Etiket arşivi: Düyun-u Umumiye

TÜRKİYE GERÇEKTEN 2017’de %7,4 BÜYÜDÜ MÜ ?

TÜRKİYE GERÇEKTEN 2017’de
%7.4 BÜYÜDÜ MÜ ?

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Değerli arkadaşlar,

Bildiğiniz gibi, “Büyümek” (belli bir nesne için) Boyut veya Ölçek bakımından artmak, çoğalmak demektir; örneğin Akdeniz Karadeniz’den büyüktür, Dünya Marstan büyüktür, Pi sayısı (3,14…) e- sayısından (2,718…) büyüktür… vs. Türkiye’nin ekonomik bakımdan 2017 de %7,4 büyüdüğü yayımlandı. Bakalım öyle mi ?!

TUIK’in rakamlarına göre, GSYİH 2016’da 2,61 trilyon TL, 2017’de 3,11 trilyon TL görünüyor; “TL bazında %19’luk bir büyüme var.” 

 diyebilirsiniz, ama acele etmeyin; bir yıl içinde ortalama Dolar Kuru 3,0 TL’den 3,60 TL’ye fırladı; yani Dolar olarak ulusal gelirimiz 2016’da 870 milyar $ iken 2017’deki ulusal gelir 864 milyar $ (dolardaki %1,6 enflasyonu da hesaba katarsak) 850 milyar $ oldu.

Bu arada nüfusumuzun da 79,8 milyondan, 80,8 milyona büyüdüğü göz önüne alınırsa, kişi başına gelir 2016’da 10900 $, 2017’de ise 10520 bin $ olmuştur. Yani kişi başına ortalama gelirimiz (nüfus ve enflasyondan arındırılmış ) 1 yılda NET %3,5 gerilemiştir….

Herhalde şöyle bir orta yol bulunacak,

“……%7,4 büyümeye karşın, %3,5 küçüldük………” 😣

Sevgilerimle. æ
_______________
Not :  2008-18 arası 10 yıllık sürede TL’nin yıllık ortalama değer yitiği %12 oldu. (Enflasyon da yaklaşık aynı oranda gitti demektir..) 2008’deki 1 TL’nin satın alım gücü 2018’deki 3,6 TL’nin satım alım gücüne eşittir…. 2008’deki aylığımızı 3,6 ile çarparak 2018 aylığımızı kıyaslayın bakalım. æ

Otomatik alternatif metin yok.

====================================
Teşekkürler Ali hocam,

EKONOMİDEKİ ÇÖKÜNTÜ SERMAYEYE
DEV RANTLARLA SAKLANIYOR!

Büyüklere masallar sürüyor..
Reis, ekonomideki fiyaskoyu ve ağır çöküntüyü gene mağdur – mazlum edebiyatı ile geçiştirmeye çabalıyor. Dün bize mali – finansal saldırı yapıldığını, dövizin bunca yükselmesi için makul neden olmadığını ve bu keferelerin başarılı (!) olamayacağını haykırdı.. Bindirilmiş kıtalar çılgınca gösterilerini eksik etmediler görevleri gereği..

Reisin kara kara gözlükleri vardı, gözlerinin  ne söylediğini anlayamadık.
Ancak beden dili sözlerinin tersini söylemekteydi : Ürküntü ve korku, hatta panik..
Bütün gerçek rakamlar ağır bir çöküntüye kanıt. Ancak örtülmesi ve ötelenmesi gerekiyor??
Nereye dek?
Küresel ve işbirlikçisi yerli sermayeye 2 “balık” (affola, “kemik” diyemedik!) atıldı.
İlki şeker fabrikaları.. 14 fabrika ortalama ve iyimser 100’er milyon dolara gitse, en az yarısı (birkaç katı gerçekte!) rant ikramı olup; birkaç milyar Dolar demektir ki; Reis içerideki oy yitiğini bile göze alarak, çaresizce, bu “ikramı” sunmuştur.
İkincisi, alelacele “KANAL İSTANBUL” rantıdır ki birkaç on milyar Dolar çapındadır..
Bizi açıkça çok zorlamayın, uzlaşıp gidelim..
demektir bu manevraların / kapitülasyonların Türkçesi..
Hem de Reis, artık bu dev projenin geciktirilmeyeceğini / geciktirilEmeyeceğini de vurgulayarak ilgili çevrelere iletisini açık açık vermektedir..
****
Bir başka dil kullanılıyor eyyyyy yurdum insanı bir başka dil.
Bu sana yabancı, senin anlamadığın / anlamayacağın varsayılarak / anlamaman için kodlu bir dil!
Ama bil ki hepsi senin sırtından.. Faturayı sen ödüyorsun, çoluğun – çocuğun da ödeyecek bu son post-modern Kamu Özel İşbirliği denen yaman ve kahbe yöntemle..
Köprüleri, Boğaz geçişlerini gördün, şehir hastaneleri başladı..
Akkuyu ve Sinop nükleer güç santralleri fahiş fiyatla elektrik satacak sana, sitemizde yazdık!
(http://ahmetsaltik.net/2018/04/07/akkuyu-kapitulasyonu/)
3. Havaalanı tümüyle gereksiz ve doymayan rant iştahı ürünü! 20 milyar €’dan daha pahalı!
Bunlar 25-30 yıl kâr garantili. Bütçeden rant aktarılıyor, hem de çooook pahalı ve Dolara indeksli.
Kanal İstanbul da böyle. İlgili Bakan 60-65 milyar TL dedi geçen ay. Ama daha çoook yükselecek. Bir de bütçeden tek kuruş çıkmıyor diyorlar.. Tümüyle yalan!
Üstüne üstlük bir de din sosu ekleniyor.. İkide bir “hamdolsun..”
Baksanıza Maraş’tan Umre diye garibanları Urfa’ya götürüp bıraktılar bu gün “hamdolsun..”!
Hep birlikte en az %95 Müslümanız değil mi?
Peki bu ahlak – vicdan – namus – kitap – hukuk – Kur’an dışı işleri hep o Müslüman olmayan %5 mi yapıyor acaba?Kusura bakma ama sen de çoooooooooook büyük oranda tezgaha ortaksın. O yüzden ses çıkarmıyor bir de milyonlarca oy boca ediyorsun bu siyasal kadrolara. Sen de suçlusun!

Ama unutma; Türkiye’yi bitiriyorsunuz. Yarın elde birşey kalmayacak Osmanlı’ya Düyun-u Umumiye dayatılıp iflas ettirilerek el konduğu gibi.. Sonra da Sevr ve vatanı işgal edip bitirme!

Gittiğin yol budur! Gör artık ve dur artık! Yarın çoooooook geç olacak buna inan, insaf et..

Sevgi ve saygı ile. 13 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Necati DOĞRU : Tekirdağ suspus!

Tekirdağ suspus!

Necati DOĞRU
SÖZCÜ, 17 Ağustos 2017

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Kamyon sahipleri, nakliyeciler, liman emekçileri, esnaflar, muhtarlar, sanayiciler, tüccarlar, belediye başkanı, vali, kaymakamlar, belediye meclis üyeleri, işçi sendikaları, memur örgütleri, sivil toplum kurumları, sanayi ve ticaret odası başkanları, organize sanayi bölgesinde imalatçılar, şehirde yaşayan avukatlar, mühendisler, mimarlar, öğretmenler, imamlar, cami cemaati, akşamcılar, çevrede bağ sahibi üzüm üreticileri, Tekirdağ’ın önde gelenleri hepsi suspus, sessiz.
Önce parçalandı.
Parça parça içi boşaltıldı.
Sonunda Tekirdağ Valisi’ne “Tekirdağ İçki Fabrikamız 14 Ağustos 2017 tarihinde tüm faaliyetleri sonlandırılmak suretiyle kapatılacaktır” yazısı geldi.
Bu fabrika efsaneydi.
Yapıncak, Semillon, Gamay, Cinsault üzüm çeşitleri bu  bölgede yetiştiği için fabrika 1943 yılında “Tekirdağ Rakı Fabrikası” TEKEL idaresince devlet eliyle kurulmuştu.
TEKİRDAĞ  kapandı.
TEKİRDAĞ, suspus!
* * *
Diego şirketinin adı Türkiye’nin gazete arşivlerine “İthalat vurguncusu- Vergi kaçakçısı” iddialarıyla girmişti. Bu iddiaları belgeleriyle dile getiren gazete haberlerinde yabancı içki şirketlerinin, Türkiye’de gümrüğü ayarlayarak (kuşkusuz rüşvetle) ülkeye ithal yoluyla soktukları viski, şarap, cin, votka gibi içkilerin fatura değerini düşük gösterip vergi kaçırdıkları anlatılıyordu. Gümrükleri denetleyen dürüst, temiz süt emmiş müfettişler, belgelemişler ve Diego şirketinin “300 milyon doları geçen” miktarda vergi kaçakçılığı yaptığını ortaya koymuşlardı. O dönemde İngiliz Başbakanı Tony Blair, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazıp, “Diego’nun gümrük vergi cezasının affı için yardımınızı bekliyorum” demişti. Blair, bir geceliğine sessizce Ankara’ya gelip dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile de görüşmüştü. Sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “6111 sayılı torba kanunun içine gümrük vergisi cezalarının yeniden yapılandırılması” diye bir madde gece vakti girmişti. Dönemin CHP Milletvekillerinden Selçuk Ayhan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘a “6111 sayılı torba kanunu ile Diego’nun MEY’i (TEKEL’in 17 fabrikasını ilk alan yerli dörtlünün kurduğu şirket) almasında ödemediği vergi, resim ve harçların pazarlığı mı yapıldı” diye bir soru önergesi vermişti.
İşte Diego!
* * *
TEKİRDAĞ Rakı Fabrikası, diğer 16 fabrika ile birlikte “tam bir yeni emperyalist soygun örneği” olarak TEKEL’in yani devletin mülkiyetinden alınıp İngiliz içki şirketi Diego’nun eline geçirilmişti. 17 fabrika, 100 milyon dolarlık hazır stokları, 30 milyon dolar değerinde satışa hazır şişelenmiş- etiketlenmiş içki kolileri, kıdem tazminatı yükü sıfırlanmış işçileriyle sadece 292 milyon dolara Limak-Özaltın-Çarmıklı-TÜTSAB adlı “DÖRTLÜ” ye satıldı. Bu 4 yeni yerli şirketin içinde TÜTSAB, sonradan bir dönem CHP milletvekili seçilen Mehmet Ali Susam adlı biri tarafından kurulmuştu. Tam o sırada emekliliğini isteyip TEKEL Pazarlama ve Dağıtım Genel Müdürlüğü görevinden ayrılan Gürkan Suner de işte bu TÜTSAB’a genel müdür olmuştu. TÜTSAB ile diğer 3 müteahhitlik şirketi MEY adlı yeni bir şirket kurdular ve MEY’in genel müdürlüğüne de yine TEKEL Alkollü İçkiler Müessese Müdürü iken aniden emekli olan Esen Atay’ı transfer ettiler. DÖRTLÜ, 292 milyon dolara aldıkları TEKEL’in 17 fabrikasını, bir çivi bile eklemeden, 820 milyon dolara Amerikan şirketi Texas Pacific’e sattılar. O da 17 fabrikayı 2,5 milyar dolara Diego’ya aktardı.
Diego da 7 yıl çalıştırdı
Şimdi kârlı değil dedi.
TEKİRDAĞ Rakı’yı kapattı ve şehrin merkezinde kalmış 102.5 dönümlük değerli arazisi üzerinde rezidans ile lüks konutlar yapılması planına geçildi. Tekirdağ Rakı’nın devletin elinden özelleştirme adıyla alınması, yabancıya aktarılması, kapanması, arazisine rezidans dikme planı yeni emperyalistler ile yeni yerli işbirlikçilerinin parlak bir başarı hikayesi (!) oldu.
TEKİRDAĞ suspus!
=================================
Dostlar,

Türkiye İçin İçin Kaynıyor – Yanıyor!

Sayın Doğru’nun KOMİSYONCUbaşlıklı yazısı da çooook başarılı.. (SÖZCÜ, 16 Ağustos 2017, biz e 20.08.2017 günü sitemizde yayınladık;
http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/necati-dogru/komisyoncu-1975097/)

  • Türkiye, Osmanlı’nın son dönemlerinde bile bunca vahşi ve gözü doymaz bir ”iştah” (!) ile talan edilmemişti.

Osmanlı Padişahı 1. Abdülmecit, altı milyon altın borç alarak Boğazı doldurarak Dolmabahçe sarayını yaptırmıştı (1853-56 arası). 1856’da da Osmanlı Devleti Batı dayatması ‘‘Islahat Fermanı’‘nı kabul etmek zorunda bırakılmıştı. Borçla saraylar yaptıran bir devletten ne beklenebilir ki? 1839’da Batı’nın ‘‘Tanzimat Fermanı’‘ ile ”Tanzim” ettiği (düzenlediği) Osmanlı devleti, 17 yıl sonra bu kez ”Islahat Fermanı” ile ‘ıslah’ ediliyordu (terbiye, düzeltme). Ders aldı mı Osmanlı?? Ne gezer! Borçlanmaya devam.. 1876 1. Meşrutiyeti 2. Abdülhamit’in 2 yıl sonra Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek askıya almasından (1878) 3 yıl sonra ise Osmanlı İFLASINI İLAN EDECEK 1881’de ”Hasta Adam”ın tüm maliyesine İngiltere – Fransa – İtalya el koyacak ve ‘Düyun-u Umumiye’ rejimi başlayacaktı. Meclis-i Mebusan tatilde idi ve Osmanlı Devleti ne denli borçlu olduğunu bilmiyordu, kayıt tutulmamıştı! Bu hesabı İngiliz-Fransız-İtalyan maliye komiserleri çıkardılar. O komiserler ki, tüm vergileri topluyor, önce borç taksitlerini alıyor, Osmanlı’ya ölmeyecek denli bırakılıyordu. Bütçeyi onlar yapıyordu.. kitleler hızla yoksullaştırılıyordu ama Emperyalizm, işbirlikçisi Padişahları Sarayda tutuyordu.. 

Günümüzde bir ”Faiz Dışı Fazla” masalı var.. Halk hatta çoğu okumuş bile anlamasın diye.. Bütçeden önce devlet borçlarının faizi ayrılıyor..  2017 bütçe gideri 645, gelirler 587, Faiz 57.5, Sağlık Bakanlığı 32, Diyanet 6.9, Savunma ve güvenlik 70 milyar TL.. Bütçenin yaklaşık 1/10’u faize gidiyor. Bu düşüldükten sonra da kalan bütçeden kısıp borç ana parası ödemek gerek; bunun da adı ‘Faiz Dışı Fazla” oluyor. Ulusal gelirin %5’inin altına inmemesini istiyor IMF! Bu da Bütçenin %20’si, 1/5’i demek.. Bir de israfları… buraya yazamadığımız kalemleri (suç olur!) eklersek, geriye kamu hizmetlerine para kalmıyor. İstenen de bu.. Devlet her şeyi özelleştirsin = leş fiyatına yerli – yabancı sermayeye komisyonlarla peş keş çeksin; ağır ve adaletsiz vergileri halkın sırtında sopalı tahsildar gibi toplasın ama kamu hizmeti de vermesin! Bu hizmetler yandaş şirketlere – vakıflara bırakılsın ve halk tüm kamu hizmetlerini ayrıca bedel ödeyerek satın alsın!

Oysa Mustafa Kemal Paşa, ülkenin Mondros Silah Bırakışması (Mütarekesi) ile idam sehpasına çıkarılmasından sonra (30 Ekim 1918), ardından SEVR ile idamından sonra (10 Ağustos 1920) tüm Kurtuluş Savaşını 23 Nisan 1920’de açtığı Büyük Millet Meclisi ile yürütmüştü.. 2. Abdülhamit despotizminin – istibdadının tam tersine! Bu Halk Meclisi Osmanlı’yı bitiren Sevr Anlaşmasını geçersiz saymış, imzalayanları (son Padişah Vahdettin!) da vatan haini ilan etmişti!
******
Niyetimiz Osmanlı tarihi yazmak elbette değil.. Ama son yılların Türkiye’sinin giderek Hasta Adam Osmanlı Devleti’nin son çökme – çökertilme / parçalanma yıllarına ne yazık ki ne çok benzediğini sergilemek için yazdık..

Bir ülkenin 15 yılda toplam (iç + dış) borçlarının en az 3 katına çıkması durumunda (AKP iktidar olduğunda Kasım 2002’de Türkiye’nin toplam borcu 221 milyar $ idi; günümüzde 3 katından daha çok!) o ülke ve yönetimi için ne düşünülebilir, geçelim orta – uzun erimi, yakın gelecek için ne öngörülebilir??

İşte Türkiye, tüm zamanların en kötü yönetimiyle, başta özelleştirme talanıyla…..

Osmanlı’nın sonuna doğru sürükleniyor..

Yalnız Tekirdağ değil, Türkiye suspus!

OHAL altında inletiliyor ülke; ağzını açan kodeste! Hapishanelerde 200 binin çok üstünde insan var.. 1/4’ü, 50 binden çoğu son 1 yılda FETÖ gerekçesiyle içeri tıkıldı.. (38 bin hükümlü İnfaz Yasası değişikliğiyle örtük – kesimsel af ile çıkartılarak yer açıldı önce..) Osmanlı’nın son dönem hatalarını yineleyerek farklı bir sonuç elde edebilir misiniz; yoksa benzer sonuçlara mı erişirsiniz??

Türkiye ve AKP = R TE, köktenci bir rota değişikliği çoook geç kalmakta. Oysa Devletin sağkalımı için beka refleksi ile ülke için için kaynamakta – yanmakta. Bunu da mı görmüyorsunuz eyy gafiller – sapkınlar ve hainler!?

Ne Tekirdağ ne Türkiye sus pus gerçekte.. İçin için kaynıyor ülke..
Biz kendi adımıza Tekirdağ’dan bir sada yükseltiyor hatta çığlık atıyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 21 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

DOLAR 3 TL’ye KOŞUYOR.. Ya AKP – RTE ve SÜRÜKLEDİKLERİ TÜRKİYE ??


DOLAR 3 TL’ye KOŞUYOR..
Ya AKP – RTE ve SÜRÜKLEDİKLERİ TÜRKİYE ??


Dr. Ahmet SALTIK

www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com
Yılların birikimli – öngörülü saygın iktisat yazarı Prof. Güngör Uras, “3 TL’lik dolar fiyatı normal mi?” başlıklı bir yazı kaleme aldı (Milliyet, 17.8.2015)

12. CB hazretleri Bay RTE de çok sayıdaki başdanışmanlarından biri üzerinden buyurmuşlar ki; Dolar’ın 3 TL olması dünyanın sonu değil hatta Türkiye için “rekabetçi” bile olabilir!..

Güngör hoca, bu Kaçak Saray sakininin yorumundaki önemli eksiklere işaret etmekte.
Doların 3 TLye tırmanması kıyamet işareti olmayıp “rekabetçi” avantaj ağlayacakmış!?

Peh peh peh…

Yaşamın gerçeğinden uzak, finans-kapitalin şatolarında afsunlayıcı teknik analizler!

İşte Türkiye’deki yangına bakış böyle Bay RTE’nin.. Fiyaskoya teknik kılıf uydurma çabası.

AKP Kasım 2002’de iktidar olduğunda 1 Dolar = 1,58 TL idi.
Demek ki 13 yıllık tek başına iktidar, Dolar fiyatını katlamak anlamına gelecek.
Her 13 yılda bir Dolar katlanarak gitmeli Türkiye’de..
Hatta 13 yıl çook uzun.. Son yılda olduğu gibi, Temuuz 2014 – Temmuz 2015 arasında 2.13 TL’den 2.79 TL’ye (18 Ağustos’ta, 01:37’de 2,9172 TL) fırlayarak 1 yılda 66 kuruş, 0.66 / 2,13 = %31 oranında değer kazanmalı Devr-i AKPde!

Bankalar % 10’un altında TL faizi verirken, FED Dolar’a yıllık % 0.5 (yarım!) puan faiz öderken, Dolar sahipleri Türkiye’de “yatırım” (!?) yaparak 1 yılda % 31 gibi muazzam – hayal ötesi bir gelir sağlasınlar… Bunun adı serbest piyasa ve AKP’nin ekonomide istikrar sağlaması olsun!?..

Bu dehşetli küresel soygun, 80 milyonluk halk üzerinde ancak bunca ustalıkla = kalleşlikle sürdürülebilir!

Böylesine muazzam rant aktarımı sağlayan
bir siyasal kadro, iktidarda tutulmaz da ne yapılır??

Neden kişi başına yıllık gelir 10 bin Doları aşamıyor son birkaç yıldır?
Dolar 3 TL olunca asgari ücret net 1000 Tl/ 3 = 333 $ olacak, bunun anlamı ne?

1 Dolar = 3+ TL yüksek Dolar – ucuz TL kuru nasıl “rekabetçi” olacakmış?
Dışsatımımız (ihracatımız) %70-80 aralığında dışalıma (ithalata) bağlı.
Dışalım girdileriniz pahalılaşınca dışsatım ürünlerinize bu maliyet artışını yansıtacaksınız.
Nitekim dışalım düşüyor, sevinebilirsiniz dış ticaret açığı ve cari açık azalabilir diye;
ancak dışsatm artmayıp o da azalıyor ve de cari açığınız gerilemiyor, yerinde sayıyor!

Bu ne acayip bulmacadır?  İşte Cari açık ülkeyi böyle tutsak alır!..
Borçlandırılarak iflas eden – ettirilen Osmanlı’ya (1877) dayatılan Düyun-u Umumiye (1881, Muharrem Kararnamesi) ile devlet maliyesine doğrudan el konmasından
“daha az beter” değildir! Düyun-u Umumiye’nin salt sözcük anlamı Genel Borçlar İdaresidir.
*****

Prof. Erinç Yeldan‘ın bu sitede yer verdiğimiz bir makalesi şöyle bağlanıyordu :
(Dünyadan Türkiye ekonomisinin görünümü)

– Uluslararası iş bölümünün ucuz ithalat ve ucuz işgücü deposu Türkiye,
bu yapısal bağımlılık ve asimetrik ilişkiler yumağına; “Yurtta savaş, cihanda savaş” konjonktüründe giriyor…. (http://ahmetsaltik.net/2015/08/07/erinc-yeldan-dunyadan-turkiye-ekonomisinin-gorunumu/)

Deneyimli iktisatçı, eski Hazine Müsteşarı Dr. Mahfi Eğilmez ise,
Türkiye Örneği: Enflasyonun Kökeninin Araştırılması” başlıklı irdelemesinde

– “Türkiye’de 2014 yılında yaşanan enflasyonun talep değil maliyet kökenli olduğunu, maliyet enflasyonunun da faiz değil kur kökenli olduğunu..” vurgulamakta..
(http://ahmetsaltik.net/2015/08/07/ekonomide-analitik-dusunme-dersleri-turkiye-ornegi-enflasyonun-kokeninin-arastirilmasi/)

Demek ki Prof. Güngör Uras’a ek 2 yetkin iktisat uzmanı kalem daha, 12. CB. ve kaçak saray sakini Bay RTE‘nin Dolar kurundaki fırtına yükseliş tezine katılmıyor ve yıkımı (felaketi) açıklıyor..

“SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM” adı altında Haziran 2003’ten bu yana 12+ yıldır sürdürülen kökü dışarıda Dünya Bankası Projesi olan ve ABD – AB – IMF baskısı ile sürdürülen politikalar için Prof. Yeldan, daha 2. yılında şu çarpıcı saptamayı yapmıştı :

Bay RTE’nin hazin durumu, karanlıkta ya da mezarlıkta korkusunu bastırmak isterken
ıslık çalan adamın çağrıştırıyor..

Dış çevrelerin desteğini sürdürmeleri adına verilen muazzam küresel politik rüşvet,
artık sürdürülemez durumdadır. Çünkü bu kez “içeride” dengeleri tutturmak olanak dışı olmaktadır. Birkaç soru soralım daha kolay anlaşılması için :

– 333 Dolar asgari ücret hangi orta gelişmiş ülkede vardır?
– 28 AB ülkesinde en az (minimum) asgari ücret kaç dolardır?
(Bulgaristan’da 789 € x 1,1 $, Eurostats, Ocak 2015)
– 2015 sonunda GSMH % kaç büyüyebilecektir?
– 2023’te ilk 10 ekonomi içine girme planları (masalları!) ne oldu??

Akıl dışı biçimde kışkırttığınız nüfus artışı %1,5 ve GSMH artışı %3 olursa (?),
aradaki 1,5 puan farkla mı Türkiye’nin başı göğe erecek, ek istihdam yaratılacak,
2023’te 10. büyük ekonomi olunacak??
– İşsizliği % kaçlarda tutabileceksiniz, tek rakama indirebilecek misiniz?
– Enflasyonu 2 basamaklı olmaktan engelleyebilecek misiniz?
(2016 için kabul edilen %5 + %4 memur aylığı artışı neyin habercisi??)
– Ülkenin iliği kemiği boşaltılıyor, bu ne denli sürdürülebilir veee;

– Sizin hiç insafınız, vicdanınız yok mudur ki, iktidardan düştüğünüzde bir enkaz durumunda bırakacaksınız ülkeyi ve ayağa kaldırmak onyıllar sürebilecek!

*****
Bütün bunlar “vatana – halka ihanet” değildir de nedir??
“vatana – halka ihanet” suçunun tanımı nedir?
Bu kaygıları gerekçeleriyle dillendirmek ve kamuoyunun gündemine taşımak
yurttaşlık hakkı ve ödevi kapsamında ve ifade özgürlüğü (AY m. 26) değil de suç mudur?
Bilim insanı sorgulamaz mı? “Suçtur, hakarettir..” denilecekse ve olup biten de vatana – halka ihanetin ta kendisi ise, gerçek, çok da gecikmeden nasıl, ne zaman ve kimlerce ortaya konacaktır? Yalnızca TBMM’nin 3/4 olanaksız çoğunluğunun (413/550 vekil!) kararıyla açılabilecek Yüce Divan yargılamasının kamuoyunda düşünsel – olgusal hazırlık ve olgunlaşması kimlerce, nerede ve nasıl yürütülecektir?

Zaman, yasaların mekanik baskıcılığını karşıtlar üzerinde iktidar gücüyle kırbaç gibi şaklatmak zamanı değil; bu olağanüstü yanlış, yıkıcı ve kökü dışarıda politikalar
artık son verme zamanıdır.

Ülke gümbür gümbür çöküntüye sürüklenmektedir, rezervler ve sabırlar tükenmiş,
çöküş hızlanmıştır. Hiç kuşku yok, çöküşün altında kalacaktır politik sorumlular ve
en ağır biçimde –yasal– hesap vereceklerdir.

Sonuç                               :

Bu sitede yıllardır yazıyor ve iyi niyetle AKP – RTE ikilisini uyarıyoruz..

– Duyuyor ve görüyor musunuz ki, artık duvara dayandık!
Moratoryum (uluslararası iflas!) eşiğindeyiz ve Batı…
– Bu dış güdümlü politikaların sürdürülebilirliği kalmadı;
Emperyalizmi bu tabloyu AKP eliyle kurgulamaktadır.
– Kıbrıs, Ege, Güneydoğu başta olmak üzere yaşamsal çıkarlarımızı,
bizi ekonomik olarak dize getirip söke söke çiğnemek, gasp etmek için..

Artık yeter!!…

(Not     : Bu dizelerin yazarı Prof. Dr. Ahmet Saltık (Tıp);
İktisada Giriş 1 ve 2 / Kamu Maliyesi / Makro İktisat / Türkiye Ekonomisi /
Kalkınma İktisadı..
 derslerini kredili olarak almış ve sınavlarını başarmıştır..)

Sevgi, saygı ve derin kaygı ile.
18 Ağustos 2015, Tekirdağ

Yazının pdf biçimi :  DOLAR_3_TL’ye_KOSUYOR_Ya_AKP-RTE_ve_SURUKLEDIKLERI_TURKIYE

Yunanistan’ın borç bunalımı ve Türkiye Dersleri…

Yunanistan’ın borç bunalımı ve
Türkiye Dersleri…

Yunanistan’dan “borç” açıklaması

Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis,
Yunanistan’ın 1,6 milyar avroluk IMF borcunu bu gün ödemeyeceğini açıkladı!

http://www.aydinlikgazete.com/dunya/yunanistan-dan-borc-aciklamasi-h73033.html, 29.6.2015

Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varufakis, Yunanistan’ın Uluslararası Para Fonu’na (IMF) olan ve süresi bu gün sona eren 1,6 milyar Avroluk borcunu ödemeyeceğini bildirdi.

Varufakis, Maliye Bakanlığı’na gelişinde, gazetecilerin, Yunanistan’ın IMF’ye borcunu
ödeyip ödemeyeceğine ilişkin sorularına “Hayır” yantı verdi.

Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras da, Yunan devlet televizyonu ERT’ye yaptığı açıklamada, kreditörlerle anlaşma sağlanmazsa IMF’ye ödeme yapılmayacağını belirterek,

Bize akşama dek bir anlaşma versinler, ödeyelim..” dedi.

Yunanistan’ın bu gün akşama dek IMF’ye 1,6 milyar avro ödemesi gerekiyor.
Aksi taktirde Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nden çıkma olasılığı var.

=========================================

Yunanistan’ın borç bunalımı ve Türkiye Dersleri…

Dostlar,

Batı uygarlığının şımarık çocuğu kapı komşumuz Helen’ler ciddi zorda…

2. büyük paylaşım savaşında da ağır gıda kıtlığına düşmüşler ve sınırlı ekmeğimizi
gemilerle Ege’nin karşı kıyılarına yollayarak paylaşmıştık Dumlupınar gemisiyle..

Ancak, deyimi yerinde ise kuyruğu da dik tutuyor Yunanlar.
Sosyalist genç başbakan Çipras, halk desteğiyle olabildiğince dik duruyor.
Soygunu önceki iktidarlar Yunan hazinesini boşaltarak ülkeyi borca batırdılar.

Ağır ödeme güçlüğüne düşen Yunanistan değil de bir başka “çevre ülkesi” olsaydı,
sanırız çoktan “infaz edilmişti” bile..

Geçtiğimiz yıllarda Rusya ve Arjantin de böylesine sıkış(tırıl)mış ve uluslararası tefeci
finans-kapitalin 3.-5. dereceden aleti – maşası IMF’ye, uluslarının onurunu korumak adına diklenmişlerdi. Arjantin,

“Yıllarca tefeci faiziyle borç verdiniz.. haram sermayenize kazanabileceğiniz en yüksek oranlı rantı sağladınız.. artık ödeyemiyorum.. Borç anaparasının şu kadarını siliyorum.. Kalanını da taksitliyorum.. hadi gidin..” diyerek IMF prenslerini masadan kovmuştu.

Bu prenslerden Davidson Budho, uluslararası ajanslara da geçerek Başkan R. Reagan’a yolladığı açık istifa mektubunda şunlar diyecekti :

– “Alçakça, ekonomik bir tımarhane yarattık..”

“Beş yıl önce Başkan Ronald Reagan bize, üçüncü dünyayı kapitalizm çarkının serbestçe döneceği yeni bir alan yapma konusunda sıkı bir talimat vermişti.
Biz o zaman ne büyük bir sevinçle, ne büyük bir görev duygusuyla işe atılmıştık.
1983 yılından sonra yaptığımız her şey; ya güney küreyi özelleştireceğiz ya da öleceğiz!” kararlılığına dayanıyordu. Bu amaca ulaşmak için, 1983-1988 arasında Latin Amerika ve Afrika’da alçakça, ekonomik bir tımarhane yarattık.”
{Davidson L Budhoo, Open Letter of Resignation from the staff of the IMF}

 Bu tavır, uluslararası finansman – maliye kulvarında örneği görülmemiş bir kendine özgü
(sui generis) moratoryum ya da konsolidasyon idi.

Ahlaksız küresel koalisyon beklenmeyen ve sert bir darbe almıştı.

Çok zora düşen / düşürülen Rusya’nın imdadına petrol gelirleri yetişmiş,
Putin, 10 milyar dolara varan IMF alacaklarını tek kalemde ödeyerek,
bir daha ülkelerine ayak basmamaları bağlamında IMF’yi kovmuştu.

****

Yunanistan için Alman Şansölye Bayan Merkel, “Kullanmadıkları 160 dolayında adaları var.. satsınlar..” diyerek, tarihsel bağlamda şımarıkları da olsa, Greklere bile dişlerini göstermeden edememişti.

Bir kez daha görüyoruz ki; borç alan emir alır, alacaklılar (kreditörler)
adama ülkesinin vatan topraklarını bile sattırırlar!..

Yunanistan AB parasal istemine bağlı olduğundan (ECB – European Central Bank) kendiliğinden ve de karşılıksız olarak para da basamamaktadır. Ulusal para Drahmi dolaşımda olsaydı, bir miktar karşılıksız emisyon ile € borçlanır, “bir oranda” enflasyon ile dış borçların maliyetini halkına yansıtarak ve zamana yayarak borç yönetimini sürdürebilir, moda deyimle borçlarını çevirebilirdi.. Ancak bu olanaktan yoksundur
ve böylesi bir uluslararası finansman manevrası olanağı olduğu için AB parasal sisteminden çıkması gündeme taşınmaktadır.

1944’te Dünya Bankası (DB) ile birlikte kurulan ve 2. Büyük Paylaşım Savaşı sonrası dünyasının moneter (parasal) kurgulanmasını üstlenecek olan “İkiz Kızkardeşler” den (The Tween Sisters) IMF de hem sistem (küresel finans – kapital : gerçek üretim yapmadan paradan para kazanmaya çabalayan kumarhane kapitalizmi) çökmesin – ciddi yara almasın diye çabalarken, hem de görüntüyü kurtarmaya bakıyor ki,
bundan sonrası için kötü örnek olmasın..

Cebirsel toplamı kaçınılmaz olarak “sıfır” olan küresel borsalar,
gerçekten zor zamanlardalar.

*****

1854’te Galata’daki varlıklarını İngilizlerden öğrendiği (!) Yahudi bankerlerden İngiltere aracılığı ile ilk borcu alan ve tıpkı eroin bağımlısı gibi “hızla Borçkolikleşen” Osmanlılar,
borç para il Kırım seferi düzenleyerek en büyük toprak yitiğine uğramıştı.
Sonrasında Dolmabahçe sarayı da böylesine borçla yapılmış ve çok değil 24 yıl sonra uluslararası iflas (Moratoryum) masasına oturtulmuştu. Bu arada Fransa Limni adasını – limanını kuşatıp bombalayarak Osmanlıdan alacaklarını tahsile çabalamıştı. 1881 ise Osmanlı maliyesine İngiltere – Fransa ve İtalya’nın “Düyun-u Umumiye” adıyla
el koydukları tarihtir. Padişah hazretleri Kızıl Sultan 2. Abdülhamit,
Muharrem Kararnamesi‘ne kuzu kuzu imza koymuştu.

Artık Osmanlı Bütçesi bu 3 ülkenin Komiserlerince önceden vize edilerek yürürlük alıyordu ve tüm gelirler yabancılarca toplanıyor, önce alacaklıların payı ödeniyor,
kalanla da Osmanlı, paylaşım planları netleşene dek bitkisel mali yaşamda tutuluyordu.
Sykes – Picot Andlaşmaları Çarlık Rusyasının da katılımı ile gizlice bağıtlanmıştı..

Öte yandan koyu 2. Abdülhamit istibdatı sürdürülüyor, Meşrutiyet askıda tutuluyor ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı toplantıya çağrılmıyordu.. Taa ki İttihat ve Terakki
1876-1908 arasında 32 yıl süren bu karanlık zorba dönemi Hürriyet’i ilan ederek
kapatana dek.. Kızıl Sultan’a övgü dizenlerin bilgisine bu bilgileri sunmak isteriz.

Örn. tütün tekeli Fransız Reji idaresine imtiyaz olarak bırakılmıştı. Tüm tütün piyasası
bu tekele bırakılmış idi. Osmanlı topraklarında, evinin arka bahçesinde salt kendi gereksinimi için, 2 karış yere bile Reji’nin izni olmadan tütün ekme olanağı yoktu! Kaynaklar, bu vb. nedenlerle Reji idaresinin 20 bin dolayında Osmanlı tebaasını öldürdüğünü kayıtlamış durumda..

10 Ağustos 1920’de Sevres Andlaşması ile, Çarlığı deviren SSCB’nin gizli Sykes – Picot paylaşım planlarından dünyaya açıklama yaparak çekilmesiyle, son kalan anayurt Anadolu da işgal ediliyordu. Sevres Andlaşması’nın 230 ve 231. maddeleri
Düyun-u Umumiye’yi sürdürmekteydi. Osmanlı bütçe tasarısı 3 komiserden geçerek Meclis-i Mebusan’a gidecek, ordan vize aldıktan sonra da uygulama yine 3 komiserin vizesi ile yürütülecekti…

Artık Osmanlı İmparatorluğu parçalanmış, kalan ana yurt da tam sömürge kılınmıştı.

İngilizler Musul – Kerkük petrollerine hemen el koyarken, Fransızlar Antep – Maraş’tan başlayarak taaa Divriği’ne dek, neredeyse Karadeniz’e ulaşacak bir yüksek üçgende
bu bölgenin demir madenlerine el koymakta idi…

Borç alan emir alır..

Şaşmaz kural ya da Tunç yasa budur.
Lozan’da bu borçlar boynumuza bindirilmiş, taa 1954’e dek ödettirilmiştir.
Yine Lozan’da 1930’lara genç Türkiye’nin dek gümrük rejimi dondurulmuş,
Merkez Bankası kurmasına izin verilmemiştir.

O nedenle 1923 – 38 arasında dışarından 1 kuruş borç alınmadan denk bütçe için çırpınmıştır Mustafa Kemal Paşa ve Başbakan İsmet Paşa.. Lord Courson’un
Lozan’da’ki tehditleri İsmet Paşa’nın kulaklarından silinmemiştir. Bu dönemde yaşanan tam bir ekonomik tansıktır (mucizedir).. Ortalama %6,6 büyüme sağlanmış,
ülke ekonomisi 15 yılda 2’ye katlanmıştır. Arada bir de 1929 büyük dünya bunalımı varken..

*****

Günümüzde, 500 yıllık kapitalizm artık emperyal aşamadadır ve finans – kapital boyutundadır. 500 yıllık acımasız, vahşi  ve kanlı sermaye birikimi ile oluşturulan
sermaye dağları, IMF – DB ve Dünya Ticaret Örgütü ile ABD Hazinesi üzerinden (Mahşerin 4 atlısı!) pazarlanarak tam anlamıyla siyasallaştırılmıştır.
Bu sefil sermaye gücüyle küresel bir hegemonya kurulmak istenmektedir.
Finans kapital tümden politikleşerek stratejik bir sömürge aracı olmuştur.

*****

Türkiye, 1947’leri ve DP – Menderes 1958 moratoryumunu da katarsak,
özellikle 24 Ocak 1980 kararları ile Mustafa Yıldırım’ın ünlü kitabının adıyla
“Sivil Örümceğin Ağları”na takılmıştır.

Güncel verilerle 600 milyar Doları aşan toplam borç, ulusal gelirin %75’ine erişmiştir.
Dış ticaret açığı 100 milyar dolarlarda, cari açık 55 milyar dolar ve bütçeden faize ödenen para 2015 rakamlarıyla 50 milyar TL’yi aşarak bütçenin %10’larını geçmektedir.
Toplam ulusal gelir bakımından dev 80 milyon nüfusuyla ancak 18. sıraya tırmanabilen ülkemiz, kişi başına gelire bakınca 60. sıralara savrulmaktadır. Gelir dağılımı bakımından da dünyanın en adaletsiz ülkeleri içindedir. 23,5 milyar dolara erişen IMF borçlarını
konjonktürel nedenlerle tasfiye etmek durumunda kalan AKP iktidarı, bu “minik” operasyonunu oya dönüştürmek istemektedir. Oysa 2002 sonunda 221 milyar $ olarak aldığı toplam ulusal borç 600 milyar doları aşmıştır. Bir anlamda, ulusal gelirde gerçekleşen 600 milyar dolara yaklaşan artış, muazzam dış borç birikimi ile sağlanabilmiştir.

ÇARE… ÜRETİM EKONOMİSİDİR…

Türkiye üretmek ve yüksek katma değerli ürünlerini uluslararası piyasalara
satmak zorundadır.

Biriken ve çevrilmesi olanaksızlaşan, gelişmeyi – kalkınmayı engelleyen bu çok ağır
borç stoku ve vade yapısı sürdürülebilir değildir. SGK açıkları, büyüyen işsizlik ve
hızla artan nüfus, bütçe açıkları.. tam bir mali boğuntu iklimi yaratmaktadır.

Türkiye de dış borçlarında Yunanistan’a benzer bir konsolidasyon programı önermeli,  borçların en az yarısı konsolide edilmeli (dondurulmalı), kalan yarısı uzun erimli ve imal edilebilecek bir faizle taksitlendirilmelidir. Başka türlü
ülke ekonomisini ayağa kaldırma olanağı yoktur. Yarı – tam sömürge çizgisinde
bir Türkiye kabul edilemez! Küresel sistem Türkiye’yi yitirmeyi de göze alamaz, iflasını ve ağır zincirleme bedellerini de..

Yeni hükümet kurulma aşamasında bu hazin gerçekleri – tarihsel bilgiyi paylaşalım istedik.

Tarih aptallar için yinelemedir, ders çıkaranlarsa tarihi kendileri yaparlar..

Türkiye hangisini seçecek?
Büyük Atatürk 2. yolu seçerek Sevr’i yırtmış,

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” buyurmuştu.

Sevr’in 95 inci, Lozan’ın ise 92. yılında (24 Temmuz 1923) yeni Türkiye’nin
genç evlatları, Cumhuriyet’i emanet alan kuşaklar olarak ne düşünürler acaba??

Yazının pdf biçimi : Yunanistan’in_borc_bunalimi_ve_Turkiye_Dersleri

Sevgi ve saygı ile.
30 Haziran 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.co

TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?


TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?

İzzet Polat AROLAT
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Atatürk devrimlerinin özü; bağımsızlığını yitirmiş, bilimde, sanatta, teknikte,, ekonomide, yaşamın hiçbir alanında başarı göstermemiş koskoca bir
Osmanlı İmparatorluğu. Okuma-yazma oranı erkeklerde %10, kadınlarda %4.
Yıkılmış viran olmuş bir ülkeden, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmış,
halkı mutluluk içinde çağdaş bir ulus yaratmaktır.

Durumu kısaca özetlemek gerekirse; yükselme dönemi dahil, yönetim padişahların elindeydi, yasaları o koyardı. Dünya işlerine vezirler, din işlerine şeyhülislam bakardı. Hilafetin kabulü ile (1517) ve sonraki yıllarda din yönetim içinde gittikçe ağırlık kazandı. Bilim ve teknikten gittikçe uzaklaşıldı. Devlet din kurallarına göre yönetilmeye başlandı.
Oysa Batı toplumları, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağ karanlığından kurtuldular. Bilim ve akıl tek yol gösterici olarak kabul edildi. Din giderek dünya işlerinden elini çekti. İnsanların vicdanlarında yüce yerini aldı. Aklın ve bilimin yol göstericiliği, beraberinde, bilimde, teknikte, sanatta, ekonomide yeni ufuklar açtı. Derebeyliklerin, imparatorlukların yerini cumhuriyetler aldı. Demokrasiye giden yolun önü açıldı.

Osmanlı Devletinde ise; matbaa 1450’li yıllarda icat edildiği halde Osmanlı Devletine 278 yıl sonra ancak girebildi. Osmanlı tebası Rumlar ve Ermeniler, kendi matbaalarını kurdular. İncil’i ve Tevrat’ı kendi dillerine çevirdiler. Kuran-ı Kerim 1931 yılında Atatürk’ün sayesinde Türkçe’ye çevrilebildi. Ezan halen Arapça okunuyor.
1450’li yıllarda İtalya’da üniversite kuruldu.

Fatih Sultan Mehmet ise Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev’i medrese kurmakla görevlendirdi.
Yani 1500’lü yıllardan başlayarak Batı, din ve devlet işlerini ayırırken, aklı ve bilimi yaşamın bütün alanlarında yol gösterici olarak kabul ederken, bizim toplumumuz giderek taassubun pençesinde geriledi, durakladı, parçalandı.
Sanayide hiçbir başarı gösteremedi. Ticaret büyük ölçüde Rum ve Ermeni tüccarların elindeydi. Para ve güç Galata bankerlerinin eline geçmişti.
Devlet dış borçların faizini bile ödeyemez durumuna düşmüş,
vergilerini Duyun-u Umumiye aracılığı ile topluyordu.

Emperyalist ülkeler çökmüş devleti soymakla yetinmiyor, topraklarını da elerlinden alarak Türkleri Anadolu’dan sürmek istiyorlardı.

Birinci Dünya Paylaşım Savaşından yenik çıkmıştık. Sıra topraklarımızın paylaşılmasına gelmişti. İşte tam bu sırada Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal ortaya çıktı. Paşalar ve Türk halkı O’nun arkasındaydı. Dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan’da sınırları çizilmiş bağımsız bir Türk Devleti kurulmuştu.
Sıra daha büyük, daha zor bir savaşa gelmişti. Çağdaş dünya milletlerinin eşit, çağdaş, saygın bir üyesi olmak.

Bu hedef daha büyük Devrimi gerçekleştiriyordu.
Büyük Atatürk işte bu devrimi gerçekleştirdi.

Batı toplumu Rönesans ve reform hareketleriyle sürekli ve hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Derebeylikler yıkılmış, Kilisenin dinci taassubu, yani ortaçağ karanlığı yerini Aydınlanma devrimine bırakmıştır. İmparatorluklar Cumhuriyet’e giderek Demokrasiyle yönetilen Devletlere dönüşmüştür.

Bilimde, sanatta, teknikte hızlı bir gelişme olmuş kıtalar keşfedilmiş, deniz ticareti
başta olmak üzere, ekonomide büyük gelişmeler olmuştur.

1789 Fransız İhtilali kardeşlik – eşitlik – özgürlük hareketlerinin ateşleyicisi olmuştur.

Fakat bütün bu gelişmeler yıllarca süren savaşları da beraberinde getirmiştir. Yüzbinlerce insanın ölümüne neden olmuştur.
Eşitlik ve özgürlük sloganıyla başlayan aydınlanma hareketi,
aynı zamanda sömürgeciliği de beraberinde getirmiştir.

Ancak hiçbir bilgi birikimi olmayan yanmış yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş bir ülke kurma girişimi gerçekçi olabilir miydi?
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Batı’nın 500 yıla yakın sürede on binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan, bilim, sanat adamlarının ağır bedeller ödeyerek gerçekleştirdiği aydınlanma devrimini başarmak olanaklı olabilecek miydi?

  • Halk bilerek, isteyerek cahil bırakılmıştı.

Medreseler, tekkeler, zaviyeler elinde insanlar köleleşmişti. 13 milyon olan nüfusun yaklaşık yarısı sıtma, verem gibi salgın hastalıkların pençesine düşmüştü.
Genç nüfus büyük ölçüde savaş meydanlarında ölmüştü.
Nüfus çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan oluşuyordu.

Kalkınmanın önündeki en büyük engel Saltanat kaldırılmıştı. Cumhuriyet ilan edilmişti.

Fakat en büyük hedef olan çağdaşlaşma nasıl gerçekleşecekti?
Kalkınmanın eşitlik ve özgürlük hedefini gerçekleştirecek sihirli sözcük “Laiklik” ti.
Cumhuriyet’in ayakta kalması beklenen amaçlara ulaşmada akıl ve bilim yol gösterici olacaktı ama sağlıklı kararlar verebilmek için kör inançlardan kurtularak,
aklın özgürleşmesi gerekiyordu.

İşte bu özgürleşmenin sigortası Laiklik olabilirdi.

Din işleriyle dünya işlerinin ayrılması, dinin insan vicdanındaki yüce yerini alması
ve dünya işlerini ise akıl ve bilimin yol göstericiliğiyle çözmek gerekiyordu.

400 yıl hilafetle yönetilmiş, geri kalmış yoksulluğun yazgı gibi kabul edildiği bir toplumda, aklı ve bilimi yol gösterici olarak kabul etmek pek de kolay değildi.
Toplumun yarısını oluşturan kadınların %4’ü okuma yazma biliyor ve sofradaki yeri öküzden sonra geliyordu. Çok kadınla evlilik, mirastan 1/2 oranında pay alma
yasal olmakla birlikte kadınların mirastan pay almaması dinin buyruğu algılanıyordu.

Kadınları yasa karşısında eşit duruma getiren Medeni Kanun kabul edilmişti. Mecelle’nin kaldırılarak İsviçre’den alınan medeni kanunun kabulü
çok büyük bir değişimdi.

Ekonomik kalkınma büyük başarıyla sürüyordu. Gerici ve bölücü güçlerin desteklediği başkaldırılar Devrimin kararlı yaptırımı ile önleniyordu.

Latin harflerinin kabulü Kültür Devrimi’nin dev adımlarından biriydi.
Kılık kıyafette yapılan değişiklikler bile gerici dirençle karşılanıyordu.
Fesin kaldırılmasında bile güçlükler çıkarılmıştı.

Takvim değişti. Ağırlık ölçüleri, çağdaş milletlerle aynı oldu.

  • Devrimin aydınlatma feneri laiklik, 1931’de Altı Ok‘un önemli bir ilkesi oldu.

Laiklik yalnız, din ve devlet işlerinin ayrılması değildir.
Aynı zamanda inanç özgürlüğünün bir güvencesidir.
Ayrıca tüm yaşamı kapsayan bir yaşam biçimidir.
Sanatta, bilimde özgürlüktür.
Sosyal yaşamda ayatta yol gösterici akıl ve bilimin dayandığı temel ilkedir.
Şeriata karşı Medeni Yasadır. Padişahlığa karşı Cumhuriyet, ümmete karşı millettir. Sosyal yaşamda kadın erkek eşitliğidir.
Kulluğa karşı, bireyin özgürlüğüdür.

Yani insanı insan yapan tüm girdilerin ana kaynağı, besleyicisidir.

Ulus olmanın olmazsa olmazıdır.
Laik olmadan bir ülke bağımsız olabilir mi?
Laik bir toplum mutlaka bağımsızdır.

Demokrasi, her anlamda gelişmiş toplumların yönetim biçimidir.
Bir ülke laikliği tüm bireyleriyle içselleştirmemişse o ülkede Demokrasiden
söz edilemez. Toplum ümmetten millete geçememişse o tür toplumlarda demokrasi olamaz.

Demokrasi fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür insanlar ister.

Özgür insan da ancak laik bir toplumda gelişir.

  • Ülkeyi yeniden ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlerin, en çok saldırdıkları, Devrimin laiklik ilkesidir.

Laik düşünce toplumda egemen değilse o toplum her türlü gerici akımın cirit attığı bir ortam oluşturur.

Cumhuriyet’in, Devrimciliğin, Halkçılığın, Milliyetçiliğin, Demokrasi’nin yaslandığı temel ilke Laikliktir.

Laiklik, İslam dinin yücelmesinin de temel ögelerinden biridir.
Atatürk, 1 Mart 1924’te TBMM’nin 2. dönem 1. toplanma yılını açarken,
sözü dine getirerek, bunun gibi mensubu olmakla içimizin rahat olduğu ve
mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri olabildiği gibi bir siyasa aracı olmaktan kurtarmak ve yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini işlediğini gözlemliyoruz.

Büyük Atatürk hurafeler elinde tutsak olmuş bir ümmet toplumundan;
medeni, çağdaş bir ulus yaratmak istiyordu. Kendi kararlarını kendilerinin verdiği,
özgür bireylerden oluşan bir toplum, elbette ki çağdaş ulus olmanın önkoşulu
laik eğitimden geçer. Şeyhler dervişler ülkesinde çağdaşlıktan söz edilemez.
Onun içindir ki, 29 Ekim Cumhuriyet’in ilanından dört ay sonra Tevhid-i Tedrisat adlı Öğretimin Birleştirilmesi yasasını çıkarmıştır.

Öğretimde birliği sağlamak amacıyla, daha sonra gerici kültür kaynakları medreseler, tekkeler, zaviyeler kapatılmıştır. Bu yolla çağdaşlaşmanın önündeki engeller kaldırılmıştır.

Din işlerine bakmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı durulmuştur.

Sonraki yıllarda Latin harflerinin kabulü ile okuma ve yazma kolaylaştırılmış,
geniş halk kitlelerine ulaşma olanağı doğmuştur.

Devrimlerin hemen hepsi dikkatle incelendiğinde, demokrasiye giden hedef
mutlaka görülecektir.

Demokrasi ise, başka girdilerle birlikte Laiklik ilkesine yaslanmaktadır.
Bir ülkede laiklik ilkesi içselleştirilmeden uygulanan demokrasi eksiklidir.
Giderek sömürge demokrasisine dönüşür.

Laiklik; her türlü inanç, gelenek ve toplumsal baskıdan kurtulmak ve
özgür davranmak demektir.

Her türlü gelişmenin büyülü anahtarı Devrimlerle birlikte Laiklik ilkesidir.

‘Büyük Taarruz’ ve ‘Sevr’

Dostlar,

Bu gün (27.8.13) sitemize koyduğumuz “ULUSAL İTTİFAK : Kocatepe Bildirgesi” başlıklı yazımızda http://ahmetsaltik.net/2013/08/27/turkiye-ittifaki-kocatepe-bildirgesi/) sözünü ettiğimiz, dönemin (2004-6) ADD Genel Başkanı Sayın Av.Ertuğrul L. Kazancı’nın nefis makalesini paylaşalım..

“İyi adam tam da sözünün üstüne gelirmiş..”

Teşekkürler Sayın Kazancı dostumuz..

Vurguladığınız gibi, küçük bir değişimle, “biz” öznesi ile

“Biz namuslular, en az namussuzlar kadar cesaret sahibi olmamız gerektiğinin bilincindeyiz.”

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 27.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

‘Büyük Taarruz’ ve ‘Sevr’

* 26-30 Ağustos 1922 tarihleri arasındaki “Büyük Taarruz” görkemli bir zaferle sonuçlanarak 9 Eylül’de İzmir’e girilir. Ama İstanbul hükümetinin sesi “Alemdar” gazetesi 10 Eylül’de: “Yunanlar yenilmediler, manevra yapıyorlar. Yeniden saldırıya geçecekler.” der. Emperyalizmle işbirliğindeki bu yaklaşımla, şimdilerde; “Lozan geçici ve gerçeklere uygun değildir.” diyerek “Sevr’in iadesini” içli-dışlı isteyenler, aynı amaçta değiller midir?

Ertugrul_Kazanci_portresi

Ertuğrul KAZANCI
Eğitimci-Hukukçu
Cumhuriyet 26.08.2013

1919’larda başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yolun her aşaması destansı mücadelelerle doludur. “İnönü ve Sakarya” savaşları sonrasındaki “Büyük Taarruz” 91 yıl önce başarıyla gerçekleşti. “Hıyanet erbabının” asla sanmadığı antiemperyalist başkaldırı kazanıldı. “Mazlum” uluslar, örnek alacakları bir direnişe Anadolu’da tanık oldular. “Lozan” antlaşması da, kıvanç duyuran bağıtlanmış bir hukuk belgesi olarak tarihe geçti.

Egemenlik erkini ele geçiren ulus, özgüvene kavuştu. Geçmişin enkazından, yepyeni bir devlet doğdu. Kamu yararını hedefleyen “sürekli devrim” rejimin esas ivmesi oldu. Ülke; başı dik, sözü geçen ve “namerde” avuç açmamaya kararlı şekilde tarih sahnesinde yer aldı. Ama Lozan’da “yüzyılların hesaplaşmasıyla” yapılan antlaşma, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (BOP) ve bölücü siyasetlerle “Batı” dünyasınca bozulmaya çalışıldı. Bir kısım sapkın iç zihniyet de hiç kaybolmadı, dışa destekler sundu.

Ulusal kimlik, “tam bağımsızlık” ilkesiyle özdeştir. Emperyalizme kul-köle olanların böylesine bir dilekleri yoktur. Boyun eğici, teokratik ve kapitalist dünyaların ufkunda ne özgürlük duygusu ve ne de saygın toplumsal ilkeler bulunur. “Hurafe ve safsatalara” yapışık, maddesel hesaplarla bezeli, insanlığa ilgisiz ve dışa bağlı tutkular kuvvetlidir.

Bir başvuru :

Anadolu ihtilalcileri karşısında Lozan’da saf tutan emperyalist dünyanın temsilcisi İngiliz Lord Curzon’un sözü bilinir:

“Koşullar lehinizdedir ama ülkeniz harap ve para gereklidir. Para bir bende bir de Amerika’da vardır. Size verdiklerimizi cebimize atıyoruz. Bir gün tek tek karşınıza çıkaracağız.”

İnönü’nün bu söze yaklaşımı yalındır:

“Siz istediklerimizi veriniz. O yeterlidir.”

Lozan antlaşması imzalanmıştır ama Sevr’in içler ürperten içeriğine özlem çeken görüşler, yerli ve yabancı bağdaşıklarca sürekli dile getirilmiştir. Ayrıca, Curzon’un mensup olduğu sömürgeci bloktan, Lozan sonrasında “medet” umanlar da az olmamıştır.

* ABD Başkanı Coolidge’ye hitaben 13 Mart 1924 günü “Mehmet Vahdettin” imzasıyla kaleme alınan mektup “ibret” vericidir. Yazıda:

* “Ankara Meclisi gibi isyancı bir fitnenin alacağı kararların, geçersiz olacağını bildiririm.” denilmektedir.

Türkiye’yi “şer zümresinin” yönettiği nitelemesinden sonra: “Sürgün, bireysel emlake
el koyma ve Hilafet’in ilgası” konularında önleyici yardım istenmektedir (*).

İngiliz zırhlısıyla ülkeyi terk eden kişinin ifadesiyle; “isyancı fitne” mensupları olarak tanımlananlar, Kurtuluş Savaşı kahramanlarıdır.

Başta Atatürk, İnönü ve Çakmak olmak üzere nicelerinin göğüslerinde, ABD başkanından “pek değerli sayacağı” yardımlar dileyen Sevr’ci halifenin idam fermanları vardır.

Sonrası :

23 Mayıs 1950 günü cumhurbaşkanlığını ve tedavüldeki paranın hazinedeki karşılığı olan

    127 ton altını Demokrat Parti iktidarına devreden İnönü

, gelecekteki rehin olayını bilemezdi. Ama 1953’te, “TC” ibareli sandıklar dolusu altın, borç alma karşılığında Lord Curzon’un memleketi İngiltere’nin başkentine indirilmişti (**).

Hani Türkiye, kapitülasyon ve benzerlerinden kurtulmuştu?

Hani Osmanlı’ya uygulanan “Dûyun-u Umumiye” denilen genel borç batağına yeniden düşülmeyecekti?

Ya işin uluslararası derinlikte yer eden onurlu özeni nerede kalmıştı?

O bölüm “Kore” savaşında Mehmetçiğin canı pahasına emperyalist cephede mevzi almanın ödülü olarak NATO’ya girerek feda edilmemiş miydi?

Atatürk’ün:

“Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme” karşıt tavrı çiğnenmiştir.

30 Ağustos zaferiyle elde edilen tam bağımsızlık, Türkiye’nin artık geçmiş sayfalarındadır.

ABD-AB kaynaklı “GOP” Türkiye’den “eş” yandaşlar bulmuştur. Evrensel alanlardan, Ortadoğu’ya kadar dış politika, yanlı ve öngörüsüzdür.

“Uzlaştırıcı hakem” rolü üstlenilecek zeminlerde, yanlışlıkları eleştirilen bir ülke konumuna düşülmüştür.

Ekonomi; liman ve iskelelere, yeraltı servetlerine, bankalara, tütün ve pamuğa kadar çokuluslu şirketlere ihale edilmiştir. Kamu mallarının, iç ve dış sermayeye çok elverişli şekilde sunulan özelleştirme furyasında, Mili Piyango ve köprülere kadar inilmiştir.

Cari açık dizginlenemez şekilde büyümüştür.

Ülkesel kültür miyarı ve ulusal birlik bileşkesi terk edilerek,
sosyal doku heba edilmiştir.

    Sonuç :

“Alemdar” gazetesi düşünce paydaşları, Türkiye’de kol gezmektedirler. Ama bilinmelidir ki; 30 Ağustoslar saygın, Cumhuriyetçi ve devrimci varlık güçlüdür. Bu güç, Sevr’e karşı Lozan’ı imzalayan İnönü’nün deyişiyle:

“Namusluların, en az namussuzlar kadar cesaret sahibi” olmaları gerektiği bilincindedir.

(*) Açıklanan ABD arşivi, No: 86700/1788
(**) M. Toker, İsmet Paşa’lı Yıllar.

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…


Dostlar,

10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletince (Son Padişah Vahdettin!)
bağıtlanan (imzalanan)
Sevr Antlaşması’nın 93. yılındayız.

Toplumun doğru tarih bilinci edinmesi, uluslaşmada ortak tarih ögesini besler.

Sayın Prof. Ünsal Yavuz, Devrim Tarihi uzmanıdır.
Değerli ve öğretici derlemesini aşağıda sunuyoruz.
Kendisine teşekkür ederiz.

Bizim de bu gün (10.8.13) sitemize koyduğumuz Sevr Antlaşması konulu yazımız var.. Ayrıca Conk Bayırı savunmalarının ve Mustafa Kemal Paşa‘nın
ciddi olarak yaralandığı gün.  Bu konuda da bir yazımızı size sunduk bu gün..

  • Tarihten ders alalım ki, yinelemesin.
  • “Tarih tekerrürden ibarettir” söylemi bir tuzak retoriktir ve
    aptallaştırma ereklidir.

Ders alınırsa tarih yinelemez, yeni yeni yaşanan olayları yazar.

En azından yakın tarihlerini bilmeyen toplumlar,
bir Parkinson hastasından çok farklı değillerdir, zavallıdırlar.

Okuyalım, dünü anlayalım, günümüze bağlayalım ve geleceği öngörelim..
Fikir sahibi olmak için önce doğru – güvenilir – güncel bilgi sahibi olalım.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…

portresi_genc
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
ADD Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

 

M. K. Atatürk Söylev’inde Lozan Antlaşması

“…Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve
Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!..”
 şeklinde değerlendiriyor.

Tarih bilimi hiç kuşkusuz üzerinde düşünülecek ve dersler çıkaracak sınırsız örneklere sahip engin bir çalışma alanını oluşturmaktadır.

DOĞU SORUNU…

Osmanlıların Rumeli’ye geçip Avrupa içlerinde ilerlemeleri ve yaptıkları fetihlerle idari düzenlerini buralarda kurarak yerleşmeleri sonunda da Viyana önlerine gelmeleriyle birlikte siyasi platformlarda konuşulmaya başlayan bu siyasi terim; barbar Türkleri önce çıkıp geldikleri Anadolu’ya sonra da Orta Asya bozkırlarına püskürtmeyi ifade etmektedir. II. Viyana kuşatmasından sonra bu projelerini adım adım gerçekleştiren batılı devletler, Sanayi Devrimi’nin getirdiği sonuçların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan yararlanmışlar; bir yandan sanayi ürünlerini geniş Osmanlı topraklarına sokup pazarları ellerine geçirirken diğer yandan gereksinim duydukları hammadde kaynaklarını elde ettikleri siyasi, ekonomik ve ticari ayrıcalıklarla ülkelerine taşımışlar, işleyip satmışlar ve biriken sermayelerini de ele güne el avuç açarak sıcak para arayan Osmanlı yönetiminin emrine vermişlerdir.

Sonuç; yirmi yilda (1854-1874) on altı borçlanma, Osmanlı Devleti’nin iflasının ilanı olan 1875 Tebliği… ancak, batılı alacaklı devletlerin bunu kabul etmeyip 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) kurarak, devletin tüm vergi gelirlerine, toprak altı ve üstü kaynaklarına el koymaları… Sonuç, devletin maliye ve ekonomisinin yabancı denetimine girmesi. Batılıların bu sanayi, sermaye ve kültür yayılmacılığını siyasi açıdan tamamlayan sonuncu aşama ise I. Dünya Savaşı ile gelmiş ve savaştan yengi ile çıkan devletler Mondros Bırakışması (30 Ekim 1918) ile ivedi çözüm bekleyen sorunların üstesinden geldikten sonra I. Dünya Savaşı yıllarında aralarında yaptıkları Gizli Paylaşım Antlaşmaları doğrultusunda Ocak-Mayıs 1919 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdikleri Barış Görüşmeleri ile nüfuz bölgelerini saptayarak ülke topraklarını işgal etmeye başlamışlar ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de projelendirerek akıllarınca Doğu Sorunu’na son noktayı koymuşlardır ..

SEVR ANTLAŞMASI’NDA NELER İSTENİYORDU?…

Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın göz yaşlarını tutamayarak (!) imzaladığı, İstanbul’da Saltanat Şurası’nın onadığı ancak, Ankara hükümetinin ise suratlarına yırtıp attığı bu belgede batılılar neler istiyorlardı?

Burada Batılıların o günkü istekleri ve bu günkü oyunları arasında köprü kurmamıza yardımcı olacağı düşüncesiyle yalnızca aralarında benzerlikler olan sorunları masaya yatırmak istiyoruz. Bunlar da sınırlar, azınlıklar ve mali- ekonomik konular ile ilgili olan sorunlardır.

Sınırlar konusu   : Batılılar Giresun’dan Doğu Anadolu’ya uzanan Bitlis ve Van Gölü’nün güneyinden geçen hattın sınırladığı bölgede bağımsız bir Ermenistan devletinin yanı sıra Fırat’ın doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan topraklarda özerk bir Kürdistan devleti planlamışlar ve bunun onayını Wilson’a bırakmışlardı .Burada , önemli olan nokta ; eğer bir yıl sonra bu bölge halkı
Milletler Cemiyeti‘ne başvurarak bir devlet kurmak isterler ve de Cemiyet bunu kabul ederse Türkiye bu bölgedeki bütün haklarından vazgeçmesi ile ilgili idi .

Azınlıklar konusu : Sevr’in 36,72 ve 141. maddelerinde yer alan, yerlerinden (Tehcir Yasası ile) ayrılmış olan halkın eski yerlerine dönmesi, mallarının onarılması ve hükümetçe ödenmesinin Milletler Cemiyeti’nce görevlendirilmiş bir yargıç eliyle denetiminin sağlanmasının yanı sıra azınlıkların Millet Meclisi’nde sayıları oranında temsil edilebilmelerini için seçim yasasında gerekli değişikliklerin yapılarak iki yıl içinde İtilaf devletlerine sunulması , ayrıca Patrikhanenin ve benzeri kurumların haklarının artırılması ve pekiştirilmesinin yanı sıra yönettikleri okul ve öksüzler yurtlarında, hükümetin denetleme haklarının kaldırılması istenmekte idi .

Ekonomik ve Mali Kapitülasyonlar konusu : Sevr’in 231,232,233. maddeleri ile savaştan önce İtilaf Devletleri’ne tanınan ekonomik nitelikli ayrıcalıkların yine tanınmasına devam edilirken bundan yararlanmamış olan devletlere de ( Yunanistan, Ermenistan vb.) yaygınlaştırılması öngörülüyordu . Mali konularda ise; İtilaf Devletleri salt Türkiye’ye yardımcı olmak amacıyla (!) içlerinde bir Türk’ünde bulunacağı bir Komisyon kuruyorlardı. Bu Komisyon Türkiye’nin gelirlerini artırıcı bütün önlemleri(!) alacak, Meclis’e sunulacak bütçe önerilerini öncelikli olarak onaylayacak; ve üyelerini saptadığı Türk Maliye Teftiş Kurulu aracılığı ile mali yasa ve tüzükleri denetleyecek; Düyun-u Umumiye borçlarına karşı tutulan gelirlerin dışındaki tüm gelirler bu komisyonun emrine verilecek, Düyun-u Umumiye ise, Osmanlı Bankası aracılığı ile ülkenin para işlerini düzenleyecekti ?!…

LOZAN ‘DA NE OLDU ?…

Soy, din ve dil azınlıkları yaratarak, ülke ve ulus bütünlüğünü bölme mali ve ekonomik ayrıcalıkların yanı sıra eğitim, kültür, ibadet özgürlüğü gibi istemlerle her türlü bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza yönelik suikastlarla üzerimize gelen bu saldırganlara, Sevr belgesi yırtılıp suratlarına çarpıldıktan sonra  ulusal boyutta onurlu bir bağımsızlık savaşı ve onu tamamlayan Mudanya Bırakışması ve Lozan Antlaşması ile uluslararası diplomasi arenalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ulusu varlığı gerçeği yadsınamaz bir şekilde kabul ettirildi.

Ancak, batılılar ne bu üst üste aldıkları yenilgileri ne Atatürk’ü ne de O’nun önderliğindeki devrim ile kendi düzeylerini tutturan, çağdaşlık ve uygarlık ölçütleri etrafında yönetsel, kurumsal ve toplumsal yapılanmasını gerçekleştiren, sanayileşerek kürede saygın yerini alan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini hiçbir zaman içine sindiremedi, sindiremiyor ve sindiremeyecek…

Yakın zamanda İnternet ortamına düşen Rockfeller ve Rotschild’in birlikte yaptığı ve Banu Avar ile Murdoch’un tanık olduğu açıklamalardan aktardığımız ufak bir alıntı batılı çevrelerin bu düşüncelerinin somut kanıtını oluşturmaktadır.

Rotschild şunları söylüyor                       :

  • “…Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürrem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı
    bir süreliğine ertelememize neden oldu
    …”

AB veya YENİ SEVR…

Şimdi Avrupa Birliği Parlamentosu’nun gözlerden uzak tutulmaya çalışılan
ve ülkemizde soy, din, dil ayrıcalıkları yaratarak devletimizin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne yönelik kararlarına kısaca göz gezdirelim :

22.12.1993 tarihli karar : Türk Devleti’nin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla ve gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir.

18.1.1996 tarihli karar : Kürt vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik elde etmeleri için, barışçıl yollardan çaba gösterme hakları tanınır .

10.6.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türk yetkililerden Türkiye’de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister .

19.9.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi, ciddi bir uluslar arası hukuk ihlali olarak değerlendirir. Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur.

17.9.1998 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür .

8.11.2000 tarihli rapordan : Avrupa Birliği, devlet yetkilerinin merkezi idareden mahalli idarelere devrini savunmakta ve bu amaçla mahalli idareler reformu tasarısının kabulünü istemektedir ; “Merkezi idarenin mahalli yönetim üzerindeki denetimi güçlü olmaya devam etmektedir. Daha öte bir adem-i merkeziyetçiliği amaçlayan ve hala bakanlıklar arasında görüşülmekte olan mahalli yönetime ilişkin yasa taslağının kabul edilmesini beklemektedir.”.

24.10.1996 tarihli karar :

1) Avrupa Parlamentosu, Dünya’nın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis’teki (!) Patrikhanenin önemini göz önünde tutarak, Türk yetkililerinin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, diğer dinsel yerlerin korunması yönünde gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur.

2) Avrupa Parlamentosu, Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur .(Parlamentonun 13.11.2001 tarihli kararında aynı konu yinelenmektedir.)

8.11.2000 tarihli rapor : “… Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun kapalı kalması konusu da dahil olmak üzere, 1923 Lozan Antlaşması kapsamında olsunlar olmasınlar, Müslüman olmayan tüm kesimlerin somut taleplerinin gerektirdiği gibi incelenmesi …” istenmektedir .

18.1.1996 , 19.9.1996 ve 17.9.1998 tarihli kararlar : Türkiye’nin adayı askersizleştirmesi, Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulunması yolunda BM kararlarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılması yolundaki görüşmelerin kesintisiz olarak devam edilmesi konularını içermektedir .

15.11.2000 tarihli kararı ile Avrupa Parlamentosu, 1980’li yıllardan beri 1915-1917 olaylarını BM’nin 9.12.1948 tarihli kararına uygun olarak “soykırım” olarak ilan etmiş ve bunu Türk hükümetlerinin de kabul etmesini istemiştir. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklamıştır.

25.10.2001 ve 13.11.2001 tarihli kararlarında ise Avrupa Parlamentosu Türkiye’ finansal krizden kurtulabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın destek sağladığı ekonomik reformlarla ilgili olarak hükümetin aldığı kararları ve çıkardığı yasaları memnuniyetle karşılamakta ve bunların” AB üyeliği için gerekli kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını” vurgulamaktadır.

SONUÇ                                        :

Avrupa Birliği üyelerinin yıllardır ülkemizi aralarına alacakları yolunda bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza saldırı niteliğindeki kabul edilemez ve sonu gelmez ısrarlı isteklerinin yanı sıra inandırıcılığını yitirmiş sözlerinin artık, bir türlü kabullenemedikleri Lozan Antlaşması’nın rövanşını almaya dönük olduğu, sınırlı sayıdaki ahmak ve işbirlikçi vatandaşımızın (!) dışında sokaktaki sade vatandaşların bile görüp, anladığı ve tepkisini dile getirdiği yadsınamaz bir gerçektir

Bütün bunlardan sonra bugünlerde bir de akıl ve mantıktan uzak yapay Lozan tartışması yaratarak kamuoyuna mal etmeye çalışan nankör aydın ve ahmaklar için Verheugen, Karen Fogg, Oostlander, Giscard d’Estaing, Bayan Mitterand, Bush, Wolfowitz, Grosmann, Rumsfeld ve benzerlerinin küstahça sözleri ve davranışları, başımızın torbalanması ellerimizin kelepçelenmesi gibi ulusumuza doğrudan yapılan saldırılar da bir anlam taşımıyorsa , böylesine işbirlikçilik ve satılmışlık ruhu içinde, gözleri dönmüş ve kendinden geçmişlere söylenecek tek şey kalıyor :

Bu ülke, geleceği bunlara bırakılamayacak kadar saygın ve onurludur!..

O halde görev yine, Atatürk’ten aldığı güçle

  • Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne
  • ödünsüz ve kararlı bir biçimde sahip çıkma görevini
  • üstlenmiş olan toplumun dinamik ve ulusal güçlerine kalıyor…

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!

Kimden: Mehmet Ali KÖRPINAR <korpinar@istanbul.edu.tr>
Tarih: 23 Temmuz 2013 10:44

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!  

Değerli arkadaşlar,
Geçen yıl sizlere sunduğum yazımı izninizle, bu yıl da yayınlamak istiyorum.
Çünkü
AB-D emperyalizmi tarafından güzel ülkemize karşı sürdürülen bölücü politika aynen devam ediyor.
Sevgi ve saygılarımla.
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
portresi
 
LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!! 
“Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, büyük bir yok etme eyleminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!” Mustafa Kemal ATATÜRK  
Değerli Arkadaşlar,
Lozan’da karşı tarafın pek çok önerisinin, İsmet İnönü tarafından kabul edilmemesi İngiliz Lord Curzon‘u rahatsız etmiş ve ‘Paşa paşa ne önersek ret ediyorsunuz. Neyinize güveniyorsunuz acaba? Ret ettiğiniz önerileri cebimize koyuyoruz.
Bizden yardım istemeye geldiğinizde cebimizden çıkarıp teker teker önünüze koyacağız..’
 demesi üzerine İsmet İnönü, ‘Şimdi istediklerimiz aynen kabul edilsin, yardım istemeye geldiğimizde önerilerinizi değerlendiririz’ yanıtı, bağımsızlığımıza nasıl sahip çıktığımızın çok anlamlı bir kanıtı olarak tarihe altın harflerle geçmiştir. 
Güzel ülkemizin kuruluş belgesi olan LOZAN Antlaşması‘nın 89. yıl dönümünü yaşıyoruz. Ancak AB-D emperyalizmi hala bu antlaşmayı delmek ve yok etmek için çeşitli yöntemler kullanmaktadır. Örneğin;
·         ABD denetiminde kurulan GÜNEY KÜRDİSTAN DEVLETİ’nin tek resmi dilinin KÜRTÇE olduğunu belirleyen anayasasında, bağımsız bir KÜRDİSTAN kurulmasını öngören SEVR ANTLAŞMASI gündeme getirilerek, Kürtlere self-determinasyon hakkını 62, 63 ve 64. maddeleriyle veren 1920 SEVR ANTLAŞMASI, 1923 LOZAN ANTLAŞMASI ile iptal edilmiştir denilmektedir (6 Ekim 2006, Cumhuriyet, Bahadır Selim Dilek).
·         Roma’daki NATO kolejinde ABD’li bir Albayın BÖLÜNMÜŞ TÜRKİYE HARİTASI ile brifing vermesine gösterilen tepkiler yüzünden ABD Genelkurmay Başkanı Peter Race, Türk Genelkurmayından özür dilemiştir (30.09.2006 Milliyet). Yani ülkemizin bölünmesini ve SEVR’i yeniden uygulamak isteyenler, çizdikleri haritaları masa üzerine koymaya başladılar.  
·         AB üyeliği vaadi ile 1995’te Gümrük Birliği anlaşmasını yaptık (zararımız 200 milyar $), 21.06.2001’de Uluslararası Tahkim Yasası‘nı çıkardık. AB müzakere koşulları ile ülkemizde 13.06.2007’de İkiz Yasaları ve 27.02.2008’de Vakıflar Yasasının çıkarttırdılar. Çünkü AB’nin Türkiye Temsilciliği Siyasi İşler Müsteşarı
Martin DAWSON, Vakıflarla ilgili yasa neden çıkmadı diye Anayasa Kom Bşk. Sn. Köksal TOPTANI sigaya çekiyordu (06.07.2006, Cumhuriyet).  
·         ULUSAL ONUR VE SAYGINLIĞIMIZIN korunması için yasalaşan TCK
301. maddede
 yapılan değişiklikle Türklüğe hakareti serbest bıraktık.
Şimdi de
KKTC’nin yok sayılmasını ve Ruhban okulunun açılmasını istiyorlar.  
·         AB, yine öne sürdüğü yeni koşullar ile yalnızca Musevi, Rum ve Ermenilerin
azınlık olarak kabul edildiği Lozan Antlaşması’na aykırı olarak
yeni azınlıklar
tarif etmeye çalışmaktadır. 
Kürt kökenli vatandaşlarımızı da azınlık olarak bize
kabul ettirmek amacındalar. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımızın İtalya seyahatinde de söylediği gibi Kürt kökenli vatandaşlarımız bu ülkenin azınlığı değildir. 
·         AB çatısı altında 5. kez KÜRT SORUNU için toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılanlar 6. toplantının TBMM çatısı altında yapılmasını önerdiler. Toplantı sonunda da LOZAN Antlaşması’nın yeniden yorumlanmasını istediler. Yani 45 yıldır üye olmayı düşlediğimiz ancak daha kendi anayasası olmayan emperyalist AB, ülkemizin kuruluş belgesi sayılan LOZAN Antlaşması’nı gündeme getirmek istiyor!!!
·         Yine Banu Avar’ın 15.01.2007 günü TRT-1 de sunduğu SINIRLARIN ÖTESİNDE programında, İngiltere’deki siyasilerin ve medya yöneticilerinin ülkemiz hakkındaki emperyalist görüşlerini dile getirdi. Onlar da ülkemizde bir Kürt azınlığı olduğunu öne sürmektedirler. Osmanlıyı bitirmek için imzalatılan SEVR Antlaşması’nın koşullarını, hala devam ettirmek çabası içinde olduklarını görmek bizler için çok önemli uyarıdır. Bu uyarıları içimizdeki AB uşağı olan ve KAREN FOG’un çocukları diye anılan hainlerin de duymasını dilerim. 
·         Lozan Antlaşması’nın delinmesine bir başka örnek: 
Yedikule Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi Vakfı’nın Türkiye aleyhine yaptığı başvuruyu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önceki gün kabul edilebilir bularak,
esastan inceleme sürecini başlattı. 1832’de kurulan vakıf, mahkemeye yaptığı başvuruda Türkiye’de Müslüman olmayan dinsel azınlıklara ait vakıfların
mülk edinmeleriyle ilgili mevcut yasal düzenlemelerin Lozan Antlaşması’yla kısıtlandığını belirtti ve bu durumun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne
aykırı olduğunu savundu. AİHM, azınlık vakıflarının mülk düzenlemelerini Lozan’ın kısıtladığını öne süren Ermeni vakfının şikâyetini incelemeye aldı. AİHM, geçen yıl da aynı gerekçelerle Türkiye hakkında şikâyette bulunan Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın başvurusunu kabul edilebilir ilan etmişti. 
(22.07.2005, Milliyet, Güven Özalp, Brüksel). 
Günümüzde ise gerek Lozan Antlaşması’nı imzalayanlar ve gerekse de imzalamayanlar ortak bir amaç için fırsat kollamaktadırlar. O da Lozan Antlaşması’nı delmek ve böylece ülkemizin bölünmez bütünlüğüne son vermektir. Örneğin 20 Ekim 1921’de Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması ile Güney sınırımız belirlenmiştir. Lozan Antlaşması ile de Güney sınırlarımız teyit edilmiştir. Ancak söz konusu iki antlaşmayı da imzalayan Fransa’nın okullarında okutulan coğrafya derslerinde kullandıkları haritalarda Güneydoğu Anadolu Kuzey Kürdistan ve Doğu Anadolu da Ermenistan olarak saptanmış durumdadır. 
Sayın Başbakanımızın AB için, “Bizi bölmek istiyorlar” saptaması, 16 Aralık 2004 tarihli Ek Protokolde bulunan 23. madde ile açıkça dile getirilmektedir. 
  • Türkiye 1959 ve 1960 Zürih ve Londra Anlaşmalarına göre Kıbrıs için garantör devlettir. 
Bu antlaşmalara göre Türkiye’nin üye olmadığı hiçbir kurum ve kuruluşa üye olamayacak diye anılan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, AB’ye üye yapılmıştır!  
Ülkemizin garantör hakları ile 1974 Cenevre Antlaşması’na göre Kıbrıs’ta 2 eşit otonom yönetim bulunduğu, taraflarca kabul edilmiştir. Şimdi ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, yeni dönem AB başkanı olarak ülkemizin geleceğine ipotek koyma isteğini
açıkça belirtmekte ve
Kıbrıs’taki askerimizi işgalci olarak tanımlamaktadır.  
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve birçok ülkeye örnek olan yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimleri, AB tarafından en büyük engel olarak görülmektedir. Hollandalı 30 yıllık politikacı, Hıristiyan Demokrat parlamenter
  • Oostlander tarafından Mart 2003’te hazırlanan ön raporda, KEMALİZM ilkeleri, AB’ye üye olmamız için en büyük engel olarak tanımlanmıştır. 
Yine Avrupa Parlamentosu’nun bir İngiliz milletvekili Andrew Duff da basın toplantısı düzenlemiş ve şöyle demişti:
  • Devlet dairelerinden Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması zamanı geldi. Türkiye bunu yapmalıdır.’ 
Neden ondan bu kadar korkuyorlar, neden O’nun ilke ve devrimlerinden bu denli çekiniyorlar? Lütfen düşünün ve gereken yorumu yapın. 
Değerli arkadaşlar,
2013 yılı, dünyanın ekonomik açıdan çok zor bir dönemi olacak. Gerek AB ve gerekse de ABD için ekonomik yorumlar iç açıcı değil. Umarım güzel ülkemizde ekonomik önlemleri gereğince alır ve namert’e muhtaç olmayız. Çünkü 90 yıl önce Lord Curzonun, LOZAN görüşmeleri sırasında dile getirdiği dilekleri,
“Borç alan emir alır” özdeyişi ile çok güzel açıklanmaktadır.  
Lozan antlaşmasının güzel ülkemizin geleceği için önem ve değerini anlamak için öncelikle SEVR Antlaşması’nı iyi algılamak ve yorumlamak gerekir. Bu konuda
Sayın
Hasan Pulur’un 23.08.2003 tarihli BİR SEVR HİKAYESİ başlıklı yazısını aşağıda bilgilerinize sunmak istedim.  
Sevgi ve saygılarımla (23.07.2012). 
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
===========================================
Bir Sevr hikâyesi 
Hasan Pulur
EVET, biz “Sevr Antlaşması’nı buruşturup tarihin çöplüğüne attığımızı” sanırken, “onlar” bu Antlaşmayı derin dondurucuda bekletip her fırsatta önümüze çıkarmaya çalışmışlardır. Erhan Bener “Bürokratlar“ın üçüncü cildinde anlatır… 
Yıl, 1966, Erhan Bener, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü)
Türkiye temsilciliğinde görevlidir, Baştemsilci Cahit Kayra’dır.
 
Türkiye’nin bu örgütle ilişkisi nedir? Her zamanki gibi: Para! Türkiye, borç, kredi, kısacası para aramaktadır. 
Baştemsilci Cahit Kayra, cumartesi günleri temsilcilikte çeşitli konuların tartışıldığı toplantılar düzenler, dünya sorunları, sanat ve kültür olayları gibi… 
OECD Yardım Konsorsiyomu’nun, Türkiye’ye yapılacak yardım için, ileri sürdüğü koşulları adeta Osmanlı devletine kabul ettirilen Duyun – u Umumiye koşullarına benzeten Cahit Kayra, Fransız Devlet Yayınları Kurulu’ndan bir Sevr Antlaşması aldırır, okuyunca o kadar ilginç bulur ki, ilk cumartesi toplantısını buna ayırır. 
ERHAN Bener anlatır, antlaşma incelendikçe görülür ki, Sevr’in ekonomik ve mali hükümleriyle, OECD konsorsiyomunun şartları arasında tıpatıp uyum vardır: 

“Konsorsiyomun hazırladığı metinlerdeki birçok tümcenin, Sevr Antlaşması’nın metninde hemen hemen aynen yer aldığını gördük.”
 
CAHİT Kayra da şöyle der: “Bizim okullarda Sevr Antlaşması’nı yalnızca imparatorluğun coğrafya bakımından parçalanmasını sağlayan bir Antlaşma diye okuturlar.
Oysa içindeki ekonomik, mali hükümler bu parçalanmadan çok daha önemlidir.
Daha sonra, Lozan Antlaşması sırasında, toprak parçalanmasına önem vermeyen sömürgeci devletler, Sevr’in ekonomik ve mali hükümlerini uygulamakta çok direnmişlerdi. Bana kalsa, okullarımızda, Lozan’dan çok, Sevr Anlaşması’nı okutmak gerekir. O zaman gençlerimiz bugünü daha iyi anlayabilirler.”
 
Toplantıya katılanlar, başta Erhan Bener, Paris’teki Devlet Yayınevine giderek
“Sevr Antlaşması”ndan birer tane isterler. Maalesef yoktur, çünkü Fransız Dışişleri Bakanlığı satışı durdurmuştur! 
Ama Cahit Kayra’nın elindekini de alacak değillerdir ya! Bu nüsha 1997 yılında Cahit Kayra’nın yorumuyla Türkiye’de yayımlanır. (Boyut Kitapları) Meraklısı gider alır, okur. 
Demek ki, isteyen Sevr’i unutsun, isteyen unutturmaya çalışsın, “onlar” derin dondurucu da “Sevr”i saklamaktadırlar. 
Son örnek… Amerika ne diyor?  “Irak’a asker gönderirsen, krediyi alırsın!” diyor.

Alpaslan IŞIKLI : AB ve GOP Kıskacında Türkiye !

Dostlar,

Merhum Prof. Dr. Alparslan IŞIKLInın ardından yazıp bize bıraktıklarını paylaşmayı sürdürelim. Bu gün

“AB ve GOP Kıskacında Türkiye !…” 

başlıklı ve 26 Mart 2008 tarihli makaleyi paylaşalım. Şöyle başlıyor :

portresi

  • “Üzerinde yaşadığımız bu ihtiyar küre, yine bazı önemli olaylara gebe görünüyor. Neler olabileceğini kestirmek, öncelikle nelerin olup bittiğini anlamamızı gerektirir. Olup bitenler, kuşkusuz, dünya ölçeğinde başlatılmış bulunan ve giderek yaygınlaştırılmaya ve derinleştirilmeye çalışılan bir ideolojik dayatmayla temelden bağlantılıdır. Gündüzlerin olmadığı bir dünyada, geceyi şuurlandırmak mümkün olmayabilirdi. Bunun gibi, karşıtları ortadan kaldırılan bir ideolojinin kendisinin de olmadığına hükmedilebilir. Bu nedenledir ki tek ve alternatifsiz bir ideoloji, sanki kendisi bir ideoloji değilmişçesine ‘ideolojinin sonu’ ve ‘tarihin sonu’ söylemleri arasında egemen kılınmak istenmekte.”

Alparslan hoca bu önemli makalesinde devamla şunları kaydediyor :

  • “Türkiye’de ise sosyal devletin uluslararası sömürü üzerinde temellenmeyen ve kronolojik açıdan biraz daha eskiye dayanan bir türü olarak Kemalizm doğmuştur. Ancak, sosyal devletin ömrü çok sürmemiş; 70’li yıllardan başlayarak tırmanışa geçen yeni liberalizm ile birlikte adeta belleklerden silinmiş; sosyal devletin ve onunla bağlantılı olarak Kemalizm’in oradan kaldırılması başlıca hedef haline getirilmiştir. Bugün yeni liberalizmin, dünyayı, liberalizmden farklı bir geleceğe götüreceğini söylemek için geçerli hiçbir neden bulunmamaktadır. Ekonomik bunalımlar ve dünya çapında sosyal adaletsizlik derinleşmektedir.  Irkçılık, ‘medeniyetler çatışması’ kılıfına büründürülerek hortlatılmıştır.. Dün, Reischtag yangını Hitler’in ‘önlenemeyen yükselişi’ne basamak yapılmıştı. Bugün de İkiz Kuleler
    ve Pentagon saldırıları, yeni bir Haçlı seferinin başlatılması ve
    küresel kapitalizmden küresel faşizme geçiş yönünde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur.”

Ve merhum Işıklı söyleşisini şöyle bağlıyor :

“Türkiye’ye gerçek durum söylenmiyor. Türkiye’nin adaylığını kabul edelim diyenlerin gerçek eğilimi, Türkiye’nin AB’ye asla üye olmayacağı yönünde. Onların Türkiye ile ilişkilerini başından beri dürüstlük ve vakar içinde sürdürmediklerini görüyorum.” (V. Giscard d’Estaing, eski Fransa Cumhurbaşkanı [10] Aslında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne en azından bugünkü bütünlüğüyle ve yapısıyla giremeyeceği mevcut iktidarın bile malumu olmalıdır.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 8 Mart 1995’te TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmada bu konudaki görüşlerini çok açık bir dille şöyle açıklamıştır:

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giremeyeceği kesindir.
Bunu Avrupalılar söylemektedir
.’

‘Kapitalist onlar. Duyun-u Umumiye’yi hatırlayın. (Osmanlı’nın borçları nedeniyle tüm devlet gelirlerine el koyan yabancı kuruluş.)
Ne yazık ki Türkiye’yi aynı duruma düşürmekle meşguller.’ “

==================================

Yazının tümünü okumak için lütfen tıklayınız..

AB_ve_GOP_Kiskacinda_Turkiye_26.03.2008

Sevgi ve saygı ile.
21.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ve Osmanlı’ya Yükü / Ottoman-British Free Trade Treaty and Burden to Ottoman State