Etiket arşivi: Bulaşıcı Hastalıklar

Cumhuriyet ve sağlık

Dr. Ceyhun Balcı yazdı…

Cumhuriyet ve sağlık

Cumhuriyet’in ekonomiyle, hukukla, kadınla, eğitimle, bilimle ve başka pek çok başlıkla ilişkisi üzerine çok şey söylenmiştir, yazılmıştır. Sağlıkla ilişkisi üzerine bir dağarcığın olmayışı ya da olsa bile yeterince dolu olmayışı önemli eksikliktir. Bir hekim olarak bu eksikliğin giderilmesine okuyacağınız yazıyla alçak gönüllü katkıda bulunabilmiş olmak içtenlikli dileğimdir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulmazdan önceki 12 yıl savaşlarla geçmiştir. Anadolu başta olmak üzere Afrika’da ve Avrupa’da eli silah tutan, görece sağlıklı ve genç kuşak büyük ölçüde yitirilmiştir. Bir şekilde savaşa gitmeyenlerle yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ise bulaşıcı hastalıklar aracılığıyla aramızdan alınmıştır. Sağ kalanlar ise yoksul, yoksun ve sağlıksızdır.

Bu koşullar göz önüne alındığında kıtlaşan insan kaynağının ne denli değerli olduğu anlaşılır. Bir yandan cephe gerisindekilerin öbür yandan savaşanların varlığının korunması önem kazanmıştır. Özellikle savaş alanındaki yitikler savaş yaralanmalarının yanı sıra bulaşıcı hastalıklar aracılığıyla da olmaktadır. Savaş dışı ölümleri sınırlamanın kritik önemde olduğu açıktır.

Birinci Meclisin kurulur kurulmaz aldığı ilk kararlardan birinin bulaşıcı hastalıklarla savaşım üzerine olması rastlantının değil aklın gereğidir. Yine 23 Nisan’dan yalnızca 10 gün sonra Sağlık Bakanlığının kurulması da sağlığa verilen önemin göstergesidir. Savaş alanındaki insan yitiklerinin önüne geçmenin en kestirme ve akılcı yolu kuşkusuz hastalığı önlemekten geçmekteydi.

Anadolu’da bir yandan Mili Mücadele hazırlıkları sürdürülürken ve örgütlenirken öye yandan da İstanbul’dan Anadolu’ya yönelik önemli bir geçiş söz konusudur. Bu geçişin önde gelen ikilisi insan ve silahtır. Bu ikilinin önemli öğelerinden olan hekimlerin taşıdıkları bir nesne daha vardır ki, çok da bilinmez. İstanbul’dan Anadolu’ya geçen hekimler yanlarında mikroplar da getirmişlerdir. Cephedeki hastalığa bağlı insan kırımını en aza indirmek için Ankara Cebeci’de üretilecek olan veba, tifo ve kolera aşıları için taşınmaktadır mikroplar İstanbul’dan Anadolu’ ya. Aşı merkezinin başında hekimler Arif İsmet (Çetingil), Tevfik İsmail (Gökçe) ve Bakteriyolog Nurettin Bey bulunmaktadır. Onlara tıp öğrencileri Nurettin Osman, Yusuf (Balkan) ve Tıbbiyeli Hikmet (Boran) yardımcı olmaktadır. Tıbbiyeli Hikmet (Boran)’in Sivas Kongresi sırasında “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” diye haykırarak Mustafa Kemal Paşa’nın da övgüsünü kazanmış olduğunu anımsayacaktır çoğu okur.

Aşı üretimiyle ilgili bir başka önemli ayrıntıya değinmeden geçemeyiz. Zorlu ve ilkel koşullarda aşılar üretilir. Sıra aşıların kalitesini (AS: niteliğini) sınamaya gelir. Şimdiki gibi faz (AS: evre)  çalışmalarını yürütecek ne olanak ne de fırsat vardır. İş başa düşer. Aşıları üreten topluluktan Dr. Tevfik İsmail, Bakteriyolog Nurettin ve tıp öğrencisi Yusuf (Balkan) ikilemsiz uzatırlar kollarını. Deneklik de onlara düşmüştür. Şimdilerde salgını bitirmesi için kullanılmakta olan aşıları “biz denek miyiz?” şımarıklığıyla küçümseyenlerin dikkatine sunulası bir ayrıntı olsa gerektir.

Cephede canını dişine takarak Kurtuluş Savaşı veren Mehmetçik cephe gerisindeki bu önemli etkinlikle utkuya giden yolda yaşama tutunmuş olmaktadır. Her ne denli savaş koşullarında yaşansa da aşı üretimi ve buna bağlı koruyucu hekimlik anlayışı Cumhuriyet kurulmadan önce Cumhuriyet’in sağlık anlayışı hakkında önemli ipuçları vermeye başlamıştır.

Önce savaş kazanılacak onu izleyerek de Cumhuriyet’in silahsız savaş alanlarından biri olacaktır sağlık. Savaş sözcüğü barış ortamında sıtma, trahom, verem ve frengiyle birlikte anılacaktır.

Cumhuriyet’le birlikte deyim yerindeyse şaha kalkan sağlık anlayışının toplumcu ve koruyucu temelde etkinlik gösterdiğini söylersek genel ilkeleri de özetlemiş oluruz. Bu bağlamdaki bir başka önemli ayrıntı, Dr. Refik Saydam döneminde koruyucu hekimlik alanında çalışan hekimlere daha çok  aylık verilmesi olarak çıkar karşımıza.

Bir fikir vermesi bakımından 1923’te Türkiye’deki hekim sayısının 344 olduğunu, o zamanki nüfusa göre 20 bin kişiye bir hekim düştüğünü paylaşmış olalım. Hekim sayısının 1935’te 1625’e çıktığını, buna bağlı olarak da hekim başına düşen nüfusun 9000’e gerilediğini ekleyelim.

Cumhuriyet’in sağlık anlayışının 1960 Devrimi’yle birlikte Dr. Nusret Fişek önderliğinde boyut kazandığını, sağlığın toplumcu ve koruyucu kimliğinin güçlendirildiğinin altını çizmeliyiz. 12 Eylül’le (1980) birlikte hız kazanan neoliberal politikalardan sağlığın payına da bir şeyler düşmesi kaçınılmazdı. Bugün geldiğimiz noktada koruyucu ve toplumcu kimliği neredeyse tümüyle soldurulan sağlık anlayışı son 20 yılda giderek “paralı” duruma getirilmiştir. Cumhuriyet’in çıtasını havaalanı, otoyol, köprü, tünel vb. sıradanlıklara düşürenlerin sağlığı da “kolay erişim” perdelemesinde alınır satılır nesneye dönüştürmelerinde şaşılacak bir durum yoktur.

Cumhuriyetimizle birlikte onun sağlık anlayışının içine düştüğü açmazdan çıkartılmaya gereksinimi olduğu oldukça açıktır. Bu yapılmadıkça sağlığın ticarileşmesi sürecek ve erişim kolaylığı adı altında erişilemezliğe yolculuğunu sürdürecektir.

Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, silah (AS: ve dava) arkadaşlarını ve Cumhuriyet’i bizlere kazandıranlar arasında yer alan adsız sağlık kahramanlarını saygıyla anıyor, en büyük bayramımız kutlu olsun diyorum!

1920’nin Yüzüncü Yılı ve İki Denklem

1920’nin Yüzüncü Yılı ve İki Denklem

1920’nin Yüzüncü Yılı ve İki Denklem

Serdar Şahinkaya yazdı:

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

“Türkiye’nin kendi yaratıcı güçlerinin sahnede olduğu 1923 – 1938 döneminde Cumhuriyet, sanayi temelli ulusal bir ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği bir coğrafyada ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü çalkantılı ortamında yaratmıştır. Bu yaratma, toplum yaşamından ekonomiye, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkilere, yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlete, bilinçli bir tercih, tutarlı bir stratejiyle köklü bir biçimde gerçekleştirilmiştir.”

1. Gazi Mustafa Kemal Paşa 10 Ekim 1922’de TBMM Gizli Oturumunda diyor ki: “Mantığın emrettiği şudur efendiler; Ordu, vazifesini yapmış ve tamamlamıştır. Bundan  sonra temini lâzım gelen bütün neticeler, siyaseten – diplomatik yolla hallonulacaktır”.

1 Kasım 1922’de Saltanat Kaldırılır. Artık, İstanbul Hükümeti yoktur, Ankara Meclisi vardır. 5 Kasım 1922’de İsmet Paşa başkanlığındaki heyet Lozan’a uğurlanır.

2. Bu arada şu da not edilmelidir: 16 Kasım 1922’de Halife-i Müslimin M. Vahdeddin imzası ile, işgal orduları başkumandanı General Harrington’a şu mesaj gönderilir:

  • “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere Devleti fahimesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahâra naklimi talep ederim efendim.”

3. Ve, Gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Ankara’da yeni bir özdeşlik / denklem kurmuşlardır; (Misak-ı Millî + Teşkilat-ı Esasiye) =  Bağımsızlık ve Ulusun Egemenliği = (Kapitülasyonlara Son + Halk İdaresi),

4. Yoksulların zaferi olarak adlandırabileceğimiz Kurtuluş Savaşımız sonrası 1923’te Cumhuriyetin kuruluşu, 20. yüzyıla girme adımıdır. Bir anlamda 20. yüzyılın dünyasına, bilimine ve geç kalınmış Aydınlanmasına giriştir. 1923 Cumhuriyeti, yoksun ve bitkin bir köylüler ülkesinde geri kalmışlığı aşabilme davası, iddiasıdır. Osmanlıyı yıkan iktisadi ve mali hastalıkların tümünü geride bırakarak, 17 Şubat 1923’de İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde Gazi Mustafa Kemal’in dediği gibi bu vatanı yeniden yurt yapma özleminin çelikleşmiş ifadesi olan “çalışkanlar diyarı” yapma kararlığıdır 1923 Cumhuriyeti.

5. Köhne imparatorlukların cenaze töreni de sayılabilecek I. Dünya Savaşı. 1912 – 1922 yıllarında en derin izlerini Türkiye’de bırakmıştır. 18 milyon nüfusu barındıran Anadolu, on yıl içinde 5 milyon yurttaşını yitirmiştir.

6. Kurtuluş Savaşı, yurdun dinden de ırktan da daha önemli olduğunu öğretmiş ve Kurtuluş, Kuruluşla tamamlanmıştır. Bu süreç yeniden değerlendirilmeli ve dersler çıkarılmalıdır: “Büyük devletlerin kurtlar sofrasında yutulmak üzere olan, yenik, batık ve yıkık bir halkın başkaldırıp direnerek yenen, kurtulan ve yeniden devlet kuran bir ulusa dönüşmesi. Kısacası, Mustafa Kemal Mucizesi.”

  • Ve bu devlet, Lozan’da, dünyanın bütün efendilerini eşitlik dansına kaldırmanın onurunu yaşamış, yaşatmıştır.

7. 1920’li ve 1930’lu yıllar. Bir yanda kendi zeminini inşa etmiş ve köklerini sağlamlaştırmış kapitalizm, öbür yanda yeni şekillenmeye başlamış sosyalizm… Bir yanda patronluğu devretmekte direnen İngiltere, patronun yerini gözüne kestirmiş temiz aile çocuğu ABD, mızmız çocuk Fransa ve mahallenin kabadayısı Almanya. Ve iki köylü ülkesinde iki isyancı çocuk; Lenin’in Sovyetler Birliği ve Gazi Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti. Böyle bir uluslararası konjonktürde, ilk hedef Akdeniz’di, ikinci hedef iktisat şiarıyla yola koyulan Cumhuriyet kadroları, zaman zaman karşılaştıkları sorunlarla ilgili pratiğe ilişkin noktalarda deneme – sınama yöntemiyle de olsa korumacılıktan planlamaya bir kestirim olarak değil de halkçılık – devletçilik bağlamında bir stratejik tercihte bulunmuşlardır. Bu stratejik tercihin ikinci denklemi;

  • Sanayileşme + Demiryolları = Devletçilik biçiminde not edilebilir.

8. Stratejik tercihin oturduğu zeminin bir ideolojik paketi vardır. Akıl ve bilimi miras olarak bırakmak başlı başına ideolojik bir pakettir. Paket, akıl ve bilimle uygarlığın en ileri aşamalarına varan bir ülke idealini sarıp sarmalar. Bunun yanı sıra, özünde mali bağımsızlığın yattığı tam bağımsızlığın bir ülke için varlık ve yokluk demek olduğu düşüncesi ve buna uygun bir inşa politikası da vardır. Ve bu inşa politikası, halkın bütününün çıkarını gözetir. Dünya tarihinde başka bir örneği yoktur.

9. Türkiye’nin kendi yaratıcı güçlerinin sahnede olduğu 1923 – 1938 döneminde Cumhuriyet, sanayi temelli ulusal bir ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği bir coğrafyada ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü çalkantılı ortamında yaratmıştır. Bu yaratma, toplum yaşamından ekonomiye, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkilere, yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlete, bilinçli bir tercih, tutarlı bir stratejiyle köklü bir biçimde gerçekleştirilmiştir.

Bir sürü iç ve dış dirence karşı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu stratejik tercihin yol gösterici önderidir.

Bu tercih sayesindedir ki, Cumhuriyet Türkiye’si; Sanayi temelli üretim alanına,

– Dış ticaret, borçlanma ve finansal akımlardan oluşan dolaşım alanına,

-Bölüşüm alanına,

-Fikir alanına,

sahip, yeni ‘özgür ve bağımsız’ bir ülke olarak yaratılmıştır.

10. Yaratılmıştır yaratılmasına ama Cumhuriyetin kadroları, hem yeni bir sanayi hareketini, hem de yeni bir toprak rejimi tasarımını kurgularken iki ciddi yoklukla yüz yüze gelmişlerdir: Biri, ileri atılacak ve tarihi rol üstlenecek bir burjuvazinin yokluğuDiğeri, topraksız, az topraklı, maraba, yarıcı, ortakçı, mevsimlik işçi olan ve yine tarihin akışı içinde toprağı ve toprak – tarım rejimini talep etmesi, bunu eylemlerle gösterecek bir köylülüğün kitlesel suskunluğu ve yokluğu. 1930’dan başlayarak Cumhuriyetçi kadrolar iki ciddi yokluğu görerek, fakat herhangi bir sınıfsal destek almadan bu iki taşıyıcı kolonu inşa etme ve böylece geri kalmışlığın kalın kabuğunu kırma davasını omuzladılar ve başardılar.

11. Unutulmamalıdır ki; tarihin hükmünü değiştirme fikri, düşünce ve belki de efendi değiştirmek kadar kolay değildir.

  • Ve unutulmamalıdır ki;
  • tarihle oynayan, hükmüne katlanacaktır!

==================================
Dostlar,

Çok değerli dostumuz Dr. Serdar Şahinkaya’yı bu nefis irdelemesi için gönülden alkışlıyoruz..

Sözünün üstüne söz söylemek haddimiz değil..

Ancak, Cumhuriyet kadrolarının bulaşıcı hastalıklardan kırılan – dökülen – kitlesel olarak salgınlara kurban giden bahtsız halkını bu “yok oluş” sürecinden çekip alan görkemli destanlarını da anmak ve haklı bir gururla övünmek boynumuzun borcu ve hakkımızdır..

Bu sitede ve birkaç yerde yazdık.. Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerinin inanılmaz başarı öykülerini..

Onlardan biri Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü‘dür ki; 2 Kasım 2011’de 663 s. KHK ile kapısına kilit vurulmuş, adı silinmiş, köhnemeye bırakılmıştır ve de “Korona günleri“nde Mustafa Kemal’in mazlum halkı elini duaya açmış; dün kovaladıkları emperyalist uzantılarının aşı ve / veya ilaç geliştirmesine yakarmaktadır…

Oysa temel / kritik miras, BİLİMSEL AKILCILIK idi!

İşte tarihin tekerrürü –ders almasını bilmeyen zavallılar için– böylesine kahredici olabilmektedir.

Hala ders almamakta direnen insansılar için ise sanılmasın ki, tarihin acımasızlığına bir sınır vardır!

Sevgi ve saygı ile. 19 Nisan 2020, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı Uzmanı, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Hıfzıssıhha’nın kapatılmasının tarihsel perspektifte değerlendirmesi!

Hıfzıssıhha’nın kapatılmasının tarihsel perspektifte değerlendirmesi!

 

Anadolu’da doğup büyümüş, bir devlet üniversitesi veya hastanesinde tıp eğitimi almış, orta yaş ve üstünde hekimlerin ortak özelliği, çalışma yaşamları boyunca çeşit çeşit bulaşıcı hastalıklarla karşılaşmış olmalarıdır. Bu hekimler tüberkülozdan, tifoya, kızamıktan, tetanoza kadar birçok farklı mikrobun oluşturduğu hastalığın farklı klinik boyutlarına tanıklık etmiştir. Gün olmuş aktif taramalara katılmış, gün olmuş hastadan örnek alıp bizzat boyayarak teşhis koymuş, gün olmuş aldığı örneklerdeki mikrobu bir besi yerinde çoğaltıp çıplak gözle hastalığın teşhisini koymuştur. Bu işleri tıp eğitiminin ve hizmetinin doğal bir süreci olarak görüp, kendine payeler çıkardığı olmuş mudur? Belki! Ancak bu hekimlerin tamamı kendine çıkardığı payelerin kişisel olmadığını; başarısının arkasındaki sırrın bulaşıcı hastalıklarla köklü bir mücadele kurumundan kaynaklandığını bilmektedir. Bu kaynak kurumsal bir eğitim sisteminin tezgahından geçmiş hocalarıdır. Bu hekimler, halen o kurumun ahlaki değerlerinden aldığı saygınlığını muhafaza etmektedir. O kurumun adı Hıfzıssıhha’dır.

Hıfzıssıhha adı üstünde sağlığı korumak, ereğiyle saklamak (AS: muhafaza etmek) anlamında bir sözcük. Sağlık kavramının önce korunması gerekliliğini tüm dünya acı tecrübeler sonrası anlamış. Bakmışlar ki, bulaşıcı hastalıklar kalelere, saraylara, kulelere saklansanız da gelip sizleri bulabiliyor. Sosyal yaşamı yerle bir ediyor; en güçlü ekonomileri ve devletleri yıkıyor; ordularını dize getiriyor.

Bu gerçeği gören Osmanlı padişahlarından birisi de Abdulhamid’dir. Hıfzıssıhha’nın kökleri Abdulhamid’in sağlık algısına kadar uzanmaktadır. Padişah, Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane içinde bizzat Pastör’den eğitim almış paşaların desteğiyle bir laboratuvar kurmuştur. İşe Pastör’den öğrenilen Kuduz aşısı üretimi ile başlamış ve çiçek aşısına kadar bir ilerleme kaydedilmiştir.

Ancak Abdulhamid’in sağlık algısında bir sorun olduğu mutlaktır. Zira kurduğu Tıp Fakültesi de, laboratuvar da, aşı üretim programı da, eğittiği hekimlerin sayısı ve niteliği de ülke gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. Sağlık açığının neredeyse yüz kişinin seksenine münhasır bir ülkede, kurgulanan sağlık kompleksinin boyutu devede kulak kalmaktadır. Bir avuç çoğunluğu gayrimüslim elitin Türk Milleti’nin sağlık açığını karşılaması imkansızdır. Yetişen hekimlerin değerleri milletin değerleriyle uyumsuzdur. Eğitimin dili Fransızca olup, Türk kökenli bir avuç öğrenci derslerden faydalanamamaktadır.

Aslında temel sorun Abdülhamid’in kafasındaki sağlık kavramının sosyal devlet algısıyla bir bağı olmamasıdır. Halk da, bir avuç Türk Tıp talebesi de bu gerçeğin farkındadır. Meşrutiyet ateşi bu farkındalıkla yakılmıştır. Tıbbiyeden fışkıran Türkçe eğitim talebinin, vatanseverlik duygularının ve millet bilincinin altında yatan şey Abdulhamid’in algılamadığı sosyal devlet olgusundan kaynaklanmaktadır. Halkı perişan bir milletin aydınlanmış talebeleri ülkenin ihtiyacının ne olup ne olmadığının farkındadır. Milletin gerçek ihtiyacına hitap eden bir sağlık ve sosyalizasyon yapısını kurmak aciliyet arz etmektedir. Cumhuriyet ateşi bilinen ihtiyaçların karşılanmayan talepleri nedeniyle yakılmıştır.

Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü Farmakodinami Şubesi

Hıfzıssıhha işte bu şartlar altında kuruldu. Eldeki personel 554 hekim, 560 sağlık memuru, 136 ebe ve 4 eczacı idi. Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı sağlık mirası bundan ibaretti. Ancak o mirasın içerisinde Cumhuriyet ve sosyal devlet bilinci olan aydınlar, olmayanı olduracak vatanseverler vardı. Onların başında ise Refik Saydam gibi bir değer vardı.

Refik Saydam 4 Mart 1925’de 5. defa Sıhhıye ve Muavenet-i İctimaiyye vekili olduğunda sağlık hizmetlerinde köklü ve planlı bir şekilde değişimi başlattı. Kendi el yazısı ile Bakanlık çalışma programının ana hatlarını şöyle tespit etti:

1. Devletin sağlık teşkilatını kurmak,
2. Fazla sayıda hekim yetiştirmek,
3. Numune hastaneleri açmak,
4. Ebe ve Sağlık Memuru yetiştirmek,
5. Verem sanatoryumu açmak,
6. Sıtma, frengi, trahom ve diğer sosyal hastalıklarla mücadele etmek,
7. Sağlık ve Sosyal Yardım Teşkilâtını köylere kadar götürmek,
9. Sağlık ve sosyal kanunları çıkarmak,
9.Merkez Hıfzıssıhha Müessesesini ve Hıfzıssıhha Okulunu kurmak.

Yenişehir ile Dikimevi arası boştu ve yüksek okullar için planlanmıştı. Müessese de bu araya kurulacaktı. 30 Nisan 1927’de inşaat başladı. Bugünkü kapatılan başkanlık (Aşı ve Serum Enstitüsü), Okul, Lojman, Fenni Ahırlar ve Numune Hastanesi’nin mimari planlarını hazırlamak ve kontrol hizmetlerini yerine getirmek üzere Viyana’dan Mimar Robert Örley bir kararname ile davet edildi. İnşaatı, Viyana-Avusturya firması olan Redlich ve Berger kardeşler yaptı. Aynı firma, Sağlık Bakanlığı ve Numune Hastanesi inşaatlarını da tamamladı. 27 Mayıs 1928 günü, resmî gazetede yayınlanan 1267 sayılı kanunla merkez Hıfzıssıhha Müessesesi kuruldu. Programın tamamı uygulamaya sokuldu. Ancak açığın büyüklüğü nedeniyle programın dışına çıkma ihtiyacı hasıl olmuştu.

Gelişim dur durak bilmiyordu. Tek başına İstanbul Tıp Fakültesi sivil toplumun ihtiyacından uzaktı. Hıfzıssıhha mektebi de yetersizdi. Ankara’nın kucağında Sıhhıye Sağlık kompleksinde bir üniversiteye ihtiyaç vardı. Ankara Tıp kuruldu. Hıfzıssıhha üretime ve eğitime devam etmekteydi. Çeşitli hayvanlar immunize edilerek difteri; menenjit, kızıl, tularemi, tetanoz, gazlı gangren, kuduz, akrep, serumlarıyla birlikte, tifo paratifo A ve B, dizanteri aglutinan serumları ve kan gruplarında özgül faktör serumları elde edilmekteydi. Ülke ihtiyacını karşılayacak boyutta Difteri, tetanoz, tifo, kolera, veba, menengokok, tifüs aşılarını hazırlamaktaydı. Çiçek bölümünde çiçek aşısı üretilmekte; Kuduz Bölümünde, Semple ve F. Hokyes metotlarıyla kuduz, ayrıca BCG aşısını da yapmaktaydı. Antijen ve besi yerleri bölümünde, bütün besi yerleri, difteri, tetanoz anatoksinleri ile kızıl toksini, ayrıca tüberkülin hazırlanmakta ve Müessesenin genel sterilizasyon işlemi yapılmaktaydı. Velhasılı 17 farklı tip aşı üretilip, 35 farklı formülde ülke istifadesine sunulmaktaydı. Üretilen kolera aşılarından bir bölümü, 1937 yılında Çin kolera salgınına daha sonra 1948 Kahire kolera salgınına Kızılay’ımız aracılığıyla gönderilmişti. 1953 yılında, BCG ve İNFLUENZA aşıları üretim laboratuvarları, DSÖ tarafından kabul edilip; örnek iki tesis olarak gösterilmişti.

Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü Kimya Şubesi’nin Laboratuvarı (1936) Hıfzıssıhha Albümü, s.72

Faaliyetlerinin çok az bir kısmını özetlediğimiz, Hıfzıssıhha Cumhuriyet tarihimizin sağlık bilincinin temelidir. 1980 darbesi sonrası yıpratılma süreci başlatılan ilk kurumdur. Sosyal devletin yıkımının Hıfzıssıhha’dan başlatılması tesadüf değildir. 2004 yılından itibaren işlevsel olarak atıl duruma getirilmiş; 2011 yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. İşte yıkılan Hıfzıssıhha bu Hıfzıssıhha’dır. Hıfzıssıhha’nın yıkılmasıyla Türk Milleti’nin sağlığını koruma hakkı elinden alınmıştır. Sonrası bir çorap söküğü gibi ardından gelmiş; Türk Milleti’nin sağlığı müstevlilerin emellerine terk edilmiştir.

Bu ağır yıkım sürecine biz orta yaş ve üstü hekimlerin tamamı tanıklık etmiştir. Tarihsel tanıklıkta aslolan beyandır. Hıfzıssıhha’nın yıkılışına tanıklığı beyan etmek biz vatansever orta yaş ve üstü hekimlerin vatan görevidir, namusudur. 1980 ihtilaliyle sağlıkta başlatılan yıkımı AKP hükümeti son darbeyi vurmuştur.

Fakat hükümetin hesap edemediği bir gerçek vardır. Bu gerçek insan sağlığını korumanın bir insan hakkı olması, insanın doğuştan bu haklarla doğuyor olmasıdır. Bu hakkı tarihimiz boyunca hiçbir siyasi güç, hiçbir kuvvet halkın elinden alamamıştır. Halkımız Corona virüs salgını ile hükümetin sağlıkta durduğu yeri çok net görmüştür. Halkın bir insan hakkı olan sağlık ihtiyacını hükümetten talep edeceği mutlaktır. Bu hak arayışında tarihe tanıklık eden biz orta yaş ve üstü hekimler halkının yanında olacaktır. Tıp talebesi gençler ise yeni bir tarihe tanıklık edecektir. Tarihin çarklarının yeniden ve yeniden sadece milletin ihtiyacı için döneceği mutlaktır.

Sağlık Antropolojisi (Tıbbi – Medikal Antropoloji)

Sevgili AÜTF genç çalışma arkadaşlarımız,
(Halk Sağlığı AbD Asistanlarımız),
Sevgili AÜTF öğrencilerimiz
Site okuru Dostlarımız,

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı‘nda asistanlarımıza
(Halk Sağlığı dalında Tıpta uzmanlık eğitimi alan genç meslektaşlarımıza)
verdiğimiz eğitimler kapsamında bizim sunduğumuz bir konu da,

  • SAĞLIK ANTROPOLOJİSİ – TIBBİ / MEDİKAL ANTROPOLOJİ

Tıbbi_Antropoloji_kapak_yansisi

Konu güncel ve çok da ayrımında olmadığımız boyutlar taşımakta.

Gelişmiş ülkelerde Halk Sağlığı bilimleri bizdeki gibi Tıp Fakültesi’nde bir Anabilim Dalı olarak değil, AYRI BİR FAKÜLTE olarak örgütleniyor, başında Dekan var! Ve;

– Tıbbbi Epidemiyoloji
– Biyoistatistik
– Tıbbi Demografi
– Çevre Sağlığı
– Bulaşıcı Hastalıklar
– Toplum Hekimliği
– Sağlık Sosyolojisi (Tıbbi – Medikal Sosyoloji)
– Sağlık Antropolojisi (Tıbbi – Medikal Antropoloji)
– Sağlık Ekonomisi
– Uluslararası sağlık
– Toplum Beslenmesi
– İş ve Meslek Hastalıkları
– Hijyen, Sanitasyon, Ekotoksikoloji
– Toplumsal Genetik
– Sağlık Politikaları ve Yönetimi
…..

gibi bilim dalları yer alıyor.
ABD’de bu yapıda 25 tane Halk Sağlığı Fakültesi var..

Temel amaç toplum – halk sağlığını geliştirmek, koruyucu sağlık hizmetlerini örgütleyip sunmak.. Bu yolla ekonomi sağlamak ve sağaltımı etkin kılmak.

Biz bu bağlamda, Texas School of Public Health‘te çalışma olanağı bulmuştuk (1986).

Gerek burada, gerekse üniversitenin yerel dallarında Galvestone, San Antonio ve Dallas’ta, Houston‘dakine ek olarak Tıp Fakültesi birimlerinden biri olarak
Department of Medical Humanities” çok dikkatimizi çekmişti.

Bu birimlerde Tıpta Sosyal Bilimler çok disiplinli (multidisipliner) bir anlayışla
takım (ekip) çalışması olarak sürdürülüyordu.

Değindiğimiz seminer için epey emek verdik. 100 yansıdan oluşan kapsamlı bir sunu oluştu. Bu yansıları bir kez daha güncelleyerek aşağıda sunuyoruz. Yüz yansıdan oluşuyor (4,138 KB). pdf dosyasını çağırmak için lütfen erişkeyi (linki) tıklayınız..

Tıbbi_Antropoloji

Konu bütünlüğü bakımından, aşağıdaki sunularla birlikte değerlendirilmesini öneririz:

Saglik_Sosyolojisi

Saglik_Sosyolojisi’ne_Giris

Saglik_ve_Kultur_Etkilesimi

Sağlık ve Kültür Etkileşimi, Ekim 2003

Toplumsal_Etmenler_v_ Sagiık_Etkilesimi

Toplumsal_Etmenler_v_ Sagiık_Etkilesimi

Yararlı olması ve Türkiye’mizde de bu bilim alanlarının gelişmesi dileğiyle..

Sevgi ve saygı ile.
15.4.2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com