Etiket arşivi: Türk Dil Kurumu

Kuduz vakaları ve halk sağlığı

Olaylar ve Görüşler

Dr. Gülay ERTÜRK
VETERİNER HEKİMLER DERNEĞİ GENEL BAŞKANI

21 Temmuz 2023 Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)


Kuduz
yine gündemimizde. Her yıl 60 bine yakın insanın kuduzdan öldüğü dünyada, bu sadece geri kalmış ülkelerin sorunu. İnkübasyon (AS: kuluçka) süresi değişmekle birlikte 2 hafta ile 2 ay arasıdır. Tedavisi (Sağaltımı) imkânsızdır (olanaksızdır). Sadece (yalnızca) aşı ile korunmak mümkündür (olanaklıdır).

Ülkemizde kuduza yakalanma ihtimali (olasılığı) olan hayvan türleri; köpek, kedi, sığır, koyun, keçi, at, eşek gibi evcil hayvanlarla kurt, tilki, çakal, domuz, ayı, sansar, kokarca, gelincik gibi yabanıl hayvanlardır. Ülkemizde kuduz olan hayvanların %93’ünün evcil hayvanlar olduğu ve ilk sırayı %59 ile köpeklerin aldığı görülmektedir.

HASTALIK AŞAMALARI

Kuduz bir hayvanın enfeksiyöz salyası ile ısırılma ve hatta sağlam mukoza yolu ile temas, hastalığı insana bulaştırır.

Hayvanlarda klasik kuduz seyrinde enfeksiyon üç dönemde kendini gösterir. Sükûnet dönemi, saldırgan dönem ve felç dönemi. Saldırganlık dönemi görülmeden de kuduz seyredebilir. Saldırganlık döneminin görülmediği kuduz seyir şekline sakin kuduz denir. Kedi ve köpeklerde kuduz hastalığında, virüs, santral sinir sisteminden tükürük bezlerine ulaştıktan sonra on gün içinde hastalık belirtileri ortaya çıkar ve hayvan ölür. Bir başka deyişle ısıran hayvan salyasında virüs taşıyorsa, on gün içinde ölmesi beklenir. Bu nedenle kedi ve köpeğin on gün gözlemi önerilir.

TEDAVİ (Sağaltım) SÜRECİ

İnsanlarda, kuduz riskli temas proflaksisinde (AS: Korumasında) en önemli adım yara bakımıdır. İyi bir yara bakımı kuduz virüsü geçişini azaltmadaki en etkili yöntemdir. Virüs uzun süre ısırık bölgesinde kalabileceği için aradan geçen süreye bakılmaksızın yıkama işlemi mutlaka uygulanmalıdır. Mekanik olarak virüsün mümkün olduğu kadar (olanak ölçüsünde) uzaklaştırılması amaçlandığından su ve sabun ile yıkama çok önemlidir. (AS: Akar su altında 15 dakika) 

AŞININ ÖNEMİ

Bugün kuduz için yapılan aşıların tümü ithal (dışalım) aşılardır. Oysa aşı üretimi konusunda ülkemizde veteriner hekimler çok tecrübelidirler (deneyimlidirler). 1882’de Pasteur kuduz aşısını bulduğunda, Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit’in, aşı ile ilgili eğitimi almaları için Paris’e gönderdiği üç kişilik kuruldaki kişilerden biri Baytar Hüsnü Bey idi. 1900’lü yılların başından başlayarak 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dahil, 2000’li yıllara gelinceye dek aralıksız olarak veteriner aşı ve (AS: bağışık) serumları üretilmiştir. Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitülerinde çok sayıda viral, bakteriyel ve paraziter aşı geliştirilmiştir. Ülkemizde aşı üretim alanında, günümüzdeki dışa bağımlılığının önlenmesi için kamu ve özel sektörde yerli aşı üretiminin desteklenmesi ve GMP (AS: İyi Üretim Uygulamaları) sistemi yatırımlarının acilen (ivedilikle) yapılması gereklidir.

Türkiye’de Sağlık Bakanlığı verilerine göre her yıl ortalama 200 binin üzerinde insan kuduz riskli temas nedeniyle sağlık birimlerine başvurmaktadır. Kuduz bu denli önemli iken, Sağlık Bakanlığı bünyesinde “Veteriner Halk Sağlığı” birimi yoktur. Oysa hayvanlardan geçecek hastalıklar (zoonozlar) için ilk ve en iyi savunma hattını veteriner hekimler oluşturur.

Gerek yerel yönetimlerde, gerekse ilgili bakanlıklar bünyesinde veteriner otoritesi yeniden yapılandırılmadığı sürece, kuduzdan uyuza birçok hastalık hayvanlardan insanlara bulaşmaya devam edecektir.
=====================================
Dostlar,

Kuduz kuşkulu ısırık ve yaralanmaların yönetiminde Dünya Sağlık Örgütü rehberi son derece önemli ve değerlidir. Erişim için lütfen tıklayınız..

WHO Guide for Rabies Pre and Post Exposure

Bir de ulusal rehberimiz var, Sağlık Bakanlığınca hazırlanan; güncel ve başarılı :
https://hsgmdestek.saglik.gov.tr/depo/birimler/zoonotik-vektorel-hastaliklar-db/zoonotik-hastaliklar/2-Kuduz/6-Rehbler/Kuduz_Profilaksi_Rehberi.pdf

Türkiye Ulusal Refik Saydam Koruyucu Sağlık Kurumu’nu derhal yeniden açmalı ve teknolojisini, uzman insangücünü sağlayarak başta aşılar (bakteriyel, viral, paraziter) olmak üzere bağışık serumlar, anti-toksinler, immunglobulinler, koagülasyon faktörleri ve değişik biyolojik ürünlerin, NBC savaş karşı kimyasallarının, temel ilaçların.. ülkemizde üretimi sağlanmalıdır. Bu ürünler stratejik olup, tümü ile dışalıma (ithalata) bağlı olmak kabul edilemez.

Öte yandan, Tıp Fakültelerindeki “Halk Sağlığı Anabilim Dalı” gibi, Veteriner Tıbbı (Veterinary Medicine) fakültelerinde Veteriner Halk Sağlığı (Veterinary Public Health) Anabilim Dallarının kurulması zorunludur.

Dünya Sağlık Örgütü’nün “Tek Tıp – Tek Sağlık” yaklaşımı / politikası “İnsan – Hayvan – Çevre Sağlığı” önlemlerinin bütüncül ele alınmasını öngörmektedir.

Gerekli kurumlaşmalar sağlandığında sayın yazarın belirttiği GMP (İyi Üretim Uygulamaları) uygulamalarına ek GLP (İyi Laboratuvar Uygulamaları) ve GCP (İyi Klinik Uygulamaları) uygulamaları da yerine getirilecektir.

Sağlık Bakanlığı kuduz kuşkulu ısırık, yaralanma olgularına tıbbi destek verecek birimleri sayıca artırarak ülkeye yaymalı, aşı – bağışık serum (Kuduz İmmun Globulin) sıkıntısına yer vermemelidir.

  • 21. yy’da kuduzdan ölüm yüz kızartıcıdır ve yöneticilerin mutlak insancıl, hukuksal sorumluluğunu doğurur (Anayasa m. 2, 56, 125 vd.)
    ***

Not    : Sayın yazarın dili, şaşılacak ölçüde eski ve Türkçe dışı. Türkçemize yazık. Üzülerek ve rahatsız olarak sıkça, ayraç içinde Türkçe sözcükler koyduk..

DİL DEVRİMİ, Atatürk Devrimlerinin ayrılmaz parçasıdır ve öksüz bırakılamaz. Atatürk’ün Türk Dil Kurumu‘nu kurduğu 26 Temmuz 1932’de yaptığı uyarıyı usumuzdan hiç çıkarmamalıyız :

  • “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” / Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Paşa, İş Bankası gelirlerinden Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu için sürekli gelir / akar sağlayarak akçalı bağımsızlıklarını da güvencelemişti. 12 Eylül 1980 darbecileri sözde Atatürkçü görünürken, Atatürk’ün emaneti – mirası – vasiyeti bu 2 yaşamsal devrim kurumunu kapattılar ve devlet dairesine dönüştürdüler. Bunların ne ölçüde Kemalist Devrime hizmet ettikleri ortada! Önceki gün Türkçe sözlüğe “Türkiyeli” sözcüğünü koymaya yeltendiler. İngiltereli, Fransalı, İtalyalı, Rusyalı… sözcükleri var mı? Ülke ve ulus adları ayrı ayrı var.. İngiltere / İngiliz, Fransa / Fransız, Rusya / Rus… Herkes çok özenli olmalı ve Aydınlanma Devrimlerine dönük örtük-açık saldırılara dikkat ve bilinçle karşı koymalıyız. Türkçeyi savsaklama (ihmal etme) lüksümüz yok..

Bu arada Cumhuriyet Gazetesi  yönetiminin de epey zamandır bu sorunsal üzerinde durmadığı görülüyor. Önceki genel yayın yönetmeni Arif Kızılyalın, Dilbilimci idi… Cumhuriyet Vakfı yazmanı Işık Kansu, bizim gibi Dil Derneği üyesi. Bir kez daha anımsatıyor ve rica ediyoruz; Cumhuriyet Gazetesi Dil Devrimimize özenle sahip çıkmayı sürdürsün..

Sevgi ve saygı ile. 21 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

SİYASAL YOZLAŞMA ÜZERİNE

Doç. Dr. Mehmet BALYEMEZ
E. Albay, Cumhuriyet Tarihi Uzmanı

Yozlaşmak” kavramı Türk Dil Kurumu’nca hazırlanan Türkçe Sözlük’te şöyle betimlenmiştir: Özündeki iyi nitelikleri birtakım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak (yozlaşmak), tereddi etmek.

Bu açıklamada da belirtildiği gibi kavramın temelini oluşturan olgu birşeyi oluşturan, tasarlayan düşüncenin başlangıçtaki iyi niyetlerinin iç ve/veya dış etkenler sonucunda zamanla yitirilmesidir. Yozlaşmak kavramını siyasi, kültürel, ahlaki, ekonomi vb. bir çok alanda yaşanabileceği söylenebilir. Ancak bu yazıda okuyucularla paylaşmak istediğim düşüncelerim daha çok Siyasal Yozlaşma üzerine kurgulanmıştır.

“Siyasal yozlaşma” üzerine siyaset feylesoflarının (filozoflarının) çalışmaları Antik Yunan’da Platon ve Aristoteles ile başlamış Roma döneminde Polybios ve Machievelli ile sürmüş, günümüzde de birçok siyaset bilimcisinin ilgi alanı olmuştur.

Platon’un öğrencisi Aristoteles, siyaseti kamu yararını gözeten, genel iyiliği ve toplumun mutluluğunu temel alan erdemli bir uğraş olarak tanımlamış, bunun nasıl olanaklı olabileceğine ilişkin siyasal rejimlerle ilgili belirlemeler yapmıştır. Aristoteles’e göre bu amaçlar ancak yönetim ilkeleri önceden belirlenmiş siyasal rejimlerle olanaklı olabilecektir. Bu çıkış noktasını temel alan Aristoteles, yönetim biçimlerini Monarşi (Krallık) – Aristokrasi (Kamu yararı ve toplumun mutluluğunu önceleyen bilge kişilerden oluşmuş elitlerin yönetimi)- Politeia (Çoğunluk Yönetimi) olarak sınıflamış ve bu rejimlerin siyasal yozlaşma sonucu Tiranlık (Tek kişinin adil olmayan ve zulme dayanan yönetimi) –Oligarşi (Yönetici elitlerin kişisel çıkarlarını öne aldığı, adaletin bozulduğu, toplumun mutluluğu ve genel iyilik kavramlarının göz ardı edildiği yönetim) – Demokrasi, Platon’dan başlayarak neredeyse bütün siyaset felsefecilerinin “En Kötü Yönetim” olarak uzlaştıkları liyakatsiz, erdemsiz, adaletsiz kişilerin yönetime geçmelerini olanaklı kılan rejim)’ye dönüşeceğini saptamasını yapmıştır.

Aristoteles, bu saptamadan sonra siyasal yozlaşmanın olmaması için kimi ölçütleri de belirlemiş ve siyasal rejimlerin temelini oluşturan Yasama – Yürütme – Yargı erklerinin birbirinden bağımsız olmasını, birbirini dengelemesi ve denetlemesini (check & balance) ve her birinin karşılıklı olarak çalışmalarının temel olduğunu vurgulamıştır. Aristoteles, siyasal yozlaşmanın salt yönetim sisteminde olmayacağını, yönetilenlerin de yöneticilerin kuralsız (keyfi) uygulamaları karşısında tepkili olmaları ve temel haklarını savunmaları gerektiğini vurgulamış, bunların olmaması durumunda rejimleri / yöneticileri/anayasaları değiştirecek Devrimlerin kaçınılmaz olacağının altını çizmiştir.

Roma döneminin siyaset bilimcilerinden biri olan Polybios da siyasal yozlaşma üzerine benzer çalışmalar yapmıştır. Polybios, öncelikle yönetim biçimlerini sınıflamış ve Aristoteles’in belirlemelerini bir bakıma yinelemiştir. Ancak Polybios, yaptığı irdeleme ile farklı bir bakış açısı getirmiş ve yozlaşan siyasal rejimlerim, tıpkı canlılarda olduğu gibi, er ya da geç sonlanacağını (öleceğini!) vurgulamış ve “Yönetimlerin Döngüsü” kavramını ortaya koymuştur. Polybios’a göre yozlaşan / çürüyen yönetimler devrimlerle yıkıldıktan sonra yerine gelen rejimlerin de bir süre sonra bozulmaya başlayacağını ve önünde sonunda onun da değişeceğini savlamıştır.

Gerek Aristoteles gerek Polybios’un siyasal yozlaşma konusunda yapmış olduğu saptamalar sonraki dönemlerde de sürmüştür. Siyasal yozlaşma üzerine çalışmalar yapan siyaset bilimcilerin çoğunlukla uzlaştığı ilke, yönetimlerin / rejimlerin kamu yararı, genel iyilik ve toplum mutluluğunu gözeten politikalardan uzaklaşmaları durumunda yozlaşan yönetimin er ya da geç sona ereceğidir. Bu saptamaya ek olarak yönetilenlerin de yöneticilerinin kuralsız (keyfi) uygulamalarına, kendi çıkarlarını gözetmelerine, ahlaksal (moral) bozulmalara, yaraşır olmayan (liyakatsiz) seçimlere, adaletsizliğe karşı duyarlı olmaları da vurgulanmış; en kötü durumun yozlaşan siyasal rejimlere karşı toplumun duyarsızlığı olduğu vurgulanmıştır.

  • Duyarsızlaşan toplum zalim, ihtiraslı (muhteris), adaletsiz yöneticiler ölçüsünde
    siyasal yozlaşmadan sorumludur.

Bu özet bilgiler ışığında hem yöneticilerin hem de yönetilenlerin; kendi durumlarını gözden geçirerek, binlerce yıl öncesinden saptaması yapılan siyasal yozlaşmanın hem yönetimde hem de toplumda var olup olmadığının irdelemesini ve gereğini yapma zamanıdır.

Atatürk

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen


14 Kasım 2022 Pazartesi

Geçtiğimiz hafta 10 Kasım’da, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’deki Aydınlanma devrimlerinin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk“ölüm” yıldönümünde bir kere daha anıldı. Ancak bir insanı anmak için, onu önce anlamak gerekir. Türkiye’de ne yazık ki Atatürk’ü sevdiğini ve saydığını, Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyen kesimin çoğunluğunun, Atatürk’ü anladığını söylemek çok zor.

Atatürk, “Vatanı kurtardı, Cumhuriyeti kurdu” gibi yüzeysel şablonlara indirgenebilecek bir kişi değildir. Atatürk’ü anlamak için, binlerce yıllık Aydınlanma tarihini ve mücadelesini, antik Yunan felsefesini ve bilimini, Rönesans’ı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimi’ni, Kopernik, Galilei, Kepler, Newton gibi bilim insanlarını, Hobbes, Locke, Rousseau, Diderot, Voltaire, Montesquieu, Hume, Kant, Comte gibi filozofları ve düşünürleri anlamak gerekir.

Atatürk’ü anlamak için, onun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni neden kurduğunu; saltanat ve halifelik makamlarını neden kaldırdığını; Cumhuriyeti neden kurduğunu; Öğretim Birliği Yasası’nı ve Medeni Kanun’u neden çıkardığını; üniversite reformunu neden gerçekleştirdiğini; Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu neden kurduğunu; kadınlara seçme ve seçilme hakkını neden verdiğini, kadınları neden eğitim ve çalışma yaşamının eşit bireyleri haline getirdiğini; toprak reformu hareketini neden başlattığını; Halkevlerini neden kurduğunu; laiklik ilkesini neden anayasa maddesi haline getirdiğini anlamak gerekir.

Atatürk’ü bu devrimlerden bağımsız olarak anmak ve anlamak olanaklı değildir. Bunlardan bağımsız olarak anlatılan bir Atatürk, içi boşaltılmış, kâğıt üzerinde kalmış, televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında, panel kürsülerinde bir görünüşe dönüştürülmüş bir Atatürk’tür.
***
Atatürk elbette, emperyalist işgal güçlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı vererek Anadolu ve doğu Trakya topraklarının kurtarılmasını sağlamıştır. Ancak aynı Atatürk, söz konusu savaşı kazanması durumunda, bu topraklarda nasıl bir vatan kuracağını, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında tasarlamıştır. Atatürk bir toprak ve sınır fetişisti değildi. Atatürk sadece bir asker de değildi. Atatürk aynı zamanda, söz konusu topraklarda, ileri bir uygarlık seviyesine ulaşılmasını, monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasını hedefleyen, devrimci bir siyasetçiydi.

Mesele toprakların kurtulması değildir! Mesele kurtulan toprakların üzerinde nasıl bir yaşamın sürüleceği, nasıl bir uygarlığın inşa edileceğidir!

Atatürk’ün 1924 yılında Samsun’da yaptığı bir konuşmada, en gerçek kılavuzun bilim olduğunu söylemesi, 1919 yılında Samsun’a ayak basması kadar önemlidir! Bunu anlamayanların, Atatürk’ü anladıklarından söz edilemez.
***
19. yüzyıl filozoflarından Kierkegaard, yaşamdaki asıl meselenin, uğrunda öleceğimiz ve yaşayacağımız şeyin ne olduğunu bulmak olduğunu söyler.

MÖ 4. yüzyılda yaşayan iki önemli filozof, Platon ve Aristoteles de yaşamın amacının erdemli yaşamak olduğunu, adaletin ve cesaretin de en önemli erdemlerin arasında yer aldığını söylerler.

Atatürk’ün uğrunda öleceği ve yaşayacağı bir davası vardı. O dava da ileri uygarlık seviyesine ulaşmaktı, bilimde, felsefede, sanatta, eğitimde, siyasette gelişmekti, cehaletten kurtulmaktı; monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılmasıydı, halkın egemen olmasıydı, adaletin sağlanmasıydı; cumhuriyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, ulusçuluk, devrimcilikti.

Atatürk bu dava için, halkı için, ölümü göze alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Atatürk kendi rahatlığı için, kendi mutluluğu için, bencilce yaşamadı. Atatürk halk için, toplum için yaşadı ve yine halk için, toplum için ölümü göze aldı, fedakârlık yaptı. Çünkü Atatürk erdemli bir insandı.

Adalet için ölümü göze alacak cesarete sahip olan insanlar ölümsüzdür. O nedenle 10 Kasım’da, Atatürk’ü ölümünün değil, ölümsüzlüğünün yıldönümünde andık.

Atatürk’ü sadece anmakla yetinmeyen, O’nu aynı zamanda anlayan vatandaşların, örgütlü bir biçimde çoğalması ve eyleme geçmesi durumunda, Atatürk’ü nostaljik bir hüzünle anmaktan kurtulacağız, Atatürk’ü yaşatmış olacağız ve coşkuyla anacağız.

Türkçeyle özdeşleşme

Öner Yağcı
Öner Yağcı
12 Kasım 2022 Cumhuriyet

 

Tıp fakültesi öğrenciliğini bırakıp Antep savunmasına katıldı Ömer Asım Aksoy (1898-30 Ekim 1993).

Cumhuriyet’ten sonra İÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirip Cumhuriyet savcılığı, avukatlık, öğretmenlik, Halkevi ve CHP il başkanlığı, milletvekilliği yaptıktan sonra Türk Dil Kurumu’na girdiği 1941’den başlayarak yaşamı Türkçeyle, Atatürk’ün başlattığı Dil Devrimi’yle dolu düşünsel üretimle geçti.

DİL GERÇEĞİ VE ÖZLEŞTİRME DURDURULAMAZ

26 Eylül Dil Bayramı’nı 

  • “Türk dili üzerinde egemenlik kurmuş olan yabancı dil ordularını, ulusal dilimizin sınırları dışına çıkarma atılımımızın başladığı gündür.”

diyerek Kurtuluş Savaşımızın vazgeçilmez parçası olarak gören Aksoy, Dil Devrimimizin ustasıydı.

Adına, ailesiyle birlikte Dil Derneği’nce 1995’ten beri verilen “Ömer Asım Aksoy Ödülü”nü bu yıl Sırça Kanatlar (Sel Yayınları) adlı öykü kitabıyla Derya Sönmez aldı.

Aksoy’un, alanındaki en değerli yapıtlardan olan Atasözleri Sözlüğü ile Deyimler Sözlüğünü yeniden sunan İnkılâp Kitabevi, iki klasik yapıtını daha yayımladı:

  • Dil Gerçeği ve Özleştirme Durdurulamaz.

Aksoy, bu kitaplarda dilin yaşamdaki yerini ve önemini, Türkçemizin erdemini ve gücünü, dil sevdasını, Dil Devrimi’nin niçin zorunlu olduğunu bilimsel ve yaşamsal gerçekler ışığında anlatıyor.

DİL SAVAŞIMI

“Bireysel ve toplumsal kimliğimizin kumaşı, içine doğduğumuz dilin tezgâhında dokunur…” diyen yakın dostu Emin Özdemir’in “Türkçeyi vatanı kabul edip yaşamı boyunca onun sınırlarında nöbet tuttuğunu” söylediği Aksoy, TDK Genel Yazmanı olarak sürdürdüğü ömrünü Dil Devrimimizin anlatılmasına, dil savaşımına adadı.

  • “Sen, öz dilini yüzyıllar boyunca hor gör, işletme, unuttur; sonra da suç onunmuş gibi, ‘ne yapalım, dilimiz fakirdir, yetersizdir, yabancı sözcükler kullanmak zorundayız; şu yabancı sözcüğün Türkçesi var mı?’ diye bir savunma yap ve kendi dilini geliştirmeye çalışacak yerde, yabancı sözcükler kullanmayı sürdür. Ulusçuluk bunun neresinde?” 

diyen Aksoy, özleştirmenin niçin durdurulamayacağını açıkladı.

DİLİN YOLUNU AÇMAK

Dilin gelişmesi konusunda çok tartışılan konuyu noktaladı:

  • “Dil kendi haline mi bırakılmalı, onun gelişmesine yön ve hız mı verilmeli? İnsanlar, yaşayışlarında yeri olan hangi olayı ‘tabii şekilde gelişme’sine bırakmıştır? Toprağı gübrelemeye, ağacı aşılamaya, çocuğu eğitmeye, hastaya ilaç vermeye, toplumu yönetmeye ne için gereklik görüyorsak dile yön ve hız vermeye de onun için gereklik görüyoruz.” 

Dil savunmasız bırakılamaz, bozulmalara açık hale getirilemez diyen Aksoy’a göre, dilin gelişmesi, tıpkı bir hastanın iyileşmesinin gözlenmesi gibi izlenmeli, dile zarar verebilecek her türlü yaklaşım özenle dilden ayrıştırılmalıdır.

Yeni bir kavramı karşılayacak sözcükler dilin kurallarına uygun biçimde seçilmeli, yabancı dillerin saldırısına uğramış olan dilimize yeni yabancı sözcüklerin girmesi engellenmelidir.

TÜRKÇE BİR HAYAT

Dilimize Tarama Kolu başkanı olarak Halk Ağzından Söz Derleme Sözlüğü (12 cilt) ve Tarama Sözlüğünü (8 cilt) armağan eden Aksoy, yaşamını adadığı Dil Devrimi’ni çoğu klasikleşen ve sayısı 60’ı bulan yapıtında anlattı:

Dil Yazıları, Gelişen ve Özleşen Dilimiz, Atatürk ve Dil Devrimi, Dil Yanlışları, Yine Dil Yanlışları, Halkevi Konuşmaları, Anayasa Sözlüğü

TDK’nin Ömer Asım Aksoy Armağanı (1978) adlı bir kitap çıkardığı Aksoy’un “Yaşadığım çağın ve yaşamımın bilançosu” diye sunduğu Türkçe Bir Hayat (YKY), onun (AS: O’nun) saydamlık, özveri, çalışkanlık, titizlik, yalınlık gibi değerlerle örülmüş anlamlı savaşımının özyaşamöyküsü ve 95 yıllık bir çağ tanıklığıdır.

Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi-1 

Ruşen Yalçın Keleş – Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma EnstitüsüPROF. DR. RUŞEN KELEŞ
12 Kasım 2022, Cumhuriyet

Hiç kuşkusuz, dil ile düşünce arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle, Dil Devrimimiz ulusal kültür alanında girişilmiş büyük bir atılımı simgeler. Savaş ile kazanılan bağımsızlığın, kültür ve ekonomi alanında atılan adımlarla tamamlanması zorunluydu. Dilde özleşme bir bakıma kültürde de öze dönmek anlamına geliyordu. 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulmalarının ardındaki temel neden de buydu.

Ne yazık ki kimi bilim insanlarımız, hem kolaylarına geldiğinden hem Türk dilinin varsıllığına güvenleri olmadığından derslerinde, yapıtlarında, konuşmalarında Batı dillerinden gelme sözcükleri bol bol kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Bunun gibi, adına “Osmanlıca” denilen, yönetenlerle yönetilenler arasındaki anlama uyuşmazlıklarını artıran dili kullanmakta direnenler bile yazarken ve konuşurken çok sık yanlışlar yapmaktan geri kalmıyorlar.

CUMHURİYET KARŞITLIĞI

Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma kararlılığında olan ülkemizde, yabancı sözcüklerin oranı hâlâ çok yüksek.

  • Dilde özleşmeye devletçe yön vermenin bir kamusal görev olduğu çok açıktır.

Bu, bilim dilinde de evrim kurallarının değil, devrim kurallarının geçerli kılınması anlamına gelir. Dilde gerilikle, kafanın içindeki gerilik at başı giden iki gerilik türüdür. Bu ilişki, öz ile biçim arasında da var olduğu için, Cumhuriyeti kuranlar kılık kıyafet devrimine de önem vermişlerdir.

Gerçekte, Dil Devrimi’nin karşısında olanlar, genellikle Türk Devrimi’ni bütünüyle içlerine bir türlü sindirememiş olanlardır. Bunun örneklerini son yıllarda çok sık görür olduk. Bu kişiler, yalnızca kimi sözcüklerin kullanımına değil, devrimin özüne, Cumhuriyetin dayandığı temel ilkelere karşıdırlar. Ulusçuluk anlayışları ayrı olduğu için, laik olmadıkları için, bilimi halka taşımak halk yığınlarının uyanışını hızlandırmakla sonuçlanacağından Dil Devrimi’ni de sevimli bulmazlar.

GELENEK BEKÇİLERİ

Kısaca, Atatürk’ün Kültür ve Dil Devrimi’ni tüm öteki atılımları gibi benimsemediklerinden Dil Devrimi’nin karşısında olmak da bir görevdir onlar için. Bu tutum ve davranışlarıyla belki de Atatürk’ün çağdaşlaşma buyruğuna ayak uyduramayan bu “gelenek bekçileri”, içte ve dışta Türk toplumunu yerinde sayan bir toplum yapmakta ya da geriye götürmekte yarar gören çevrelere bilerek ya da bilmeyerek araç olmaktadırlar.

Yalnız seçimle göreve gelmiş olanlar değil, siyasal erke 1980’lerin başlarında el koymuş olan ve “Atatürkçülüğü” dillerinden düşürmeyen Kenan Evren ve arkadaşları da Türk Dil Kurumu’nu, bir gönüllü kuruluş (dernek) olmaktan çıkararak kamu kurumu durumuna sokmuş ve kurumun başına, şu tümceleri kurabilmiş bir bilim (?) insanını getirmekten geri kalmamışlardır:

  • Atatürkçülük bir ideoloji değil, Türkiye’de Atatürk öldükten sonra doğan bir içtimai hastalığın adıdır. Hakiki fikirlerin yerine geçmek isteyen hayallerden kurtulmamız lazımdır.”2

Oysa Atatürk adını taşıyan kurumların başında görev alacak olanlarda, her şeyden önce Atatürkçülüğe yürekten inanmış olmak aranacak koşulların başında gelmelidir.


1- Topluçalışım, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, Türk Dil Kurumu, Ankara 1981; Ruşen Keleş, “Toplumsal Gelişme ve Bilim Dili”, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, s.90-104; Ruşen Keleş, “Atatürkçülük: İdeoloji mi, Hastalık mı?”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 1985.
2- Komünizmle Mücadele Dergisi, Sayı: 36, 15 Mayıs 1952.

SÜFLİ HEVESLER

AKP Genel Başkanı Recep Bey geçtiğimiz günlerde “Özellikle sırf daha iyi arabaya binmek, daha fazla konsere gidebilmek gibi süfli heveslerle başka ülkelerin kapısına varanlara acıyarak bakıyoruz.” demişti…

Türk Dil Kurumu sözlüğünde süfli kelimesinin karşılığı aşağı, aşağılık, bayağı, adi olarak açıklanmıştır.

Öncelikle Recep Beyi konsere gitmeyi, bir sanat etkinliğine katılmayı süfli, aşağı, aşağılık, bayağı, adi bir eylem olarak nitelemesini şiddetle kınıyorum, bu kabul edilebilir bir itham ve niteleme değildir!

Demedi demeyin devletin en üst makamında oturan birinin konsere yaklaşımı bu olur, zihninin arka planındaki sanat düşmanlığını böyle kusarsa festivaller ve konserleri yasaklamakta birbiri ile yarışan arkaik zihniyetteki kişi ve yetkililerin azgınlığı büsbütün artacaktır.

İşin daha da matrak yanı Recep Bey dahil bütün iktidar mensupları, üstelik de kamu parası ile daha iyi bir arabaya binmek için birbiri ile yarışırken daha iyi bir arabaya binme isteğini süfli bir heves olarak tanımlamasıdır. Yahu kardeşim, adam çalışıp kazanıp kendi parası ile daha iyi bir arabaya binmek istiyor ve sen bunu süfli bir heves olarak niteliyorsan garip gurebanın, dulun – yetimin, emeklinin – emekçinin ödediği vergiler ile oluşan kamu bütçesinden lüküs hemi de ultra lüküs arabalara binme hevesine ne diyeceksin? Dünyanın en lüks özel uçakları ile cümbür cemaat oraya buraya uçma hevesini nereye koyacaksın? Bin odalı saraylarda yaşama hevesini nasıl açıklamak gerekir, onu da bir tarif etsen iyi olur diyorum…

Bak güzel kardeşim, “ben ekonomistim” diyorsun ve bu devleti tek imza ile yönetiyorsun. Anayasamıza göre senin en temel görevin bu ülkede yaşayan her bir kişinin refahını artırmak, çalışıp çabalayarak hakkı ile kazananların diledikleri gibi bir hayatı yaşamalarını sağlamaktan ibarettir. Sen bunun için seçildin ve bunun için maaş alıyorsun.

  • Bu ülkede insanları açlık sınırının altında ve yoksulluk sınırının ise çok ama çok altında çalışmaya mahkûm eden senin uyguladığın politikalar değil mi?

Bu noktada sitem etmeye ne hakkın var?

Bak, bu ülkede çalışanları getirdiğin durumu Türk-İş araştırma sonuçları son derecede net bir şekilde ortaya koyuyor, söz konusu bu araştırmanın sonuçlarına göre:

  • MUTFAK ENFLASYONU AYLIK % 5,15 ve SON ON İKİ AYLIK % 130,01 ORANINDA ARTIŞ GÖSTERDİ…
  • AÇLIK SINIRI 7.245 TL OLARAK HESAPLANDI ve 5.500 LİRA OLAN ASGARİ ÜCRETİN 1.745 TL, EN DÜŞÜK EMEKLİ MAAŞI OLAN 3.500 LİRANIN 3.745 LİRA ÜZERİNDE OLDU!
  • “YOKLUK YOK, YOKSULLUK VAR!” DÖRT KİŞİLİK AİLENİN YAPMASI GEREKEN TOPLAM HARCAMA (YOKSULLUK SINIRI) 23.600 TL!
  • BEKÂR BİR ÇALIŞANIN AYLIK YAŞAMA MALİYETİ 9.470 TL‘YE ULAŞTI!

Bu işin elbette yalnızca parasal yönü.. Bu durum bile insanı yeterince dehşete düşürüyor elbette ama bir de otokrat yönetimin sayesinde topluma giydirmeye çalıştığın deli gömleğine itiraz edenler var.

  • Gençler senin dayatmaların ve otokrasin altında yaşamak ve çalışmak istemiyor.

Aslanın çakala boğdurulduğu, iyi eğitimli çalışkan gençlerin eğitimsiz ve açgözlü, yandaş rantiyenin kucağına atıldığı bir çalışma ortamında kim yaşamak ve çalışmak ister ki?

İşe girerken liyakatin değil sadakat ve yandaşlığın temel alındığı bir ülkede nitelikli insanlar neden yaşamak ve çalışmak istesin ki?

İş güvencesi bile olmadan patronlar ile devletin ortaklaşa belirlediği son derecede düşük ücretler ile çalışmaya kim neden boyun eğip, katlansın ki?

Hani “giderlerse gitsinler” diyordun ya, şimdi sitem etmeye ne hakkın olabilir ki?

İnsan onuruna yakışır bir geçim ve yaşam koşulları sağlamak için ekmeğini yurt dışında arayanları aşağılayacağına oturup, külahını önüne koyup “Ben nerede yanlış yaptım da artık insanlar benim yönettiğim ülkede yaşamak istemiyorlar?” diye düşünmen gerekmiyor mu?

DİLİMİZE SAHİP ÇIKALIM

Zeki Sarıhan
www.zekisarihan.com


Türk Dil Kurumu’nun 1932’de kuruluşunun yıldönümü olan 26 Eylül günü, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde 90. Dil Bayramı olarak kutlandı. Dil Bayramı denince Karamanoğlu Mehmet Bey’in, Türkçeyi 13 Mayıs 1277’de resmî dil olarak ilan etmesini de unutmamak gerekir. Bu olay ise nedense yalnızca Karaman’da kutlanıyor.

TÜRKÇE BOZULUYOR

Anadili insanın benliğine ve BİLİNCİNE öyle bir yapışır ki, onun içine sokulan parçalar ve onu yanlış kullanmalardan rahatsızlık duyarsınız. Tadına alışık olduğunuz bir yemeğin içine zehir katmışlar gibi olur. Kusacak kadar değilse de ağzınızı burar.

Aşağıda epey bir süredir yanlış kullanılışları beynimizi tırmalayan kavramlara birkaç örnek vereceğim.

“TAKSİYE BİNMEK” yerine “TAKSİ ALMAK”: 1967’de İstanbul’a ilk gittiğimde Taksim’de Şişli’ye nasıl gideceğimi sorduğum top sakallı biri “Şuradan bir taksi alırsınız” dediği zaman garipsemiştim “Bir taksi satın alırsınız” demiş olamazdı. Çok geçmeden bunun İngilizce dersinde gördüğümüz “take a taxi”nin yanlış bir çevirisi olduğunu, bir taksiye binmem gerektiğini söylemiş olduğunu anladım.

“ÇİMMEK” yerine “BANYO ALMAK”: “Banyo yapma” almaya alışmışken bir de “banyo alma” yaygınlaşmaya başladı. “Duş yapmak” denmesi gerekirken de artık herkes “duş alıyor”. “Çimmek” gibi Anadolu Türkçesinin sevimli sözcüğü dilimizden çoktan düştü.

“AHLAK” yerine “ETİK”: 1990’lerde “Ahlak” tahtından düştü. Yerini “Etik” aldı. “Ahlak” yerine “etik” dersek daha bir Avrupalı oluyormuşuz gibi bir izlenim bırakılıyor.

“GEÇMİŞE ÖZLEM” yerine “NOSTALJİ”: Geçmişe özlem gibi arı duru, anlamı açık bir dururken Nostalji sözünü kullanmaya meraklı çok insan var.

“İÇİN” yerine “ADINA”: Son zamanlarda gitgide kullanım alanı bulan bir sözcük de “için” yerine kullanılan “adına” sözcüğüdür. “Adına”, dilimizi özenle kullanması ve örnek olması gereken televizyon sunucularının bile kullandığı bir sözcük durumuna geldi. Biz eskiden “sebze almak için” pazara giderdik, şimdi bir kısım Türkler “sebze almak adına” pazara gidiyor. Oysa “adına” sözcüğü bambaşka bir bağlamda kullanılır. Örneğin okul veli toplantısına baba adına annenin geldiği biçiminde kullanılırsa sözcük anlamına uygun kullanılmış olur. Hiç “Evi geçindirmek adına çok çalışıyorum” denir mi? “Evi geçindirmek için çok çalışıyorum” denir. Sonuçta “adına” “için” birbirlerinin yerine kullanılabilecek sözcükler değildir.

Elimize bulaşan bir boyayı çıkarmak mümkündür de dilimize yapışan bir sözcüğü atmak kolay değildir. Diller yaşayan varlıklardır. Evrimleşirler. Yeni kavramlara yeni sözcükler türetirler. Kendi kökleri yetersiz kalırsa başka dillerden de sözcük alırlar. Fakat kendisinde bulunan ve hiç de kavram olarak yetersiz olmayan bir sözcüğü bırakıp yabancı bir sözcüğü onun yerine kullanıma sokmak özensizlikten öte kendi anadiline ihanettir.

HİSSETMEK: fiilinin İngilizceden yapıldığı anlaşılan bir çeviri ile yanlış kullanılışı gitgide yaygınlaşıyor ve kulak tırmalıyor. Örneğin “iyi hissediyorum” veya kötü hissediyorum” deniyor. Oysa bu fiilin bir nesnesi olması gerekir. Neyi hissediyorsan, önce onu söylemen gerekir. Havayı hissederiz, kokuyu hissederiz, acıyı hissederiz. “İyi hissediyorum” sözünde eksik kalan “kendimi” sözcüğüdür. “Nasıl hissediyorsun?” sorusunun doğrusu da “Kendini nasıl hissediyorsun?”dur.

“EL KOYMAK” yerine “ÇALMAK”:  Çalmak artık çoğu metinde “gasp etmek”, “el koymak” yerine kullanılır oldu. Bir aslanın başka bir aslanın avını ondan zorla almasına “çalmak” değil, gasp etmek veya “el koymak” denir. Ama artık çoğu doğa belgeselinde bu gibi durumlarda yanlış olarak “çalmak” fiili kullanılıyor. Sokakta biri önümüzü kesse ve cüzdanımızı zorla alsa buna “çalmak” denmez. “Çalmak” başkası görmeden, gizlice almaktır.

SAYGI VE HÜRMETLERİMLE”: Bir duyguyu güçlendirmek için aynı anlama gelen iki sözcüğün kullanılması da oldukça yaygın. “Saygı ve hürmetlerimle”, “mutlu mesut” gibi.

UZUN HECELERİ KISA SÖYLEMEK: Bazı yörelerimizin insanları, uzatılması gereken heceleri uzatmadan söylüyorlar ve bu çok dikkat çekiyor. Şu sözcüklerdeki ilk heceleri uzatmadan söylemeyi denerseniz bunun dil için nasıl bir sorun yarattığını anlayabilirsiniz: Hami, Haşim, Sait, Şair, Talih, Salih, Cahil, Sair, Mahir, Tahir, Nail, Nazım, Halim, Salim, Talim, Yani, Sani, Cani… Bu sözcüklerin ilk hecelerindeki a’nın üstüne uzatma işareti konulmaz ama bunlar uzun hecelerdir.

K’YI YUMUŞATAMAMAK: Bunun gibi üzerine yumuşatma şapkası konulan bazı sözcükleri de yanlış kullananlar var. Kâzım, Kâmil, Kâtip, Kâmuran, Kâşif gibi sözcüklerdeki şapka ilk hecedeki k’yi yumuşattığı gibi hecenin uzun okunması gerektiğine de işaret eder. Kâr, gâh gibi sözcüklerde ise yalnızca k’yi ve g’yi yumuşatır. Kimi kitaplarda bile bu konuda hata yapıldığına rastlanıyor. Kimileri, imla kılavuzunda bütün yumuşatma ve uzatma işaretlerinin kalkmış olduğunu sanıyor. Gerçi 12 Eylül’den sonra devletleştirilen Türk Dil Kurumu, imlamızı bu tip işaretlere boğmuş, Dil Derneği ise farklı ve doğru bir yazımı tercih etmişti ama her iki Kurum da yukarıdaki sözcüklerden yumuşatma işaretini kaldırmamıştı. Son yıllarda her iki Kurumun imlası hemen hemen birleşmiş bulunuyor. Geçmişte yaşanan bu kargaşadan ötürü bugün bile “hâlâ” sözcüğünü hala olarak yazanlar var. Ciddi bazı kitaplardaki yanlış yazmalara bakarak “-de/da” eki ile “de/da” bağlacının nasıl yazılacağını öğrenmeden üniversite bitirenler var.

Dil büyük bir okyanus gibidir

Dilseverlerin ve uzmanların bile onda keşfedecekleri çok şey var. En azından her eve bir yazım kılavuzunun gerektiği de açık.

Dilin doğru ve ahenkli (uyumlu) kullanımı ailede ve okulda öğretilir. Öğretmenlere, yazarlara ve radyo-TV sunucularına büyük iş düşüyor.

  • Dilini koruyamayan bir ulus bağımsızlığını da koruyamaz.

Dilini geliştiremeyen topluluklar, üstün bir uygarlık yaratamaz.

Bu yılki Dil Bayramı ödül töreninde bir konuşma yapan şair Ataol Behramoğlu’nun dilimizi sevip korumamızı anlattıktan sonra “Ülkemizde konuşulan bütün dillere de saygılı olalım” sözünü de anmadan geçemeyeceğim.

Anadili sevgisi, bütün dillerin eşitliğini, bütün dillerin onu konuşanlar için ana sevgisi kadar kutsal olduğunu anlamıyorsa, bu basit bir milliyetçilikten öteye geçemez. (İndependent Türkçe, 28 Eylül 2022)

 

 

 

 

 

Dil Devrimi ve sanatımızın gelişimi

Şair yazar Günay Güner: - Antakya GazetesiGünay GÜNER
İSMAİL HAKKI TONGUÇ BELGELİĞİ VAKFI ÜYESİ

27 Eylül 2022, Cumhuriyet

Cumhuriyetimizin başat dayanaklarından biri Dil Devrimi’dir. Dünya tarihi incelendiğinde görülür ki en zor başarılabilecek bir devrimdir. Ulusun yazdığı abeceyi, kullandığı sözcükleri değiştiriyorsunuz. Başarının altında ulusun özdilini yazın alanına taşımak, yüceltmek yatar. Altı yüzyıl horlanmış, aşağılanmış Türkçeye, hak ettiği saygınlığı kazandırılmıştır. Devrimin, sömürülen sınıflarca coşkuyla, sömürücü sınıflarca ise nasıl tepkiyle karşılandığı açıkça görülür.

OKURYAZARLIK ARTTI

Atatürk’ün isteğiyle 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu, dolaylı da olsa kapatıldığı 1980 darbesine kadar eşsiz değerde çalışmalar yapmıştır. TDK tarafından 12 cilt Derleme Sözlüğü, 8 cilt Tarama Sözlüğü yayımlanmış, Türkçenin çağrışım yüklü sözcükleri yazılı kültüre kazandırılmıştır. Atatürk, tarih ve dil kurumlarının özgürlük ortamında çalışabilmeleri amacıyla dernek yapısında kurmuştur. TDK’nin kurulmasından hemen sonra, 26 Eylül 1932’de, Dolmabahçe’de ilk Türk Dili Kurultayı yapıldı. Atatürk, on gün süren kurultayı büyük bir dikkatle izledi; yaşamı boyunca Türkçenin doğru işlenmesi konusundaki çalışmalarını aynı kararlılıkla sürdürdü. Yazdığı Geometri adlı kitapta türettiği sözcüklerin tümü ulusun gönlünde yer etmiştir ki bu benzersiz bir başarıdır. Ayrıca geçen zaman, Atatürk’ün kuramsal yaklaşımını da doğrulamaktadır.

Türk Devrimi, aydın gözüküp ulusun kafasını karıştırmaktan medet umanlara bırakılmayacak kadar değerlidir. Dil Devrimi’nin temeli Mustafa Kemal ile Agop Dilaçar’ın yıllar önce cephede karşılaşıp görüşmelerine dek dayanır. 1 Kasım 1928’de Latin abecesinin benimsenmesiyle Türkçenin yapısına uygun yazı ortamına ulaşılmıştır. Osmanlı’dan yaklaşık %7 oranında alınan okuryazarlık (ki buna salt okurluk demek daha doğru) aşama aşama hızla yükseldi. Yeni abece, Batı’nın eleştirel, bilimsel dünyasıyla ilişki kurmamızı sağladı; bu yönde gelişen bir insan yapısı yetişmeye başladı.

Osmanlı’nın son döneminde dil, yazım, edebiyat, sanat alanlarında arayışlar yoğunlaşsa da doğru düşünceler üzerine eylemler Cumhuriyetin, özellikle laiklik ilkesinin sonucudur. Devasa atılımlar kısa süre içinde gerçek kılınmıştır. Yazın akımları doğmuş, nitelikli düşünceler geliştirilmiştir. Garip, ilk şiir akımımızdır; kurucuları yetkin ozanlarımız Melih Cevdet Anday, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat’tır. Garip akımı ilk olduğundan, Muzaffer Erdost’un adını koyduğu ve Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Turgut Uyar gibi usta adlarda belirginleşen akım İkinci Yeni’dir. Ceyhun Atuf Kansu Bağımsızlık Savaşımızı, yoksulları, çocukları, şiirle, öyküyle, düşün yazılarıyla destanlaştırmıştır. Birbirinden varsıl romanlar, öyküler, oyunlar sökün etmiştir.

Köy Enstitülerinin yetiştirdiği yüzün üzerinde yazar, toplumcu gerçekçi anlayışı yazınımıza sokmuştur. Resim, yontu gibi sanat alanlarının hızla gelişmesi de bir yanıyla Dil Devrimi’yle ilgilidir.

  • Dil, düşüncenin evidir.

Bilgi, düşünce sevgisi halka yayıldıkça, halk özgürleştikçe görsel sanatlar olumlu biçimde etkilenmiştir. Oyun sanatındaki ilerleme olağanüstüdür.

Dil Bayramımız kutlu olsun!

Türkçe’nin yılmaz savaşçısı

Av. Celal ÜLGEN

12 Mayıs 2022, Cumhuriyet

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

 

Cumhuriyet gazetesinin ve Türk Dil Kurumu‘nun asırlık çınarı Sami Karaören denince ilk akla gelen Türk yazınıdır. Öykü, şiir ve yazının her dalında yetkin kişiliği ile seçici kurul üyeliği yapmış, Cumhuriyet gazetesinin yıllarca Olaylar ve Görüşler köşesini yönetmiş bir bilge gelir aklımıza.

Hocam, ustam ve üstadım, Türk yazınının soy ağacı Sami Karaören, Başta Cahit Külebi ve Fazıl Hüsnü Dağlarca olmak üzere şiirlerin öyküsünü bilen şairinden daha iyi şiir okuyan bir ustaydı. Ne uzun dostluğumuz olmuştu.

O zaman öğrendim ki Sami Karaören binlerce şiirden oluşan bir bilgi dağarcığına sahip. Hangi şairden söz ediyorsak o şairden onlarca şiiri ezbere biliyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Muhip Dıranas, Nâzım Hikmet, Verlaine Arthur Rimbaud ve Baudelaire

Sami Ağabey Antalya Lisesi’nden Cahit Külebi’nin öğrencisiydi. Cahit Külebi Antalya Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptığı sırada Cahit Nazmi takma adıyla şiirlerini yayımlıyordu. Bunu ilk keşfedenlerden biri Sami Ağabey olmuş ve bu nedenle de öğretmen öğrenci ilişkisinden çok iki arkadaş gibi bir iletişime geçmişlerdi.

Zamanla bu ilişkinin değişim gösterdiğini ve Cahit Külebi’nin öğrenci, Sami Karaören’in ise öğretmen gibi bir ilişki içine girildiğine tanık olanlardan biriyim. Külebi’nin son on yılında sık sık buluşmalar gerçekleştirmiş ve Karaören ile ilişkilerini daha yakından gözlemleme fırsatı bulmuştum.

TÜRK ŞİİRİ ÖKSÜZ KALDI

Yaptığı birçok şeyin doğru olduğuna emin değilse, bunu Sami Karaören bilsin istemezdi. “Aman Sami duymasın” diye anlatırdı. Birçok şeyi Sami Ağabey’e sorduktan sonra yerine getirirdi. Sağlığında Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da hukuk fakültesinden Hocam Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun da ona karşı duydukları büyük saygı ve sevgiyi yakından bilirdim.

Her haftanın son günü Vedat Günyol’un evinde Başaran (AS: Mehmet) ve Sami Ağabeyle buluşur ve dörtlü bir sohbete girişirdik. Zaman zaman konuklarımız da olurdu. Herkes o hafta yazdığı yazılarını, şiirlerini okur ve üzerinde değerlendirme yapardık. Tam bir okul gibiydi.

Atatürk’ün Türkçe’yi sadeleştirme politikasına uygun yazılar yazardı.

  • Türkçe’nin yılmaz savaşçılarından biriydi.

Bu nedenle Cumhuriyet gazetesi 2. sayfada yayınlanan yazıların öz Türkçe olmasına özen gösterirdi. Cumhuriyet’in Dil Devrimi’ne yaptığı katkıların büyüklüğünden ve öneminden söz ederdi.

Atatürk devrim ve ilkelerine bağlı, aydın bir kişilik olması dolayısıyla kimi çevrelerce komünistlikle suçlandığı da olmuştu.

Biz O’nu ve sohbetini yitirdik ama Türk şiiri öksüz kaldı…
==============================================

Dostlar,

Üstteki dizeleri yazan yetkin ve saygın hukukçu Av. Celal Ülgen, kadim dostumuzdur.
ADD Edirne Şubesi Başkanı ve ardından ADD Genel Merkez Yöneticisi olduğumuz yıllarda (1996…..) tanışmıştık Tuzla ADD Şubemizin Aydınlanma etkinliklerinde. Şube yönetiminde merhum Şemsettin Orhan, Başkan Naci Aydın.. Sn. Ülgen ile bizi aynı etkinliklerde konuşmacı olarak buluştururdu. Hatta bir kezinde Ümraniye Cezaevinde tutuklu ve hükümlülere temel sağlık bilgileri ve sağlık hakları odaklı ortak eğitim vermiştik.
***
Merhum Karaören ile dostluğumuz daha da eski.. 1990 başlarında Edirne – Kırklareli Tabip Odası yöneticisi iken, bir 14 Mart etkinliğinde konuğumuz olmuştu Sami bey, Cahit Külebi ve Öner Yağcı. Yalnız sonki yaşamda bereket. Gündüz açıkoturum, akşam yemek ve sabah evimizde kahvaltıda idiler.

Sami bey, öğretmeni ve sonra dostu Külebi’nin “Kamyonlar kavun getirirdi..” şiirini çok içten ve ustalıkla okurdu, Külebi bile hayranlıkla izlerdi. Son derece alçakgönüllü idiler.

Ardından Necati Cumalı’yı da konuk etmiştik. Türk edebiyatına ve emekçilerine saygı duyuyorduk Edirne – Kırklareli Tabip Odası olarak. Merhum Cumalı, o toplantıda, kendisinin şiirlerinden okumalar yaptıktan sonra, amatör bir şair arkadaşımızın kendi şiirini seslendirme dileğini öfkelenerek geri çevirmişti. N. Cumalı’dan sonra söz söylenemezdi O’na göre..
***
Karaören ile çok dost olduk. Cumhuriyet‘in 2. sayfasında yazmamız için bizi yüreklendirdi ve yazdık. Yazılarımızı o zamanlar faks ile yolluyorduk. Hızla 2. sayfada yer veriyordu, onca bekleyen yazıya karşın. İstanbul’a gittiğimizde Cağaloğlu’ndaki o ilk ve eski binada üstte, çatı katındaki minik odasında ziyaret ederdik kendisini. O güleç yüzü ve ışıl ışıl parlayan kocaman gözleri ile bizi sevgi ile ve sıcacık karşılardı. Oğlu Mehmet bey ile aynı yaşta idik. Edirne’nin çifte kavrulmuş fıstıklı lokumu ve ezmesini ne çok severdi..

****
Gırtlak kanserine yakalandı.. operasyon sonrası ses kalitesi epey bozuldu.
Eşi Mehçure hanımı yitirdi.
Oğlu, Mimarlık Doçenti Mehmet bey, benzersiz bir özveri ile babasına yıllarca baktı. Bir mide sondası ile sıvı besinlerle O’nu özen ve sabırla besledi.
Birkaç ay önce Mehmet bey ile telefonla görüştük.. Babası Sami beye cep telefonu aracılığıyla selam – saygı yolladım. Gülümseyerek el salladı adeta..
Mehmet bey, “.. bizden çok gökyüzüne yakın duruyor…” dedi; duygulandık, hüzünlendik.
***
Fethiyeli idi… 1924 doğumlu bir Cumhuriyet çınarı idi.
İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. mezunu idi..
2006’da ADD Genel Başkanlığına aday olduğumuzda, tıpkı Av. Celal Ülgen gibi, ADD kurucularından ve Genel Başkanlarından Av. Arif Çavdar büyüğümüz… gibi elinden geleni yapmıştı..
***
Cumhuriyet‘in 2. sayfası neredeyse 32 yıl O’ndan soruldu. Çünkü “Devlet” o sayfayı mutlaka okurdu. Bir insanın orada yazısının yayınlanması, Üstad Sami Karaören’den onay alması övünç konusu idi. Günümüzde de bu sayfa çok değerli ve önemli.

Kurucu Yunus Nadi’nin ardından Nadir Nadi’den sonra 2. kuşak Cumhuriyet’çi idiler İlhan Selçuk ile.

  • Katıksız ve ödünsüz bir Cumhuriyet ve Atatürk sevdalısı, Aydınlanmacı idi!

***
Cumhuriyet’in en azından yüz yıllık, daha geriye gitmek gerekirse 1808’lerde başlayan özgürlük – demokrasi aranışlarının (Sened-i İttifak) bu topraklarda 200 yılı aşan bir tarihsel ardalanı var. Ne var ki tarih ütülü, düz, ipek kumaş değil! Engebeli bir arazi gibi. Şimdilerde 20 yıldır uğursuz bir AKP karşıdevrim süreci ile boğuşmaktayız. Hiç kuşku yok bu ayraç / fetret dönemi de kapanacak ve Türkiye, Anadolu Aydınlanmasını sürdürecek, evrensel demokratik değerlerle yönetilen bir ulus ve ülke kimliğini er ya da geç ve de mut – la – ka yakalayacaktır.

  • Gericiler salt parazit oluyor ve insanın insanlaşmasını = AYDINLANMAYI geciktiriyorlar aziiiz Sami Karaören…

Bu Devrim tamamlanacak; katkılarınız, öğrettikleriniz, savaşımınız çok değerliydi, tuğla üstüne tuğlaydı, değerini bilecek ve “kavga“yı daha da yükselteceğiz..

Sizi evrene iade ettik, hepsi bu; nöbet ve “kavga” sürüyor, sürecek….

Sevgi ve saygı ile. 15 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    
 

 

Cendere

authorZAFER ARAPKİRLİ

Türk Dil Kurumu sözlüklerine bakarsanız başlıktaki sözcüğün hem bir isim, yani “bir şeyleri baskılamak ve ezmek amacıyla kullanılan bir alet-gereç” olduğunu hem de “ezici bir baskı altında kalmak” durumunu anlatın bir tür sıfat olduğunu görürsünüz.

“Cenderede kalmak, cendereye girmek” sıkça kullandığımız tabirlerdir.

Bugün ülkemizde hem tek tek vatandaşların hem her alanda üreticilerin hem de mal ve hizmet üretme durumundaki tüm kurumların ciddi bir “cendere” içine hapsolduğunu hepimiz görüyoruz. Bu da, bizzat ülkeyi yönetme yeterliliğini iyice yitiren, kontrolü iyice elden kaçıran ve içine düştüğümüz tarihi boyutlardaki ekonomik buhranın baş sorumlusu olan iktidarın yarattığı bir durumdur.

Neredeyse her dakika bir yenisi ile karşılaştığımız zamların oluşturduğu fahiş ve hatta müstehcen boyutlardaki hayat pahalılığı, ülkede yaşamayı bir işkenceye dönüştürmüştür.

Temel ihtiyaç kalemlerine yapılan zamların en büyük nedeninin enerji girdileri-maliyetleri olduğu düşünüldüğünde, başta su, elektrik, gaz, toplu ulaşım ve iletişim hizmetlerine yapılan zamlar, evrensel bir tartışmayı bir kez daha hatırlamamıza neden olmaktadır.

İnsanların “vazgeçilemez” ihtiyaçlarının, en başta da suyun merkezi ya da yerel kamu otoritesi tarafından “temel bir insan hakkı” olarak karşılanması, vergi ödeyen vatandaşların en doğal talebi değil midir? Örneğin, Sosyalist rejimler bunu başarmış ve evrensel bir model oluşturmuşlardır.

Su (bildiğin dünyanın suyu), yerine başka bir şeyi geçiremeyeceğimiz, temel bir insan ihtiyacı-hakkı değil midir?

Elektrik, ısınmada kullanacağımız gaz-kömür-odun vs. maddeler, vazgeçilebilir şeyler midir?

Toplu taşımayı, yani kamunun sağlamak zorunda olduğu otobüs, tren, vapur gibi zorunlu ulaşım yöntemlerini kullanmayıp evimizde oturmak, “tercih nedeni” diye tartışılabilecek bir şey midir?

21’nci yüzyılda telefon ve internet gibi hizmetler de aynı kalemlere dahil sayılamaz mı?

İşte tüm bunların “ticari amaçlı, kâr amaçlı işletmecilik” anlayışı ile vatandaşa (vergi mükelleflerine) sunulan “opsiyonel” hizmetler sayılmasına karşı çıkmalıyız.

Neredeyse, “vergi” denen şeyin icadından bu yana var olduğunu düşündüğüm klasik bir tabir vardır ya: “Vergilerimizin bize yol su elektrik olarak geri dönmesi” olgusu. Tam da bunu demeye getiriyorum.

Bu maksatla, gerek Türkiye’nin merkezi yönetimini, gerekse belediye yönetimlerini elinde bulunduranlara, yani bizim seçtiğimiz ve “Al şu oyu. Yanında da al şu vergilerimizi (trilyonlarca, katrilyonlarca paradan söz ediyoruz) bize hizmet et” dediğimiz insanlardan bu “vazgeçilemez ihtiyaçlarımızı (insan hakkı)” sağlamalarını talep etmeliyiz.

Suyu, elektriği vs. bize satamazsınız.

Bizi “piyasa koşulları – dinamikleri – kapitalist ekonominin kaideleri vb.” acımasızca zulüm araçları ile karşı karşıya getiremezsiniz.

Bir ülkeyi yöneten Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakan (ya da başka sıfatlı insanlar) da, bir belediye başkanı da “Ben size temel bir insan hakkı olan bu temel ihtiyaçlarınızı bu fiyattan satmak ve maliyetleri yansıtarak, üstelik kâr elde ederek satmak zorundayım. Yerseniz” diyemez.

Derse, meşruiyetini yitirir.

Bir başka sorunlu konu da, “sırf muhalefet partisinden seçilmiş ve iktidarın pek çok konuda baskısına (haklı olarak) direnmek göğüs germek, boğuşmak zorunda diye” örneğin İstanbul Belediye Başkanı›nın bu konuda yani zam yaptığı için eleştirilmesini bir “suçmuş” gibi göstermektir.

Seçtiğimiz ve çuvalla (belki de kamyonlar dolusu) vergi ödediğimiz insanlardan, temel ihtiyaçlarımızı ideal olarak ücretsiz, olmuyorsa da en düşük ücretle karşılamasını talep etmenin neresi suç sayılabilir?

Sofrasına koyacak bir dilim kuru ekmeğe ve ona katık edecek yarım soğana bile yetmeyecek gelir düzeyindeki on milyonlarca insana bunu izah edemezsiniz.

Demokratik bir toplumun birincil gerekliliği, bu bilinçle yönetmektir.

Aksi, demokrasiden uzaklaşmaktır.

Faturalar, ücretler ödenemez hale gelmişse, bunun çözüme ulaştırılmasının yolu sadece “Komşunun faturasını öde” (askıda) demek değil, fiyatları düşük tutabilmenin yolunu bulmak, üretmektir. Öncelikleri gözden geçirmekse, mesela bunu yapmaktır. Eleştirilere öfkelenmek değildir.