Etiket arşivi: İsmet Paşa

Lozan Andlaşması 100 Yaşında : YAŞATMAK ULUSAL GÖREV ve SORUMLULUK

Dostlar,

Poyraz Gurup / Boğaziçi Deniz Kulübü Çevre ve Spor Platformu bizi Lozan Barış Andlaşması‘nın 100. yılı nedeniyle  bir zoom oturumuna çağırdı. 25 Temmuz 2023 günü (dün) 21:30’da başlandı. Eşzamanlı olarak Gurubun youtube hesabında canlı yayınlandı. İzlemek için lütfen tıklayınız..

https://youtu.be/I_-7y_Da55o

100. yıl çok özel bir dönüm noktası olduğundan, kapsamlı bir hazırlık yaptık. Lozan görüşmelerinde ilk dönemde İsmet Paşa‘nın danışmanları içinde yer alan Prof. Dr. Veli Saltık aile büyüklerimizdendi. Bu konuyla özel olarak ilgileniyorduk. Daha önce de pek çok konferans verdik ve makaleler yazdık bu konuda. Web sitemizde bulunabilir bir bölümü. En son22 Temmuz 2023 günü Dikili’de Sn. Sinan Meydan ile “İkili Konferans” vermiştik. Bu çalışmamızı da web sitemize yükledik :
Dikili Konferansımız : Lozan Barış Andlaşması 100 Yaşında, Dikili konferansımız :

Lozan Barış Andlaşması 100 Yaşında! | Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM

11 yıl önce 89. yılında ise, AB ile bağıtlanan Müzakere Çerçeve Belgesinde yer alan tuzak hükümlere vurgu yaptık ve Lozan Andlaşması dahil birçok ikili – uluslararası sözleşmelerimizin diplomasi oyunları ve tuzak metinlerle geçersiz bırakılabileceği uyarısını yaptık :

AB Müzakere Çerçeve Belgesi ve
Lozan Andlaşması’na ciddi diplomatik tuzak

3 Ekim 2005’te AKP hükümetince AB ile imzalanan Müzakere Çerçeve Belgesi’nin (MÇB) 6. paragrafında, ülkemizin bugününü ve geleceğini kritik durumlara düşürebilecek kimi anlatımlara yer verilmiştir. Metinde;

  • “Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkileri konusunda açık taahhüdü ve BM Şartı doğrultusunda uyuşmazlıkların ve önemli sınır uyuşmazlıklarının gerekirse Uluslararası Adalet Divanı’nın zorunlu yetkisini de içeren barışçı yollarla çözülecektir.” anlatımı yer almıştır.

Buna göre, Türkiye’nin sınır sorunlarının (!?) çözümünde La Haig’deki Uluslararası Adalet Divanı yetkili kılınmaktadır. Böylece “Misak-ı Milli sınırlarının sorun olabileceği”, inanılmaz bir aymazlıkla kabul edilmektedir!

Bu düzenleme, özelikle Yunanistan, Ermenistan ve Kuzey Irak için avantajlıdır.
Ancak süreç içinde oyuncular artabilir de! Türkiye ile sınırdaş olan başka ülkeler de ülkemizle sınır anlaşmazlığı olduğunu savlayabilirler!

➢ BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında Irak’ın kuzeyinde de facto yaratılan siyasal oluşum, gelecekte Türkiye’ye yönelik sınır istemleri bildirebilir. Bu durumda AB MÇB 6. paragrafa göre “anlaşmazlık” Uluslararası Adalet Divanı‘na taşınacak ve ABD ve AB’nin tutumu belirleyici olacaktır.

Gelişmeler ülke bütünlüğümüzü tehdit eden nitelik kazansa bile, bu paragrafa göre Türkiye, “güç kullanma” hakkını işletemeyecektir.

  • TSK, “güç kullanMAma” olarak düzenlenen 2 sözcükle devre dışı bırakılmıştır!

Ülke bütünlüğünü korumak için tersi yapılırsa, bu kez AB, MÇB’nin çiğnendiğini ileri sürerek Türkiye ile görüşmeleri askıya alabileceği gibi, yaptırım da uygulayabilecektir. Bu paragrafın derin tuzakları, usa (akla) bir başka sorun daha getirmektedir :

BM’nin İkiz Sözleşmeleri TBMM’de onandığına göre, 6. paragraftaki düzenlemeler,
bu Sözleşmelerin olanak sağlayabileceği siyasal haklar, Türkiye sınırlarını yeniden çizmeye dayalı güvence olarak kullanılabilir!

  • MÇB‘nin 11. paragrafı ise;A
  • AB mevzuatına uymadığı gerekçesiyle Türkiye’nin daha önce taraf olduğu ikili antlaşmalarla uluslararası antlaşmaların sona erdirileceğini kurala bağlıyor!

Bu paragrafa göre Türkiye’nin hangi ikili veya uluslararası antlaşmalarının geçersiz kılınacağı açıkça belirtilmiyor fakat;

KKTC’nin kuruluşu, 1959-1960 Londra ve Zürih Andlaşmaları, bu maddeye dayanılarak Türkiye açısından geçersiz sayılabilir!

Açılımın Lozan’a, Montrö’ye dayanmayacağını kimse güvenceleyemez!
Türkiye, ne yazık ki, AB serüveni yolunda son derece tehlikeli adımlar atmayı sürdürmektedir. Bütün Türkiye’yi uyarmak isteriz :

  • Lozan Barış Andlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin TAPUSU ve TABUSUDUR,
    gereğince koruyup kollamak tüm ulusun tarihsel sorumluluğudur.

100. yılı kutlu ve mutlu olsun!…
***
120 pp (power point) yansısı hazırlamıştık. 1,5 saat boyunca bu içeriği belgeli olarak sunduk.
Ardından soru – yanıt ve katkı bölümü oldu : https://youtu.be/I_-7y_Da55o

Lozan Andlaşması 100 Yaşında : YAŞATMAK ULUSAL GÖREV ve SORUMLULUK

Yansıları izlemek için lütfen tıklayınız..

Lozan Andlaşması 100 yaşında, YAŞATMAK ULUSAL GÖREV ve SORUMLULUK, Ahmet Saltık

İzlenmesi, paylaşılması ve gereklerinin yapılması dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

ATATÜRK MODASI

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Bir kavramın önüne Atatürk özel adını getirince ne denli de göz alıcı, göz boyayıcı oluyor. Hele bir de moda gibi ticaretin, sömürü düzeninin bir parçası olarak bayağılaştırılmış bir kavramın önüne Atatürk adını getirmek neleri gizliyor?

Son yıllarda ulusal birliği parçalanmış, kavramları tepetakla edilmiş ülkemizde ulusu birleştirebilen tek ad  tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk. Ancak Atatürk ne bir ticari markadır ne de moda. Sözlükler Moda kavramını “belirli bir süre bir şeye karşı toplumca gösterilen aşırı yaygın düşkünlük” olarak açıklıyor. Burada anahtar sözcük kuşkusuz aşırı düşkünlüğün “belirli bir süre” ile sınırlı olmasıdır. Bu belirli süreyi, modayı ister siyasal, ister ticari (tecimsel), ister sosyolojik olarak kullansınlar, ortaya atanlar belirler. Süre ne denli kısa tutulur ve aşırı düşkünlük dozu yüksek olursa kazanç o denli çok olur.

YIRTIK PANTOLON ve YOKSULLUK

Öyle zamanlar olur ki, yoksulluktan yırtık, yamalı, soluk, yıpranmış giyinenler ile en pahalı markaları, en yüksek fiyattan alıp belirli bir süre kullananlar ilk bakışta birbirine karışır. Yoksullar için yırtıklarını gizleme kaygısı varken, varsıllar yırtıklarını sergileyerek “onurlanırlar”. Yoksullar, yırtık yerlerden eprimiş iç çamaşırları görünürse utanç duyarlar. Varsıllar için kimi kez yırtık yerlerinden iç çamaşırlarının gözükmesi ya da hiç giymediğinin anlaşılması ilgi kaynağıdır. Varsılların özel çabalarla yırtılmış giysiler, modası geçip çıkarılıp atılınca ilgi alanlarından çıkar. Varsıllar için modası geçen yırtık giysi yoksullar için modası geçmeyen bir giysidir. Varsıllar için 6 ay süren “Zühtü sarısı” gecekondu semtleri için modası geçmeyen bir renktir. Moda nedeniyle yırtık gezenler, zorunluluktan yırtık gezenleri hor görürler. Moda nedeniyle yırtık giyenler lüks araçlarıyla özel korumalı gettolarına dönerken, yoksullar halk otobüsleriyle ya da sıkışık dolmuşlarla gecekondu semtlerine dönerler. Gece olduğunda iki yan da kendi gerçeğiyle baş başadır.

Son dönemlerin “Atatürk Modası” da yırtık pantolon modası gibi gelişti. Üstte pahalı marka etiketleri gibi gösterişti unvanlar, kartvizitler, ama yırtığın altında asla terk etmeyecekleri ve “ne olur ne olmaz” diyerek görünmesini istedikleri asıl düşünce sistemleri ve onları güdüleyen sınıfsal yapıları…

Atatürk Modasına uyanlar kendilerine bir Osmanlı Paşası dede buldukları gibi, bir de Cumhuriyetin ilk yıllarından bir dede bulundururlar. Kimisi yakın tarihten de bir baba, amca ya da “dayı” bulundurur. Sıkı “Atatürkçüdürler” ama yeri geldiğinde Atatürk’e küfredenlerle olurlar. İnönücü’dürler ama “Kırkların Milli Şef faşizmi” nutukları atarlar. “Yeter söz milletin” sloganı da onlarındır. “Demokrat Parti diktatörlüğü” deyip 27 Mayıs’çı olurlar. “Kurtar bizi Baba” feryatlarının ardından 12 Eylül faşist darbesinin önderini herkesin ortasında şaaap diye yanağından öpüverirler. Çok geçmeden öpülme sırası Özal’a, Çiller’e, Erbakan’a, Karaoğlan’a, Erdoğan’a da gelir. Sistem tıkanıp geniş halk kesimleri gerçek önder Atatürk’e sarılınca onlar da bu kez Atatürk Modasına uyarlar. Öyle ya “iki ayyaş” diyenler, 2016 yılının 15 Temmuz gecesi başları sıkışınca, en büyük Atatürk posterini parti binalarına asıverirler.

Artık Atatürk rüzgârları esmektedir. Eskiden çok zorunlu durumlarda en çok, en çok Mustafa Kemal Paşa diyenler artık ağız dolusu GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK demektedir. İşin tuhafı, Atatürk’ün partisinde belli mevzileri ele geçirenler de Atatürk demekten vazgeçmiş, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” ilkesini militarist (askercil) bulmaktadır.

YIRTIK PANTOLONUN ALTINDAN SIRITAN…

Hangi kökten gelirse gelsin moda olarak Atatürk diyenler kaçınılmaz olarak bir biçimde kendilerini ele vermektedirler. Yırtık pantolonun altından Batıcılık, Amerikancılık kendini göstermekte gecikmemektedir. Kimisi bu işin kuramını kurarken kimileri de çok araştırmadan parlak etiketlerin, unvanların (sanların) peşine takılarak bu sözde ideologların kötü birer kopyaları olarak Batıcılık sakızını çiğnemektedirler ve asıl tehlikeli ve zavallı olan bunlardır. Çünkü pek çoğu bizim kesimde görünmektedir. Atatürk’ün “Çağdaş uygarlık düzeyinin ötesine geçme” hedefi bunların dilinde “Batılılaşma” olarak dayatılmaktadır. Atatürk’ün bu konudaki net sözleri bu gibiler için hiç söylenmemiş, toprak altına gömülmesi gereken sözlerdir. Aynı kişiler 300 yıldır bütün yoksul ülkelerin yeraltı, yerüstü kaynaklarını silah zoruyla sömürüp pazarlarını ele geçirerek varsıllaşan vahşi (yabanıl) Batının kötülüklerini de gizlemek için aynı çabayı gösterirler. Üstelik Batılılar gerçek emellerini her fırsatta apaçık dile getirirler.

Atatürk’ün şu sözleri ne anlama geliyor?

  • “Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık,
    Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur.
  • Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.
  • Halbuki, hangi istiklâl vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin?…
  • Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”

Ulusal Kurtuluş Savaşının ateşi içinde söylenen şu sözlere ne demeli?

  • “Biz hakkımızı savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundurabilmek için,
    bizi yok etmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı
    bütün ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”

SULARIMIZA BİLE GÖZ DİKTİLER

Lozan görüşmelerinde istediklerini kabul ettiremeyen Lord Curzon‘un İsmet Paşa‘ya apaçık söylediği sözler ile Batı’nın bize her fırsatta uyguladığı baskı, ambargo ve dayatmalar ne denli de uyumludur. Ya da halkımızı yıllarca uyutan AB masalları sırasında önümüze konan tuzaklar çok açık değil midir? AB üyesi olma sevdası ile her yıl AB “müfettişlerinin” önümüze koyduğu raporları nasıl unutacağız? Salt 2004 AB İlerleme Raporu’nun 9. sayfasında yer alan şu dizeleri, bol unvanlı akademisyenlerimiz ile siyasilerimiz nasıl açıklayacak?

  • “Su, önümüzdeki yıllarda giderek stratejik bir konu olacak ve Türkiye’nin AB üyesi olması sonucu, su kaynaklarıyla Dicle ve Fırat üzerindeki barajlar ile sulama tesislerinin uluslararası yönetimi beklenebilir ve bu AB için büyük meseledir.”

Em. Büyükelçi ve ADD Danışma Kurulu Üyesi Dr. Onur Öymen bu konuda Cumhuriyet Gazetesinde 17 Ekim 2004 tarihli yazısında yukarıdaki alıntıyı kast ederek “..aynı cümlelerin içinde İsrail ve diğer ülkelerin adının geçmesini pek de hayra alamet değildir” diyordu. Ülkemizde her dönemde liberalizmin ve Batıcılığın sözcüsü olan Hürriyet Gazetesinde uzun yıllar Başyazarlık ve sonrasında CHP Milletvekilliği yapan Oktay Ekşi 19 Aralık 2004 tarihli “Fırat Dicle ve AB” başlıklı yazısında aynı konuda “Böyle bir niyet şu anda ancak bu kadar ifade edilebilir” diyecekti.

“Medeni” Batının çok uluslu su şirketleri kaynak sularımızı şişeleyip satan su firmalarımızı ele geçirirken, arkalarındaki güç ise ülkemizin en büyük iki akarsuyunun peşine düşmüştü bile. Petrol savaşlarının yanına eklenen su savaşlarının odağına ülkemiz konuyordu.

UNUTKANLIK MI?

Batının bu açgözlü sömürü alışkanlığına pek çok örnek verilebilir. Son 25 yılda elden çıkarılan ya da yok edilen Cumhuriyet kazanımı işletmelerimizin durumuna ek olarak yüzlerce benzer örnek verilebilir. Ancak bizleri en çok üzen ve yaralayan “Atatürkçülük” görünümü altında Batı’nın sömürme alışkanlığını “Batılılaşma, medenileşme, demokrasiyle taçlanma” adıyla bizlere yutturulmaya kalkılması oluyor. Bu denli uzun bir giriş yapmam, bizim kesimde olanların yalın bir “hata” ya da unutkanlık ile böyle yaptıkları iyimserliği ve onları kazanabilme umudundan kaynaklanıyor.
***
Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından yayınlanan “Atatürkçü Düşün Dergisi” nin Ekim, Kasım, Aralık 2022 tarihli ve Cumhuriyetin 100. Yılına özel 149. sayısında Doç. Dr. M. Burak Cop imzasıyla yayınlanan “Uluslararası Bağlamıyla Kemalizm” başlıklı yazı, giriş bölümündeki koyu Atatürk sosundan sonra tam bir Batı hayranlığı ile sürüyor. Yazının ortalarında “Dünyanın Birinci Ligine Katılmak” ara başlığından sonra şu ilginç cümleler yer alıyor:

“İşin aslı, 3. Selim döneminden Cumhuriyete uzanan modernleşme çabalarında da aynı motivasyon vardır: Modernleşmek emperyalizm çağında ayakta kalmak ve Avrupa uluslar ailesine (yani dünyanın 1. ligine katılmayı başarmak.”

Bu anlatımın yazarın düşüncesi mi yoksa değerlendirmesi mi olduğunu tam anlayamıyoruz.
Bu anlatımı ilerleyen satırlarda “Günümüzün sınırsız iktidar erki savunucularının Tanzimat reformcularıyla herhangi bir tarihsel özdeşlik kurmamaları, özdeşliği 2. Abdülhamit despotizmiyle kurmaları dikkate alındığında, ‘Batıcı’ ile ‘bağımsızlıkçı’ arasındaki bir ayrımın günümüzde ancak arkeolojik değeri olabilir.” biçimnde bulanık ama parlak sözleri sürdürüyor. Yani Batıcılık ile bağımsızlıkçılık arasında fark aramayı toprak altında kalmış arkeolojik bir öge olarak ele alıyor.

BAKLA AĞIZDAN ÇIKIYOR…

Yazar aynı yazının son paragrafında ağzındaki baklayı çıkartıyor:

  • “Türkiye hiçbir Ortadoğu ülkesiyle karşılaştırılmayacak kadar Batı’ya entegredir.
    Bu entegrasyonun tarihi bir derinliği var. Avrupa’da ve Türkiye’de kim ne derse desin,
    Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. AB’nin kendi çalkantıları ve yaygın Türkiye karşıtlığından bağımsız olarak, AB üyeliği hiç gerçekleşmeyecek bile olsa hedef olmaktan çıkartılmamalıdır.
    Çok kutupluluğun pekişmesi küresel siyasetin yadsınamaz gerçeği. Ancak Rusya ve Çin gibi dolayımsız sermaye diktatörlükleri mevcut sosyal ve siyasal düzenleriyle Atatürk Türkiye’si için model değil ancak partner olabilirler. Sözün özü, Batı’ya karşın Batılılaşmaya devam!”

Yine de iyimserliğimizi elden bırakmayarak yanlış anladığımızı düşünelim.
En azından yazar, yazısının hangi yayın organında yayınlanacağını unutmuş olsun.

Son sözü dostlara söyleyelim    :

  • Altınızda göstermek istemediğiniz bir şey varsa, yırtık pantolon modasına uymaya kalkmayın.

Aramızdan ayrılışının 49. yılında Büyük komutan, büyük diplomat ve büyük devlet adamı, II. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’den iki anı

Dr. Onur ÖYMEN

Aramızdan ayrılışının 49. yılında Büyük komutan, büyük diplomat ve büyük devlet adamı, II. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’den iki anı:

Lozan’da İsmet Paşa her vesileyle Türkiye’nin egemenlik haklarından söz ediyor, bundan hiçbir koşulda vazgeçmeyeceğimizi vurguluyordu. Lord Curzon bu sözü duymaktan rahatsız olmuştu. Özel bir görüşmede şöyle dedi:

  • “İsmet sen bana tıpkı laternayı hatırlatıyorsun. Bizi bıktırıp usandırıncaya kadar hep aynı havayı çalıyorsun. Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik. Bu sözü duymaktan hepimize
    gına geldi.”

İnönü, Curzon’un bu yakınmalarına 6 Ocak 1923 tarihindeki resmi toplantıda şöyle yanıt vererek görüşlerini tutanaklara geçirdi:

  • “Türk egemenliğinden çok söz etmiş olmamamızdan yakınılmıştır. Burada bağımsızlığının bilincine varmış ve adaletli bir barışa ulaşmak isteyen bir ulusu temsil etmekteyiz; biz Konferansa eşitlik içinde işlem göreceğimiz güvencesiyle geldik; egemenliğimizden sık sık söz etmek durumunda kalmışsak, bize egemenliğimizi çiğneyecek nitelikte yapılmış tekliflerle, buna zorlanmış olmamızdandır; egemen başka hiçbir devlet bu nitelikte tekliflerle karşılaşmamıştır. Türk halkının her şeyden önce, bağımsız başka herhangi bir ulus gibi işlem görmeye hakkı vardır.”

İsmet Paşa anılarında, bir gece Lord Curzon ile yaptığı bir konuşmayı anlatıyor. Curzon’un yanında Amerikan delegesi Chaild da var. Bu görüşmenin 15 Ocak 1923 gecesi olduğu anlaşılıyor. İsmet Paşa’nın anısı şöyle:

“Lord Curzon bana dedi ki: Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddetseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız? Fransızlardan mı?”

  • Ben, “Evet” dedim. Curzon sözlerine devam etti: “Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”

Lord Curzon’un sözleri bittiği zaman, kendisine dedim ki:

  • “Şimdi meseleleri halledelim, para istemek için gelirsem o zaman gösterirsiniz.”
  • “Hakikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapının önünde görününceye kadar mali bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teri ile tamir ederek İkinci Cihan Harbini idrak etmiştir.

Lord Curzon’un bu sözleri o gün, Konferansın İngilizlerin istediği gibi sonuçlandırılması için İsmet Paşa’nın üzerinde baskı yapmak amacıyla söylenmiş bile olsa uzun vadede İngilizlerin ve diğer büyük devletlerin Türkiye’ye karşı, ileride verecekleri kredileri nasıl siyasal koşullara bağlayabileceklerinin işareti olmuştur. Nitekim İsmet Paşa yıllar sonra yaptığı bir konuşmada, Curzon’un bu sözlerini hiç unutmadığını ve Cumhuriyet kurulduktan sonra devleti idare ederken borç almamaya, devleti kendi kaynaklarımızla kalkındırmaya büyük özen gösterdiğini söylemiştir.

Saygılar, sevgiler..

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi  

Ayşe Gülsün Bilgehan kimdir? - Yeni AkitGülsün BİLGEHAN
10 Eylül 2022, Cumhuriyet 

1971 yılının sonbaharında “Dedepaşası”, Paris’te okuyan torunu Gülsün Toker’e yazdığı mektupta, Ankara’da resmi ziyarette bulunan İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’le görüştüğünü ve kendisini “resimlerdeki gibi güzel ve kibar bulduğunu” yazıyordu.

İran İmparatorluğu’nun 2500. yıldönümü etkinlikleri dolayısıyla Tahran’da düzenlenen törene katılan Kraliçe Elizabeth, dönüşte Türkiye’ye bir haftalık bir ziyaret yapmıştı. 18 Ekim 1971’de Ankara’ya gelen kraliçeye eşi Prens Philip ve kızı Prenses Anne eşlik ediyorlardı. Kraliyet Ailesi başkentte Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Nihat Erim ve bütün devlet ileri gelenleri tarafından özenle ağırlandılar. Çankaya’daki Camlı Köşk’te konuk edildiler. Düzenlenen resmi programda Anıtkabir ziyareti başta geliyordu. Kraliçe Gazi Yetiştirme Yurdu ve Hipodrom’a gitti, adına düzenlenen at yarışını izledi.

PAŞAYI AYAKTA KARŞILADI  

Dışişleri Bakanlığı Protokol Dairesi Genel Müdürü Büyükelçi Veysel Versan başta olmak üzere herkes gezinin kusursuz olması için uğraşıyordu. Kraliçe Elizabeth’in hazırlanan programa eklenecek tek bir özel isteği oldu: İlk başbakanı olan Winston Churchill’den çok duyduğu İsmet İnönü ile, resmi programın dışında, baş başa özel bir görüşme istiyordu!

Kraliçeden İnönü’ye çay servisi

Kraliçe 2. Elizabeth ile İsmet İnönü arasındaki bu çok farklı buluşmanın tek tanığı, daha sonra parlak bir büyükelçi olacak genç bir diplomat, Daryal Batıbay’dı. Batıbay, dönemin Dışişleri Bakanı Osman Olcay tarafından, İnönü’nün görüşme kaydının devlet arşivinde bulunması görüşü üzerine görevlendirilmişti. İsmet Paşa, randevu öncesi Pembe Köşk’te buluştuğu genç diplomata daha önce hazırlandığı Türk-İngiliz ilişkileri ile ilgili bilgilerini doğrulattı. Paşanın istediği, kraliçe ile konuşurken kendisine işitme konusunda yardımcı olmasıydı. Gerçekten genç diplomata bütün görüşme boyunca iki önemli insanın hayret verici sohbetini hayranlıkla izlemekten başka fazla iş düşmedi. Daryal Batıbay bu görüşmeyi yıllar sonra mükemmel bir şekilde paylaştı:

“Camlı Köşk’ün büyük uzun salonuna girince kraliçe ayağa kalkıp, salonun ortasına gelerek İsmet Paşa’yı çok sıcak şekilde karşıladı. ‘20. yüzyılın seçkin şahsiyetlerinden biri ile görüşmekten çok mutluyum. Bana bu fırsatı verdiğiniz için size minnettarım. Sizi ziyarete ben gelemediğim için özür diliyorum; hükümdarlar da geleneksel kurallara uymak zorundalar’ diye mahcubiyetini belirtti.

Kraliçe, tahta çıktıktan sonraki ilk başbakanı olan Churchill’den İsmet Paşa hakkında övgü ve hayranlık dolu sözler dinlediğini, İsmet Paşa’nın, büyük bir ustalıkla, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı dışında bırakarak muazzam insani ve maddi kayıplar vermekten kurtardığını, savaş sonrası ortaya çıkan koşullarda ortak güvenlik için İngiltere ve Türkiye’nin müttefik ve yakın dost olmasından çok memnun olduklarını belirtti.

CHURCHİLL’İN MEKTUBU 

İnönü de İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgiye uğratılmasında İngiltere ve Churchill’in rolü ve katkılarının tarihin şeref sahifelerinde yer aldığını, Churchill ile zor koşullarda dostça ve açık sözlü müzakereler yaptıklarını söyledi.”

Kraliçe, büyük ihtimalle Churchill’in 14 Mayıs 1950 seçimlerini yitirmesinden sonra muhalefete geçen İsmet İnönü’ye yazdığı mektubu biliyordu:

  • “Bana öyle geliyor ki tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka,
    Türkiye Cumhuriyeti’ni İkinci Cihan Harbi’nin vahim tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi ve aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından sert mücadelelerle kurulmuş liberal ve ileri hükümet sistemini nasıl muhafaza ettiğinizi hayranlıkla kaydedecektir. Dostça ve zevkli mülakatımızı daima hatırlarım ve politika sahnesinden şimdiki çekilişinizde size en iyi dileklerimi yolluyorum.”

(Kraliçe 2. Elizabeth, 1971 yılındaki sekiz günlük Türkiye ziyaretinde büyük ilgi gördü. Kraliçe üstü açık arabadan İstanbulluları selamladı.)  

TARİHTE YERİNİ ALDI  

Churchill’in unutamadığı, 30 Ocak 1943’te Adana Yenice’de bir tren vagonu içinde yaptıkları zorlu buluşmaydı. İki gün boyunca İnönü, ülkesini savaşa sokmaya niyetli İngiltere başbakanına karşı koymuştu. Aynı direnci daha önce bir başka İngilize, Lozan’da Lord Curzon’a da göstermişti. Bu nedenle, Churchill “dünyayı atlatıp harbi kazanan adam”, İnönü ise “Churchill’i atlatıp, yurttaşının kanını dökmeden harbi kazanan adam” olarak biliniyorlardı!

Kraliçe ile İnönü’nün Camlı Köşk’teki görüşmeleri bir saate yakın sürdü. Kraliçe, sohbet sırasında, protokol dışına çıkarak, sehpada bulunan çay servisini bizzat yaparak İsmet Paşa’nın fincanına çay koydu. Odada bulunan genç diplomata ise “Lütfen kendinize yardım edin” diyerek yol göstermiş!

Görüşmenin sonunda İsmet Paşa ayağa kalkarak kanepelerin önünde kraliçeye veda etmek istemiş, onu başıyla selamlayarak, sırtını dönmeden kapıya doğru geri geri adım atmaya başlamış ama kraliçe hızlı adımlarla İnönü’nün yanına gelmiş ve koluna girerek O’nu köşkün dış kapısına kadar geçirmiş.

İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth 8 Eylül’de, 96 yaşında yaşamını yitirdi.
Buckingham Sarayı’nın kapısına ölüm ilanı şu basit sözcüklerle asıldı:

“Kraliçe bu öğleden sonra Balmoral’da huzur içinde yaşamını yitirmiştir.” 

Elizabeth-İnönü buluşması da tarih içindeki yerini aldı.

Siyasi Liderlerin Amerika Ziyaretleri

Alev CoşkunAlev Coşkun
16 Ekim 2022, Cumhuriyet

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu geçen pazar günü (9 Ekim 2022) ABD’ye gitti; 13 Ekim Perşembe günü de ziyaretini tamamladı. Türk siyasal yaşamında, parti genel başkanlarının ABD ziyaretleri bir gelenek haline gelmiştir. Nitekim İsmet İnönü iki kez, Bülent Ecevit üç kez, Süleyman Demirel beş kez, Turgut Özal 10 kez, Recep Tayyip Erdoğan ise en az 20 kez ABD’yi ziyaret etti. ABD’ye yapılan lider gezilerinden İnönü, Ecevit ve Erdoğan’ın gezileri tarihidir. Bu gezilerin önemi şudur:

  • Erdoğan, sadece AKP genel başkanıyken ve hiçbir kamu görevi yokken,
    10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da kırmızı halı ve devlet resmi töreni ile karşılandı.

İnönü’nün Kasım 1963’teki, Ecevit’in Temmuz 1976’daki ABD ziyaretleri unutulamaz. Çünkü Ecevit ABD’de bir suikast girişimiyle karşılaştı.

İnönü ise Washington’da ABD başkanı ile görüşeceği gün,
Türkiye için onur kırıcı bir durum doğdu, Ankara’da başbakanlıktan düşürüldü.

Bu gezilere ve arka planına kısaca bakalım.

(İnönü-Johnson görüşmesi)

ERDOĞAN BEYAZ SARAY’DA

Recep Tayyip Erdoğan için dönüm noktası ve “başlangıcın başlangıcı”, 3 Kasım 2002’de Türkiye’de yapılan genel seçimlerden hemen sonra, 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da Başkan George W. Bush tarafından kabul edilmesidir.

  • Erdoğan o tarihte ne milletvekili ne de başbakandı.
  • Sadece AKP genel başkanıydı.
  • Ancak Beyaz Saray’a kırmızı halı protokolü ile kabul edilmişti ve
  • Başkan Bush’la uzun bir görüşme yapmıştı.

Bu görüşme sonrası Türkiye’de “ılımlı İslam ideolojisinin”
ve Erdoğan’ın yükselişi başladı.

Erdoğan, bu görüşmeden sonra Türkiye’de “ılımlı İslamın temsilcisi” olarak kabul edildi. O günden bugüne 20 yıldır Türkiye’yi yönetiyor.

ECEVİT’E SUİKAST GİRİŞİMİ

1976’da Ecevit, ABD gezisinde bir suikast girişimiyle karşılaştı. Olayın özeti şöyledir: 1973 seçimlerinden sonra CHP-MSP arasında bir koalisyon kurulmuştu. Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleşmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’ın önemli bir bölümüne egemen olmuştu ve bütün dünyada Ecevit’in ünü en üst düzeye çıkmıştı. Ne var ki Kıbrıs’ta başarılı bir harekât sağlayan CHP-MSP koalisyonu bir süre sonra çatladı ve 17 Kasım 1974’te koalisyon dağıldı. Ancak Ecevit, “Kıbrıs Fatihi” olarak halk arasında çok sevilir ve güvenilir duruma gelmişti. Bu koşullarda, 1976 yılında CHP Genel Başkanı Ecevit, konferanslar vermek ve siyasi temaslar yapmak üzere ABD’ye davet edildi. Ecevit, önce New York kentinde gazeteciler ve aydınların izlediği bir konferans verdi. Aynı günün akşamında ünlü Waldorf Astoria Oteli’nde, New York bölgesinde oturan Türklerle birlikte olacağı bir toplantı düzenlemişti. Ecevit, New York’ta bulunan Türklere hitap edecekti.

23 Temmuz 1976 Cuma akşamı saat 20.00 dolayında otelin toplantı salonu hıncahınç dolmuştu. Kuşkusuz toplantı salonuna girişler güvenlik güçleri tarafından sıkı denetim altına alınmıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştiren, şöhretinin en üst noktasında olan Ecevit, yurtdışında yaşayan Türklerin onurunu yükseltmişti. Ecevit çılgınca alkışlanıyordu. Toplantı salonuna giremeyenler de otelin lobisini doldurmuşlar, toplantı sonunda Ecevit otelden ayrılırken onu selamlamak ve alkışlamak için bekliyorlardı.

(Bülent Ecevit suikast girişiminden sonra BM delegasyonunun resepsiyonunda.)

ÖLÜMDEN KIL PAYI KURTULUŞ

Ecevit otelin geniş toplantı salonunda Türk vatandaşlarına konuşurken otelin dışında toplanmış olan Rumlar ellerinde pankartlar, öfke dolu, taşkın hareketlerle Türkiye ve Ecevit aleyhine gösteri yapıyorlardı. New York’un atlı polisi Rum militanları kontrol etmeye çalışıyordu. Konuşması bitince Ecevit, büyük kalabalık nedeniyle salona giremeyen ancak otelin lobisinde kendisini bekleyenlere de selam vermek istedi. Ecevit lobiye çıktı ve tırabzandan kendisini coşkulu alkışlarla karşılayanlara hitap etmeye başladı. İşte bu ortamda Ecevit konuşurken, tam karşısında bulunan bir militan saniyeler içinde cebinden çıkardığı tabancasını Ecevit’e doğrulttu. Bu militan anında FBI görevlileri tarafından etkisiz duruma getirilirken Ecevit de saniyeler içinde korumalar tarafından yaka paça salondan güvenlikli bir yere götürüldü. Rum militan silahını ateşleme fırsatı bulamamış ve Ecevit suikast sonucu ölümden kıl payı kurtulmuştu.

Bu konuyu anlatırken “silah çekmiş”, “silahını Ecevit’e doğrultmuş” gibi cümlelerle değil, konuyu tekil anlatımıyla yazıyorum. Çünkü o heyecanlı anda, Rum asıllı militanın yan cebinden çıkardığı silahı Ecevit’e doğrultmasına tanıklık ediyordum. Bu olay sırasında Ecevit’in yanındaydım. Ecevit’in bu gezisine CHP Merkez Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Merkez Basın Sözcüsü olarak katılmıştım. Bursa Milletvekili eski büyükelçilerden Hasan Esat Işık ve CHP Basın Danışmanı Orhan Koloğlu da bu gezide Ecevit kurulunun üyesiydiler.

‘İLGİ ÇEKMEK İÇİN’

Amerikan FBI görevlilerinin müdahalesiyle, silahını ateşleme olanağını bulamayan kişinin Rum asıllı Kıbrıslı Stavros Psihopedrisdes olduğu bir gün sonra çıkarılan New York Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada öğrenildi. Suikast girişimini gerçekleştiren sanığın avukatı Walker Jennigs, “Müvekkilinin Kıbrıs sorununa dünya kamuoyunun ilgisini çekmek için bu girişimi yaptığını” açıklamıştı. Kuşkusuz olay bütün dünyada yankı yarattı. ABD hükümeti, ertesi sabah erken saatlerde Ecevit’e “geçmiş olsun” taziyelerini bildirirken Amerika’nın diğer kentlerine ziyaretleri protestolar nedeniyle yarıda kesmesi için öneride bulundu. Ecevit bu öneriyi kabul etmedi ve ABD gezisini sürdürdü.

Ecevit New York’tan Washington’a geçti. Washington’da Dışişleri Bakanı Kissinger’la konuştu.

  • Kissinger’ın verdiği öğle yemeğinde ABD’nin gelişmekte olan ülkelerde askeri diktatörleri desteklemek yerine demokrasiyi desteklemesini söyledi.

CHP İzmir Milletvekili olarak Ecevit’in gezi ekibinin içinde yer aldığım ve bu görüşmelere katıldığım için günü gününe tuttuğum notlar elimdedir. Ecevit’le Kissinger arasında geçen bu ilginç demokrasi konuşmasını da daha önce yazmıştım. (Bkz: Cumhuriyet, 18 Temmuz 2022)

BAŞBAKANA KURULAN TUZAK

İnönü, Washington’da Türkiye Büyükelçiliği’nde kalıyordu. O sırada Büyükelçi Turgut Menemencioğlu’ydu. İnönü’nün yanında ABD’ye giden doktoru ve olayın birinci derecede tanığı Prof. Dr. Zafer Paykoç konuyu anlatmıştır. Washington’da sabah saat 9, Türkiye’de saat farkı nedeniyle saat öğleden sonra 4’tür. Büyükelçilikte kahvaltı ediliyor. Prof. Dr. Zafer Paykoç şöyle anlatıyor:

“… İsmet Paşa’yla beraber saat 09.00 sıralarında kahvaltı ediyorduk. Büyükelçi Turgut Menemencioğlu içeri girerek Paşa’yı selamladı; geceyi nasıl geçirdiğini sordu. Paşa rahat bir gece geçirdiğini, saat 11.00’de Johnson’la yapacağı konuşmayı sabırsızlıkla beklediğini söyledi. Büyükelçinin durumunda bir gariplik, üzüntülü bir çekingenlik, bir şey söylemek istiyormuş da dili varmıyormuş gibi bir hava vardı.”

RANDEVUNUN İPTALİ

Bir ara bana işaret ederek gizlice konuşmak istediğini belirtti. Şimdi Ankara’dan aldığı bir telsizde, dün akşam koalisyonun dağıldığını, hükümetin düştüğünü söyledi. İki saat sonra Johnson’la konuşmasını yapacak olan Paşa’ya haberi nasıl vereceğini bilemediğini, haber Paşa’da ani şok yaparak sağlığına bir zarar verir diye endişe ettiğini anlattı. Sonra bu haberin şu anda Beyaz Saray’da da duyulduğu muhakkak olduğuna göre, derhal harekete geçmek gerektiğini bildirdi. Sayın Menemencioğlu’yla kötü haberi Paşa’ya duyurmaktan başka çare olmadığına karar verdik.

Sayın elçi, ‘Paşam Ankara’dan acele bir telsiz aldım, çok üzüldüm. Görevim icabı bu haberi zatıâlinize duyurmaya mecburum. Özellikle Johnson’la randevu saatiniz gittikçe yaklaşıyor. Bize emrinizi bildirmenizi rica ederim’ diyerek telgrafı Paşa’ya uzattı. Paşa gözlüklerini taktı, okudu, duraladı. Rengi önce sarardı, sonra kızardı. Telsizi Menemencioğlu’na geri vererek ‘Lütfen Beyaz Saray’a durumu anlatınız. Ben şu anda başbakan değilim. Randevunun iptalini isteyelim’ dedi.”

‘GÖRÜŞMEKTEN ONUR DUYARIM’

“Büyükelçi gerekeni yapmak için dışarı çıktığında, Paşa göğsünde biraz ağrı ve sıkıntı hissettiğini söyledi. Kendisini yatırdım. Gerekli tedaviyi yaptım. Sakinleşti ve rahatladı. Manen çok sarsıldığı halinden belliydi. ‘Doktor’ dedi. ‘Bunu böyle bir günde nasıl yaparlar. Ben Johnson’la kendi şahsi işimi değil, Türkiye’yi ilgilendiren konuları konuşacağım. Türkiye başbakanının itibarını zedeleyen bu tertibi yapmak için bir gün daha bekleyemezler miydi?! Bu arada Menemencioğlu rahatlamış bir yüzle içeri girerek Johnson’ın cevabını getirdi. Johnson şöyle diyordu:

  • ‘Benim için İsmet İnönü’nün kişiliği önemlidir.
  • Onun başbakan olması veya olmaması, bu değeri değiştirmez.
  • Kendisi ile randevu saatinde mutlaka görüşmekten zevk ve şeref duyacağım.’

Böylece Paşa, saat 11.00’de Johnson’la görüştü. Johnson’ın bu nazik jestinin, Paşa’nın sarsılmış itibarını tümüyle tamir etmediyse de, önemli ölçüde moralini düzelttiğine şahit oldum.” İşte o günlerin milliyetçi partisinin yaptıkları… İşte milli ve yerli olalım diyenlerin, milliyetçilik diyenlerin, dış politikada birlik olalım diyenlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına, Kuvayı Milliye’nin Batı Cephesi Komutanı’na oynadıkları oyun… İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına kurulan tuzak, işte politika…

İNÖNÜ’YE ONUR KIRICI HAREKET

Bu lider gezilerinden en ilginci, Başbakan İnönü’nün ABD Başkanı Johnson’la görüşme yaptığı gün görevden düşürülmesi olayıdır. ABD Başkanı Johnson tarafından Türkiye başbakanı olarak randevu verilen İnönü, bu görüşmeyi; başbakanlıktan düşürülmüş bir kişi olarak yapmıştır. Bu onur kırıcı olayın özeti de şöyledir:

ABD Başkanı John F. Kennedy, Teksas eyaletine yaptığı bir gezi sırasında Dallas kentinde 22 Kasım 1963 günü bir suikast girişimi sonucu öldürüldü. Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson, hemen yemin ederek ABD’nin 36. başkanı olarak göreve başladı.

Üç gün sonra 25 Kasım 1963 günü, başkent Washington’da Kennedy için bir cenaze töreni düzenlendi. Bu törene bütün dünyadan devlet başkanları, başbakanlar katıldılar. Türkiye’den de o sırada koalisyon hükümetinin Başbakanı İsmet İnönü katıldı. Cenaze töreninden bir gün sonra 26 Kasım 1963 Salı günü, Başkan Johnson, pek az devlet başkanına konuşma için randevu vermişti. Randevu verilenlerden birisi de İnönü’ydü ve Johnson’la 26 Kasım 1963 Salı günü Beyaz Saray’da görüşülecekti. İnönü, ABD’de iken koalisyonda yer alan CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) hükümetten çekilme görüşmelerine başladı. Yaşamında çok kez ihanete uğramış olan İnönü’ye bir tuzak kuruldu. İnönü tam anlamıyla sırtından vurulmuştu.

KAYNAKLAR

  • Prof. Dr. Zafer Paykoç, İnönü’nün İlk ABD Seyahati, Milliyet, 25 Aralık 1981, s. 2.
  • Haluk Şahin, Johnson Mektubu, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019, s. 88-91.
  • Cumhuriyet gazetesi, 28 Temmuz 1976 ve 29 Temmuz 1976. sayıları.

MUDANYA MÜTAREKESİ EMPERYALİZMİN TÜRK ULUSU’NA TESLİM OLUŞ BELGESİDİR

BASINA VE KAMUOYUNA

MUDANYA MÜTAREKESİ EMPERYALİZMİN
TÜRK ULUSU’NA TESLİM OLUŞ BELGESİDİR

Mudanya Mütarekesi’nin (Ateşkes Antlaşması) 100. yılını kutluyoruz. 9 Eylül 1922’de İzmir rıhtımında zafere ulaşan büyük ve kutsal savaş, 11 Ekim 1922 sabahı  Mudanya’da ilk siyasal meyvesini alıyordu. Sonuçları kısa sürede ortadan kalkan 1739 Belgrad Antla0şması dışarıda tutulursa, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan başlayarak Türk Ulusu, 223 yıl boyunca hiçbir görüşme masasından başı dik kalkamamıştı. Oysa şimdi İsmet Paşa emperyalizmi masada da yeniyordu.

Kimi tarih cahilleri; Kars’tan Doğubayazıt’a Ruslar’la, Pontus ve Ermeni çeteleriyle yıllar süren savaşların ardından önce 3 Aralık 1920 Gümrü ve sonra 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile kapanan Doğu Cephesi’ni, “Gazi”, “Kahraman” ve “Şanlı” unvanlarını kazanmış Antep, Maraş ve Urfa’nın Şahin Bey’le, Sütçü İmam’la, Ali Saip (Ursavaş) Bey’le Fransız işgaline karşı destansı direnişlerinin sonunda 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile kapanan Güney Cephesi’ni, Kuvayı Milliye’nin ilk kıvılcımını ateşleyen Adana Kuvvacılarının -Pozantı’da terk edilmiş bir tren vagonunda gizlice basıp dağıttıkları bugün 104 yaşındaki Milli Mücadele’nin ilk ve dünyanın en eski gazetelerinden biri olan- Yeni Adana’sını, Antalya’dan Konya’ya uzanan Kilikya İtalyan işgalini ve Anadolu’nun her yerindeki İngiliz’i görmezden gelip “Yunan Harbi” diye basitleştirmeye, hatta kimi densizler “Tek Kurşun Atmadık” dalaleti ile yok saymaya çalışsa da Ulusal Kurtuluş Savaşımız gerçekte, Türk Ulusu’nun Batı Emperyalizmi ile kanlı ve kesin hesaplaşmasıdır. Mudanya Mütareke masası da bu hesaplaşmanın taraflarını apaçık göstermektedir.

Bursa’nın bu şirin sahil ilçesinde, 1937 yılından beri “Mütareke Müzesi” olarak korunan tarihsel binada görüşmelerin yapıldığı mermer masa aynen durmakta ve görüşmeciler balmumu heykellerle tasvir edilmektedir. Masanın başkanlık makamındaki Ankara Hükümeti temsilcisi İsmet Paşa’nın karşısında oturanlar İngiliz Temsilcisi General Harrington, Fransız Temsilcisi General Charpy ve İtalyan Temsilcisi General Mombelli’dir. Emperyalizm tarafından Anadolu’ya sürülen Yunanistan temsilcisi Mazarakis ise, Türk tarafı katılmasını kabul etmediğinden açığa demirlemiş savaş gemisinde beklemektedir. 

ATEŞKES ANTLAŞMASINDA YUNANİSTAN İMZASI YOKTUR!

15 Mayıs 1919 günü zafer çığlıklarıyla İzmir rıhtımına çıktıklarında gazeteci Hasan Tahsin’in ilk kurşunu ile karşılanan Yunan kuvvetleri, 3 yıl sonra yine İzmir rıhtımında denize dökülmüştür. Savaşların ardından kalıcı barış antlaşmalarına dek geçerli olacak mütarekeler (ateşkes antlaşmaları) savaşan devletlerarasında yapılır. Türk Ordusu piyon Yunan Ordusu ile savaşırken aynı zamanda destekçileri olan öbür işgalciler, İngiltere, Fransa ve İtalya ile de mücadele etmiş ve ateşkes antlaşmasını da doğal olarak bu emperyalistlerle yapmıştır.

Şevket Süreyya Aydemir’in “Mudanya Konferansına Mudanya Savaşı demek hatalı olmasa gerektir” sözleriyle tanımladığı, zaman zaman masaya yumrukların indiği yaklaşık 9 gün süren sert tartışmaların ardından 11 Ekim 1922 sabahı saat 06 00’da anlaşma sağlanmış, imzalar atılmıştır. Antlaşmada  Trakya’daki işgalin sona erdirileceği belirtilmektedir, ama altında işgalci Yunanistan’ın imzası yoktur. İsmet Paşa bunu muhataplarına sorduğunda General Harrington, bir sakıncası olmadığını, esasen antlaşmayı uygulama sorumluluğunun kendilerine ait olduğunu söylemiştir. Tek başına bu yanıt bile; vatanımızı esas işgal edenlerin kimler olduğunun, Türk Ulusu’nun kimlerle savaştığının ve kimleri yendiğinin açık itirafıdır. Yani,

  • Mustafa Kemal Paşa ve Türk Ulusu, 3 yıl 3 ay 22 gün süren Milli Mücadele’nin sonunda, amaçları Türk’ü vatanından Asya bozkırlarına sürmek ya da yok etmek olan emperyalistleri teslim almıştır.

MÜTAREKENİN ASKERİ ver SİYASAL SONUÇLARI

Mudanya Mütarekesi’nin çok önemli askeri ve siyasal sonuçları oldu. İzmir’in kurtuluşundan, Mudanya Mütarekesi’ne dek geçen 1 ayda ilerleyişini sürdüren Türk Ordusu, Mütarekenin ardından Anadolu’da işgal altında bulunan bölgeleri, Misakı Milli kararlarına uygun olarak -küçük istisnalar dışında- işgalden kurtardı. 15 Ekim 1922’de yürürlüğe giren Mütareke uyarınca Doğu Trakya 15 gün içinde boşaltıldı, 30 gün içinde Türk makamlarına devredildi. İstanbul ve Boğazlar da mülki idaremizce teslim alındı. (Ancak İstanbul ve Boğazlarda bulunan İtilaf kuvvetleri, kesin barış antlaşmasına dek artırılmaksızın kalabileceklerdi.)

Atatürk’ün kurduğu Gazi Meclis’in Başkanlık makamını bir süre işgal eden -ne talihsizlik- bir şahsın, kadın, erkek ve çocuk binlerce şehit ve Ulusun büyük özverisiyle kazanılan bu görkemli zafer için “Tek Kurşun Atmadık” yadsıması içimizi acıtsa da, gerçekte Kemalist Devrimciler Tek Kurşun Atmadan öyle inanılmaz işler başarmışlardır ki, hayran olmamak olanaksızdır. Trakya, Diplomat İsmet Paşa’nın dirayetli tutumu ile Tek Kurşun Atılmadan kurtarılmış, İstanbul’daki 5 yıllık emperyalist işgal Tek Kurşun Atılmadan 6 Ekim 1923’te sonlandırılarak Fatih Sultan Mehmet’in emaneti yeniden Türk yurdu olmuş, geçici statü uygulanan Boğazlar ve Marmara egemenliğimiz 1936’da yine bir Atatürk dehasının ürünü olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle Tek Kurşun Atılmadan kazanılmış, keza 1939’da Hatay da yine Tek Kurşun Atılmadan Anavatan’a katılmıştır.

Mudanya Mütarekesi’nin  siyasal sonuçları da çok önemlidir.

  • “Yenilmez” denilen emperyalistler Kemalistler’e yenilmişler,

yüz yıldır bir türlü hazmedemedikleri bir hezimete uğramışlar, “Eşkıya” dedikleri Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türk Ulusunun zaferini kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bir başka önemli siyasal sonuç da, barış konferansı davetçileri 1. Dünya Savaşı galip devletlerinin Lozan’a muzaffer TBMM temsilcileri ile birlikte işgal döneminde tam bir teslimiyet içinde davranan, dayattıkları Sevr Antlaşmasını kabullenen, Milli Mücadele’ye karşı çıkan, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını idama mahkûm eden İstanbul Hükümetini de davet etmeleri üzerine gerçekleşmiştir. Galip Ankara’nın gücünü kırma amaçlı bu emperyal küstahlık üzerine kaçınılmaz büyük devrim hızlanmış ve 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmıştır. Konunun Meclis görüşmelerinde ortak komisyon toplantısının uzaması üzerine, önündeki sıranın üzerine fırlayan Büyük Atatürk’ün yaptığı konuşma tarihsel önemdedir ve tüm kulaklara küpe olmalıdır.

  • “Efendiler; hâkimiyet ve saltanat hiç kimsece hiç kimseye, ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, hakikat yine usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Saltanatın kaldırılmasının ardından BMM kararı ile zaten tarihe hain olarak kaydedilmiş son Osmanlı Padişahı Vahdettin, 17 Kasım 1922 sabahı İngiltere’ye sığınarak Malaya zırhlısı ile vatanından kaçacak, ihanetini perçinleyecekti. Bugün Vahdettin’in hain olmadığını söylemek, Mustafa Kemal Atatürk’e, Büyük Millet Meclisi’ne ve Kurtuluş Savaşı önderlerine saldırmanın bir başka yoludur, tarihsel gerçekleri reddederek düzmece tarih yazma çabasıdır ve elbette boşunadır. Daha açık söylemek gerekirse; Atatürk’ün henüz savaş sürerken Meclis konuşmalarında kezlerce hain olduğunu tutanaklara geçirdiği, Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği alçakça tedbirler araştırmakta…” dediği, TBMM’nin yasa ile hain olduğunu saptadığı Vahdettin için 100 yıl sonra “Vahdettin asla hain değildir” demek, “Atatürk ve TBMM yalan söylemiştir” demektir ki, bu kimsenin haddi de, hakkı da değildir.

  • Herkes milyonların kanı ve canı ile yazılmış tarihe saygılı olmalı ve hiç unutmamalıdır;
  • Tarih bilimdir, asla nankör değildir, saplantılarla, hezeyanlarla, siyasal çıkar hesaplarıyla değişmez, değiştirilemez.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Mudanya Mütarekesinin 100. yıldönümünde Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvayı Milliye Kahramanlarımız ile, görüşmelerin kararlı diplomatı İsmet Paşa’yı saygı ve minnetle anıyor, şehit ve gazilerimizin aziz hatıralarını şükranla yad ediyor, Yeniden Atatürk Cumhuriyeti hedefine ulaşma kararlılığımızı bir kez daha kamuoyuna saygıyla duyuruyoruz.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
             GENEL MERKEZİ
==============================================
Dostlar,

Aşağıdaki 2 görseli biz ekledik… (Dr. Ahmet Saltık)


Mudanya Mütarekesi'nin imzalanmasının 92. Yıldönümü | Umut Oran

Ege’de Osmanlı egemenliğinin sonu “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatalarına yanıtlar…

Prof. Dr. Şaduman Halıcı HaberleriEge’de Osmanlı egemenliğinin sonu : “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatalarına yanıtlar…

07 Ağustos 2022, Cumhuriyet (Pazar eki)

Lozan Barış Antlaşması on yıllardır pek çok saldırıya uğramakta. Geçen hafta belgeleri temel alan kalemler bu saldırılara gereken yanıtları verdi. Ne var ki “Ege Adalarını Lozan’da kaybettik” safsatası hâlâ dillendirilince konuyu yeniden ele almak kaçınılmaz oldu.

214 bin kilometre kareyi bulan Ege Denizi’nde farklı büyüklüklerde yaklaşık 1800 ada, adacık var. Girit dışında Ege’deki adalar beş grupta toplanır. Trakya/Boğazönü adaları olarak tanımlananlar arasında en bilindikleri, Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada, Bozcada, ve Tavşan Adaları’dır. İkincisi Midilli, Sakız, Sisam, Ahikerya’yı da içeren Saruhan Adaları’dır. Menteşe Adaları ise çoğunlukla On İki Ada olarak anılır ama toplam 24 ada ile pek çok adacık ve kayalıktan oluşur. Dördüncüsü Şeytan/Kuzey Sporad Adaları, beşincisi Kiklad Adaları’dır.

Osmanlı Devleti’nin 1456’da Taşoz, Semadirek, Limni, Gökçeada ve Bozcaada’yı almasıyla başlayan Ege’deki egemenlik süreci 1669’da Girit’in, 1718’de İstendil Adası’nın ele geçirilmesiyle tamamlanmıştır. Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkması Osmanlı’nın Ege Denizi’ndeki egemenliğinin sonunu olur. Nasıl mı?

Rus işgaline uğrayan Osmanlı Devleti 14 Eylül 1829 Edirne Antlaşması’yla Yunanistan’ın bağımsızlığını onaylar. 1832 İstanbul Antlaşması ile Eğriboz dahil Kiklad adalar grubunu Yunanistan’ı bırakır.

29 Eylül 1911’de İtalyanlar Trablusgarb için Osmanlı’ya savaş ilan edince Ege’de egemenlik yarışına onlar da katılır. Mart-Mayıs 1912 arası On İki Ada ile Rodos ve on beş küçük adayı işgal eder.

  • 18 Ekim 1912’de Türklerin Uşi, Batılıların Lozan olarak andıkları barış antlaşması imzalanır.

Andlaşmaya göre Osmanlı Devleti Trablusgarp ve Bingazi’yi İtalyanlara terk ettiğinde İtalyanlar da işgalleri altındaki adalardan çekilecektir. Osmanlı Trablusgarp ve Bingazi’den çekilir. Ama İtalyanlar Yunanların adaları işgal edebileceğini söyleyerek çekilmez. Çünkü Balkan Savaşı başlamıştır. Osmanlı önce Balkan sorununu halledip sonra adaları alma politikasını benimser. Ancak işler umduğu gibi gitmez: Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelir. İstanbul ilk kez top sesleri ile sarsılır. II. Abdülhamid donanmayı Haliç’te çürümeye terkederken, güçlü bir donanma kuran Yunanistan Ege’de egemenlik alanını genişletmeyi sürdürür.

21 Ekim 1912’de Limni savaşsız teslim olur. 31 Ekim’de Gökçeada, Taşoz ve Bozbaba, 1 Kasım’ da Semadirek, 4 Kasım’da İpsara, 7 Kasım’da Bozcada , 17 Kasım’da Ahikerya, 3 Aralık’ta Sakız, 20 Aralık’ta Midilli Yunan egemenliğine girer.

1912 yılı sonunda Menteşe Adaları, Trakya/ Boğazönü Adalarıyla Saruhan Adaları’nın önemli bölümünde Osmanlı’nın fiili egemenliği son bulur.

3 Aralık 1912’de Osmanlı ile Balkan Devletleri arasında imzalanan Çatalca Mütarekesi Balkanlardaki ilk kapışmayı durdurur. Ardından İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve İtalya savaşan güçler arasında güya hakemlik yapmak üzere Londra ya da Büyükelçiler Konferansı olarak anılan toplantıları gerçekleştirir. Osmanlı Devleti altı büyük devletin arabulucuğunu kabul eder. Ancak Yunan donanması konferans sürecinde de etkin olur. Yunanlar 13/14 Mart 1913 gecesi Meis’e, 15 Mart’ta ise Sisam’a yerleşir.

Osmanlı Devleti, Balkan devletleriyle arasındaki savaşa son veren 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’yla Midye-Enez hattını sınır olarak kabul eder. Girit’teki haklarından Yunanistan lehine vazgeçer. Altı devletin Ege Adaları’nın geleceğini belirlemesine onay verir.

Altı devlet, Ege Adaları hakkındaki kararlarını 14 Şubat 1914 günü Osmanlı Devleti’ne bildirmiş; Gökçeada, Bozcaada ve Meis dışında 13 Şubat 1914’e kadar Yunan işgali altında olan adaları Yunanistan’a vermiş, adaların askeri amaçlarla kullanılamayacağını belirtmiştir.

Osmanlı üzüntülerini bildirmekle ve geri almak için çaba göstereceğini söylemekle yetinir. Ama fiili ya da hukuki girişimde bulunmaz. Bu nedenle I. Dünya Savaşı boyunca adalar Yunanistan’ın egemenliğindedir.

İtalya 6 Nisan 1915 günü İtilaf bloku ile yaptığı anlaşmayla I. Dünya Savaşı’na onların yanında katılır. Aldığı ödün de yalnız Antalya ve yöresi değildir. On İki Ada üzerindeki egemenliği de tanınır. 22 Ağustos 1915 günü de bu adaları ilhak ettiğini açıklar. Yani 1912’de boşaltma sözü verdiği adalardaki egemenliğini perçinler. Osmanlı Devleti 1914 itibarıyla Ege Adalarını fiilen kaybetmiştir.

Eğer tarihle yüzleşilecekse II. Abdülhamid’in neden donanmayı çürüttüğü, Osmanlı Devleti’nin neden adalarda yaşayan Müslüman nüfusu korumadığı sorgulanmalıdır. Deniz üstünlüğünü kaybeden, kapitülasyon kemendine boynunu uzatıp devletin maliyesini emperyalistlere teslim edenlerin (AS: 1881, Düyun-u Umumiye!) atabileceği tek adım tıpkı Osmanlı Devleti’nin yaptığı gibi protestoyla yetinmektir.

Osmanlı son teslimiyetini de Sevr Antlaşması’nı imzalayarak yapar. Sevr’i yok sayan, imzalayanları hain ilan edense Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki TBMM’dir. İsmet Paşa ise Lozan’a gittiğinde fiilen zaten kaybedilmiş olan adalar için can hıraş mücadelesini sürdürecektir… Bir sonraki yazıda bu mücadelenin öyküsünde buluşmak dileğiyle…

FARKI FARK ETMEYENLER

Suay Karaman 

27 Mayıs 1960, Demokrat Parti’nin demokrasiye yaptığı sivil darbeye karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokrasiyi korumak için gerçekleştirdiği bir askeri harekâttır, ihtilâldir. 27 Mayıs 1960, getirdiği özgürlük ortamıyla, yeni kurumlarıyla ve özellikle 1961 Anayasası’yla devrim niteliğindeki yerini tarih sayfalarına yazdırmıştır.  

Bugün bazı kesimler tarafından 27 Mayıs İhtilali, acımasızca ve haksız olarak eleştirilmektedir, demokrasiye vurulan darbe denilmektedir. Ancak her olayı, her olguyu kendi zaman, mekân ve koşullarında ele alarak, değerlendirmek gerekir. 27 Mayıs öncesindeki Meclis Tahkikat Encümeni, tutuklanan gazeteciler, öldürülen gençler, Kore’ye asker göndermek, 6-7 Eylül 1955 olayları, vatan cepheleri, kardeş kavgası, ulusal bütünlüğümüzün parçalanması, laiklik dışı eylemlere ödünler verilmesi, yönetimin partizanlaştırılması, büyük ekonomik kriz, hukuk dışı tutum ve davranışlar ile yolsuzluklar gündeme getirilmiyor ama demokrasiye darbe yapıldı denilerek, yıllardır bir kandırmaca ile uyutulmaktayız. Her şey bir yana hangi demokraside Meclis Tahkikat Encümeni (Meclis Soruşturma Komisyonu) kurularak, ülkedeki bütün askeri ve sivil yargının, savcı ve yargıç yetkilerinin iktidar partisinin 15 milletvekiline verildiği görülmüştür? Kısaca; “kuvvetler ayrımı” yok edilmiştir. Bu 15 milletvekili, muhalefetin ve basının Demokrat Parti aleyhine olan etkinliklerini soruşturacak; her istediği kişiyi hem suçlayacak, hem yargılayacak, hem de mahkûm edecekti. Üstelik verdikleri kararların temyizi bile yoktu.

27 Mayıs 1960 öncesinde Demokrat Partili bazı bakanların günlükleri, olayları daha iyi görmemize, anlamamıza ve günümüzdeki benzerliklere de ışık tutmaktadır. Demokrat Parti’nin Milli Savunma Bakanı Ethem (Ertekin) Menderes (1899-1992), günlüğüne 8 Kasım 1957 tarihinde şunları yazıyor: “DP grubunun fiskos havasını beğenmiyorum. Dün gece bazı arkadaşlar Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a (1883-1986) davetli idi. Bayar, “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” demiş, dinleyenler üzerinde etki olumsuz. Bu hava yavaş yavaş grup içinde yayılıyor; arkadaşlar endişede, tenkit ediyor.”

14 Kasım 1957 tarihinde ise günlüğüne şunları yazıyor: “Celal Bayar’ın Umur teknesinde, bazı arkadaşlarla beraber konuştuk. Bayar ‘icap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem’ dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir neden hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu düşünceler karşılıklı, Başbakanla hangisinden çıkıyor acaba?” 11 Haziran 1958 tarihinde şunları yazıyor: “Başbakan Adnan Menderes, bir milletvekili arkadaşımızın gruptaki konuşması nedeniyle çok ağır konuştu. Başbakanlığı bırakmamak için silaha dahi başvuracağını söyledi. Bir çeşit delilik belirtisi.” Günlüğüne 2 Ekim 1959 tarihinde şunları yazıyor: “Adnan Menderes, Avni Doğan’a (1892-1965), ‘Seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım’ demiş. Düşüncesi de bu; ‘Radyo mücadelesiyle Halk Partisi’ni eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim’ diyor.”

Ulaştırma Bakanı Şem’i Ergin (1913-1996), günlüğüne 19 Haziran 1959 tarihinde şunları yazıyor: “Cumhurbaşkanı’nın daveti üzerine Çankaya Köşkü’ne gittim. O gün pek iltifat etti. Acaba nedir diye kendi kendime sordum. Biraz sonra iltifatın anlamı ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı, ‘Çankaya Köşkü’ndeki Muhafız Alayı TBMM’ye bağlı, Köşk’e bir baskın olduğu zaman bu alay kimden emir alacaktır?’ diye sordu. Cumhurbaşkanı olarak doğrudan emir verebilmeli imiş ve alay Meclis’ten ayrılmalı imiş. Bilinen kuşkuların uyku kaçıran sancıları; darbeci hükümet. Sanki her gün, herkes Cumhurbaşkanı’nı nasıl devirebiliriz, nasıl Köşk’e baskın yapabiliriz diye düşünüyor. İşte devlet adamının kafasına bu kuşku girdikten sonra ondan memleket ve millet adına hizmet beklemeye olanak yoktur. Onda artık yalnız ve yalnız sandalyenin korkusu ve endişesi vardır. İşte Cumhurbaşkanı Celal Bayar da kendisini buna kaptırmış durumdadır. Artık düzelmez.”

Meclis Başkanı Refik Koraltan (1889-1974) günlüğüne 1 Şubat 1958 tarihinde şunları yazıyor: “Bu Başbakana bir zamandır gurur geldi. Artık dediğim dedik; nerede ise tek adam. Her şeye hakim ve sahip rolüne geçti. Yani geçmişteki çökenlerin hatalı yoluna giriyor. Yüksek düşünceler diye de tehdit savuruyor.” Günlüğüne 3 Şubat 1960 tarihinde şunları yazmış: “Cumhurbaşkanı Celal Bayar geldi. Otomobilde muhalefet partilerinin verdiği soruşturma önergelerinin gündeme alınmamasını istedi; bu durum TBMM gibi denetleme organını manen bitiriyor. Yok yere ısrar, artık kendini savunma olmaktan çıkan bir iş haline geldi. ‘Ben çok zor durumdayım’ dedim; ‘Bunda ne var, bir süre daha kalsın’ gibi yüzeysel bir yanıtta bulundu.”

18 Nisan 1960 tarihinde ise şunları yazmış: “Cumhurbaşkanı 4 Nisan’dan bu yana her gün; gerek sathı vatanda ve gerekse basında artan tahrik ve bozgunculuk ile bunalan ve adeta tehlikeli bir durum almaya başlayan fitne ve fesattan çok endişeli olduğunu, hükümetin en şiddetli önlemleri almasını söylüyor. Aslında öteden beri bu şahıs hep böyledir. Ne yazık ki iş çığırından çıkmış, doğru yanlış tezgâha konmuştur. Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın (1888-1972) hapishaneye girmeden affını söylemiş ve Bayar’a adeta birçok kez söylemiştim. Hayır, dedi. Başvekili de doldurdu.”

22 Mayıs 1960 tarihinde Demokrat Parti’nin son Bakanlar Kurulu toplantısı yapıldı. Gündemde İstanbul ve Ankara’daki sıkıyönetimin tüm yurdu kapsaması ve TBMM Tahkikat Komisyonu Encümeni’nin raporu vardı. Bu toplantıda Koordinasyon Bakanı Abdullah Aker (1905-1977) tüm konuşmaları bir bir not almıştır:

Ticaret Bakanı Hayrettin Erkmen (1900-1975): “Sokak olayları hükümet içinde bile endişe yaratmaktadır. Üç subayın bile katılması bizi düşündürürken, üzerine bir de Harbiye öğrencilerinin böyle bir olaya katılması oldukça önemlidir. Başlangıçta ilgisiz görünen halk şimdi alakalı görünüyor. Sıkıyönetim fonksiyonu itibarıyla tatmin edici görünmüyor. Ama olaya neden olanların cezalandırılması çok önemlidir.”

Devlet Bakanı İzzet Akçal (1906-1987): “Bunları mutlaka cezalandırmak gereklidir. Bu tür etkili önlemler alınmazsa olaylar devam edecektir. Cumhurbaşkanımızın bildirdiği gibi Harbiye öğrencileri hemen tutuklanmalı ve mahkemeye sevk edilmelidir.”

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu (1910-1961): “Biz sokakta hasta birileriyle uğraşıyoruz. Gazetecilerin kötülüğü vardır; orada gördüğü 200 kişiyi 1000’den fazla yapıyor. Gazete kapatıyoruz, peki yarın? Tek çare vardır; Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün milletvekillerini tutuklamaktır.”

Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri (1911-1961): “Bu raporu mutlaka kullanmak mecburiyetindeyiz. Bu raporu meydana çıkarmadan seçime gitme taraftarı değilim. Böylesine seçime gidersek bu hava içinde sandık başına müşahit bulamayacağız. Seçim yoluyla iktidarı CHP’nin eline vermiş oluruz. Bunlardan hesap sorabilir miyiz, soramaz mıyız? Komitecilerden soramazsak kendimizden şüphe ederiz. Fatin Rüştü’ye katılıyorum; her sahada kuvvetle olur. Yoksa bu korku içinde hükümeti idare edemeyiz.”

Çalışma Bakanı Haluk Şaman (1911-1986): “Bu raporu vicdanlı, anlayışlı bir mahkeme tarafından suçluların mahkûm edileceklerine emin olduktan sonra yayınlayalım. Bu raporun suçluları beraat edecekse bu bizim için ağır olur. Şahısların ceza görmeleri şarttır.”

Maliye Bakanı Hasan Polatkan (1915-1961): “Raporu hemen yayınlayalım. Çok rica ediyorum Milli Savunma Bakanı arkadaşımızdan, basın hürriyet karşıtı, önlem alınsın.”

Başbakan Adnan Menderes (1899-1961): “Biz bunları iki dakikada cezalandırma yoluna giderdik. Ama askeri, halkın huzurunda dövdürmek istemedik. Şimdi neticede bundan sonra ne olacak onu düşünelim. Bu işin içinden nasıl çıkalım? Soruşturma raporu yarın Meclis’e gelecek, müzakeresi yapılacak, kabul olunacak. Raporda istenilen cezalar için ne yapacağız? Biz nerelerde tertiplendiğini yakaladık. Üç yerde yirmişerlik ekip birbirinden habersiz çalışıyor. Biz yerlerini bulduk, yarın tutuklanacak. Bunlar bir merkezden idare ediliyor. Yedek subay ve Harbiye de buradan dağılıp gidecektir. Bu raporda birtakım telefon konuşmaları vardır. Bunlar orijinal sesleriyle teybe alınmıştır. Bu Halk Partisi’nin nasıl bir yolda çalışmakta bulunduğunu açıklamaktadır.”

Bugünlerde demokrasi havarisi olarak sunulan, meydanlarda alkışlattırılan Nazlı Ilıcak, 16 Eylül 1980 tarihinde Tercüman Gazetesi’nde şunları yazmıştı: “12 Eylül Harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs mensup bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Hâlbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle, yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur.”

CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, 27 Mayıs 2021 tarihinde TBMM’de basın toplantısı düzenledi. Konuşmasından öne çıkanlar şöyle: “27 Mayıs 1960 tarihi, demokrasi tarihimizin en kara günüdür, en utandığımız gündür, en ayıplı gündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası bakımından da kötülüklerin miladıdır. Türkiye’nin, demokrasinin, insanların temel hak ve özgürlüklerinin geri bırakılmasının, gasp edilmesinin, köreltilmesinin de miladıdır. Bugünün bir ayrı anlamı da şudur: Yüce Meclis’in çatısı altındayız. Adnan Menderes Başbakan, Fatin Rüştü Zorlu Dışişleri Bakanı, Hasan Polatkan Maliye Bakanı. Bu insanlar idam edildiler, asıldılar. Ne uğruna? Kimse bilmiyor. Hangi gerekçeyle? Kimse bilmiyor. Bunun siyasi penceresi, baktığı perspektif, görüşü ne olursa olsun, hiçbir insan tarafından, demokrasiyi benimsemiş hiçbir insan tarafından kabul edilmesi mümkün değildir. 27 Mayıs 1960, büyüyen, gelişen, güçlü Türkiye’nin önünde kurulmuş ilk ve en büyük tuzaktır.”

Bu bilgisizlikle, bu bilinçsizlikle ve bu şarlatanlıkla altı dönem milletvekili olabilirsiniz ama toplumda yer tutamazsınız, unutulup gidersiniz. Çünkü biat kültüründen böyle bir vekil çıkar; tezekten ev bu kadar yapılır. Bunlara çakma Atatürkçü adı verilmektedir çünkü Atatürk ilke ve devrimlerini benimsemeden Atatürk’le toplumu kandırmaktadırlar.

Böyleleri utanmadan her 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’yu anarlar ama Mumcu’nun şu sözünü duymazdan gelirler:

  • “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayıs’çıyız. Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayıs’çı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

61 yıl sonra 27 Mayıs 1960 İhtilali için karanlık insanlarla, aydın insan taklitleri darbe söyleminde birleşmektedirler. Günümüzde halen 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin farkını fark etmeyenler için söylenecek söz yoktur. Basit mantıkla 27 Mayıs 1960 Devrimi ile 12 Mart 1971 muhtırasını ve 12 Eylül 1980 darbesini aynı kefeye koyan kafalar, sivil darbenin gizli ya da açık destekçileridir. 27 Mayıs Devrimi için darbe demek, emperyalizmin güdümüne girmek, sözcülüğüne soyunmaktır.

  • Ne denirse densin tarihe kalan tüm hikâyelerde 27 Mayıs Devrimi’nin anısı ışıl ışıl parlayacaktır. 

Azim ve Karar, 31 Mayıs 2021

DENİZ BAYKAL gerçekte kim?…

DENİZ BAYKAL gerçekte kim?…

(AS: Bizim kısa katkımız, sorumuz ve dileğimiz yazının altındadır..)

Çok rica ediyorum, bu yazıyı sonuna kadar okuyun. Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi! Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum. Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım. Bunu bir borç olarak görüyorum:

“İKİ AY DAYANAMAZ” DEMİŞTİNİZ

Deniz Bey lütfen hatırlayın: 19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik. Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum. Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı. Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti.

Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz. Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.” Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim:

“Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika ve Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi
ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek;
tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.”

İki ay dayanamaz iddianızı, görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz. Ama bunların hepsi bahaneydi ….

ÇÜNKÜ siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi
yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.

O zaman ben sizin TAYYİP ERDOGAN’LA seçim öncesinde Beylerbeyi’nde
GİZLİCE BULUŞTUGUNUZU ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.

TÜRKİYE’nin kaderiyle oynayacak böylesine bir hareketin içinde olacağınıza
ihtimal vermedim. Bu gecenin tanıkları var:
ÖNDER SAV,
EŞREF ERDEM,
MEHMET SEVİGEN
BÜLEND TAN ve YAŞAR NURİ ÖZTÜRK

Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir.  Siz de bilirsiniz.

Tartışmanın sonunda dediniz ki: Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rötuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?”

Evet.. Yıllar geçti fakat 2007 seçimlerinden sonraki o fotoğrafı cebinizden çıkarıp
bakın Deniz Bey. Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!” diye bas bas bağırmanıza değdi mi?

Söyle DENİZ BAYKAL, DEĞDİ Mİ??…

Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi?? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)

Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan. Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın % 1’ini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size o gün söylediğim gibi, o gün Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.

Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin.

SIKIYSA DEYİN….

Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.

HODRİ MEYDAN..

Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.

Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim. Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.

“YAKIN DOSTUNUZ MELİH GÖKÇEK”

Tayyip Erdoğan’ın %34 oyla Meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin SEBEBİ sizsiniz. Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..

Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük
şansı sizdiniz.

  • CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.

Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen
partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.

Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup
halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.

Size defalarca, bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen,
sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.

Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa‘nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı
Meclis dışında bıraktınız.

NEDEN??

İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım,
keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı…. Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.

Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de. Bad-el harab-ül Basra!

Zülfü Livaneli
=============================

Dostlar,

CHP’nin günümüzdeki genel başkanı Sn. Kemal Kılıçdaroğlu‘nun benzer bir işlev / rol üstlenmemesi ve benzer hataya düşmemesi dileğiyle paylaşma gereği duyduk bu tarihsel yazıyı / belgeyi….

Öyle ya; KORONA SALGINI ülkeyi kasıp kavuruyor, 6 ay bitmek üzere ve salgın denetimden çıkmış durumda. Sürekli benzer hatalar sürdürülüyor ve her gün 20’nin üstünde insanımız ÖNLENEBİLECEK İKEN ÖLÜYOR, 1500’ü aşkın yeni hasta tanısı konuyor. Bunlar makyajlı veriler; gerçekte en az birkaç katı…

Ancak bu bağlamda anamuhalefetten etkili bir muhalefet çıkışı bir tülü göremiyoruz!? AKP = RTE‘nin “ustaca” (!) gündem oyunlarının ardından sürükleniliyor.. Üstelik ekonomi yerin 7 kat dibine dek bat(ırıl)mışken..

Merhum Süleyman Demirel yaşasaydı AKP = RTE iktidarı kaç gün dayanırdı acaba yürüteceği ustaca muhalefete??

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

1920’nin Yüzüncü Yılı ve İki Denklem

1920’nin Yüzüncü Yılı ve İki Denklem

1920’nin Yüzüncü Yılı ve İki Denklem

Serdar Şahinkaya yazdı:

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

“Türkiye’nin kendi yaratıcı güçlerinin sahnede olduğu 1923 – 1938 döneminde Cumhuriyet, sanayi temelli ulusal bir ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği bir coğrafyada ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü çalkantılı ortamında yaratmıştır. Bu yaratma, toplum yaşamından ekonomiye, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkilere, yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlete, bilinçli bir tercih, tutarlı bir stratejiyle köklü bir biçimde gerçekleştirilmiştir.”

1. Gazi Mustafa Kemal Paşa 10 Ekim 1922’de TBMM Gizli Oturumunda diyor ki: “Mantığın emrettiği şudur efendiler; Ordu, vazifesini yapmış ve tamamlamıştır. Bundan  sonra temini lâzım gelen bütün neticeler, siyaseten – diplomatik yolla hallonulacaktır”.

1 Kasım 1922’de Saltanat Kaldırılır. Artık, İstanbul Hükümeti yoktur, Ankara Meclisi vardır. 5 Kasım 1922’de İsmet Paşa başkanlığındaki heyet Lozan’a uğurlanır.

2. Bu arada şu da not edilmelidir: 16 Kasım 1922’de Halife-i Müslimin M. Vahdeddin imzası ile, işgal orduları başkumandanı General Harrington’a şu mesaj gönderilir:

  • “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere Devleti fahimesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahâra naklimi talep ederim efendim.”

3. Ve, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Ankara’da yeni bir özdeşlik / denklem kurmuşlardır; (Misak-ı Millî + Teşkilat-ı Esasiye) =  Bağımsızlık ve Ulusun Egemenliği = (Kapitülasyonlara Son + Halk İdaresi),

4. Yoksulların zaferi olarak adlandırabileceğimiz Kurtuluş Savaşımız sonrası 1923’te Cumhuriyetin kuruluşu, 20. yüzyıla girme adımıdır. Bir anlamda 20. yüzyılın dünyasına, bilimine ve geç kalınmış Aydınlanmasına giriştir. 1923 Cumhuriyeti, yoksun ve bitkin bir köylüler ülkesinde geri kalmışlığı aşabilme davası, iddiasıdır. Osmanlıyı yıkan iktisadi ve mali hastalıkların tümünü geride bırakarak, 17 Şubat 1923’de İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde Gazi Mustafa Kemal’in dediği gibi bu vatanı yeniden yurt yapma özleminin çelikleşmiş ifadesi olan “çalışkanlar diyarı” yapma kararlığıdır 1923 Cumhuriyeti.

5. Köhne imparatorlukların cenaze töreni de sayılabilecek I. Dünya Savaşı. 1912 – 1922 yıllarında en derin izlerini Türkiye’de bırakmıştır. 18 milyon nüfusu barındıran Anadolu, on yıl içinde 5 milyon yurttaşını yitirmiştir.

6. Kurtuluş Savaşı, yurdun dinden de ırktan da daha önemli olduğunu öğretmiş ve Kurtuluş, Kuruluşla tamamlanmıştır. Bu süreç yeniden değerlendirilmeli ve dersler çıkarılmalıdır: “Büyük devletlerin kurtlar sofrasında yutulmak üzere olan, yenik, batık ve yıkık bir halkın başkaldırıp direnerek yenen, kurtulan ve yeniden devlet kuran bir ulusa dönüşmesi. Kısacası, Mustafa Kemal Mucizesi.”

  • Ve bu devlet, Lozan’da, dünyanın bütün efendilerini eşitlik dansına kaldırmanın onurunu yaşamış, yaşatmıştır.

7. 1920’li ve 1930’lu yıllar. Bir yanda kendi zeminini inşa etmiş ve köklerini sağlamlaştırmış kapitalizm, öbür yanda yeni şekillenmeye başlamış sosyalizm… Bir yanda patronluğu devretmekte direnen İngiltere, patronun yerini gözüne kestirmiş temiz aile çocuğu ABD, mızmız çocuk Fransa ve mahallenin kabadayısı Almanya. Ve iki köylü ülkesinde iki isyancı çocuk; Lenin’in Sovyetler Birliği ve Gazi Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti. Böyle bir uluslararası konjonktürde, ilk hedef Akdeniz’di, ikinci hedef iktisat şiarıyla yola koyulan Cumhuriyet kadroları, zaman zaman karşılaştıkları sorunlarla ilgili pratiğe ilişkin noktalarda deneme – sınama yöntemiyle de olsa korumacılıktan planlamaya bir kestirim olarak değil de halkçılık – devletçilik bağlamında bir stratejik tercihte bulunmuşlardır. Bu stratejik tercihin ikinci denklemi;

  • Sanayileşme + Demiryolları = Devletçilik biçiminde not edilebilir.

8. Stratejik tercihin oturduğu zeminin bir ideolojik paketi vardır. Akıl ve bilimi miras olarak bırakmak başlı başına ideolojik bir pakettir. Paket, akıl ve bilimle uygarlığın en ileri aşamalarına varan bir ülke idealini sarıp sarmalar. Bunun yanı sıra, özünde mali bağımsızlığın yattığı tam bağımsızlığın bir ülke için varlık ve yokluk demek olduğu düşüncesi ve buna uygun bir inşa politikası da vardır. Ve bu inşa politikası, halkın bütününün çıkarını gözetir. Dünya tarihinde başka bir örneği yoktur.

9. Türkiye’nin kendi yaratıcı güçlerinin sahnede olduğu 1923 – 1938 döneminde Cumhuriyet, sanayi temelli ulusal bir ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği bir coğrafyada ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü çalkantılı ortamında yaratmıştır. Bu yaratma, toplum yaşamından ekonomiye, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkilere, yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlete, bilinçli bir tercih, tutarlı bir stratejiyle köklü bir biçimde gerçekleştirilmiştir.

Bir sürü iç ve dış dirence karşı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu stratejik tercihin yol gösterici önderidir.

Bu tercih sayesindedir ki, Cumhuriyet Türkiye’si; Sanayi temelli üretim alanına,

– Dış ticaret, borçlanma ve finansal akımlardan oluşan dolaşım alanına,

-Bölüşüm alanına,

-Fikir alanına,

sahip, yeni ‘özgür ve bağımsız’ bir ülke olarak yaratılmıştır.

10. Yaratılmıştır yaratılmasına ama Cumhuriyetin kadroları, hem yeni bir sanayi hareketini, hem de yeni bir toprak rejimi tasarımını kurgularken iki ciddi yoklukla yüz yüze gelmişlerdir: Biri, ileri atılacak ve tarihi rol üstlenecek bir burjuvazinin yokluğuDiğeri, topraksız, az topraklı, maraba, yarıcı, ortakçı, mevsimlik işçi olan ve yine tarihin akışı içinde toprağı ve toprak – tarım rejimini talep etmesi, bunu eylemlerle gösterecek bir köylülüğün kitlesel suskunluğu ve yokluğu. 1930’dan başlayarak Cumhuriyetçi kadrolar iki ciddi yokluğu görerek, fakat herhangi bir sınıfsal destek almadan bu iki taşıyıcı kolonu inşa etme ve böylece geri kalmışlığın kalın kabuğunu kırma davasını omuzladılar ve başardılar.

11. Unutulmamalıdır ki; tarihin hükmünü değiştirme fikri, düşünce ve belki de efendi değiştirmek kadar kolay değildir.

  • Ve unutulmamalıdır ki;
  • tarihle oynayan, hükmüne katlanacaktır!

==================================
Dostlar,

Çok değerli dostumuz Dr. Serdar Şahinkaya’yı bu nefis irdelemesi için gönülden alkışlıyoruz..

Sözünün üstüne söz söylemek haddimiz değil..

Ancak, Cumhuriyet kadrolarının bulaşıcı hastalıklardan kırılan – dökülen – kitlesel olarak salgınlara kurban giden bahtsız halkını bu “yok oluş” sürecinden çekip alan görkemli destanlarını da anmak ve haklı bir gururla övünmek boynumuzun borcu ve hakkımızdır..

Bu sitede ve birkaç yerde yazdık.. Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerinin inanılmaz başarı öykülerini..

Onlardan biri Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü‘dür ki; 2 Kasım 2011’de 663 s. KHK ile kapısına kilit vurulmuş, adı silinmiş, köhnemeye bırakılmıştır ve de “Korona günleri“nde Mustafa Kemal’in mazlum halkı elini duaya açmış; dün kovaladıkları emperyalist uzantılarının aşı ve / veya ilaç geliştirmesine yakarmaktadır…

Oysa temel / kritik miras, BİLİMSEL AKILCILIK idi!

İşte tarihin tekerrürü –ders almasını bilmeyen zavallılar için– böylesine kahredici olabilmektedir.

Hala ders almamakta direnen insansılar için ise sanılmasın ki, tarihin acımasızlığına bir sınır vardır!

Sevgi ve saygı ile. 19 Nisan 2020, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı Uzmanı, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com