Etiket arşivi: Fatih Sultan Mehmet

İTİBAR KALDI MI?

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

7 Kasım 2021

İtibardan tasarruf edilmez” sözü, gerçekte doğru bir sözdür.

Fakat, itibarınız var ise!
AKP Genel Başkanı T.C. Devletinin itibarını o kadar düşürdü ki, itibarımız dünyada dip yaptı!

ABD Başkanı, “Demokrasi Zirvesi” isimli uluslararası bir toplantı düzenliyor,
107 ülkeyi davet ediyor ama içlerinde Türkiye yok!

Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna katılmak üzere New York’a giden Erdoğan’ı, aynı uçağın arka kapısından inip, ön kapıya koşarak giden Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu karşılıyor!

Fener Rum Patriği 23 Ekim – 3 Kasım arasında Amerika’yı ziyaret etti.
Patriği, ABD Başkanı Biden kabul etti ve görüştü.
Patrik, ABD Dışişleri Bakanı Blinken ile de görüştü!

Kim bu Patrik?
Erdoğan’ın beğenmediği Lozan Antlaşmasına göre;
Patrik, T.C. Yasaları çerçevesinde idari açıdan Eyüp Kaymakamlığına, Fatih İlçesi C. Savcılığına ve İstanbul Valisine bağlıdır. Çoğu cemaatsiz olan 18 Metropolit tarafından yapılan seçimin onayını İstanbul Valisi verir.
Patriğin T.C. Devleti içindeki en yüksek dereceli muhatabı İstanbul Valisidir!

T.C. Cumhurbaşkanı’nı hiçbir Amerikalı yetkili karşılamayacak, ABD Başkanı zaman ayırmayıp görüşmeyecek ama, Türk Devletindeki en yüksek makamdaki muhatabı İstanbul Valisi olan Patrik, Başkan tarafından kabul edilecek…

T.C. Devletinin 12’nci ve 11’nci Cumhurbaşkanları hariç, hiçbir Cumhurbaşkanı böyle bir rezilliğe izin vermedi!

Yaaa Erdoğan, işte sana gösterilen itibar! İster tasarruf et, ister etme!

Azizi Türk Milleti;
Tarih bilmezliğin, kendi devletine “Çömez Devlet” demenin, ülkesinin tapusu olan antlaşmayı haksız olarak yerden yere vurmanın sonucunu birkaç cümle ile anlatmak isterim.
Fener Rum Patrikhanesi’nin Türkiye’de birkaç bin kişilik Rum Ortodoks cemaati var. Patrik, “Ekümenik” olarak tanınmak istiyor. Yani “Ben dünyadaki tüm Ortodoksların lideriyim, beni böyle tanıyın” demektedir.

Moskova Patrikhanesinin 200 milyon kişilik bir cemaati var ve Fener Patriğinin Ekümenik olarak tanınmasına Rus Devleti şiddetle karşı!

Bizim çok bilmiş Bademler, Rus Devleti ile ilişkilerimizin bozulmasını ister gibi, Ukrayna’nın, Fener Patriğinin yetki alanına girmesini istediler!

Fatih Sultan Mehmet’ten bu yana, devlet olarak kullandığımız bu koz, Bademlerin salaklıkları yüzünden Rus Devleti ile ilişkilerimizin gerilmesine neden oldu…

Ezik Bademler, bir Cihan Devleti olan T.C. Devletinin itibarına hep darbe vurdular.
11. CB Gül ve dönemin Başbakanı Erdoğan, Türkiye’yi ziyaret eden Suudi Kralı, Anıtkabir’e ve Çankaya köşküne çıkmamasına rağmen, Arap Kralın otel odasına koşarak gitmişlerdi! (T.C. Cumhurbaşkanı, yurt içinde kimsenin ayağına gitmez, gidemez. Herkes Cumhurbaşkanı’ nın ayağına gitmek zorundadır. Türk Devlet geleneği budur!)

Gül, Türkiye’ye gelen İngiltere Kraliçesi’nin, kendisini ziyaret etmemesine rağmen kaldığı gemiye, yani Kraliçe’nin ayağına gitmişti. Üstelik İngilizler gemide Türk Bayrağı asmamıştı!

12. CB Erdoğan, Lozan Antlaşmasına ve Türkiye’nin menfaatlerine aykırı olarak, her biri Türk Vatandaşı olması gereken Fener Metropolitlerinin yabancılardan seçilmesine izin vermişti.

12. CB Erdoğan, kendisine verilen “BOP Eşbaşkanlığına” kanarak, Irak ve Suriye’de milyonlarca Müslüman’ın katledilmesine, tecavüze uğramasına sebep olmadı mı?

Geçmişinizi bilmezseniz, Türk ve Müslüman düşmanlarının tuzaklarına düşersiniz. Sonunda da, değil 3 tane, 300 tane Sarayınız olsa da tarihe, ülkesine ihanet etmiş adam olarak geçersiniz. Yazık, çok yazık…

Not;
Yarın, zaman bulabilirsek şu Patrikhane gerçeğini bir daha anlatalım. Çünkü bu konu önümüzdeki yıllarda başımızı çok ağrıtacak.

Sağlık ve başarı dileklerimle, 07 Kasım 2021

 

80 yıl önceki karar davaya konu edilip, iptal edilemez, hukuka aykırıdır

Ayasofya kararını Prof. Dr. Metin Günday değerlendirdi: 80 yıl önceki karar davaya konu edilip, iptal edilemez, hukuka aykırıdır

AYASOFYATelif hakkı AFP
İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday, Danıştay’ın Ayasofya’ nın müzeye dönüştürülmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptali yönündeki kararının hukuka aykırı olduğunu söyledi. BBC Türkçe’nin konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Günday, kararın hem usul hem de esas açısından hukuka aykırı nitelik taşıdığını belirtti.

Günday, “Bu kararın üzerinden 80 yıla yakın zaman geçmiş. 80 yıl sonra idari bir davaya konu edilip iptal edilemez. Bu yönü yanlış. Usul yönünden yanlış bir durum söz konusu.” dedi. Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Kararın hemen ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrini ve ibadete açılmasını öngören Cumhurbaşkanlığı Kararı’nı imzaladı. Karar, Resmi Gazete’de yayımlandı.

metin gundayTelif hakkıTWITTER.COM/METİNGNDAY
Image caption
İdare Hukuku uzmanı Prof. Dr. Metin Günday


‘Osmanlı hukuku Cumhuriyet hukukun
un yerine geçti’

Günday, bu kararın bir anlamda Osmanlı hukukunu Cumhuriyet hukukun yerine geçirdiğini ifade ederek, şunları söyledi:

“Bu karar, bir nevi Osmanlı hukukunu Cumhuriyet hukukunun yerine geçiriyor. Kararı, Fatih Sultan Mehmet Han’a ait vakıf senedine istinaden alıyor. Bu, 1470’li yıllarda düzenlenmiş bir vakıf senedi. Sonra Cumhuriyet idaresi kuruldu. Bu açıdan da bence tartışma götürecek bir karar ve hukuka aykırılık taşıyor.”

Günday, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının böyle bir davaya konu edilmesinin mümkün olmadığını belirterek, Danıştay’ın başından bu davayı reddetmiş olması gerektiğini ifade etti ve şu örneği verdi:

“Osmanlı döneminde zaten bütün ülke, padişahın mülkiyeti altında. O zaman bir kişi de kalkıp ‘ben Abdülhamit Han’ın mirasçısıyım, Topkapı Sarayı bana aittir’ derse, mahkeme mülkiyet hakkı çerçevesinde bunu haklı görecek mi?”

Danıştay’ın kararının gerekçesi ne?

Danıştay, konuyla ilgili kararının gerekçesinde Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğunu ve bu nedenle de vakıf senedindeki niteliği ile kullanım amacının değiştirilemeyeceğine hükmetti;

“Ayasofya’nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğu,

“Ayasofya’nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu,

“Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği;

“Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu kuşkusuzdur.”

Danıştay, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının altında yer alan Mustafa Kemal Atatürk imzasının sahte olduğuna ilişkin itiraza ilişkin ise imzanın incelenmesine gerek olmadığına hükmetti.

3 MART’TA OKULLARDA DERSİMİZ “LAİKLİK” OLACAK


3 MART’TA OKULLARDA DERSİMİZ “LAİKLİK” OLACAK

3 MART’TA OKULLARDA DERSİMİZ “LAİKLİK” OLACAK
“Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir.
Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.” 

diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün en önemli devrimlerindin biri Laikliktir.
İnsanların inançlarına saygı gösterilmesi gerektiğini savunan Eğitim-İş, Atatürk’ün söz konusu tanımını benimsemiştir ve devlet yönetiminde inançların öne çıkmasına karşıdır.
Laik düzlemde inançlar, eğitim, hukuk, bilim ve ekonomiye etki etmemelidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurumları ve kuralları, dine, etnisiteye göre değil,
laiklik ilkesine göre biçimlenmiştir ve bu yapı korunmalıdır.
Ancak bugün gerici düzenleme ve uygulamalarıyla laik eğitime darbe vuran AKP iktidarı, “dindar ve kindar nesil” yetiştirme hedefine uygun olarak dinci eğitimi yaygınlaştırmaya
hızla devam etmektedir.

  • Akılcı ve bilimsel düşünen, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı,
    kişiliği gelişmiş, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve üretken bireyler yetiştirmek;

Türk Milli Eğitimi’nin temel amaçları arasında yer almaktadır.
Ancak AKP iktidarının hedefi öğrencileri cemaatlerin ve tarikatların kucağına iterek
çağdaş, bilimsel, akılcı, laik eğitim sistemini ortadan kaldırmaktır.

Karma eğitime son verilmesi durumunda, Atatürk’ün liderliğinde kurulan Cumhuriyetin
en önemli kazanımlarından olan ve Milli Eğitimde birliği esas alan Tevhid-i Tedrisat
ortadan kaldırılacak ve yeniden çok başlı eğitim sistemine dönülecektir.

Eğitim-İş, tüzüğümüzde de belirtildiği üzere, Atatürk ilke ve devrimleri ile
Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesi üzerinde yükseldiğinin bilinciyle,
laiklik ilkesinin korunmasına büyük önem verir. Kişilerin inanç ve vicdan özgürlüklerini savunurken, dinsel inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanmalarını ya da baskı altına alınmalarını da kabul edilemez bulur. Bu nedenle de ülkede yaşayan herkesin

– çağdaş,
– bilimsel,
– laik,
– demokratik,
– eşit,
– parasız ve
– nitelikli eğitim hakkı

olduğunu savunur ve bu hakkın yaşama geçirilmesi için mücadele eder.

Bu amaçla, AKP iktidarının bilimsel, laik, ulusal ve demokratik eğitimi tasfiye etme girişimlerine karşı başta Eğitim-İş üyesi öğretmenler olmak üzere tüm öğretmenler;

3 Devrim Yasası’nın kabulünün 91. Yıldönümü olan 3 Mart 2015 tarihinde,
yakalarına “Laiklik Özgürlüktür” sloganının bulunduğu kokartları takacak,
Eğitim-İş tarafından hazırlanan ders planı içinde ülke genelinde tüm okullarda ilk ders saatinde “Laiklik” konusunu anlatacaklardır.

Eğitim-İş olarak, Öğretim Birliğine (Tevhid-i Tedrisat) son vererek, medrese-mektep ikilemini günümüze taşımak isteyen bu anlayışa karşı, Atatürk ilke ve devrimlerine, Cumhuriyetimizin kazanımlarına, ülke bütünlüğüne, laik, bilimsel, demokratik, eşitlikçi ve parasız eğitime sahip çıkmaya devam edeceğiz; bu kararlılıktan asla vazgeçmeyeceğiz.

EĞİTİMİŞ MERKEZ YÖNETİM KURULU
http://www.egitimis.org.tr/haber-arsiv/3-mart-ta-okullarda-dersmz-laklk-olacak#.VO-V1fmUdrs

Ders planları için lütfen tıklayınız…

3_Mart_2015_LAIKLIK_Egitimi_Ders_Programi_Ilk_4_Yil

3_Mart_2015_LAIKLIK_Egitimi_Ders_Programi_5-6-7-8._Yillar

3_Mart_2015_LAIKLIK_Egitimi_Ders_Programi_Liseler

======================================

Dostlar,

logo

Biz de bir EĞİTİM-İŞ üyesi olarak
(Ankara 1 Sayılı Şube), Genel Merkezimizin
bu açıklamasını ve eylemini son derece yerinde buluyoruz…

 Laik rejim, Batı’da yüz yılı aşan son derece kanlı mezhep savaşlarının ardından

çoook acılı deneyimlerle öğrenilmiş bir devlet ve toplum düzenidir.

Gökten inmediği gibi “Laikçilerin” (!) “inananlara” dayattığı bir dinsiz yönetim asla değildir.

Avrupa’da yüz yılı aşan Katolik – Protestan savaşları sonunda, 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans’ın) başkenti Konstantinapolis düşünce (Osmanlı Padişahı
Fatih Sultan Mehmet tarafından tarihinin en zayıf döneminde yakalanarak fethedilince)

Avrupalı Hırıstiyanlar sonunda uyanmış ve

“Ne senin Katolik şeriatın ne de benim Protestan şeriatim” diyerek uzlaşmış;

toplum laikleşerek devlet de sekülerkeşerek kadim sorunu sonsuza dek çözmüşlerdir.

İngiltere, Roma’dan ayrılarak kendi Anglikan Kilisesini kurmuştur..

İslam Dini ve Muhamet Peygamber ise dinsel önder olmakla yetinmeyip, siyasal önder –
devlet başkanı da olmak istediğinden – olduğundan, İslam Dünyasında böylesi bir Laikleşme süreci yaşanamamaktadır.

Fakat laiklik olmadan barışa ve demokrasiye erişme olanağı yoktur..

Bizim Dincilerin – şeriatçıların 500 yıllık bu yaşam gerçeğini kavramaları için ne yapılmalıdır??
Daha kaç zaman İslam Dünyası karanlıklar içinde debelenecektir??
Aydın din bilginleri ve Müslümanların topluma önder olmaları tarihsel bir görevdir.

İslam’da reform Hırıstiyanlıkta olduğu gibi mutlaka yaşanacaktır..

Er ya da geç..

Sevgi ve saygı ile,
26.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

CKD Başkanı Dr. Canan Arıtman’dan BAŞBAKANA AÇIK MEKTUP


CKD Başkanı Dr. Canan Arıtman’dan BAŞBAKANA AÇIK MEKTUP    


BAŞBAKANA AÇIK MEKTUP   
                                                                                                           

Sn. R.T. Erdoğan T.C. Başbakanı

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı günü 7 dilde,
2 Ermeni lehçesinde yayınladığınız “Ermeni Mesajı”; analarımızı ağlatmıştır.

Biz kadınları yaraladınız!
Türk Milleti’nin yarasına tuz biber ektiniz.

T.C. Başbakanı’nın ülkesinin tarihini, özellikle de yakın tarihini iyi bilmesi gerekir.

1915’te Ermeni isyanlarını, tecavüz ve katliamlarını ve tüm cephelerde 7 düvele karşı vatan savunması yapan askerlerimizin arkadan vurulmasını önlemek için yapılan ; “Zorunlu Göç ve İskan Kanunu” gereğince uygulanan, hukuksal ve haklı tehciri, yabancılara karşı “gayri insani” olarak nitelemenizi kabul edilemez buluyoruz.
Bu nasıl “gayri insani” bir zorunlu göç ve iskandır ki; her kişiye günlük yevmiye verilmiş, yardım kuruluşlarının her türlü denetim ve yardımlarına izin verilmiş, eli silah tutan çocuklar dahil her erkek cephelerde savaşırken bile konvoyların güvenliği
sağlanmaya çalışılmış, hastalar hastanelerde tedavi edilmiş, çocuklar koruma altına alınmıştır. Konvoylara saldırı düzenleyen gaspçılardan yakalananlar mahkemeye verilmiş, 67 kişi idam edilerek 1500 dolayında suçlu da ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır. Ayrıca bu tehcir, ülke sınırları içinde ilden ile yapılmıştır.

Tehcir uygulaması, savaş dönemlerinde dünyadaki tüm hukuk düzenlerinde haktır
ve meşrudur.

Günümüzde Cenevre Sözleşmesi‘nin Ek 2 Protokolü’nün 17. maddesi
tehcir uygulamasını, tüm devletlere bir hak olarak vermektedir.

1915’te tehcir uygulaması zorunlu kılınan illerimizde 518 bin Müslümanın
Ermeniler tarafından öldürüldüğünü de biliyor olmanız gerek.
Onların torunlarına da taziyelerinizi sunmanızı bekliyoruz.

Ayrıca ASALA terör örgütünce şehit edilen diplomat ve devlet görevlilerimizin ailelerine de taziyelerinizi iletmenizi diliyor ve bir özür borçlu olduğunuzu düşünüyoruz.

Çünkü hepsini ağlattınız!..

  • 1915 olaylarının, soykırım olduğuna ilişkin ulusal ve uluslararası hiçbir yargı kararı yoktur. Tam aksine soykırım olmadığına ilişkin yargı kararları vardır.

İngiliz Kraliyet Başsavcılığının yürüttüğü Malta Yargılaması ve en yenisi
AİHM’in 17 Aralık 2013 Perinçek Kararı bu doğrultudadır.

Türk Milleti 100 yıldır büyük bir iftiraya maruz kalıp soykırımla suçlanırken,
büyük bir saldırı altındayken AİHM’in Perinçek Kararı, Türkiye’nin haklılığını kanıtladı ve uluslararası düzlemde elini rahatlattı derken; sizin mesajınız, yargı sürecini ülkemizin, milletimizin aleyhine gelişebilecek bir noktaya taşıdı.

Çok iyi bildiğiniz gibi; davalı İsviçre tarafından AİHM Perinçek Kararı, bir üst mahkemeye götürülmüştür. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, “Bu süreçte İsviçre’ye destek olacağız.” derken, en büyük destek ne acıdır ki, sizden, T.C. Başbakanı’ndan geldi.

Millet olarak kendimizi ihanete uğramış hissediyoruz!..
Bu vahim hatanızı derhal düzeltmenizi bekliyoruz.

1915’te yaşamını yitiren Ermenilerin torunlarına özel taziyenizi, Zorunlu İskan Yasası’nın uygulanmasını gayri insani bulmanızı şiddetle kınıyor ve reddediyoruz.

Devam eden AİHM yargı sürecini aleyhimize etkileyecek açıklamanızı da
derhal tevil etmenizi bekliyoruz.

Türk Milleti tarih boyunca pek çok halka, kavime, millete hükmetti; imparatorluklar yönetti. Ama hiç kimseye soykırım uygulamadı. Yitirdiğimiz topraklardan, Balkanlardan, Kafkasya’dan göçe zorlanan, katliamlara uğrayan milyonlarca insanımızı yitirdik, soykırımlara uğradık ama kimseye kin gütmedik, soykırım ise asla uygulamadık.

Fatih Sultan Mehmet’in idaremiz altındaki gayr-i Müslimlerin dini, ticari, insani haklarının ve kültürlerinin korunması konusundaki 1578 (AS: 1478 olacak, Fatih’in ölümü 1481) tarihli Fermanı, Magna Carta’dan (AS: 1215) sonraki ilk insan hakları bildirgesidir ve Türk Milletinin insancıl hasletlerini ortaya koyar.

Hiç kimse atalarımıza, çocuklarımıza, gelecek kuşaklarımıza “soykırımcı” diyemez.

Buna izin vermeyeceğiz. 

Ülkemizin Başbakanı olarak sizden Türk Milleti’nin, Türk Devletinin haklarını, çıkarlarını korumanızı ve Aziz Milletimizin soykırımcı olmadığını dünyaya haykırmanızı bekliyoruz.

Ayrıca tüm şehitlerimizin, Ermeni katliamlarında yaşamlarını yitiren yurttaşlarımızın torunlarına, Türk Milletine taziyelerinizi iletmenizi, bundan böyle Milletimizin acılarını paylaşmanızı istiyoruz.

  • Ermeni açılımını 23 Nisan’da, Kürt açılımını 10 Kasım’da yaptınız. 

Milletimizi yaralayan açılımlarınızı, Milletimiz için önemli olan özel günlerde
yapmanızı da kabul edilemez buluyoruz.

ÖZÜR DİLEMENİZİ BEKLİYORUZ…

Biz, Cumhuriyet Kadınları Derneği olarak önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Milletimizin acılarını paylaşan, Yurttaşlarımızın, Devletimizin haklarını, çıkarlarını koruyan, YURTSEVER BİR CUMHURBAŞKANI seçmek kararlılığındayız.

Bu profile uymayanların adaylığına karşı çıkacağımızı beyan eder,
saygılarımızı sunarız. (30.4.14)

Dr. Canan ARITMAN
Cumhuriyet Kadınları Derneği

Genel Başkanı

TÜRK TOPLUMUNDA HEKİMLİĞİN PARASAL KARŞILIĞI


Dostlar,

İzmir’den meslektaşımız Sayın Prof. Dr. Baha Taneli bir ileti ekinde
aşağıdaki kısa yazıyı göndermişler..

Paylaşalım istiyoruz..

  • “Hekimlerin gelirleri hakkında son zamanlarda konuşulanlar, geçmişte ne imiş sorusuna tarihsel kaynaklardan bulduğun değerleri bilginize sunmak istedim. Bu bilgiler Ege Tıp Fakültesi’nin her ay çıkardığı Ayın Kitabı serisinden
    118. olarak Mayıs 2013’t
    Doç Dr. Hatice Şahin ile birlikte hazırladığımız kitabın 126. sayfasın da bulabilirsiniz. Ayrıca 156. sayfasında ‘sonuç ve öneriler’ bölümü de ilginizi çekebilir diye size gönderiyorum.
    Selam ve sevgiler sunarım.”

*****

TÜRK TOPLUMUNDA HEKİMLİĞİN PARASAL KARŞILIĞI  

Geçmişten elimize geçen bilgilere göre, 1447’de Edirne’de faaliyet gösteren medrese müderrislerine günde 100 akçe (2 altın), Bursa Sultan Medresesinde 50 akçe (1 altın) veriliyordu (44). Fatih Sultan Mehmet döneminde Ayasofya Medresesi‘ne atanan
Ali Kuşçu’nun günde 200 akçe (yaklaşık 4 altın) ayda (120 altın) maaşla çalıştırıldığı kayıtlardadır (12). Fatih ve Süleymaniye Külliyesi’ndeki “Elli’li” tabir edilen Medreselerde müderrislere günde 50 akçe (1 altın) ödendiği vakfiye kayıtlarında vardır (12). Edirne’deki II. Beyazıt Külliyesindeki Darüşşifada Müderrislerin tatil günleri dahil günde 50 akçe, yardımcılarının tatil günleri dışında günde 7 akçe, öğrencilerin günde
2 akçe aldığı kayıtlarda vardır ve hasta tedavisi ücretsizdir (12).

Genç Osman döneminde kadın cerrah Saliha Hatun 1622’de rıza senedi imzalatarak ameliyat ettiği hastalarından 800 akçe (16 altın) aldığı kayıtlardadır (18).

1870 Vilayet Nizamnamesi ile Belediyelere Doktor ataması zorunluluğundan sonra  1000 kuruş maaşlı Abdullah adında bir doktor atanmış, Ordu da kendi gereksinimi için Binbaşı Yorgi Maril’i Hersek’e atamıştır(57).

Şam Tıbbiyesindeki İdare müdürü ve muallimlere 1909’da 3000 kuruş,
asistanlarına da 1000 kuruş maaş verilmiştir (20).

1875-78 arasında Sofya’daki Asker Hastanesinde 27 tabip çalıştığı,
bunların yabancı uyruklu olanlarına (Yunan, İngiliz, Avusturya, Fransız olmak üzere 23 hekime) ayda 200-500 Frank arasında maaş ödendiği, Türk doktorlara (5 hekim) ise ayda 1200-2000 kuruş ödendiği, bunların M.S.B. 2. Ordu defterinde adları ile gösterildiği belgelenmiştir (67).

1400 yılında kurulmuş olan Bursa Darüsşifası’nın vakıfnamesinde baştabip için günlük 12 dirhem, tabip için günlük 8 dirhem maaş belirtilmiştir (59,61 ).

Bugünkü değer olarak 1 dirhem 2.97 g gümüş olursa bugün 1 gram gümüş 20 TL olursa 3 x 20 x 12 x 30 gün =21 600 TL başhekim aylığı, 3 x 20 x8 x 30 =14 600 TL hekim aylığı eder. 1551’de Haseki Darüsşifasında Tabibi Hazik’in yevmiyesi
25 Dirhem (25 x 60 TL =1500 TL) olarak belirlenmiştir.

1540’ta Manisa Darüsşifası’nda baştabip günde 30 Dirhem ile (1800 TL) görevlidir.
Bu darüsşifalarda hasta bakıcılar günde 3 Dirhem ücretle (180 TL) görevli idiler.

1893 yılında kolera salgınından sonra Paris Pasteur Enstitüsü’nde yılda 2400 Frank maaşla çalışan Paris Tıp Fakültesi muallimlerinden Dr. Maurice Nicolle ayda 130 altın (yılda 20 000 Frankla) Bakteriyolojihaneyi kurmak üzere görevlendirildi (29).

1901’de İstanbul Kuduz Laboratuvarı şefliğine atanan Dr. Remlinger’e ayda 110 altın maaş verilmiştir. 1910 yılına dek bu görevi sürdürmüştür (28,29).

1902’de Samsun’da yapılan 50 yataklı Canik Gureba Hastanesinde bir Fransız Doktor LaTour, 10 altın maaşla çalıştırılmıştır (41,45). 1909’da Kadırga’daki Tıp Fakültesinde görevlendirilen Muallim-i Evvellere (Ord. Prof.) 2000 kuruş, Muallim-i Sanilere (Prof.) 1500 kuruş, Muallim Muavinlerine (Doçent) 1000 kuruş, müdavim muavinlerine
(asistan adayı) 500 kuruş aylık verilmesi kararı vardır (36). Ord. Prof.lere asistan adayı maaşının 4 katı verilmektedir.

İzmir Mektebi Sultanisi’nin adı İzmir Erkek Lisesi olurken 6 Mart 1924’te milletvekili seçilince ve Milli Eğitim Bakanı olan Vasıf Bey, liseye müdür olarak Mithat Bey’i (Oksancak) atar. Bu dönemde müdürün maaşı 4000 kuruş, yatılı öğrencisi olan okulun doktoru Kamuran Bey 3000 kuruş maaş almaktadır (46).

1930’lu yıllarda milletvekili maaşının 300 lira, 1935’te Prof. Dr. Albert Eckstein ile Sağlık Bakanlığı arasında yapılan sözleşmeye göre vergiler çıktıktan sonra ayda
750 TL verilmesi, yılda altı hafta maaşlı izinli sayılması, ücretle hastane içinde ve dışında hasta bakmayacağı, sorulduğunda ücretsiz fikir veren raporlar verebileceği ve
5 yıllık olan anlaşmanın istenirse uzatılabileceğine ilişkin bir belge vardır (47).

Bugünkü anlamda tam gün çalışan bir profesöre milletvekiline verilen maaşın iki katından çoğu verilmektedir. 1942’de hekim maaşının 300 TL olduğu bilinmektedir (41). 1968’de baş asistanlara (şimdiki yardımcı doçentliğe eşdeğer öğretim elemanı) öbür fakültelerde normal maaşına ek 1000 TL ek ücret verilirken, Erzurum’dakilere 3000 TL verilmiştir.

KAYNAKLAR

12-  Osmanlının Tıp Bilimine Verdiği Önem. http://www.forumalev.net/egitim-haberleri/191052-osmanlinin-tip-bilimine-verdigi-onem.html (27 Nisan 2011).

18- Armağan M. Büyük Osmanlı Projesi. İstanbul, Timaş Yayınları, 2008;241-2.

20- İhsanoğlu E. Suriye’de Modern Osmanlı Sağlık Müesseseleri:
Hastaneler ve Şam Tıp Fakültesi. Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1999;27-65.

41- Yıldırım N. Türkiye’nin İlk Kadın Doktoru Safiye Ali.  İstanbul, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, 2012; 3-276.

44– Oruç Y. Atatürk’ün Fikir Fedaisi Dr. Reşit Galip: Günümüz Gözüyle.
İstanbul, Gürer Yayınları, 2008;35-194.

57- Zafer Gölen. Tanzimat Döneminde Bosna-Hersek Türk Tarih Kurumu Yayınları IV/A-2-2.12.Dizi Sayı 1. Ankara 2010 ISBN 978-975-16-2299-0 sayfa 227

59- Nancy Thomsen De Grummond. The Religion of the Etruscans.
The University of Texas Press, Austin 2006 s. 105.

61- Osman Şevki Uludağ. Osmanlılar Devrinde Türk Hekimliği. Türk Tarih Kurumu yayınları, ISBN: 978-975-16-2274-7 Ankara 2010 s. 28, 89, 92.

67- Murat Babuçoğlu, Orhan Özdil, Sadık Emre Karakuş. Osmanlı Belgelerinde Askeri Tıp ve Balkan Asker Hastaneleri Gesdav (Gülhaneliler Eğitim Sağlık ve Sosyal Dayanışma Vakfı) ISBN: 978-975-00366-0-6, Zes Tanıtım Organizasyon, Ankara, Temmuz 2013 s.14-16.

*****

Teşekkürler değerli meslektaşlarımız Prof. Dr. Baha Taneli ve Doç. Dr. Hatice Şahin..
(En üstteki fotoğrafı biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
2 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?


TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?

İzzet Polat AROLAT
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Atatürk devrimlerinin özü; bağımsızlığını yitirmiş, bilimde, sanatta, teknikte,, ekonomide, yaşamın hiçbir alanında başarı göstermemiş koskoca bir
Osmanlı İmparatorluğu. Okuma-yazma oranı erkeklerde %10, kadınlarda %4.
Yıkılmış viran olmuş bir ülkeden, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmış,
halkı mutluluk içinde çağdaş bir ulus yaratmaktır.

Durumu kısaca özetlemek gerekirse; yükselme dönemi dahil, yönetim padişahların elindeydi, yasaları o koyardı. Dünya işlerine vezirler, din işlerine şeyhülislam bakardı. Hilafetin kabulü ile (1517) ve sonraki yıllarda din yönetim içinde gittikçe ağırlık kazandı. Bilim ve teknikten gittikçe uzaklaşıldı. Devlet din kurallarına göre yönetilmeye başlandı.
Oysa Batı toplumları, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağ karanlığından kurtuldular. Bilim ve akıl tek yol gösterici olarak kabul edildi. Din giderek dünya işlerinden elini çekti. İnsanların vicdanlarında yüce yerini aldı. Aklın ve bilimin yol göstericiliği, beraberinde, bilimde, teknikte, sanatta, ekonomide yeni ufuklar açtı. Derebeyliklerin, imparatorlukların yerini cumhuriyetler aldı. Demokrasiye giden yolun önü açıldı.

Osmanlı Devletinde ise; matbaa 1450’li yıllarda icat edildiği halde Osmanlı Devletine 278 yıl sonra ancak girebildi. Osmanlı tebası Rumlar ve Ermeniler, kendi matbaalarını kurdular. İncil’i ve Tevrat’ı kendi dillerine çevirdiler. Kuran-ı Kerim 1931 yılında Atatürk’ün sayesinde Türkçe’ye çevrilebildi. Ezan halen Arapça okunuyor.
1450’li yıllarda İtalya’da üniversite kuruldu.

Fatih Sultan Mehmet ise Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev’i medrese kurmakla görevlendirdi.
Yani 1500’lü yıllardan başlayarak Batı, din ve devlet işlerini ayırırken, aklı ve bilimi yaşamın bütün alanlarında yol gösterici olarak kabul ederken, bizim toplumumuz giderek taassubun pençesinde geriledi, durakladı, parçalandı.
Sanayide hiçbir başarı gösteremedi. Ticaret büyük ölçüde Rum ve Ermeni tüccarların elindeydi. Para ve güç Galata bankerlerinin eline geçmişti.
Devlet dış borçların faizini bile ödeyemez durumuna düşmüş,
vergilerini Duyun-u Umumiye aracılığı ile topluyordu.

Emperyalist ülkeler çökmüş devleti soymakla yetinmiyor, topraklarını da elerlinden alarak Türkleri Anadolu’dan sürmek istiyorlardı.

Birinci Dünya Paylaşım Savaşından yenik çıkmıştık. Sıra topraklarımızın paylaşılmasına gelmişti. İşte tam bu sırada Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal ortaya çıktı. Paşalar ve Türk halkı O’nun arkasındaydı. Dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan’da sınırları çizilmiş bağımsız bir Türk Devleti kurulmuştu.
Sıra daha büyük, daha zor bir savaşa gelmişti. Çağdaş dünya milletlerinin eşit, çağdaş, saygın bir üyesi olmak.

Bu hedef daha büyük Devrimi gerçekleştiriyordu.
Büyük Atatürk işte bu devrimi gerçekleştirdi.

Batı toplumu Rönesans ve reform hareketleriyle sürekli ve hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Derebeylikler yıkılmış, Kilisenin dinci taassubu, yani ortaçağ karanlığı yerini Aydınlanma devrimine bırakmıştır. İmparatorluklar Cumhuriyet’e giderek Demokrasiyle yönetilen Devletlere dönüşmüştür.

Bilimde, sanatta, teknikte hızlı bir gelişme olmuş kıtalar keşfedilmiş, deniz ticareti
başta olmak üzere, ekonomide büyük gelişmeler olmuştur.

1789 Fransız İhtilali kardeşlik – eşitlik – özgürlük hareketlerinin ateşleyicisi olmuştur.

Fakat bütün bu gelişmeler yıllarca süren savaşları da beraberinde getirmiştir. Yüzbinlerce insanın ölümüne neden olmuştur.
Eşitlik ve özgürlük sloganıyla başlayan aydınlanma hareketi,
aynı zamanda sömürgeciliği de beraberinde getirmiştir.

Ancak hiçbir bilgi birikimi olmayan yanmış yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş bir ülke kurma girişimi gerçekçi olabilir miydi?
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Batı’nın 500 yıla yakın sürede on binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan, bilim, sanat adamlarının ağır bedeller ödeyerek gerçekleştirdiği aydınlanma devrimini başarmak olanaklı olabilecek miydi?

  • Halk bilerek, isteyerek cahil bırakılmıştı.

Medreseler, tekkeler, zaviyeler elinde insanlar köleleşmişti. 13 milyon olan nüfusun yaklaşık yarısı sıtma, verem gibi salgın hastalıkların pençesine düşmüştü.
Genç nüfus büyük ölçüde savaş meydanlarında ölmüştü.
Nüfus çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan oluşuyordu.

Kalkınmanın önündeki en büyük engel Saltanat kaldırılmıştı. Cumhuriyet ilan edilmişti.

Fakat en büyük hedef olan çağdaşlaşma nasıl gerçekleşecekti?
Kalkınmanın eşitlik ve özgürlük hedefini gerçekleştirecek sihirli sözcük “Laiklik” ti.
Cumhuriyet’in ayakta kalması beklenen amaçlara ulaşmada akıl ve bilim yol gösterici olacaktı ama sağlıklı kararlar verebilmek için kör inançlardan kurtularak,
aklın özgürleşmesi gerekiyordu.

İşte bu özgürleşmenin sigortası Laiklik olabilirdi.

Din işleriyle dünya işlerinin ayrılması, dinin insan vicdanındaki yüce yerini alması
ve dünya işlerini ise akıl ve bilimin yol göstericiliğiyle çözmek gerekiyordu.

400 yıl hilafetle yönetilmiş, geri kalmış yoksulluğun yazgı gibi kabul edildiği bir toplumda, aklı ve bilimi yol gösterici olarak kabul etmek pek de kolay değildi.
Toplumun yarısını oluşturan kadınların %4’ü okuma yazma biliyor ve sofradaki yeri öküzden sonra geliyordu. Çok kadınla evlilik, mirastan 1/2 oranında pay alma
yasal olmakla birlikte kadınların mirastan pay almaması dinin buyruğu algılanıyordu.

Kadınları yasa karşısında eşit duruma getiren Medeni Kanun kabul edilmişti. Mecelle’nin kaldırılarak İsviçre’den alınan medeni kanunun kabulü
çok büyük bir değişimdi.

Ekonomik kalkınma büyük başarıyla sürüyordu. Gerici ve bölücü güçlerin desteklediği başkaldırılar Devrimin kararlı yaptırımı ile önleniyordu.

Latin harflerinin kabulü Kültür Devrimi’nin dev adımlarından biriydi.
Kılık kıyafette yapılan değişiklikler bile gerici dirençle karşılanıyordu.
Fesin kaldırılmasında bile güçlükler çıkarılmıştı.

Takvim değişti. Ağırlık ölçüleri, çağdaş milletlerle aynı oldu.

  • Devrimin aydınlatma feneri laiklik, 1931’de Altı Ok‘un önemli bir ilkesi oldu.

Laiklik yalnız, din ve devlet işlerinin ayrılması değildir.
Aynı zamanda inanç özgürlüğünün bir güvencesidir.
Ayrıca tüm yaşamı kapsayan bir yaşam biçimidir.
Sanatta, bilimde özgürlüktür.
Sosyal yaşamda ayatta yol gösterici akıl ve bilimin dayandığı temel ilkedir.
Şeriata karşı Medeni Yasadır. Padişahlığa karşı Cumhuriyet, ümmete karşı millettir. Sosyal yaşamda kadın erkek eşitliğidir.
Kulluğa karşı, bireyin özgürlüğüdür.

Yani insanı insan yapan tüm girdilerin ana kaynağı, besleyicisidir.

Ulus olmanın olmazsa olmazıdır.
Laik olmadan bir ülke bağımsız olabilir mi?
Laik bir toplum mutlaka bağımsızdır.

Demokrasi, her anlamda gelişmiş toplumların yönetim biçimidir.
Bir ülke laikliği tüm bireyleriyle içselleştirmemişse o ülkede Demokrasiden
söz edilemez. Toplum ümmetten millete geçememişse o tür toplumlarda demokrasi olamaz.

Demokrasi fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür insanlar ister.

Özgür insan da ancak laik bir toplumda gelişir.

  • Ülkeyi yeniden ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlerin, en çok saldırdıkları, Devrimin laiklik ilkesidir.

Laik düşünce toplumda egemen değilse o toplum her türlü gerici akımın cirit attığı bir ortam oluşturur.

Cumhuriyet’in, Devrimciliğin, Halkçılığın, Milliyetçiliğin, Demokrasi’nin yaslandığı temel ilke Laikliktir.

Laiklik, İslam dinin yücelmesinin de temel ögelerinden biridir.
Atatürk, 1 Mart 1924’te TBMM’nin 2. dönem 1. toplanma yılını açarken,
sözü dine getirerek, bunun gibi mensubu olmakla içimizin rahat olduğu ve
mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri olabildiği gibi bir siyasa aracı olmaktan kurtarmak ve yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini işlediğini gözlemliyoruz.

Büyük Atatürk hurafeler elinde tutsak olmuş bir ümmet toplumundan;
medeni, çağdaş bir ulus yaratmak istiyordu. Kendi kararlarını kendilerinin verdiği,
özgür bireylerden oluşan bir toplum, elbette ki çağdaş ulus olmanın önkoşulu
laik eğitimden geçer. Şeyhler dervişler ülkesinde çağdaşlıktan söz edilemez.
Onun içindir ki, 29 Ekim Cumhuriyet’in ilanından dört ay sonra Tevhid-i Tedrisat adlı Öğretimin Birleştirilmesi yasasını çıkarmıştır.

Öğretimde birliği sağlamak amacıyla, daha sonra gerici kültür kaynakları medreseler, tekkeler, zaviyeler kapatılmıştır. Bu yolla çağdaşlaşmanın önündeki engeller kaldırılmıştır.

Din işlerine bakmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı durulmuştur.

Sonraki yıllarda Latin harflerinin kabulü ile okuma ve yazma kolaylaştırılmış,
geniş halk kitlelerine ulaşma olanağı doğmuştur.

Devrimlerin hemen hepsi dikkatle incelendiğinde, demokrasiye giden hedef
mutlaka görülecektir.

Demokrasi ise, başka girdilerle birlikte Laiklik ilkesine yaslanmaktadır.
Bir ülkede laiklik ilkesi içselleştirilmeden uygulanan demokrasi eksiklidir.
Giderek sömürge demokrasisine dönüşür.

Laiklik; her türlü inanç, gelenek ve toplumsal baskıdan kurtulmak ve
özgür davranmak demektir.

Her türlü gelişmenin büyülü anahtarı Devrimlerle birlikte Laiklik ilkesidir.

E. AMIRAL TÜRKER ERTÜRK : ELİNE, BELİNE, DİLİNE


E. Amiral Türker Ertürk

portresi_gulumseyen

ELİNE, BELİNE, DİLİNE..

Geçtiğimiz Pazar Milli Anayasa Forumu’na konuşmacı olarak katılmak için Balıkesir’in Edremit ilçesinin Çamcı köyündeydik. 250 hanesi ve 700 nüfusu olan Çamcı, bir Alevi Tahtacı köyü.

Tahtacıların ataları, Moğol baskısı nedeniyle yurtları olan Horasan’dan 11. yüzyılda Anadolu’ya göç etmişler. Bunlar genellikle Akdeniz’de Toroslarda, Ege’de Kazdağları ve dolayına yerleşmiş olup ormancılık ve ağaç işleri ile uğraşan Oğuz Boyuna mensup Türkmenlerdir.

Tahtacı olarak adlandırılmaları 7. Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethi öncesinde gemilerin yapımı için Kaz Dağları’ndaki köylerden
bu Türkmenleri getirtmesi ve kullanması ile başlamıştır. Bu tarihten sonra Osmanlı Donanması’nın ağaç ve kereste ihtiyacını hep onlar sağlamıştır. Özellikle 7 Ekim 1571’de bizim İnebahtı Batılıların Lepanto dediği, 30 bin denizcimizi ve 300’e yakın gemimizi (Kadırga, Kalite ve Kırlangıç tipi tekneler) yitirdiğimiz savaştan sonra
Osmanlı Donanması’nın tekrar yapımı için çok aktif rol oynamışlardır.

Şeyh Edebali

Bölgede 9 Tahtacı köyü var. Çamcı, doğası, insanı ve onun konukseverliği ile çok güzel bir köyümüz. Tiyatrosu bile var! Üniversite mezunu ve aydın bir insan olan Çamcı Muhtarı İsmail Öztürmen, Oğuzların Üçok kolundan geldiklerini ve aynı koldan gelen Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman (Otman) Beyin kayınbabası Şeyh Edebali ile
kan bağlarının olduğunu anlattı.

Ne yazık ki Çamcı ve çevresinde yoksulluk egemen. Zeytincilikle geçinmeye çalışan bölge, AKP’nin gayri milli tarım politikaları nedeniyle bitirilmiş durumda. Artık zeytin
ve onun yağı para etmiyor. Siz İstanbul ve Ankara gibi yerlerde bilmiyorum zeytinyağını kaça alıyorsunuz? Burada tam tamına 5 TL. Kimi yerlerde zeytini toplamıyorlar çünkü giderini bile kurtarmıyor.

Böyle olmasına karşın, bölge insanı ülkemizin sorunlarına çok duyarlıydı!
Forumun açık havada planlanmasına ve 2 saat öncesinde yağmur başlamasına ve gittikçe şiddetlenmesine karşılık yaklaşık 1250 – 1500 arasında insan gelmişti
bizi dinlemeye.

Herkes Milli bakış açısına sahipti

Altınoluk, Küçükkuyu, Zeytinli, Akçay, Burhaniye, Ayvalık, Güre, Bandırma, Balıkesir ve Çanakkale’den CHP’li, İP’li, DSP’li, MHP’li insanlarımız bu kötü hava koşullarında akın etmişlerdi Çamcı’ya. Burası Alevi köyüydü ama toplananların çoğunluğu Sünni’ydi. Ama kimsenin mezhepsel derdi ve yaklaşımı yoktu, herkes
Milli bakış açısına sahipti ve emperyalist işgale ve onların işbirlikçilerine karşı direnmeye ve savaşmaya yeminliydi.

Emin olun bu namüsait koşullarda yani ıslanarak ve üşüyerek, hiç kimseye en popüler bir sanatçımızın konserini bile izletemezdiniz. Sanırım bunun bir nedeni var!
Ortam, devletin sınırsız olanakları ile düzenlenen yediğinizin önünüzde yemediğinizin arkanızda olduğu 7 bölgede yapılan işbirlikçi ikna salon toplantılarına
hiç benzemiyordu.

Biz de dilimizin döndüğünce ve birikimimizin yettiğince emperyalist projeyi,
işbirlikçi AKP iktidarını ve niçin “yeni anayasa” peşinde olduklarını anlatmaya çalıştık.

Dervişin zikri ne ise fikri de odur

Erdoğan, CHP Genel Başkanı’nı eleştiren bir konuşmasında Hacı Bektaş Veli’ye
gönderme (atıf) yaparak; 

  • “Ellerine hakim olamadılar çaldılar,
    bellerine hakim olamadılar kaset ortada,
    dillerine hakim olamadılar cüruf saçıyorlar..” diyor.

Erdoğan, Hacı Bektaş Veli’nin sözlerini ve felsefesini hiç anlamamış.

Ülkemizin ve bölgemizin insanlarına ve tüm Müslümanlara düşman olan emperyalist projeyi anlayamadığı ve onun eşbaşkanı olduğunu göğsünü gere gere anlattığı gibi.

1209’da Horasan Nişabur’da doğan Hacı Bektaş Veli’nin “Eline, beline ve diline hakim ol” özdeyişindeki “el, bel ve dil” Erdoğan’nın anladığı el, bel ve dil değildir.

Hele beli cinsellik olarak algılamak neyin nesidir?
Dervişin zikri ne ise fikri o mudur?

Felsefi içeriğinde insan sevgisi, hoşgörü, paylaşım ve eşitlik olan

Hacı Bektaş Veli’nin sözlerindeki “El” ülkedir, yurttur, vatandır.

Aynen Türkeli, Rumeli ve yabancı eller dediğimiz gibi.

Bel” soydur, soptur, millettir.

Dil” ise konuştuğumuz dil Türkçedir.

Gelecek ay 736. yılını kutlayacağız. 13 Mayıs 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey

  • “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergahta, bergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dilde söz söylemesin!” diyor.

Birleşmek gerek canlar!

Bu sözün söylenmesinin nedeni Anadolu’da Selçukluların hüküm sürdüğü o zaman sanat dili Farsça, devlet dili Arapça ama halkın dili Türkçedir.

Karamanoğlu Mehmet Bey, bu çelişkiyi ortadan kaldırabilmek bu özlü buyruğu vermiştir.

Gerçekte bu topraklarda halkın dilini devlet bürokrasisine ve sanata egemen kılan ve
bu üçlü çelişkiyi ortadan kaldıran Mustafa Kemal Atatürk ve önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’dir.

11 yıldır iktidarda bulunan Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarları “Eline” (Ülkesine), “Beline” (Milletine) ve “Diline” (Türkçemize) sahip çıkmış mıdır?

Elimizi vicdanımıza koyarak verebileceğimiz tek yanıt,
değil korumak düşmanlık etmişler ve etmeye devam etmektedirler.

“Birleşmek gerek canlar!” bunların arkasındaki emperyalizm güçlüdür.

Gün kavga değil, birlik günüdür.

Zaman bizi zenginleştiren farklılıklarımızı değil ortak paydalarımızı konuşma ve
yüceltme zamanıdır.

Saygılar sunarım.
16.4.13

Dr. Ali Nejat Ölçen : OSMANLI CİNAYETLER TARİHİ

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

Portresi_Ali_Nejat_Olcen.jpg

OSMANLI  CİNAYETLER TARİHİ

  • Din, bir ülkede siyasallaşır ve devletin yan kuruluşu olursa
    o ülkenin tarihi
    cina­yetlerin tarihine dönüşür.

Fatih Sultan Mehmet ile saltanatın korunması bahane­siyle veliahtların katledilmesi kurallaşıverdi. İslam’ın kutsal kitabında böylesi ci­nayeti öngören bir ayet var mı? Sadrazam İbrahim Paşa’nın bir gece yarısı Ka­nuni Sultan Süleymanın halvetinden çıkarken, kapı önünde cellatlara boğdurul­ması devletin yararı gereği miydi?
Örneğin Murat III Taht’a çıktığında beş karde­şini öldürtmüştü, bunlardan birisi
1 yaşındaydı. Üstelik Saray kırk gün matem tutmuştu. 1595’te Taht’a çıkan
Mehmet III’ün 102 çocuğundan 27’si kız ve 20’si erkek olmak üzere yaşamaktaydılar. Kardeşlerinden 19’unu boğdurtarak öl­dürttü, iki şehzadeden gebe kalan 7 cariyeyi de denize attırarak yaşamalarına vahşice son verdi. Sağ kalan şehzade Mahmut da
idam edildi. Taht’tan indirilerek öldürülen Selim III’ün (1807) kusuru neydi?
Osmanlı devletinde sanayi tesisleri kurulmasına öncülük eden ilk Padişah  idi O.

Murat IV’ün kardeşi İbrahim, herhalde devletin yararı gereği ömrünü ölüm korku­suyla kafes içinde geçirmişti. İçkiyi yasaklamasına karşın, 28 yaşında alkol ko­ması ile yaşamını yitiren Murat IV’ün kardeşi olan bu zihinsel özürlü İbrahim, Padişah olduğuna inanmadığı için, Kösem Sultan O’na Murat IV’ün cesedini göstermişti (yıl 1640).

Ölümden kurtulan şehzadelerin pek çoğu da kafes içinde ölüm korku­suyla yaşadıklarından, zihinsel geriliğe uğradılar, Mustafa I bunlardan bi­riydi. 1687’de
Taht’a çıkan Süleyman II de 40 yıl yaşamını kafes içinde ge­çirmiş, Osmanlı’nın
ilk yatalak padişahı olmuştu. Ancak 4 yıl dayanabilmiş, 22 Haziran 1691’de Edirne’de ölmüş ve cesedi buza sarılarak İstanbul’a getiril­mişti. Ne gariptir ki, 7 yıl kafeste kaldıktan sonra 1695’te padişah olan Mus­tafa II, 22 Ağustos 1703’te Taht’tan indirilerek yeniden kafese konuldu 4 ay sonra da yaşamını yitirdi. 1703’te Padişah olan ve Lale Devri’nin çıl­gınlığını yaşayan Ahmet III de 1 Ekim 1730’da
Taht’tan indirilerek kafese kondu.

*********

Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi’nin 18.11.1922 günlü gizli celsesinde
haklı olarak:

  • “Ali Osman’ı kabul etmek muhafaza etmek zaruretindeyiz. Bu ailenin içinde bizim aradığımız evsafı bulmak bugün için biraz müşküldür. Belki gençleri sureti mahsusada yetiştirdikten sonra evsaf ve sıfatı lazimeyi haiz insan­lara tesadüf edilebilir. Fakat bugün bu ciheti hakikaten tetkik ve tahlil edecek olursak pek müşkül vaziyette kalırız.” demişti.

Çünkü Osmanlı ailesi yozlaşmaya (dejenerasyona) uğramış, devlet yönetimi için gerekli genetik özelliklerini yitirmişti. Hemen tümü çocukluk ve gençlik dönemlerini
ölüm korku­suyla kafes içinde geçirmişti. Örneğin ömrünü kafes içinde geçiren İbrahim, kar­deşi Murat IV öldüğünde padişah olduğuna inanmamıştı.
Padişah olduğunda da Taht’tan indirildiğinde öldürülmesine kim karar vermişti?

Şeyhülislam!

İslam’ın kutsal kitabındaki hangi ayete göre bu cinayete karar vermişti?

Padişahların fetva ile vezirlerin ferman ile öldürülmeleri Osmanlı’nın temel
ku­ralı olmuştu. Sn. Zeki Kentel gibi “Türlüğe yakışır mı bu?” diyemiyorum.

  • Padişahla­rın hiçbirinin anası ya da karısı Türk değildi!

Ve de Türk sözcüğünü padişah ve vezirlerin ve de Saray erkânının kullandığına
kimse tanık olmamıştır.

  • Hatta Türkçe konuşulmasını da yasaklamıştı bu Osmanlı.

Anadolu kılıç kullanarak o ha­nedana toprak kazandırmakla görevliydi ve kul ve kölesiydi Osmanlı’nın. Ana­dolu’ya çaktığı bir tek çivisine rastlayamazsınız.

Demokrasiye özlem duyan yurttaş olabilmişsek bu Mustafa Kemal Atatürk sayesindedir.

Kanuni Sultan Süleyman’dan, Akdeniz’de serbest ticaret izni alan Anthony Jenknson  anılarında ondan “Büyük Türk” olarak söz eder. Kraliçe Elizabeth de serbest ticaret iznine el koyarak İngiltere’nin Levant Company’nin kuruluşunu öngören buyruğunda Mehmet III’ü “Grand Turk” olarak tanımlamıştı; yıl 1579.

Ne yazık ki, 434 yıl sonra Cumhuriyet Türkiye’sinde AKP iktidarı “Türk” sözcüğünü “ırkçılık” olarak yorumlayacak başbakan R.T. Erdoğan da “milliyetçiliği ayak altına aldığını söyleyecektir. Türk’lüğün Anayasa’dan çıkarılmasına ilişkin çabalara tanık olacağız. Bunun bir benzerine bir başka devlette rastlamak olanaklı mı? Kendi ulusunu yadsıyan bir siyasal iktidara hangi ülkede rastlanmıştır? İşte Alman Anayasasının 2’nci maddesi:

  • Das Deutsche Volk bekennt sich darum zu unverletzlichen und veraeus-serlichen Menschenrechten..

Türkçesi: Alman Halkı dokunulamaz ve devredilemez insan haklarıyla kendini tanımlar.

O ülkede Anayasadan “Alman” sözcüğünü çıkarmayı önerecek kadar alçak ve hain birine rastlayamazsınız.

  • Fransız Anayasasının ilk maddesi “devletin dilinin Fransızca “olduğunu
    hükme bağlar.

Orada hiç kimse “devletin dili olur mu” diyemez. ABD senatosu ve Meclisinde
hiç kimse İspanyolca konuşmaya yeltenemez. O ülkenin ulusları katıksız milliyetçidirler. Milliyetçiliği ayak altına aldığını söyleyecek bir başbakana rastlayamazsınız.
Eğer söylerse O’nu kürsüden indirirler ve psikiyatri uzmanına gönderirler.

Dahası, dinin yasakladığı  içkilere alışkanlık içinde yaşamını yitiren devlet adamlarına da rastlamak olanak dışıdır Osmanlı dışında. İçkiyi yasaklayan Murat IV‘ün kardeşi, alkolik olduğu için 28 yaşında yaşamını yitirmişti. Padişah Beyazıt, kardeşi
Sultan Cem’i yeşil bayrak altında yenilgiye uğratırken kendisi şarap düşkünü idi.
Bir toplantıda Gedik Ahmet Paşa’nın da şarap içmesini ısrarla istemiş ve ikisi de sarhoş olmuştu. Şölen bitmek üzereyken başarılı komutanlara cübbe dağıtıldı ve
Gedik Ahmet Paşa’nın kaftanı siyahtı. Bu, O’nun ölümüne karar verildiği anlamına geli­yordu.  İçeriye alınan çavuşlar Gedik Ahmet Paşa’yı çırılçıplak soydular ve dövmeye başladılar.

Sn. Zeki Kentel’e soruyorum : Bırakınız bunun Türk’ün ahlakına yakış­mamasını,
İslamın hangi ayetine yakışıyor?

Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı hanedanını ülkeden kovmasını Türk’e yakışır bulma­masına ilişkin iletisini bizlere göndermeden önce, Vahideddin adındaki bir
padi­şahın ülkeyi işgal eden düşmanın savaş gemisine sığınarak ülkeden kaçmasını Türk ahlakına yakışır buluyor mu?

  • Yeryüzünde hiçbiri, Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekleştirdiği devrimler kadar insancıl değildir. 

Bunun bir benzerine rastlanamaz. Büyük Fransız Devrimi‘nde giyotinler işlemiş,
Louis XVI, önce tahtından indirilip hapsedilmiş ve 1792’nin 21 Ocak günü giyotin altında başı koparılmış ve Kraliçe Marie Antoinet’in de giyotin altında başı gövdesinden ayrılmıştı.

  • Sovyet Devriminde Çar ailesi yok edilmiştir.

Osmanlı hanedanı canları bağışlanıp ülke dışına sürgün edilmişse,
Mustafa Ke­mal’in Cumhuriyeti’ne müteşekkir olmalıdırlar.

Ayrıca Osmanlı hanedanının ülkemiz dışına atılmasına ilişkin yasa Millet Mecli­si’nde kabul edildiği gün, Mustafa Kemal Paşa Çankaya’da idi. Hilafet’in kaldırılmasını ve Osmanlı hanedanının kovulmasını öngören yasayı Şeyh Safvet efendi
her il­den bir milletvekilinin katılımıyla hazırlamış ve Millet Meclisi’ne sunmuştu.
Şeyh Safvet efendi ve 52 milletvekilinin birlikte hazırladıkları yasanın  1 ve 2 . madde­leri şöyleydi:

Madde1- Halife hal’edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumuna (kavramına) mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır.

Madde 2- Mahlu’halife (Tahtından indirilmiş halife) ve Osmanlı Saltanatı münderisesi
(izi kalmamış) hanedanını erkek ve kadın bilcümle azası ve damatlar,
Türkiye Cumhuriyeti memaliki 
(toprakları) dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyen memnunudur (sonsuza dek yasaklıdır). Bu Hanedana mensup kadınlardan mütevellit (doğan) kimseler Al-i Osman’dan addedi­lirler.

Büyük Millet Meclisi’nin oybirliğiyle kabul ettiği bu yasa için Türk ahlakına yakı­şır mı?” türünde soru sormaya kimsenin hakkı olamaz.

  • Devrime karşı çıkanlar yaşamlarını yitirmeyi göze almalıdırlar.

Tarihin diyalektiği böyle işler buna karşı çıkmaya hiç kimsenin gücü de yetmez.
Sn. Zeki Kentel herhalde Osmanlı Hanedanı’nın canını bağışlayan ve yurdumuzda kalmalarına izin vermeyen bu yasanın Meclis’te nasıl görüşüldüğünü ve Rize milletvekili Ekrem Bey’in neler söylediğini ve yasayı nasıl savunduğunu incelemeye vakit ayıramamış. Rize milletvekili Ekrem Bey, 24 Mart 1940 günlü o celsede bakınız
neler söylemişti:

Mektebi Harbiye’nin biliyorsunuz talimhaneye müteveccih (yönelik) mermer sütunlu mermer merdivenleri vardır. Bunun kapısından bakıyordum, mer­mer merdivenin aşağısında Sadaret (Başbakanlık) mevkisini işgal etmiş vükela­dan (bakanlardan) birini, ferik (tümgeneral), rütbesiyle apoletleri ve meha­betli (görkemli) vücuduyla ve arkasında bütün yaverleriyle bir nefer vaziye­tinde gördüm. Bu zat ve maiyeti mükellef bir arabanın önünde duruyordu. Tabii merak ettim, baktım. Bu, Sultan Hamid’in 14 – 15 yaş­larındaki şehzadelerinden biriydi. Bu levha bana derhal garip bir tesir yaptı. Çünkü bu çocuk
bir hiçti ve hiçbir evsafı olmayan bir insancıktı. O zaman bu çocuğa o hürmet, Sultan Hamid’in oğlu olarak yapılıyorsa, Hamid denilen adam, o canilerdendir ki, cinayeti yalnız Mithat Paşa gibi nice insanları mahvetmekten ibaret değildir. Sonra haber aldım ki,
5-6 yaşındaki çocuklar önünde de vükela-ı rical ve ekabir böyle el pençe divan dururlarmış. Saltanat devrildiği halde.

Sn. Zeki Kentel, görüyor musunuz o köhnemiş hanedanının yurt dışına atılmasındaki isabeti! Zaten Hanedan’ın yurt dışına atılmasını öngören yasayı Meclis’te savunurken “Hiçbir devlet iki başlı yönetilemez.” demişti.

Sn. Zeki Kentel, iletinizdeki bir tümceden Padişah Vahidüddin’in de sürgüne
gön­derildiği anlamı çıkmakta. Hayır O, Valide Sultan tanımındaki karısını, İngiliz işgal güçlerinin komutanı General Harrington’a emanet ederek  İngiliz savaş gemi­sine (Malaya adlı) sığınmıştır gizlice, gece yarısı firar etmişti. O’nun firar ettiği Millet Meclisi’nde açıklanırken, toplantı salonuna şu sözler yansımıştı:

Allah kahretsin! (17.11.1922, TBMM gizli celse).

Halife olan Padişahın firarına ilişkin soruyu ben soruyorum:

Türk ahlakına yakı­şır mı?

Tarihimizde bunun bir benzeri yoktur.
Zaten Türk olan devlet adamı bu denli alçalamaz, alçalmamıştır.

Saygılarımla.
(7.4.13)

Dr. Ali Nejat Ölçen

Kaynakça

1. TBBM, Gizli Celse zabıtları, cilt 1-4
2 .Y. İzzettin Barış, Prof. Dr. Osmanlı Padişahlarının Yaşamlarından kesitleri hastalıkları ve ölüm sebepleri, Bilimsel Tıp yayınları, Ankara, 2002
3. Ali Nejat Ölçen. Kendini Yokeden Osmanlı, İmaj Yayınevi, Ankara, 2. baskı, 2008.
4. Joseph von Hammer. Osmanlı Devleti Tarihi. Çev. Mehmet Ata, Milliyet mtb., İstanbul, 1966, cilt 1 ve 2.