerinin tutumuna gelince: Bunlar akademik özgürlük ilkesine uygun olarak, Anayasa’nın ve kanunların kendilerine tanıdığı haklardan yurttaş olarak yararlanmaktan, vicdanları uyarınca davranmaktan başka bir şey yapmadıkları kanısındadırlar.

Ankara Üniversitesi bu konuda herhangi bir karar almamış, Rektörü özel olarak, siyasal iktidar yetkilileri ile temas edip Üniversite topluluğunun bu tasarı karşısındaki üzüntülerini bildirmekle görevlendirmiştir.

Aracılık etmek isteyenler de türedi. Büyük bir Devlet Bankasının Genel Müdürü, Adnan Menderes’e gidip, şöyle dersek, her şeyin yoluna gireceğini bana, yönetim kurulu üyelerine, gözüne kestirdiği Mülkiyeli’lere anlatmaya çalıştı:

—Bütün Mülkiye, öğrencileri, öğretim üyeleri, mezunları ile emrinizdeyiz.

Tutumumuz ve gelişmeler şöyle özetlenebilir:

İktidara karşı Fakültenin davranışında hiçbir değişiklik olmadı. Aracıların Başbakan’ı görme önerisine uyulmadı. Yönetim Kurulumuz, Başbakan çağırırsa Dekanın yalnız gitmesini, SBF topluluğunun düşünce ve davranışında hiçbir değişikliğin olmadığını bildirmesini, kararlaştırdı. Başbakan böyle bir çağrıda bulunmamıştır.

İktidarın tutumunda bir değişiklik olamamakla birlikte, yurt içindeki önemli gelişmeler SBF’yi Yüksek Okul yapma düşünü arka plana itmiştir, diyebilirim. Gerçekten bu arada basını, muhalefeti susturmak, sindirmek için Tahkikat Komisyonları kurulmuş, özgürlükleri kısıtlayan önlemler getirilmiştir.

Tahkikat Komisyonu’na ben de çağrıldım. Üzerinde durdukları önemli nokta bizim CHP ile işbirliği içinde olmamız ve bunu artırma çabasını sürdürmemiz, idi. SBF’ye sık sık CHP’li Milletvekilleri geliyormuş vb. Komisyon üyeleri çok saygılı davrandılar, kahve, çay, gazoz ısmarlamakta birbirleriyle yarış ettiler. Komisyon üyelerinden yalnız Osman Kavuncu’yu anımsıyorum. Kavuncu Kayseri Belediye Başkanı iken büyük işler yapmıştı. Türkiye’ye uzun ya da kısa bir süre için gelen yabancı uzmanlardan kimileri onun başarısını yerinde görmek için, Kayseri’ye gitmişlerdi. Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü’ndeki yabancı uzmanlar, yaptıkları yayınlarda ona da yer verdiler. Kavuncu Meclise girmekle eriyip gitti, hem de Yassıadalık oldu. Bir genelleme yaparak, DP’nin gemi azıya almışçasına, demokrasiden, başta laiklik olmak üzere. Atatürk Devriminden uzaklaşması yüzünden birçok değerli gencin de çürütüldüğü söylenebilir.

29 Nisan 1960, Hukuk Fakültesi, Ön Bahçesi. Ankara

29 NISAN 1960 SBF OLAYI:

İktidarın özgür basını, muhalefeti sindirme çabalarına, Tahkikat Komisyonlarının girişimlerine ilk büyük tepki 28 Nisan’da, İstanbul Üniversitesi’nden geldi.

Bu olayı anmakla yetiniyorum. 29 Nisan günü Ankara’daki Yüksek Okullar, Üniversite karıştı. Öğrenciler binalara, derslere girmiyor, slogan atıyor. Gösteri yapıyorlarmış. Biz Rektörlükte,  Yönetim Kurulu toplantısındayız. Telefon durmadan çalışıyor. Hepimizin Fakültelerinde bir şeyler olduğu haber veriliyor. Toplantıyı keserek, Fakültelerimizin başına gitmeye karar verdik ve dağıldık.

Fakülteme döndüğümde, bizde aşırı bir birikimin olmadığını gördüm. Öğrenciler ve ha1k daha çok komşu Hukuk Fakültesi’nin bahçesinde ve de çevresinde toplanmışlardı. Biz öğretim üye ve yardımcıları yönetim kurulu üyeleri ile durumu değerlendirmeye çalışırken şu haber geldi:

“Güvenlik kuvvetleri, öğrencileri Hukuk Fakültesi binasına sokmuş, koridorlarda, sınıflarda, salonlarda kovalamaca başlamış.”

Biz hemen olayı izlemek için, pencerelere koştuk. Fakülte dışına çıktık. Hukuk Fakültesi’nin pencerelerinden atlayanlar, düşenler oluyor, biriken halk, bizim öğrenciler bunlara yardıma çalışıyordu…

Tıp Fakültesi’nin gönderdiği ambulans aralıksız çalışıyor, bunları hastahaneye taşıyordu. Ambulanslarla gidenlerin ölü, baygın, hafif ya da ağır yaralı olduğu bilinmiyordu. Ambulansın (belki de ambulansların) sık sık gelip gitmesi gerginliği büsbütün artırdı. Gösterilerin ağırlığı da bizim Fakültenin çevresine kaydı.

Öğrencilerimiz Hukuk Fakültesi’nin başına gelenleri gördükten sonra binaya girmemekte direndiler. Güvenlik kuvvetleri Fakülteyi ve çevresini sarmıştı. Çemberi yarıp çıkmak da kolay olmuyordu. (Bir arkadaşımız 28 Nisan olayları nedeni ile İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar’a çekmek istediğimiz telgrafı Cebeci Postanesine götürmeyi başarmıştı.) Öğrenciler itfaiye arabalarını devirdiler, hortumları kestiler; bina içinde sıralardan, sandalyelerden yararlanarak barikatlar kurdular. Bu durum birkaç saat sürdü. Akşam doğru, Fakülte giriş kapısının karşısında yüzleri Fakülteye dönük, ayakta, piyade tüfekleri ile ateşe hazır 20 kadar asker göründü. Biz durumu balkondan izliyoruz. Bir subayın emri ile (sonradan bunun Sıkıyönetim Komutanı General Namık Argüç olduğunu öğrendik) yaylım ateşi başladı. Önce çatının altına doğru ateş edildiği anlaşılıyordu. Ateş emri verenin, eliyle işaret ederek, ateş alanını aşağıya kaydırıldığını gördük ve hemen balkona yattık. Sürünerek içeriye girip çıkıyor, bundan sonra neler olabileceğini anlamaya çalışıyorduk. Bu arada, yerde uzanan bir Harbiye öğrencisinin telefonla, olup bitenleri bir yere duyurmaya çalıştığı dikkatimi çekti.

29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, Fotoğraf Arşivi

Öğrenciler içeriye kaçıştı. Öğretim üye ve yardımcılarının pek çoğu Dekanlığa doldu. Hukuk Fakültesi’nin başına gelenlere biz de uğramağa başlamıştık.

Ben koşarak, Cebeci Caddesi’nin kavşağına ulaştım. Orada Ankara Valisi, Emniyet Genel Müdürü, Sıkıyönetim Komutanı, daha başka görevliler ve yetkililerle karşılaştım. Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüç’e:

—İstediğiniz oldu. Öğrencilerle güvenlik kuvvetleri oradan oraya koşturuyorlar. Kan gövdeyi götürebilir. Bu durumda en uygun olan, Güvenlik kuvvetlerini binanın dışına çıkarmaktır. Ben öğrencileri, herhangi bir olaya neden olmadan binadan çıkarıp evlerine, yerlerine göndermeye söz veriyorum dedim.

Argüç Paşa “Binadan çıkarken, ya da yollarda uygunsuz hareketlerde bulunurlarsa” dedi. Ben “kesinlikle bu olmayacaktır, çıkacak olaylardan ben sorumluyum” dedim.

Namık Paşa’nın bu pazarlığa aklı yattı. Ankara Emniyet Müdürü, bir binbaşı, emniyet kuvvetlerini binadan çıkarma işini üstlenmeye hazırdı.

Ankara Valisi, pişmiş aşa soğuk su katarcasına:

—Paşam, Paşam önce elebaşları versinler, sonra binayı boşaltalım demez mi? Ben Valiye dönerek:

—Benim size vereceğim elebaşı niteliğinde kimse yoktur. Eğer onların başında ben geliyorsam, önce beni tutuklar, götürürsünüz, sonra da yöntemlerinizi uygulayarak, öteki elebaşlarını bulursunuz,  dedim.

29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, Fotoğraf Arşivi

Namık Paşa sağduyusunu kullandı, koluma girdi, onlardan 5 – 6 metre uzakta, pazarlığı yineledik ve hemen Ankara Emniyet Müdürü ve birkaç subayla içeriye koştuk. Çok kısa bir sürede emniyet kuvvetleri dışarıya çıkarıldı, örgenciler, öğretim üyeleri birer ikişer binadan ayrıldı. Böylece Hukuk Fakültesinin başına gelenler bir ölçüde bizim de başımıza gelmemiş oldu.

Ben bir Tıp Fakültesi öğretim üyesinin arabası ile hastaneleri dolaştım, yaralıları ziyaret ettim. Ayakta tedavi görenler, hatta yatırılanlar, fişlere geçirilmek korkusu ile kimliklerinin yazılmasını istememişler. Hastane görevlileri de buna gerek duymadan ellerinden geleni yapmış. Bu nedenle ziyaretimiz, büyük ölçüde anonim kaldı.

Cebeci Caddesi, uzun süre, araba trafiğine kapatıldı. Olayı duyan binlerle, belki onbinlerle Ankaralı kadın, erkek, büyük küçük, çoluk çocuk, Kurtuluş’la Dikimevi arasında, tam anlamıyla “sessiz” diyeceğimiz yürüyüş yaptılar, gidip geldiler. Halk 29 Nisan SBF olayına KANLI CUMA adını takıvermişti.
* * *
29 NISAN 1960 GÜNÜNÜ BIR DE ALPASLAN IŞIKLI HOCAMIZIN SATIRLARINDAN ÖĞRENELIM:

İnek Bayramının Kırmızı Boyası ve 27 Mayıs

(…)

Sıkıyönetim emrindeki atlı birlikler gençleri kuşatma altına aldı. Gençlerin dağılacağı yoktu. Bu arada, iç yüzünü benden başka çok az kişinin bildiği ilginç bir olayı anlatmadan geçmemem gerekir diye düşünüyorum.

SBF’nin ünlü bir İnek Bayramı vardır. İnek Bayramı, her yılın sonunda öğrencilerin mizah ustalığının sergilendiği birkaç günlük bir eğlence ve özeleştiri ortamı oluşturur. O yılki İnek Bayramı için alınan kırmızı boyalar, bambaşka ve hiç tahmin edilemeyecek bir işlev gördüler. Fakültenin etrafı atlı birlikler tarafından kuşatılınca, bu boyaları kullanarak geniş karton kâğıtlara “ya hürriyet, ya ölüm!” yazarak fakülte binasının caddeden görünen duvarlarına astık. Aceleyle ve özentisiz yazıldığı için, boyalar, yer yer akıp damlamış, uzaktan bakıldığında kanla yazılmış görüntüsü veriyordu. Bu yazının, bizim maksadımızı çok aşan sonuçları oldu.

27 Mayıs’ın ardından Altan ve Örsan Öymen’in hazırlayıp yayınladıkları bir yazı dizisinde, SBF öğrencilerinin, Fakültelerinin duvarına kanlarıyla “ya hürriyet, ya ölüm” yazdıkları anlatıldı. Bundan kısa bir süre sonra aynı haber, ünlü Amerikan dergisi Time’da da yer aldı. Kuşkusuz, Fakülte binasına doğru ateş açılmış, duvarlar delik deşik edilmişti. Ancak, kaçarken kolunu bacağını inciten arkadaşlarımızın dışında yaralanan olmamıştı.

Bu haberi okuyunca, farkında olmadan Amerikalıları da işletmişiz diye düşündüğümüz oldu. Ancak, aradan geçen zaman boyunca olaylar üzerinde düşündükçe, kimin kimi nasıl işlettiği konusunda farklı bir takım boyutlar ortaya çıkmaya başladı. Acaba, 27 Mayıs’ın Amerika ile bağlantılı bazı dış boyutları var mıydı?
* * *
FEHMİ YAVUZ HOCA’NIN ANILARI İLE GELİŞMELERİ İZLEMEYİ SÜRDÜRÜYORUZ:

29 Nisan’ı izleyen günlerde, binanın cephesindeki kurşunlamadan ötürü kırılan camları, çerçeveleri, binanın içindeki kurşunlanan yerleri, kan lekelerini vs. görmek için gelenlerin sayısı durmadan artıyordu. Partililer, Parlamenterler, dostlar Dekanlığa kadar gelip geçmiş olsun dileklerinde bulundular. Ankara’ya kısa bir süre için uğrayanlar bile, olay yerine geliyor, ağızdan bilgi alıyordu. Bunların çarpıcı özelliği duyduklarını, gördüklerini, Kanlı Cuma deyiminin ne anlama geldiğini yurdun dört bucağına yaymak olmuştur.

Namık Paşa 30 Nisan sabahı hiç o değilden, Fakülteye uğradı. Kendisini ve yanındakileri Dekanlık odasına aldık. Çay kahve ikram ettik. Ben, bir gün önce olup bitenlere değinmemek için çaba gösteriyordum. Sıkıyönetim Komutanı’nın bir yerde 3–5 dakikadan fazla kalamayacağını düşünerek:

— Paşam siz Kore ‘ye de gitmiştiniz değil mi? dedim.

Paşa Kore anılarından, kendine göre seçmeler yapmaya başladı.

Bir kaç dakika geçmeden, bir subay içeriye girdi ve Paşa’ya, Gazi Eğitim Enstitüsü yöresinde güvenlik kuvvetleri ile öğrencilerin çatıştığı haberini verdi. Paşa ve yanındakiler ayrılıp gitti.

30 Nisan günü, üniversitenin, bir ay süre ile tatil edildiği, öğrenci yurtlarının kapatıldığı ve yurtlarda barınan öğrencilerinin memleketlerine gitmelerinin kararlaştırıldığı haberi geldi.*)

İktidarı kuşatan bunalım çemberi durmadan yoğunlaşıyor, daralıyor ve kırılmaz boyutlara ulaşıyordu.

1960 Mayıs’ında olup bitenler arasından, Üniversiteleri ve de Fakültemizi ilgilendiren olaylardan şu örnekleri vermek isterim:

1 Mayıs’ta, Menderes bir radyo konuşmasında Fakültemizden “Siyasal Bilgiler Okulu” diye söz etmiştir.

Hükümeti protesto için düzenlenen 555 K gösterisi; 5’inci ayın 5’inci günü saat 5’te Kızılay Meydanı.

Kaynak: www.editorler.org. Erişim tarihi: 26 Mayıs 2010

5 Mayıs bilindiği gibi 555 K. günüdür. (Beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte Kızılay’da yapılacak büyük mitinge çağrı parolası) onbinlerce Ankaralının, öğrencinin, öğretim üyesinin, birkaç dakika içinde toplanıverdiği bu mitingde öğretim üyelerimizden, öğrencilerimizden gözaltına alınanlar olmuştur. Aynı gün Hukuk Fakültesi’nde, önceden düzenlenmiş ve davetiyeleri gönderilmiş olan, NATO Genel Sekreteri Spaak’ın konferansı yapılamamıştır.

5 Mayıs’ta bir Japon Profesörüne onursal doktora verilmesi töreni vardı. Tören Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi konferans salonunda yapılacaktı. Tören Rektörlüğün bir odasında 10 – 15 kişinin katılmasıyla yapıldı. Yaşlı Japon Profesör kendisi gelememiş yine Profesör olan oğlunu göndermiş. Babasının Dr. diplomasını alırken, Japon Profesör yaptığı konuşmayı şu sözlerle bitirdi:

— Bu görkemli töreni bütün ayrıntılarıyla babama anlatacağım.

11 Mayıs’ta, Ankara’da bulunan bir grup Fransız Kaymakamı ile SBF’de bir toplantı yapılması önceden planlanmıştı. SBF’nin duvarlarındaki, pencere ve kapılarındaki kurşun izlerini, içerdeki kan lekelerini misafirlere göstermemek için, toplantı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yapıldı.

11 Mayıs akşamı Rektör vekili evime telefon ederek şunları söyledi:

-Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı bana telefon etti.. Sıkıyönetimin sözlü emri varmış. Hemen yarın SBF’ deki 29 Nisan’dan kalma bütün izleri kaldırmak üzere harekete geçeceksiniz. Rektör vekili ile aramızda şöyle bir konuşma oldu.

Ben: Yazılı emir versinler,
O : Onları kapatmak istemiyor musunuz?
Ben : Yazılı emir geldikten sonra düşünürüz.
O : Siz bilirsiniz,
Ben : İyi geceler.

Profesörler Kurulu, 29 Nisan’da olup bitenleri saptayarak, Üniversite Senatosu’na bildirme kararı almıştı. Bu amaçla kurulan komisyonun hazırladığı rapor, kurulda oybirliğiyle kabul edildi.  Senato, yöntem tartışmaları yapmış raporu ele almamıştır.

15 Mayıs’ta Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan Fakülteye bir yazı geldi. Bu yazıda Fakülte’ye ateş açıldığı kabul edilmekte, ancak “Erlere havaya ateş etmeleri komutası verilmiş olmasına rağmen bunlardan bazılarının yanlışlıkla çatı altına ateş etmiş bu1unduk1arı bu yüzden duvarlarda ve camlarda bazı tahribat olduğu, bu tahribatın bir an önce Fakültece tamiri gerektiği” bildiriliyordu.

Fakülte Yönetim Kurulu 16 Mayıs’ta toplanarak, Sıkıyönetim Komutanlığı’ na verilecek yanıtı hazırladı ve yapılan onarımlara ait masraf faturalarının ekli olarak gönderilmesine, geri kalan onarımların yapılmasını sağlamak üzere ödenek istenmesine, Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan bir tahkik ve tedbir heyeti istenmesine karar verdi.

18 Mayıs günü bir Kurmay Albay, bir Yargıç Yarbay, bir Yargıç Yüzbaşı bir de fotoğrafçıdan oluşan heyet Fakülteye geldi. Heyet havaya açılan ateşin bu kadar çok tahribata neden olamayacağını raporunda belirtti. Tahribatın listesi rapora eklendi. Fotoğraflar çekildi.

19 Mayıs’ta hiçbir tören yapılmadı. Ankara halkının kadın  – erkek, genç  – yaşlı     Anıtkabri ziyaret için, sanki yarışa girdiği havası canlı olarak görülüyordu.
* * *
MENDERES’TEN GECE GELEN TELEFON
(Fehmi Yavuz Hoca’nın anıları devam ediyor)

19 Mayıs gecesi saat 24’e doğru evimin telefonu çalmağa başladı. Hepimiz yataklarımızdan fırladık. Telefonu ben açtım. Karşıdaki, Başbakanlık Özel Kalemi’nden aradığını Sayın Menderes’in evinde şu numaraya (23403) telefon etmemi istediğini söyledi. O günlerde argo deyimiyle işletme amacı ile pek çok kimse      rahatsız ediliyordu. Ben telefon edenin adını da sordum. H. bey imiş. Evdekiler hep heyecanlıyız. Ben telefon etmeye hazırlanırken, eşim ve çocuklar:

— Bu kadar acele etme, 5 – 10 dakika düşün, niçin arayabilir? diyorlardı. Ben;
— Yaşım 50, bugüne kadar bir Başbakanla nasıl konuşulacağını öğrenmedimse, 5–10 dakikada mı öğreneceğim? dedim ve numaraları çevirmeye başladım. Telefon açıldı ve Menderes’le aramızda şöyle bir konuşma geçti, ben:

Ben SBF Dekanı Fehmi Yavuz.
O: Ben Adnan Menderes,
Ben: Hoş geldiniz (Başbakan İzmir’den o gün gelmişti)
O: Fehmi Bey, Fakülte binasının cephesindeki camları ve kurşun izlerini tamir ettirmek istemiyormuşsunuz, doğru mu?
Ben: Bu nereden çıkmış, bir kesimini tamir ettirdik, hatta faturalarını da gönderdik. Geri kalanları tamir ettireceğiz. Tesbit için, Sıkıyönetim Komutanlığından bir heyet geldi. Tesbit işi de bitmiş, sayılır,
O: Yani tarihi hatıra olarak saklamak, onun için tesbit ettirmek istiyorsunuz? Bu Mülkiye için yüz karasıdır,
Ben; Şereftir,
O: Yüz karasıdır, yüz karasıdır
Ben: O halde bırakalım bunu tarih tesbit etsin.

Karşılıklı iyi gece1er dileyerek, telefonu kapattık.

20 Mayıs’ta Profesörler Kurulumuz toplandı. Menderes, Turgutlu’ da yaptığı ve Üniversiteye ağır sözlerle çatan konuşmasında KARA CÜBBELILER sözünü kullanmıştı. Kurul bu konuşmaya verilecek yanıtı hazırlamış ve Rektörlüğe göndermiştir.

23 Mayıs’ta yapılması gereken Üniversite Senatosu toplantısı Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bütün toplantıları yasaklaması yüzünden, yapılamadı.

Böylece adım adım 27 Mayıs’ a yaklaşıldı.

27 Mayıs sonrası Ordu’ya teşekkür gösterilerinden birinde Mülkiyeliler.

Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe, 2009
Ek 1: Öğrenci Utku ACUN’un Dekan Prof. Fehmi Yavuz’a Mektubu, 16 Mayıs 1960

 

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Personel Müdürlüğü Arşivi, Prof. Fehmi Yavuz Özlük Dosyası :1

 

Ek 2:  Dekan Prof. Fehmi Yavuz’un Öğrenci Utku ACUN’a Cevabı

 

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Personel Müdürlüğü Arşivi, Prof. Fehmi Yavuz Özlük Dosyası :1

 

Ek: 3. SBF Profesörler Kurulundan Prof. Fehmi Yavuz’a Şükran Borcu

 

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Personel Müdürlüğü Arşivi, Prof. Fehmi Yavuz Özlük Dosyası :1

 

Ek: 4. Yüzbaşı Fethi GÜRCAN’ın Anılarından 28 – 29 Nisan 1960 Olayları*)

FETHİ GÜRCAN ÖĞRENCİLERE ATEŞ AÇILMASINI ENGELLİYOR

Ankara’da ise, Genelkurmay Başkanı ve Ankara Sıkıyönetim Komutanı’nın emri netti: “Ateş açın!”. Bu emri yerine getirmekle görevli Bnb.Vehbi Ersü’nün ise buna hiç niyeti yoktu. Ancak, talimata karşı geldiği için hakkında tahkikat açılabilirdi. Ersü, emri vermemek için baygınlık geçiriyor numarası yaptı ve hastalanmış gibi Gülhane Hastahanesi’ne kaldırıldı. Bnb. Vehbi Ersü’nün yerine süvari birliğinde yine inisiyatifi Yüzbaşı Fethi Gürcan ele aldı. Sıkıyönetim Komutanı’yla şiddetli bir şekilde tartışarak ateş emrini durdurttu.

Yassıada Mahkemeleri İddianamesi:

“İstanbul’daki üniversite olaylarını haber alan Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri, Hükümet’in davranışlarını protesto etmek için 29 Nisan 1960 günü bir toplantı düzenlemişlerdi.

Bu toplantıyı bir gün önce haber alan Sıkıyönetim Kumandanı General Namık Argüç toplantıya mani olmak için, toplantı ve yürüyüşe müsaade edilmemesi için, Ankara Garnizon ve Merkez Kumandanlıkları’na ve Emniyet Müdürlüğü’ne yazılı emir vermiştir.

28 Nisan 1960 günü saat 21.00’de 43’ncü Süvari Alay Kumandanı ve diğer subaylarını Merkez Kumandanlığı’nda toplayarak ‘topluluklara, önce üç defa dağılmalarının ihtar edilmesini ve dağılmazlarsa, atlarla üzerlerine yürünmesini, bu da etkili olmazsa havaya, sonra üzerlerine ateş açılmasını’ emretmiş ve ‘Eğer vazifemizi yapmazsak başımızda Meclis Tahkikat Komisyonu vardır, bunun icra salahiyeti, sıkıyönetim kumandanı olmama rağmen, benim salahiyetlerimden fazladır. İcabında bu komisyon beni bile tevkif eder’ diyerek, subaylara da gözdağı vermek istemiştir.

29 Nisan 1960 sabahı, saat 6.00 sıralarında Süvari Alayı’na giderek, kumandanlarla bir konuşma yapmış; 6–7 Eylül olaylarında görev aldığını söyledikten sonra ‘yılanın başı küçükken ezilmeli ve bunun için de şiddetli hareket edilmelidir. Aksi takdirde Meclis Tahkikat Komisyonu kararları çok ağırdır ve temyiz kabiliyeti de yoktur. Şiddet ve gerekirse ateş her şeyi hal edecektir’ diyerek, sürekli temas halinde bulunduğu iktidar elebaşlarının amaçlarına uygun hareket planını açıklamıştır.

HUKUK VE SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ’NDEKİ PİÇLER

Namık Argüç, 3 Bölüğün Hukuk Fakültesi bahçesine girmesine emir vermiştir. O sırada bahçede bulunan öğrenciler Namık Argüç’ün Fakülteye geldiğini görünce ordu ve general lehine tezahürata başlamışlar ve askerin bahçeden geri çekilmesi halinde dağılacaklarını söylemişlerdir. Öğrencilerin bu istekleri olumlu karşılanmış ve asker bahçeden çıkarak fidanlıklara doğru giderken, Ankara Valisi ile Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan ve birkaç sivil şahıs olay yerine gelmişler ‘Hukuk Fakültesi’nden 20 ve Siyasal Bilgiler’den 100 kadar piçin alınması lazım geldiğini ve o zaman bunların bellerinin kırılacağı’ şeklindeki konuşmaları üzerine, Sıkıyönetim Kumandanının verdiği bir emirle 3. ve 4. Bölükler tekrar fakülte bahçesine girmişler ve öğrencileri cop kullanarak binaya sokmaya çalışan emniyet mensuplarına yardıma başlamışlardır. (Bu konuşmalar tanıklarca duyulmuştur)

Öğrencilerin İstiklal Marşı’nı söylemeye başlamaları üzerine subaylar selam durmuşlar, bunu gören Ankara Valisi, müdahale ederek aralarında tartışmalar başlamış, o zaman Sıkıyönetim Kumandanı, Hukuk Fakültesi’nin Siyasal Bilgiler tarafındaki kapısı önüne bir manga askeri saf halinde dizdirerek silahlarını doldurmalarını emretmiştir. Bunu görerek müdahale etmek isteyen Grup Kumandanı’na: ‘Benim yaptığım işlere burnunu sokma, bu manganın kumandasını eline al ve ateş ettir’ emrini vermiş.

Grup Kumandanı ateş ettirecek bir durum olmadığını ve bu tasarrufun yasalara aykırı olduğunu bildirmiş olmasına rağmen Argüç, bu isabetli uyarmayı yapan Birlik Kumandanı’nı: ‘Şimdi seni tutuklatırım’ diye tehdit ederek oradan uzaklaşmıştır. Durumdan yararlanan Grup Kumandanı, birliğin tüfeklerini boşalttırmış ve Teğmen Tanju’ya kim emir verirse versin katiyen ateş ettirmemesini tembih etmiştir.

Böylece Hukuk Fakültesi olaylarında ateş açılmamıştır. Öğrencilerin serbest bırakılmaları için Hukuk Fakültesi Dekanı tarafından yapılan müracaatları, Sıkıyönetim Kumandanı: “Ben Meclis Soruşturma Komisyonu’na bunları tutuklattığımı bildirdim, oradan haber almadan öğrencileri serbest bırakmam’ diyerek reddetmiştir.

Binaya giren polislerin tecavüzü sonunda yaralanan bazı öğrencilerin dışarıya çıkmaya başladığı anda fakülte içinden:‘Polisler bizi öldürüyorlar’ diye feryat ve yardım sesleri geldiği halde, Vali, Argüç ve Emniyet Genel Müdürü bu seslere kulak vermemişlerdir.

Polis ve polis görevlilerinin yaratılan faciadaki rollerini tamamladıkları ve ortalığı kırıp geçirdikleri sırada hukuklu arkadaşları için protestoya başlayan Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin, Hukuk Fakültesi öğrencilerinin serbest bırakılmalarını istedikleri görülmüştür.

Saldırganları durdurabileceklerini düşünen öğrenciler bayrak çekmiş ve İstiklal Marşı’nı söylemeye başlamış ve ordu lehine tezahürat yapmışlardır.

Bu arada nümayişçilerin merkezi sıkleti Hukuk’tan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaymıştır. Sıkıyönetim Kumandanı, Vali ve Emniyet Genel Müdürünün, polis kuvvetlerini coplarla Siyasal Bilgiler öğrencilerinin üzerine hücuma geçirdikleri görülmüştür.

Ankara Valisi ve Cemal Gökhan sürekli olarak telsizle Namık Gedik, Medeni Berk ve Adnan Menderes’le konuşmuş ve olaylar hakkında bilgi vererek, onlardan yeni direktifler almışlardır. (Dosyadaki telsiz konuşmalarını içeren banttan)

Polis kuvvetleri birkaç defa dalgalar halinde fakültelerin içine girmeye çalışmışlarsa da, öğrencilerin pencerelerden taş, kömür vesaire atmaya başlamaları karşısında bu girişimlerden vazgeçmişlerdir. Öğleye doğru Namık Argüç, bir saat kadar sonra fakülteler bölgesinden ayrılmıştır.

Saat 13.00’te geri geldiğinde 53 adet süvari erini atlarından indirerek cephesi Fakülte binasına gelmek üzere Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri arasındaki yol üzerine dizdirttiği görülmüştür. Bu ateş hazırlığı safhasında öğrenciler, Argüç’le konuşmak istemişler, bundan yararlanan 3.Bölük Kumandanı, erlerin dolu tüfeklerini boşalttırmıştır. Bu arada gelen itfaiye arabası, öğrencilere su sıkmak istemiş, fakat öğrenciler tarafından vitesten çıkarılan araba oradan uzaklaştırılmıştır. Bunu gören Argüç, 3. Bölük Kumandanı’na ateş ettirmesini emretmişse de, Bölük Kumandanı ancak Grup Kumandanı’ndan emir alacağını söyleyerek, bu emri dinlememiştir. Bu kez, Argüç Grup Kumandanı’na ateş ettirmesi için emir vermiş, fakat o sırada itfaiye arabasının oraya girmesi nedeniyle emir yerine getirilememiştir. Namık Argüç, Grup Kumandanı’na ateş ettirme emrini tekrarlamıştır.

Grup Kumandanı ‘Kanun ve emirler muvacehesinde ateş edilecek bir hal yoktur, ateş ettirmem’ diye karşılık vermiş ve ‘müsaade edin, polis çekilsin, öğrenciler bize itaat ediyor; biz dağıtalım’ demişse de, Argüç bu ikaza ‘sizi tutukluyorum’ sözü ile karşılık vermiş ve oradaki erlere tekrar silahlarını doldurtarak öğrencilerin bulunduğu binaya karşı cephe aldırmış, bir kısım tanıkların ifadelerine göre ‘Menzile ateş’, ‘Hedefe ateş’ diyerek emir vermiş ve asker de Fakülte Binasına ve öğrencilerin bulundukları yerlere ateş etmişlerdir. Atılan 100–200 adet mavzer mermileri çatı kısmına, balkona, dershane pencerelerine, dershane içindeki duvar ve tavanlara, fakültenin giriş kapısı sütunlarına ve kapı yanındaki otomobilin motor kısmına isabet etmiştir. Grup kumandanı ve subayların müdahalesiyle ateş kestirilmiştir.

Askerlerin ateşe başladığı sırada Vali Dilaver Argun ve Cemal Göktan olay yerinde, polis kuvvetlerine ‘Ne duruyorsunuz, hücum edin’ demeleri üzerine polislerin bina içine girerek, koridorlara ve sınıflara sığınmış olan öğrencileri dövdükleri, tabanca kullanarak bazılarını yaraladıkları, Dekan ve profesörlerle idarecilerin yaptıkları girişimler sonunda, subayların da gayretiyle Emniyet Kuvvetleri’nin dışarıya çıkarıldıkları anlaşılmıştır.

Diğer taraftan Bilirkişi Raporu ve krokinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere, askerler tarafından açılan ateşin hedef gözetilerek yapıldığı ve balkonda, pencerelerde ve bahçede gruplar halinde toplu bulunan öğrencilerin yere yatmaları ve ateşten içgüdüleriyle sakınmaları sonunda yaralanmadıkları anlaşılmıştır.”

“DEMOKRASİ” YERİNE İSYANI SEÇTİ

Sıkıyönetim Komutanı’nın “ateş emrini” engelleyen Yzb. Fethi Gürcan, polisin saldırılarından korumak için, Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hukuk Fakültesi önündeki gençleri, sakin bir şekilde cemselere doldurtup bir kaç sokak ötede serbest bıraktırtmaya başladı.

Bu gençlerden bazıları, tanık olarak geldikleri Yassıada Mahkemeleri’nde, ismini bilmedikleri kendilerini bırakan uzun boylu süvariden heyecanlı bir övgüyle bahsedeceklerdi. Bu cesur subayın kim olduğunu bilen söylemekten kaçınmıyordu.

“Gençlik ve polis arasında kıyasıya bir çatışma cereyan ediyordu. Bu çatışma bir aylık bir zaman süreci içinde silahlı çatışmaya kadar dayandı. Ankara Üniversitesi, Örfi İdare Komutanı Korgeneral Argüç tarafından ateş altına alındı. Merhum Bnb. Fethi Gürcan’ın cesur müdahalesi ile ateş kestirildi ve büyük bir katliam önlendi”

Fethi Gürcan 28–29 Nisan 1960 Olayları’nda Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilerin üzerine ateş emrini dinleseydi, 21 Mayıs 1963’te Harbiyelilerin üzerine ateş emrini dinleyenler gibi demokrasi kahramanı olacaktı. O isyanı seçti.

“Sıkıyönetim komutanı erlere yeniden silahlarını doldurttu, fakülte binasına cephe aldırdı ve “Menzile ateş!” emrini kendisi verdi. Fethi kendisini emri yerine getiren erlerin önüne attı ve “Ateşi kesin!” diye bağırdı. Sesi, kendisi gibi ateşi durdurmak için ortaya atılan birkaç subayın sesiyle birlikte yankılandı. Sonunda ateş kesildi.”

Dr. Serdar Şahinkaya
telgrafhane.org
================================================

Çoook değerli Mülkiyeli dostumuz Dr. Serdar Şahinkaya^ya bu çok önemli tarih çalışması için şükranlarımız sunuyoruz..

27 Mayıs 1960 Devrimi‘nin öncülerini, kahramanlarını, kurbanlarını ve de özellikle Türkiye’ye 1961 Anayasası gibi dünyada örneği bulunmaz bir çağdaş – özgürlükçü -demokratik anayasayı armağan edenlere, SBF’nin ve İstanbul – Ankara Hukuk Fakültelerinin bu Anayasayı yazan seçkin (mümtaz) hocalarına tükenmeyen bir şükran ile…

Sevgi ve saygı ile. 27 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com