Etiket arşivi: yoksulluk sınırı

Ekonomi çıkmazda

İrfan Hüseyin Yıldızİrfan Hüseyin Yıldız
30 Nisan 2023, Cumhuriyet
(AS: Bizim somut sayısal katkılarımız yazının altındadır..)

14 Mayıs tarihinde yapılacak “milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimi” için gümrük kapılarında ve yurtdışı temsilciliklerinde oy verme işlemleri başladı. Nisan ayında yapılan 12 anket ortalamasına göre cumhurbaşkanı seçiminde, Sayın Kılıçdaroğlu’nun, Sayın Erdoğan’ın önünde olduğu gözüküyor. Türkiye bu seçimlere, halkın yaşadığı derin yoksullaşma ve deprem felaketinin yarattığı büyük bir tahribatla birlikte gidiyor. Bir süredir derinden yaşadığımız ekonomik krizin seçmen kararlarında etkili olması bekleniyor…

  • Son 4 yılda ücretlilerin ulusal gelirden aldığı pay %34’ten %26’ya düşmüş durumda.

Türk-İş’in mart ayı araştırmasına göre; dört kişilik bir ailenin açlık (gıda harcaması) sınırı 9591 liraya, 4 kişilik ailenin yoksulluk sınırı (temel ihtiyaç harcamaları) 31.241 liraya yükselmiş bulunuyor. Türkiye’de çalışanların yaklaşık % 50’sinin asgari ücretli (8 bin 500 TL) olduğu dikkate alınırsa, dar gelirliler, ücretliler, memurlar, emekliler ve işsizlerden oluşan büyük bir kesimin, açlık sınırının altında yaşadığını ve geçinemediklerini söyleyebiliriz. Bu nedenle iktidar giderek büyüyen bütçe açığına karşın maaş, ücret, sosyal yardım ve desteklerde gaza basmış görünüyor. Ancak enflasyonu büyüten, servet transferine ve gelir dağılımında sürekli bozulmaya neden olan ekonomi politikalarını değiştirmeyen iktidarın, yoksullaşan kesimlere verdiği mali destekler kısa bir süre sonra hızla erirken artan bütçe açığı nedeniyle de yeni riskler oluşuyor

Orta Vadeli Planda (OPV) öngörülen hiçbir makro ekonomik gösterge kestirimi tutmuyor.

  • İktidarın, “Türkiye Ekonomi Modeli” dediği heterodoks iktisat politikalarıyla;
    cari açığın, bütçe açığının, kurun, enflasyonun ve faiz oranlarının denetim altına alınması
    ve yoksulluğun kalıcı olarak giderilmesi de mümkün (olanaklı) görünmüyor.
  • Ekonomi politikalarındaki bilimdışılık, hukukun, demokrasinin ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı siyasi otoriterleşme ile birleştiğinde; güvensizliğin ve belirsizliğin arttığı bir ortamda, yeni yatırımların yapılması ya da yabancı yatırımcıların gelmesi de pek mümkün olmuyor maalesef…

BÜTÇE AÇIĞI YENİ REKORLARA KOŞUYOR

Merkezi yönetim bütçesi bu yılın ilk çeyreğinde 250 milyar lira açık vermiş bulunuyor.

Üstelik seçim nedeniyle verilen ya da verilecek mali desteklerin, bu açığı daha da büyüyeceği anlaşılıyor. Memur-emekli maaş artışları, EYT düzenlemesi, en düşük emekli maaşının yükseltilmesi ve 3600 ek gösterge artışı gibi yeni düzenlemeler bütçeye olan yükü artırırken elektrik ve doğalgaz olmak üzere çeşitli sübvansiyonların da süreceği açıklandı. Yapılan etki analizlerine göre; EYT düzenlemesinin bütçeye maliyetinin 194.4 milyar lira, emekli ve memur aylıklarında yılbaşında yapılan refah payı artışlarının yıllık maliyetinin 260 milyar lira ve en düşük emekli maaşının 7500 liraya çıkarılmasının yıllık maliyetinin 142.7 milyar lira olacağı hesaplanıyor. Ayrıca mesken (konut) abonelerinin elektrik harcamalarının % 50’lik, doğalgaz harcamalarının ise % 75’lik bölümünün kamu tarafından karşılanacağı açıklanmıştı, buradan bütçeye gelecek yükün ise 530 milyar lira olacağı öngörülüyor. Ayrıca 6 Şubat 2023 depremi nedeniyle bütçeden yapılan harcamaların yılsonuna dek 600 milyar lirayı bulacağı hesaplanıyor. Buna karşılık deprem nedeniyle getirilen ek kurumlar vergisi gelirinin ise ancak 100 milyar dolayında olacağı tahmin ediliyor…

2023 bütçesinde 566 milyar faiz ödemesi!

Ve 660 milyar liralık bütçe açığı öngörülmüş durumda.

Ancak Hazine, sözünü ettiğimiz artan harcamaları finanse etmek için öngörülenin üzerinde borçlanmalara gidiyor, faiz oranları yükseliyor ve kronikleşen enflasyonun baz etkisi dışında daha aşağılara inmesi pek olanaklı görünmüyor. Dolayısıyla %24.9 enflasyon oranı tahminiyle (kestirimiyle) hazırlanan bu bütçenin yetmeyeceği, yılın 2. yarısında ek bütçe gerekeceği anlaşılıyor…

SEÇMEN KARARLARINI NEYE GÖRE VERECEK?

  • Türkiye ekonomisi iyi yönetilmediği için krizden çıkamıyor.

Ekonomi dışında adalet, demokrasi, şeffaflık, hesap verme, hak ve özgürlükler, eğitim,
dış politika vb. bütün alanlarda da büyük tahribatlar (yıkımlar) var.

Peki seçmen bu sorgulamayı yapabilecek mi? Yoksa takım tutar gibi hayatlarında hissettikleri derin yoksullaşmayı bile inkâr ederek (yadsıyarak) başka gerekçeler uydurarak ya da gerçeğe başka anlamlar yükleyerek eski mahallelerinde mi duracak?

Bunu 14 Mayıs seçiminde hep birlikte anlamış olacağız…
===============================
Dostlar,

Bizden kısa notlar…

– Ulusal gelir kişi başına 25 bin $ olacaktı, 10 bin $ gibi..
– Türkiye ilk 10 ekonomi arasına girecekti, G20’den de düştü, 22. sıraya geriledi
– Dışsatım 500 milyar $ olacaktı, hedefin yarısını bulmadı (235 milyar $).
– Dış ticaret açığı azaltılamıyor, 2022’de rekor kırarak 110,2 milyar $ oldu
– 2022’de kamunun borç faizi anaparayı geçti..
– TCMB rezervleri eritildi, 128 milyar $ buharlaştırıldı, eksi 65 milyar $ bilanço..
– Cari açıkta yeni tepe (zirve) 48,8 milyar $
– “Bütçe açığı + Cari açık + Dış ticaret açığı” şeytan üçgeni içinden çıkılmaz oldu.
AKP= RTE malvarlığını açıkla(ya)madı..  ABD önceki Başkanı D. Trump’ın “aptal olma” aşağılamasına yanıt veremedi. Niye acaba? Hangi açıkları yüzünden? Halk Bank yolsuzluğu?
– AKP= RTE, ABD Senato Başkanı N. Pelocy’nin “Erdoğan’ın malvarlığının soruşturmanın zamanı geldi.” söylemine de sustu. Malvarlığını açıkla(ya)madı. “İspat etmezsen müfterisin….” diyemedi.
– Örtülü ödenek giderleri akıl almaz boyutlarda.. Mart 2023, 788 milyon TL..  Nereye harcanıyor?
– 2023 bütçesi yaklaşık 4,5 trilyon TL, 566 milyar TL’si borç faizi.. Her 8 TL’den 1’i faize gidiyor!
Hani NAS vardı, AKP=RTE faize karşı idi??
– Yaklaşık 2 hafta önce 2,5 milyar Dolar borçlandılar : Faizi, Dolar olarak %9, tefeci faizi ödenecek! 2030’a dek 1,6 milyar $ faiz ödeyeceğiz.. Hani AKP=RTE “ekonomist” idi??!!
– Türkiye nüfusu dünya nüfusunun %1,1’i ama toplam dünya gelirinin %0,9’unu üretebiliyor. AKP=RTE hedefi 2023’te %1,5 idi.. Nerdeeeeeen nereye….
……………

  • Bu bir tarihsel soygundur!
  • Halkımız apaçık, iktidar eliyle soyulmakta, İslami kesime kaynak aktarılmaktadır..

Ulusal kaynaklarımız, alın terimiz, 5’li çete vb. “maşalarla” yurt dışına çıkarılmakta, ülkemiz BİLEREK YOKSULLAŞTIRILMAKTADIR!

Yoksullaştırılan yığınlar siyaset, eğitim ve istihdam dışına itilerek yoksulluk yardımlarına bağımlı kılınmaktadır. On milyonu aşan insana Devlet kasasından sürekli “sadaka yardımı” yapılmakta ancak AKP desteği gibi sunulmaktadır. Bu kitlelerin oyları (siyasal iradeleri-istençleri) tutsak alınmıştır.. Bu nedenle, Dünyada 9 sigorta kolu varken, bizde AİLE SİGORTASI bilerek getirilmemiştir.

  • Siyasal İslamcı AKP=RTE, yoksulluğu yok etmek yerine siyasete kasten alet etmiştir.

***
Türk Halkının sağduyusuna güveniyoruz..
14 Mayıs gecesi bu lanetli – meş’um gidiş mutlaka durdurulacaktır / durdurulmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 30 Nisan 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

Bu katkıların tweet iletisi için tıklayınız :


Depremlerin Türkiye ekonomisine maliyeti ne olacak?

Selva Demiralp (@SelvaDemiralp) / Twitter

Prof. Dr. Selva Demiralp
Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
Twitter,
üncelleme 20 Şubat 2023)
Kahramanmaraş depremlerinin Türkiye ekonomisine maliyeti ne olacak? – BBC News Türkçe

6 Şubat 2023 acının, çaresizliğin, umudun, öfkenin, suçluluk ve dayanışma duygusunun aynı anda hissedildiği, geleceğe yönelik milat olmasını umduğum bir tarih olacak.

Türkiye saatiyle 04:17’de ve 13:24’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki, Cumhuriyet tarihinin en büyük doğal afeti olan depremlerde enkaz altında kalan akrabalarımız, dostlarımız, öğrencilerimiz var.

Bu yazı yazıldığında ölü sayısı 40 bine yaklaşırken, enkaz altında kalanlara ilişkin kesin bir rakam verilemiyordu.

Ancak durum her halükarda korkutucu boyutta. Kalplerimiz bu taşınmaz yük karşısında ağırlaştı.

1999 depremi sırasında doktora öğrencisiydim ve tezimi Adapazarı-Yalova-Gölcük depreminde hayatını yitirenlere ithaf etmiştim

Bu şekilde kendi çapımda yitip giden canlardan özür dilemek istemiş; o büyük felaketin unutulmamasına, dersler çıkarılmasına, böyle bir felaketin tekrar etmemesine küçücük de olsa katkı vermeyi ummuştum.

Aradan geçen 24 yıldan sonra aynı acılarla bir kez daha yüzleşmek; aynı sahneleri, “Biz uyarmıştık” diyen bilim insanlarını yaşlı gözlerle izlemek; aynı ağırlığı ve çaresizliği hissetmek dayanılmaz bir acı.

İleriye bakarken 24 yıl öncesi kadar iyimser değilim belki. Dönüşümün kolay olmayacağını, bir sonraki büyük depreme hazır bir Türkiye için yoğun bir mücadele gerekeceğini biliyorum.

Ancak bu topraklarda yaşayacak gelecek nesillere bilim temelleri üzerine inşa edilmiş, sarsılsa da yıkılmayacak bir Türkiye bırakmamız gerektiğinin de farkındayım.

Yapılması gereken dönüşümün zorluğu bir yandan yıldırıcı görünüyor. Diğer yandan ise deprem sırasında ülke çapında gözlemlediğimiz inanılmaz dayanışma örneği bu dönüşümün mümkün olduğuna dair inancımı artırıyor.

Depremde yitirdiğimiz canlarla vedalaştıktan sonra düşünmemiz gereken soru, depremin getirdiği ekonomik yıkım ve bu yıkımla nasıl başa çıkılacağı.

Şüphesiz ki 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki deprem çok ağır bir doğa felaket ve dünyanın neresinde olsa bu çapta depremlerin hasar yaratması kaçınılmazdı. Ancak sormamız gereken sorular şunlar: Bu hasarda bizim sorumluluğumuz nedir? Doğru tedbirler alınsaydı hasar hafifletilebilir miydi?

Yaşadığımız maddi ve manevi kayıpların daha az olacağını, alanım iktisat da olsa net şekilde söyleyebiliyorum.

Zira güçlü bir ekonominin temeli olan kurumsallaşma, hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerinin ihmal edilmesi nasıl ki ağır ekonomik kayıplara neden oluyorsa, aynı sebepler deprem sonrası yaşanan büyük kayıpları da önemli ölçüde açıklıyor. 

Söz konusu ilkelere (kurumsallaşma, hesap verebilirlik ve şeffaflık)
sahip çıkıp koruyabilseydik, bugün bir yandan sürdürülebilir büyüme
ve düşük enflasyonla yolumuza devam ederken; öte yandan depreme dayanıklı binalarda yaşayıp deprem sonrası hızla organize olabilir, can ve mal kaybını asgaride tutabilirdik.

O halde depremin yarattığı maliyetleri gözden geçirip bir daha bu maliyetleri ödememek için çok dikkatli bir yol haritası belirlememiz gerek.

Depremzedelerin sırtlanacakları ekonomik maliyetler

Can kayıplarına paha biçilemeyeceği için onu bir kenara koyarsak, depremin ekonomik maliyetlerini iki boyutta değerlendirmek mümkün olabilir.

Birincisi depremde yaşadığı şehri, iş imkanlarını, evini, barkını, ailesini yitiren depremzedelerin katlanacakları bedel.

Bu insanlarımız maalesef ekonomik olarak çok talihsiz bir zamanda bu zorluklarla yüzleşiyorlar.

  • Türk-İş yüksek enflasyonun sonucu 30 Ocak itibarıyla (AS: Ocak sonunda) yoksulluk sınırını 29 bin 875 TL olarak hesapladı.
  • Asgari ücret 8 bin 506 TL. Açlık sınırı ise 8 bin 865 TL.
  • Tüketici Hakları Derneği, Ekim 2022 itibarıyla (AS: Ekim 2022 sonunda) tüketicilerin %56’sının açlık sınırı altında yaşadığını açıklamıştı.

İşte depremler bu ağır koşullarda meydana geldi.

Bölgede, yaşamını yitirtmese de, yaşam boyu yaptığı sınırlı birikimlerini bir gecede kaybeden talihsiz vatandaşlarımızın içinde bulundukları yıkımı tahayyül edebilmek güç, rakama dökmek ise imkansız.

Yerle bir olan bölgenin yeniden yaşanır hale gelmesi, iş yerlerinin çalışmaya başlaması, kaybolan servetlerin tekrar oluşması şüphesiz zaman alacak.

Genel ekonomik maliyetler

Depremlerin yarattığı hasarın tespitine dair eldeki bilgiler sürekli güncellendiği için bu maliyetleri hesaplamak kolay değil.

Ancak kaba hesaplarla genel bir fikir edinmeye çalışıyoruz.

Depremlerin genel maliyetlerini iki kaleme ayırabiliriz.

Birinci kalem; hasar gören binaların, şehirlerin yeniden inşasının getireceği maliyet.

İkinci kalem ise depremlerde kaybolan üretim kapasitesinin getireceği maliyet olacak.

Birinci kalemde 17 Şubat itibarıyla yıkık ya da ağır hasar gördüğü tespit edilen yaklaşık 333 bin konut sayısını baz alırsak bu hanelerin salt yeniden inşası kabaca 20 milyar dolar civarında (dolayında) bir kaynak gerektirebilir.

Şayet (eğer) yerleşim merkezleri fay hattından uzak bölgelere taşınırsa hem konut sayısı ciddi şekilde artacak hem de ilave (ek) altyapı harcamaları devreye girecektir.

Burada bir parantez açıp uzmanların uyarılarına dikkat çekmek, şehirlerimiz yeniden kurulurken acele etmeden bilim insanlarımızın tavsiyelerine uygun hareket etmemiz gerektiğini vurgulamak isterim.

Depremde evleri hasar görmüş yaklaşık 1 milyon kişinin bir yıl barınma ve yaşama ihtiyacı için 3-5 milyar dolar, yeniden yapılacak konutlar için de asgari 20 milyar dolar olacak şekilde kısa vadeli acil ihtiyaçlar için yaklaşık 25 milyar dolarlık bir maliyet öngörebiliriz.

İkinci kalemde ekonomi genelinde üretimdeki aksamayı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Deprem felaketine maruz kalan ve 13,5 milyondan fazla bir nüfusu kapsayan bölge, ekonomik pastadan nasibini alamamış bir coğrafya.

Bölgesel GSYH dağılımına ait son TÜİK verilerini incelediğimizde 2021 itibarıyla bu bölgedeki şehirlerin GSYH’den aldıkları payın ağırlıklı olarak yüzde 1’in altında kaldığını üzülerek görüyoruz.

Karşılaştırma yaparsak, 1999 depremi sonrası Dünya Bankası, söz konusu depremin maliyetlerini yaklaşık 5 milyar dolar ve GSYH’nin yaklaşık %2,5’i olarak hesaplamıştı.

Bu oranı bugünkü GSYH rakamlarına uyarlarsak kabaca 20 milyar dolara yakın bir tutar elde ediyoruz.

Ancak 1999 depremi GSYH’nin yaklaşık %30’unu üreten bir sanayi bölgesini vurduğu için, üretime yansıyacak maliyetinin de görece daha yüksek olması muhtemel.

1999 depremi sonrası turizm gelirleri % 40 azalmıştı.

Turizm gelirlerinin GSYH’nin yaklaşık %5’ine karşılık geldiğini düşünürsek, benzer bir düşüşün yaşanması durumunda sadece (yalnızca) turizmden kaleminden birkaç puanlık ek bir maliyet yüklenmek zorunda kalabiliriz.

Özet

Tüm belirsizliklerin altını bir kez daha çizerek bugünkü rakamlarla asgari acil ihtiyaçlarımızın GSYH’nin yaklaşık %2-3’ü dolayında olacağını, genele yayılan maliyetlerin de buna yakın olacağını söyleyebiliriz.

Yukarıda telaffuz edilen rakama uzun vadede (erimde) enkaz altında kalan servetler, yeniden inşası gereken havalimanları, liman ve yollar, eğer şehir merkezleri taşınacaksa gerekli altyapı harcamaları ve tabii ki kaybolan fırsat maliyetleri (opportunity cost) eklendiğinde fatura elbette hızla kabaracaktır.

Depreme ait hasar tespiti henüz tamamlanmadığı ve yeniden inşa edilecek şehirlere dair bir yol haritası henüz açıklanmadığı için bu rakamların da değişme ihtimali yüksek.

Bununla birlikte halihazırdaki rakamlar ve dışarından gelmesi beklenen yardımlar kısa dönemde bir döviz likidite krizi alarmı vermiyor.

Yolun bundan sonrası

Önümüzdeki yıldırıcı zorluklara rağmen Türkiye’nin ne kadar dirençli bir ekonomik yapıya sahip olduğunu; zorluklara, krizlere ne kadar çabuk adapte olabildiğini vurgulamak lazım.

Doğru planlama ve organizasyonla hem yaralarımızı saracak hem de ileriye yönelik önlemleri alabilecek güçteyiz.

Bu dünya çapında felakette bize destek olacak uluslararası yardım ve krediler, depremzedelerimize destek olabilmemize ve yeniden yapılanmanın getireceği maliyetleri daha uzun vadeye yayabilmemize imkan sağlayacaktır.

Bu yıkımdan çıkıp Türkiye’yi yeniden inşa edebilmek için depremi unutmamalı, unutturmamalı ve böyle bir bedeli bir kez daha ödememek için depremler sonrası gösterdiğimiz dayanışmayı korumalıyız.

YÜKSEK ÖĞRETİM SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Suay Karaman      

YÜKSEK ÖĞRETİM SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ (*)

Değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Yüksek öğretimin sorunlarına geçmeden önce, üniversite hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Üniversite; yönetsel, bilimsel ve maddi özerkliğe sahip bir kurumdur. Bu kurum, devlet tarafından kurulan devlet dışı kurum kabul edilir. Bu özellikler, kamu adına, üniversite için vazgeçilmez özelliklerdir. ‘Üniversite’ adını taşıyan bir kurum bu nitelikleri taşımıyorsa, o kurum, adında ‘üniversite’ sözcüğü olan sıradan herhangi bir kurumdur. 

Üniversite kamu adına bilim üretir. Üretilen bilimin, doğru olabilmesi ve yayılabilmesi için, bilimi üreten kişilerin ve çalıştıkları kurumların akademik özgürlüğe ve özerkliğe sahip olmaları gerekir. Özerk ve özgür olma, her şeyden önce kişinin kendi iç dünyasına, devlete, hükümete, sermayeye ve herhangi bir toplumsal ya da örgütsel güce karşı gereklidir. Bu özelliklerinden ötürü gerçek üniversiteyi, ancak, kamu adına devlet kurabilir. Bu nedenle devletin kurduğu üniversite, devlet üniversitesi değil kamu üniversitesi olarak nitelendirilir. Bu yönüyle de üniversite devlet örgütünün dışında kalır. Devlet, kamu üniversitesine her türlü parasal ve kurumsal olanak sağlar; fakat bunlara karışmaz. Çünkü üniversitenin özerk ve akademik özgürlüğe sahip olması, kamu yararı açısından bunu gerektirir. 

Üniversite, akıl ve bilim kurumudur. İnanca dayanan dogmatik düşüncelerle ilgilenmez, önyargı ve hurafe (boşinan) üretmez; bunlara karşı durur, yaymaz ve savunmaz. Özerkliğe bunlar için de gereksinim duyar. Dolayısıyla üniversitede, dinsel, ırksal, mezhepsel ve öbür dogmasal düşüncelere sahip kişiler, kendi benliklerine karşı özerk ve özgür olamıyorlarsa, bunları yayıp savunuyorlarsa, çalışamazlar. Çünkü akademik özgürlük, ancak, bilimsellik niteliği taşıyan özgür düşünce için geçerlidir. 

Üniversitelerin, eğitim-öğretim vermek, araştırma yaparak bilgi üretmek ve bilgiyi topluma yaymak gibi temel işlevleri vardır. Üniversitelerin bu temel işlevlerini yerine getirebilmeleri, akademik ve idari (yönetsel) kadrolarının niteliği ile fiziksel koşullarının yeterli olmasına bağlıdır.. Üniversitelerin etkinlik kazanmaları toplum için çok önemlidir, çünkü üniversiteler toplumun ışığıdır, önünü açar ve aydınlatır. 

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Çıkarılan bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, çağdaş ve özerk üniversite yok edilmiş, yöneticiler atamayla gelmiştir. YÖK Yasası ile bütün üniversitelerin programları ve ders içerikleri aynılaştırılmıştır. Üniversitelerin tümünün yatırım bütçeleri YÖK’e tahsis edilmiş ve yerleşke inşaatları YÖK tarafından ihale edilmeye başlanmıştır. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Zaman içinde yasanın birçok maddesi değiştirilmiştir ama yasanın üniversiteler üzerindeki baskıcı havası 41 yıldır kırılamamıştır. Özellikle 2002 yılından sonra üniversitelerde liyakat (yaraşırlık) bitirilmiş, laik ve bilimsel eğitim yara almaya başlamıştır. 

Şimdi yükseköğretimin sorunlarına gelelim: Ülkemizde 129 kamu, 75 özel ve 4 Vakıf Meslek Yüksekokulu ile toplam 208 üniversitede 183.592 öğretim elemanı görev yapmakta ve 8,3 milyon öğrenci öğrenim görmektedir. Bu 208 üniversitenin kimisinde başta kütüphane olmak üzere, yerleşke (kampus), laboratuvar, yeterli derslik, yurt, kültür ve spor alanı gibi birçok temel alt yapıya sahip olmayan üniversitelerin bulunduğu bilinmektedir. 

Üniversitelerde yeterli akademik kadro, araştırma görevlisi, teknik eleman, memur ve hizmetli personel eksikliği vardır. Bunların yanında üniversitelerin bütçelerinin yetersizliği de ortadadır. 2022 yılında üniversitelere 58 milyar TL bütçe ayrılırken sadece Diyanet İşleri Başkanlığına 23 milyar TL bütçe ayrılmıştır. Üniversite araştırma fonlarının ve TÜBİTAK bütçelerinin yetersiz olması, yurt içi ve özellikle yurt dışı kongre ve toplantılara katılımın düşmesine neden olduğu gibi, bilimin gelişmesini de engellemektedir. Günümüzde öğretim elemanı kadrosu niteliği de çok tartışılmaktadır; son yıllarda öğretim elemanlarının yeterliliği ve niteliği oldukça düşmeye başlamıştır. Akademik kadrolar liyakate (yaraşırlığa) bakılmadan, eş, ahbap, tanıdık ve siyasal ölçütlere göre doldurulmaktadır. Bütün bu olgular birleşince birçok akademik personelin hevesi kalmamış, salt zorunlu yapmaları gereken dersleri yapmaktadırlar. Bu arada akademik ve idari (yönetsel) personelin aldıkları ücret, yoksulluk sınırına gerilemiştir. 

Çok sayıda paralı, sahte dergilerin, sahte kongrelerin ve sahte tez yazım bürolarının varlığı sayesinde kayırılan kimi kişilere, lisansüstü eğitim yaptırılmış ve sonrasında da doçentlik, profesörlük unvanları verilmiştir. Böyleleri üst yönetim görevlerine de getirilmiştir. Üniversite sınav sorularının şifrelenmesi ve çalınması, neredeyse rutin bir duruma getirilerek, insanların gelecekleri çalınmaktadır. 

Hızla sayısı artırılan yükseköğretim kurumlarının çok ciddi olarak nitelik sorunu vardır. Her ile ve ilçeye altyapısı olmadan üniversite açmak, eğitimin niteliğini düşürdüğü gibi, niteliksiz ama diplomalı işsizler ordusunu büyütmektedir. Birçok üniversitede kadrolu öğretim üyesi bulunmamaktadır. Öğrenciler araştırma görevlileri ile lise düzeyinde öğrenim görmektedirler.

  • Kimi ilçelerde yalnızca 2-3 öğrencisi bulunan Meslek Yüksek Okulları bile vardır. 

Öğrenciler açısından da bakarsak, barınma ve beslenme sorunları çok fazladır. Öğrenciler gerek büyük kentlerde, gerekse ilçelerde ulaşım sorunlarıyla da boğuşmaktadır. Üniversite öğrencilerinin çoğu okudukları kentlerden memnun (hoşnut) değildir. Kentte kendini güvende hissetme (duyumsama), eğlence, spor, gezi, sosyal (toplumsal), sanatsal, siyasal ve kültürel (ekinsel) etkinlikler ile sağlık sorunlarının çözümü gibi konularda da sıkıntı içindedir. Halkın ve esnafın öğrencilere karşı tutumu da olması gereken düzeyde değildir. Türkiye’de çok sayıda öğrenci yoksulluk nedeniyle okumakta zorluk çekerken, kimi öğrenciler de burs alamadığı, devlet yurduna yerleşemediği için öğrenimi bırakmak zorunda kalmaktadır. 

Eylül 2021’de ülkemizde 3-5 yaş arasında okul öncesi okullaşma oranı %38 ile düşük düzeydedir. Okullaşma oranları ilkokulda %93, ortaokulda %89, lisede %44, yükseköğretimde %45’tir. Bu oranlar gelişmiş ülkelere göre düşüktür. Bilimsel araştırmalar okul öncesi eğitimin, eğitimde ve yaşamda başarıyı etkileyen çok önemli bir etken olduğunu vurgulamaktadır. Eğitimin temel bir aşaması olan ve bütün çocuklara sağlanması gereken okul öncesi eğitim, eğitim-öğretim sisteminin temelidir. Anaokullarında ya da ana sınıflarında yeterli öğretmen, personel (çalışan), pedagog ve sosyal hizmet uzmanı bulunmaması, okul öncesi eğitimin en önemli sorunlarının başında gelmektedir. 

2022’de yapılan üniversite sınavına 3.008.287 öğrenci katıldı. 96.518 aday sıfır alırken, 40 soruluk Temel Matematik testindeki ortalama doğru yanıt 7, Türkçe testinde 18 olurken, 20 soruluk Fen Bilimleri testindeki ortalama doğru yanıt 3, Sosyal Bilimler testinde 8 oldu. Böylece üniversiteye kayıt yaptıran öğrencilerin yaklaşık %8.0 kadarının nitelikli bir yükseköğretim programını okuyacak temel akademik bilgiye sahip olmadığı anlaşılmaktadır. 

Yükseköğretimdeki sorunları çözmek için ulusalcı, vatansever ve cumhuriyet devrimlerini özümsemiş kadrolara gereksinim vardır. Öncelikle her alanda ulusal eğitim yapılmalıdır. Ulusal eğitim; ulusun kendi eğitimcileri tarafından hazırlanmış, kaynakları, yöntemleri, planları, olanakları ve uygulamaları ulusal olan eğitimdir. Bütün öğretim kademelerini (basamaklarını) içine alan bilimsel, laik, demokratik ve çağdaş eğitime inananlardan oluşan bir komisyon (kurul) ile köklü bir eğitim reformu yapılmalıdır. Üniversitedeki tüm sorunların temelinde, ülkemizde benimsenmiş bir bilim politikası olmaması ve buna bağlı olarak üniversitelerin de kendi politikası olmaması yatmaktadır. Bu nedenle yeni bir yükseköğretim yasası zorunludur. 

Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kaldırılarak, üniversitelerin bilimsel özgürlük ve yönetsel, maddi (akçalı) özerkliklerini koruyacak biçimde, eşgüdümü sağlamakla yükümlü yeni bir üst kurul oluşturulmalıdır. Bu üst kurulun temel işlevi yükseköğretim planlaması yapmak, yükseköğretimde eşgüdümü sağlamak ve yükseköğretim ile istihdam ilişkisini planlayarak güçlendirmektir. Bu üst kurulun tüm üyelerini üniversiteler seçmelidir. Bugünkü YÖK merkeziyetçiliği içindeki tüm yetkiler, demokratik biçimde oluşturulan kurullara devredilmelidir. 

Kamu üniversitelerinin sayıları azaltılmalı, nitelikleri artırılmalıdır. Yalnızca büyük kentlerde üniversite açılmalı, küçük illerde ve ilçelerde üniversite olmamalıdır. Özel vakıf üniversiteleri kamulaştırılmalıdır, cumhuriyet devriminin toplumsal politikalarına dönerek eğitimin kamu hizmeti olması sağlanmalıdır. 

Eğitim sistemi sınav temelli değil, öğrenme temelli olmalı; ezbere değil, düşünmeye ve sorgulamaya dayanmalıdır. Nitelikli bir üniversite eğitimi için öğrencilerin temel fen bilimleri ve matematik bilgisi yanında felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi, tarih, coğrafya bilgilerine sahip olması için çalışmalar yapılmalıdır. Farkındalığı yüksek, duygusal zekâ, soyut, analitik (çözümleyici) düşünme ve sorgulama beceresi kazandırılması gerekir. Bunun için ortaokul ve liselerde bu eğitimler verilmelidir. 

Üniversitelerin finans (akçal) kaynaklarının kamusal ağırlıklı olmasına ve genel bütçeden sağlanmasına özen gösterilmelidir. Finansmanın kamusal ağırlığı, üniversitenin asli işi olan bilime daha çok yoğunlaşmasını sağlayacaktır. 

Üniversitelerde eğitim dili resmi dil ile yapılmalıdır. Ancak öğrencilerin bir ya da daha çok yabancı dil öğrenmeleri için gerekli çalışmalar da yapılmalıdır. 

Üniversite, neyi öğreteceğine, neyi araştıracağına, öğretim ve araştırmanın kimin tarafından yapılacağına kendisi karar vermelidir. Bilimsel özgürlükler kullanılırken, toplumun gereksinimleri ve öncelikleri temel alınmalı, araştırma alanları bilimsel gelişmeler doğrultusunda seçilmeli, eğitim ve öğretim programları ile ders içerikleri akademik gelişmelere uygun olarak düzenlenmelidir. 

Üniversite yönetiminde, en küçük akademik birimlerden başlayarak, üyelerin katılımıyla oluşan kurullarca yönetilmesine olanak sağlanmalıdır. Demokratik süreç ve katılımcı temsil biçimleri, akademik birimlerden başlayarak üniversite geneline egemen kılınmalıdır. Üniversite yöneticileri, rektör, dekan, enstitü ve yüksekokul müdürleri ile bölüm başkanları seçimle gelmelidir. Ancak bu seçimlerde nitelikli çoğunluk aranmalıdır. 

Akademik yükseltme ve öbür değerlendirme ölçütleri fen, sağlık, sosyal bilimler ve güzel sanatlar alanlarının özgünlükleri göz önünde tutularak hazırlanmalıdır. Bu bağlamda, yükseltmelerle ilgili kesin ölçütler konulmalı ve bunlara kesinlikle uyulmalıdır. 

Uluslararası ilişkiler teşvik edilmeli, birimlerin düzenleyecekleri sempozyum, konferans gibi etkinlikler için parasal kaynak sağlanmalıdır. Öğretim elemanlarının ulusal ve uluslararası sempozyum, konferans, sergi, festival, çalıştay vb. etkinliklere katılması akçalı olarak desteklenmelidir. 

Demokratik süreçlerin işletilmesinde, kamu çıkarı ve liyakat (yaraşırlık) ilkelerinden ödüne asla izin verilmemelidir. Kamusal çıkarlar ve yaraşırlık ilkesi temelinde bir kurumsallaşma hedeflenmelidir. Kadro alımında akademik birimlerin gereksinimleri, tercihleri ve en önemlisi yaraşırlık göz önünde bulundurulmalıdır. Ülkemizin gereksinimine göre yeni bölüm ve birimlerin açılmasında yeterli nitelik ve sayıda insangücü ve altyapının varlığına dikkat edilmelidir. 

Bilim yapan kurumlar olarak tanımlanan üniversitelerde, eğitimin niteliği çok önemlidir. Üniversitede kimin öğrenim görmesi gerektiği, kimin ders verebileceği, neyin ve nasıl öğretilmesi gerektiğinin belirlenen ölçütlere göre sağlanması, başarının temeli için çok önemlidir. Özellikle öğretim elemanı niteliğinin giderek düştüğü günümüzde, üniversitelerde hak edilmemiş unvan (san) ve görevler vardır. Akademik yükseltmeler mutlaka bilimsel yaraşırlık temeline göre düzenlenmeli ve saydam biçimde yapılmalıdır. Böylece üniversite saygınlığı her aşamada en üst düzeyde sağlanarak, toplumun üniversiteye olan güveni sarsılmamalıdır. 

Üniversiteler bağımsız olmalıdır. Bağımlı ortamda bilim yapılamaz. Ancak üniversite özerkliği, kötüye kullanılmaya olanak vermeyecek biçimde ve hukuk denetimine açık olmak üzere düzenlenmelidir. Eğer üniversite ve bilim, siyasal iktidarın güdümüne girerse, üniversite özerkliğinden söz edilemez. Özerklik olmadığı zaman, bilim de olmaz. Üniversitelerin yönetim süreçlerinde saydamlık, hesap verebilirlik ve katılımcılık ilkelerine göre davranmaları güvence altına alınmalıdır.  

Tüm bilimsel araştırmalara ve Ar-Ge çalışmalarına daha çok kaynak ayrılmalıdır. Üst düzey bilimsel araştırma yapılması ve nitelikli öğretim elemanı yetiştirilmesi için gerekli destek sağlanmalıdır. 

YÖK ilk çıktığı zamanlarda yeterince doçent ve profesör atanamayan yeni kurulmuş üniversiteler için getirilen yardımcı doçentlik kadroları şimdi doktor öğretim üyesi olarak yenilenmiştir. Ancak bu kadrolar, yetkili kişilere ya da yetkili kişinin destekledikleri kişilere oy sağlamak amacıyla kullanılır duruma gelmiştir ve birçoğunda yaraşırlık aranmamaktadır. Doktorası biten akademisyenlerden gerekli koşulları sağlayanlara doçentlik kadrosu verilmelidir. 

Doçent ve profesör kadrolarına atanacak olanların her unvan basamağında öbür üniversitelerde (gelişmekte olan) birer yıl zorunlu hizmet yapmaları sağlanmalıdır. 

Yüksek lisans yapmak isteyenlerde 4 üzerinden 3 not ortalaması, doktora yapmak isteyenlerde 4 üzerinden 3,5 not ortalaması koşulu getirilmelidir. Böylelikle lisansüstü çalışma yapanların da, akademisyen olmak isteyenlerin de nitelik sorunu çözümlenebilecektir. 

Yükseköğretimde açılacak bölümler, istihdam olanaklarına göre planlanmalıdır. Özellikle meslek yüksekokullarının sayıları ve açılacak programlar ülkenin gereksinimlerine göre belirlenmelidir. Meslek yüksekokullarının donanım ve kadroları, yeterli düzeye getirilerek, niteliklerini geliştirmek gerekmektedir. Meslek yüksekokullarının etkinliği, nitelikli ve yeterli sayıda akademik ve yönetsel kadroların görevlendirilmesiyle artırılarak, gençlerin bu okulları tercih edilebilir kurumlar durumuna getirilmesi sağlanmalıdır. 

Akademik ve yönetsel çalışanlar arasında işbirliğini geliştirmek ve eşgüdümü sağlamak için, yönetsel çalışanlara yönelik eğitim programları düzenlenmelidir. Üniversitenin kurumsallaşması ve demokratik katılımın sağlanmasının temel araçlarından biri olan örgütlenmenin desteklenmesi gerekir. 

Üniversitelerin tüm bölümlerinde ve hastanelerinde döner sermaye adı altında yapılan işlere son verilmelidir. Aynı biçimde ikinci öğretim adıyla yapılan ücretli eğitime de son verilmelidir. Üniversite öğrencilerinin estetik, sanatsal ve kültürel (ekinsel) bir formasyon  (donanım) kazanmasına yönelik olarak, yaratıcı drama, sanat ve müzik tarihi, uygarlık tarihi, felsefe, psikoloji, sosyoloji, mantık gibi dersler özendirilmeli ve spor olanakları geliştirilmelidir. Üniversite eğitimi, öğrencilerin eleştirel ve sorgulayıcı düşünmeyi öğrenmelerini sağlarken, yaratıcılıklarının geliştirilmesine yardımcı olması bakımından da önemlidir. 

Öğrencilerin gelişimi açısından ekinsel, toplumsal ve spor etkinliklerine yer verilmeli ve bahar şenlikleri, kültür (ekin) şenlikleri düzenlenmelidir. Öğrenci temsilcileri hem fakülte, hem de üniversite yönetim kurullarına, öğrencilerle ve öğrenim politikaları ile ilgili konularda oy hakkıyla katılmalıdır. 

Öğrenci yurtlarının kapasitesi ve niteliği artırılarak, barınma ile ilgili bütün sorunlar çözülmelidir. Dengeli ve yeterli beslenme sorunu da çözüme kavuşturulmalıdır. Tüm üniversite yerleşkeleri, öğrencilerin ve çalışanların günlük gereksinmelerini rahatlıkla karşılayacak biçimde düzenlemelidir. Kent merkezi ile yerleşkeler arasında ulaşım yeterli ve ücretsiz servislerle sağlanmalıdır. 

Ülke genelinde eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin, mutlaka devlet tarafından ve ücretsiz sağlanması ön koşul olarak gerekmektedir. Öğrenciyi ‘müşteri’ olarak gören özel üniversiteler, kamulaştırılmalıdır. Eğer özel üniversite olması bir zorunluluksa, özel üniversitelerde alınacak ücret, asgari ücretin üç-beş katı arasında olmalıdır. Yerleştirme puanları ise, kamu üniversitelerindeki aynı bölümün en çok on-onbeş puan altında olmalıdır. Böylece bilgisi olmayan ama parası olanın, istediği üniversiteye girerek, fırsat eşitsizliği yaratmasının yolu kapatılmış olur. 

Fizikçi Richard Phillips Feynman (1918-88); öğrencilerin, okula gelmek ve öğrenme sevgilerini büyütmek için onları heyecanlandıracak mutlu öğretmenleri olması gerektiğini söylemiştir. Yani öğrencilerin mükemmel değil, mutlu öğretmenlere gereksinimi vardır. Çünkü mutsuz öğretmen, aynı zamanda öğrencilerin de mutsuzluğu demektir. Mutsuz öğrenci ise başarısızlığı getirir. 

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya alıştıran ve bu amaç için düşünme alışkanlığı veren kurumdur. Eğitim, gençlere dünyayı, çevreyi, toplumu, insanları ve tüm canlıları anlamalarını sağlamıyorsa neye yarar? Sorunları çözüme kavuşturulmuş çağdaş üniversitelerimizde ülkesini seven, ülkesinin kalkınması ve toplumun refahı (gönenci) için çalışacak genç akademisyenlere gereksinim vardır. Bunları gerçekleştirmek için, eğitimde başarılı olmak için çok çalışmamız gerektiğinin bilincinde olmalıyız. Bu duygularla sözlerime son veriyorum. 

Azim ve Karar, 28 Kasım 2022 

(*): Yüzüncü Yıl Platformu’nun 26 Kasım 2022 tarihinde düzenlediği “Ulusal Eğitim Sempozyumu (Kurultayı) 2022” konuşması

SÜFLİ HEVESLER

AKP Genel Başkanı Recep Bey geçtiğimiz günlerde “Özellikle sırf daha iyi arabaya binmek, daha fazla konsere gidebilmek gibi süfli heveslerle başka ülkelerin kapısına varanlara acıyarak bakıyoruz.” demişti…

Türk Dil Kurumu sözlüğünde süfli kelimesinin karşılığı aşağı, aşağılık, bayağı, adi olarak açıklanmıştır.

Öncelikle Recep Beyi konsere gitmeyi, bir sanat etkinliğine katılmayı süfli, aşağı, aşağılık, bayağı, adi bir eylem olarak nitelemesini şiddetle kınıyorum, bu kabul edilebilir bir itham ve niteleme değildir!

Demedi demeyin devletin en üst makamında oturan birinin konsere yaklaşımı bu olur, zihninin arka planındaki sanat düşmanlığını böyle kusarsa festivaller ve konserleri yasaklamakta birbiri ile yarışan arkaik zihniyetteki kişi ve yetkililerin azgınlığı büsbütün artacaktır.

İşin daha da matrak yanı Recep Bey dahil bütün iktidar mensupları, üstelik de kamu parası ile daha iyi bir arabaya binmek için birbiri ile yarışırken daha iyi bir arabaya binme isteğini süfli bir heves olarak tanımlamasıdır. Yahu kardeşim, adam çalışıp kazanıp kendi parası ile daha iyi bir arabaya binmek istiyor ve sen bunu süfli bir heves olarak niteliyorsan garip gurebanın, dulun – yetimin, emeklinin – emekçinin ödediği vergiler ile oluşan kamu bütçesinden lüküs hemi de ultra lüküs arabalara binme hevesine ne diyeceksin? Dünyanın en lüks özel uçakları ile cümbür cemaat oraya buraya uçma hevesini nereye koyacaksın? Bin odalı saraylarda yaşama hevesini nasıl açıklamak gerekir, onu da bir tarif etsen iyi olur diyorum…

Bak güzel kardeşim, “ben ekonomistim” diyorsun ve bu devleti tek imza ile yönetiyorsun. Anayasamıza göre senin en temel görevin bu ülkede yaşayan her bir kişinin refahını artırmak, çalışıp çabalayarak hakkı ile kazananların diledikleri gibi bir hayatı yaşamalarını sağlamaktan ibarettir. Sen bunun için seçildin ve bunun için maaş alıyorsun.

  • Bu ülkede insanları açlık sınırının altında ve yoksulluk sınırının ise çok ama çok altında çalışmaya mahkûm eden senin uyguladığın politikalar değil mi?

Bu noktada sitem etmeye ne hakkın var?

Bak, bu ülkede çalışanları getirdiğin durumu Türk-İş araştırma sonuçları son derecede net bir şekilde ortaya koyuyor, söz konusu bu araştırmanın sonuçlarına göre:

  • MUTFAK ENFLASYONU AYLIK % 5,15 ve SON ON İKİ AYLIK % 130,01 ORANINDA ARTIŞ GÖSTERDİ…
  • AÇLIK SINIRI 7.245 TL OLARAK HESAPLANDI ve 5.500 LİRA OLAN ASGARİ ÜCRETİN 1.745 TL, EN DÜŞÜK EMEKLİ MAAŞI OLAN 3.500 LİRANIN 3.745 LİRA ÜZERİNDE OLDU!
  • “YOKLUK YOK, YOKSULLUK VAR!” DÖRT KİŞİLİK AİLENİN YAPMASI GEREKEN TOPLAM HARCAMA (YOKSULLUK SINIRI) 23.600 TL!
  • BEKÂR BİR ÇALIŞANIN AYLIK YAŞAMA MALİYETİ 9.470 TL‘YE ULAŞTI!

Bu işin elbette yalnızca parasal yönü.. Bu durum bile insanı yeterince dehşete düşürüyor elbette ama bir de otokrat yönetimin sayesinde topluma giydirmeye çalıştığın deli gömleğine itiraz edenler var.

  • Gençler senin dayatmaların ve otokrasin altında yaşamak ve çalışmak istemiyor.

Aslanın çakala boğdurulduğu, iyi eğitimli çalışkan gençlerin eğitimsiz ve açgözlü, yandaş rantiyenin kucağına atıldığı bir çalışma ortamında kim yaşamak ve çalışmak ister ki?

İşe girerken liyakatin değil sadakat ve yandaşlığın temel alındığı bir ülkede nitelikli insanlar neden yaşamak ve çalışmak istesin ki?

İş güvencesi bile olmadan patronlar ile devletin ortaklaşa belirlediği son derecede düşük ücretler ile çalışmaya kim neden boyun eğip, katlansın ki?

Hani “giderlerse gitsinler” diyordun ya, şimdi sitem etmeye ne hakkın olabilir ki?

İnsan onuruna yakışır bir geçim ve yaşam koşulları sağlamak için ekmeğini yurt dışında arayanları aşağılayacağına oturup, külahını önüne koyup “Ben nerede yanlış yaptım da artık insanlar benim yönettiğim ülkede yaşamak istemiyorlar?” diye düşünmen gerekmiyor mu?

Doymadım… Doyamadım…

authorZAFER ARAPKİRLİ

“Doymadım, doyamadım ezmelere seni ben!..”

Şiddeti giderek artan bir isteri krizine eşlik eden bir şarkıya dönüştü bunların dilinden düşmeyen.

“Doymadım, doyamadım zam yapmaya yine ben!.. Yinee, yeniiideeen!..”

Öyle bir noktaya getirdiler ki işi, bundan adeta sadist bir zevk aldıklarını düşünmeye başladım. Sayılar, her geçen gün daha da anlamsızlaşmaya başladı. Örneğin akaryakıtın, benzin-mazot-LPG’nin fiyatını sokakta herhangi bir vatandaşa sorsan, 100 kişiden 99 kişi şu anki fiyatını tam olarak söyleyebilirse, bir mucizedir. Akılda bile tutamamaya başladık, dün gece herhangi bir başka ürüne de ne kadar zam yapıldığını ve bu sabah itibariyle kaç TL olduğunu.
***
Arsızlığın, edepsizliğin ve utanmazlığın sınırlarını öylesine aştılar ki, içlerinden biri çıkıp (akşam ne içip yattıysa?) “Kuyruk çok uzun. Azaltmak için yaptım bu zammı” deme ahlâksızlığına bile tevessül etti.

  • Bu kibir ve küstahlık düzeyine, bu topraklar eminim yüzyıllardır tanık olmamıştır.

Sermayenin iktidarı, artık sıfırı tükettiğinin iyice farkına varmış olmalı ve “giderayak” en azından günlük rutin zorunlu bütçe harcamalarına yetecek kadar bir vergi geliri elde edebilmek istiyor ki, “üç kuruş oradan beş kuruş buradan” mantığı ile yapılan zamlara bir sıfır daha ekledi. Örneğin artık akaryakıta, bundan 3-5 ay önceki gibi 10 kuruş 15 kuruş değil, 100 kuruş 150 kuruş birden zam yapmaya başladı.

Zamlar karşısında, açlık sınırı ya da yoksulluk sınırı gibi “eşik değerler”in de bir anlamı kalmadı artık. Yani, diyelim ki 1 ay önce açlık sınırının biraz (birkaç yüz TL) üzerindeydiniz, bugün itibariyle en az 1000 TL aLtında kalmış olmanız kesin.

Faiz, döviz ve enflasyon hesaplarını tutturamamış, iyice kontrolunu kaçırmış olmanın ayıbı ile “susup oturacakları” yerde, tam tersine “yavuz hırsız” misali, yine her zamanki gibi suçu ona buna dış güçlere iç güçlere filan yıkarak, arsızlığın dibine vurmaktan geri durmuyorlar.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir yandan da itiraz edenin, ses çıkaranın, kafa kaldıranın sesini kısmak, kafasını kırmak ve anasından doğduğuna pişman etmek için “devletin sopasını” daha da güçlü sallamaya başladılar. En ufak bir hak arama eylemini, en ufak bir “aykırı sesi”, kendilerine yandaş kılamadıkları, besleyip esir alamadıkları her türlü medyanın sesini kısmaya çalışıyorlar.

Klasik formül ve senaryo çalışıyor, yani. Kapitalizmin utanmazca kâr hırsına gem vurmak yerine, işsizlik ve hayat pahalılığına “bilinçli bir tercih ile” köle edilmek istenen kitleleri ezmenin kitabı yazılıyor.

Bütün bunlar olurken, düzen partilerinin yaptıkları tek şey “Yakındır. Geliyor gelmekte olan. Bekleyin. Az kaldı” diyerek millette bir umut oluşturmak ve “Durun. Bir şey yapmayın. Zaten bir üfürüklük canları kaldı” duygusunu yayarak halkın “gazını” almak.

Oysa ki, adı üstlerinde “Düzen Partileri”nin, muhtemel iktidarında da uygulanacak, uygulanması kesin ekonomik reçetelerin, emekçiden, emekliden, ezilenden, yoksuldan ve toplumun dezavantajlı hiçbir kesiminden yana olmayacağını gayet iyi biliyoruz. CHP ve İYİ Parti’nin iddialı ama somut çözümleri dillendirmekten uzak söylemlerini de, bugünkü enkaz ve felaket tablosunun çok yakın geçmişteki mimar-mühendis-usta kadroları arasındaki Davutoğlu – Babacan ikilisinin “Biz çözeriz” vaatlerini de ciddiye almak mümkün değil.
***
Bu saydıklarımızın alayı, TÜSİAD – MÜSİAD ve her türlü “SİAD”çılarla, ve orta büyük ölçekli esnaf sanayici ile kolkola “gelecek arayışı”nın hiçbir zaman “Emek örgütleriyle, sendikalarla” bir mücadele örgütlenmesi gibi niyetlerine asla tanık olmadık.

O halde yapılacak olan, düzene muhalif tüm güçlerin, toplumun dezavantajlı çoğunluğu ile birlikte demokrasi ve hak arayışı mücadelesini yükseltmenin zamanı geldiğini anlaması ve anlatmasıdır.

Başka herhangi bir ülkede, bunca zam ve zulmün karşısına büyük kitleler dikilmiş ve en azından en temel gıda ve ihtiyaç maddesi zamlarına karşı meydanlarda sesini yükseltmeye başlamıştı. Bu sessizliğin ve ataletin nedeni, en başta örgütsüzlük ve tabii ki “Düzenin dümen suyunda giden düzen partilerinin zerkettiği uyuşturucu ruh halidir”. Bunu kavramadığımız müddetçe, yapılacak ilk seçimde, oyların hangi sistemle nasıl dağılacağı ve iktidarın kimin elinde kalacağı veya el değiştireceği önem taşımayacaktır.

Gün, iliği kemiği emilen kitlelerin, sınıf mücadelesi bilinci ile
eğik başlarını artık havaya kaldırması günüdür.

Yoksa, biz bu kibirli ve acımasız, küstah güruhun “Doymadım doyamadım” şarkısına meze olmaya devam edeceğiz.

CB Seçimi Meşru muydu??


Dostlar,

Prof. Hayrettin Ökçesiz, bir hukuk hocası olarak, 12. CB – Yarıbaşkan seçiminin “meşru olmadığına” ilişkin olarak seçim öncesinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak bu savını gerekçelendirdi..

Yaratılan bilinçli karmaşa (karambol) ortamında konu kamuoyunun gündemine yeterince gelemedi.

Seçimler yapıldı.. Parlamenter rejimlerde “Sandıklı Cumhurbaşkanı” olamayacağına göre, geçiş dönemi Türkiye’sinde yaşanan bir metamorfoz sürecinde yarı başkan seçildi RTE. (tüm oyların %38’i ile!)

Derken Hayrettin hoca hakkında, yazdığı bu dilekçe nedeniyle üniversitesince soruşturma başlatıldı. Tam bir “YILDIRMA” politikası.. Bir hukuk profesörüne bile.. Uzmanlık alanında anayasal dilekçe hakkını (md. 74) kullanması nedeniyle!?

İşte RTE’nin AKP’si – AKP’nin RTE’si döneminde geldiğimiz “ileri demokrasi” aşaması budur! Daha önce de bu sitede yazdık; hiç abartısız söyleyelim, 2014 Türkiye’si
insan hakları rejimi bakımından 1679 İngiltere’sinin Habeas Corpus güvencelerinin gerisindedir. Orada apaçık,

– “Korkma Kralın adamları seni tutarsa, bağımsız yargıçlar suçsuzsan seni
hemen salacaktır..” deniyordu..

AKP – Cemaat ortaklığıyla yurt dışı destekli düzenlenen tertip – kumpas davalarda (Ergenekon, Balyız vd.) gördük Hammurabi yasalarını (-1700’ler…)..

Hayrettin hocanın dilekçesi metin olarak aşağıda..

Seçim artık geride kaldı..

Bir kez daha bu dilekçeyi okuyalım ve serinkanlılıkla düşünelim..

Bu soruşturma utanç vericidir ve derhal özür dilenerek geri çekilmelidir.

Ya da hukuk işleyecekse, bu fahiş hatayı yapanlar, hukuksal bedelini ödeyeceklerdir, ödemelidirler..

Sayın Prof. Dr. Hayretrin Ökçesiz hocamıza dayanışma duygularımızı sunuyoruz..

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014,Marmaris

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================================

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na buradan suç duyurusu
yapıyorum! Başlatılan CB seçim süreci meşru değildir.

Yurttaşlara Çağrı!

Anayasa’ya göre Meclis içindeki siyasal partiler aday gösteremezler.
Vekillerin aday göstermelerini engelleyemezler. Bu hak, partilerinden bağımsız davranacak olan vekillerindir. Meclis partileri vekillere – fiili tehdit tutumlarıyla ve demeçlerle

– Bu yolu kapatarak da Anayasayı çiğnemişlerdir. Ülke bu hoyrat, yaban, saygısız
siyaset tarzını sineye çekmek zorunda mıdır? Bunlar Halkın, yurttaşların özgürce
seçme seçilme hakkını hiçe saymışlardır. Hep birlikte bir partiler oligarşisi
kurmuşlardır. Demokrasiyi askıya almışlardır. Bir taşeron gibi davranmışlardır.

Tüm bu nedenlerle:

1) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na bu partiler hakkında,
Anayasa’yı ihlal etmelerinden dolayı suç duyurusunda bulununuz.

2) 6271 sayılı CB seçimi yasasının, yanlış yere dayandıkları hükmünün
iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gerekiyorsa bireysel başvuru yapınız.

3) Bunlara karşın seçimler yapılacak olursa, oy vermeye gidiniz. Geçersiz oy
kullanınız. 2. oylamaya da gidiniz. yine geçersiz oy veriniz. Geçersiz oylarınız
protesto oyları olarak onları hep düşündürsün! Sayınız ne denli yüksek olursa,
muhalefetiniz o denli güçlü ve inandırıcı olacaktır.

Atatürk Cumhuriyeti’nin tüm Yurttaşları direniniz!

Bu vargılarımın dayanağı olan mevzuat bilgisini yazıyorum:

T. C. Anayasası, madde 101 – (Değişik: 31/5/2007-5678/4 md.)
(…)

Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis
dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür.
Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı
birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir.
Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyeliği sona erer.”

2) Partilerin dayandıklarını düşündüğüm 6271 sayılı yasa ve ilgili hükmü:

Madde 7: (…)
En son yapılan milletvekili genel seçimlerinde, aldıkları geçerli oylar toplamı
birlikte hesaplandığında, yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir.
Her bir siyasi parti ancak bir aday için teklifte bulunabilir.”
(…)

3) Anayasa’nın 101. maddesinin gerekçesi:

“Bu maddeyle, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve görev süresinin
5 yıl olması ile bir kişinin iki kezden çok Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği; Meclis
içinden veya dışından Cumhurbaşkanı adaylığı için en az yirmi milletvekilinin
yazılı teklifinin gerekli olduğu, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde
geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen partilerin
ortak aday gösterebilmesi hususları düzenlenmektedir.”

– Biri kazanmasın diye ötekini kullanmak, kendini kullanılmaya açsa bile,
ahlaki midir? Kendisi olduğu için değilse, başka bir şey için seçilmeyi istemediğini söyleyebilse, gider onu seçerdim! Böyle bir siyaset bataklığında seçmen olarak kendimin de kullanıldığını düşünmüyor değilim. Kullanmak ve kullanılmak istemeyen
bir siyasete oyumu vereceğim. Bu bir protesto oyu olacak!

– Her ne nedenle olursa olsun kitap yakan kimse bir gün, hangi nedenle olursa
olsun, insanların yakılmasına en azından göz yumabilir. Kitap yakılmasıyla
insan yakılması arasında böyle bir ilişki, kitaplar yakıldığından beri var!

– Aptalca şeylerle aptallaştırıyorlar, sonra da aptallara göre şeyler yapıyorlar.
Bunlar daha çok aptallaşmamıza yol açıyor. Buna aptallaştırma / aptallaşma
sarmalı diyebiliriz.

Yoksulluk sınırı 3722, asgari  ücret 842 lira (AS: 1.7.2014 sonrası bekar 18+ işçi için 891 TL). Kayıtlı kayıtsız milyonlarca işsiz… OECD’nin en yoksul üçüncü, AB’nin
en yoksul birinci ülkesiyiz. IQ düzeyimiz Avrupa’da Arnavutluk ve Bosna-Hersek’le birlikte en düşük (88) düzeyde… Hukuk Devleti’nin tüm kurumları tahrip edilmiş,
insan hakları korunmasız kalmış, şiddet ve korku günlük yaşantıya dönüşmüş,
tüm ülke içeriden ve dışarıdan bölünmeye, parçalanmaya açık bırakılmış,
yurttaşın sorumluluk bilinci zayıflatılmış, halkın tüm tepki yetenekleri felç edilmiş, devletin iç ve dış saygınlığı yerle bir edilmiş…

Halkın üçüncü bir CB adayı çıkarabilmek için yirmi vekili bulamadığı bir Meclis…
hırsızlıklardan, yolsuzluklardan hiç söz etmiyorum bile. Bize neler oldu?
Bize neler oluyor?

1 Temmuz 2014’te Asgari Ücret, Yoksulluk ve Açlık Rakamları..


1 Temmuz 2014’te Asgari Ücret, Yoksulluk ve Açlık Rakamları..

1 Temmuz 2014’te Asgari Ücret Ne Kadar Oldu? 

Haziranda açlık sınırı  bin 158 lira

ASGARİ ÜCRET

Asgari Ücret Tanımı: Çalışan bir kişinin en azından temel gereksinimlerini karşılayarak insanca yaşamalarına olanak tanıyan ve işveren tarafından ödenmesi zorunlu
en düşük ücret.

Resmi Gazete, 31 Aralık 2013, Karar Tarih: 31/12/2012, Karar No: 2013/1

16 yaşını doldurmuş işçilerin bir günlük normal çalışma karşılığı asgari ücretlerinin;

1/1/2014-30/6/2014 arasında 35,70 (otuzbeşyetmiş) TL,

1/7/2014-31/12/2014 arasında ise 37,80 (otuzyediseksen) TL olarak belirlenmesine
işçi temsilcilerinin karşıtlıklarına karşılık oy çokluğuyla karar verilmiştir.

Asgari ücretteki 16 yaş ayrımı kaldırılmıştır.

2014 yılı asgari ücretleri bekar) :

01.01.2014 – 30.06.2014 (Ocak) 01.07.2014 – 31.12.2014 (Temmuz)
Asgari Ücret 1.071 (Brüt) – 846 (Net) 1.134 (Brüt) – 891,04 (Net)

Asgari ücret 2014 zammı ilk 6 ay için %5, ikinci 6 ay için % 6.

2014 asgari ücreti için Ocak – Temmuz arası için 43 TL, Temmuz – Aralık için ise
45 TL artırım var.3 çocuğu olandan gelir vergisi alınmayacak (Yasa henüz çıkmadı eski uygulama sürüyor). 16 yaş altı asgari ücret kaldırılmıştır .Asgari ücretteki 45 TL artışın ardından, asgari ücretlinin net gündeliği 29,70 TL,
net saat ücreti ise 3,96 TL olacak.Asgari ücretteki artış kapıcı ücretlerine de yansıyacak. Kapıcılar için brüt 1,071,
net 910,35 TL olarak uygulanan asgari ücret brüt 1.134, net 963,90 TL’ye yükselecek.

KESİNTİLER

1 Temmuz 2014 sonrası için geçerli düzenleme, asgari ücret üzerinden yapılan kesintileri ve işverene maliyeti de artıracak.

Asgari ücretten yapılan kesinti 242,97 TL‘yi bulurken,

– İşverene toplam maliyeti 1.332,45 TL olacak.

Yeni asgari ücretle birlikte sosyal sigortalar primine esas kazancın alt ve üst sınırı da değişecek. Halen asgari ücretin brütü olan 1.071 TL’ye karşılık gelen prime esas kazancın alt sınırı 1.134 TL’ye, 6961,50 TL olan prime esas kazancın üst sınırı ise 7.371 TL’ye çıkacak. Öte yandan, asgari ücretteki artış, asgari ücrete endeksli olan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu‘na göre uygulanacak yönetsel para cezalarına da artış getirecek. 

Ayrıntılar için : Asgari_ucret_2014_ikinci_alti_ay

  • Yaklaşık 15 milyon çalışan ASGARİ ÜCRETLİ olarak görünüyor..!
    (Toplam istihdam 2014 Ocak, yakl. 26 milyon..)
  • Ücret emekçileri toplam ulusal gelirin 1/4’ünü alırken,
    vergi yükünün yarısını omuzluyor..
2014 Haziran ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1158 TL,
Yoksulluk sınırı 3772 TL !

TÜRK İŞ araştırmasına göre, 4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1158 TL,
gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri gereksinimler için yapılması zorunlu öbür harcamaların toplam tutarı
(yoksulluk sınırı) ise 3772 TL.

Ankara’da yaşayan 4 kişilik bir ailenin gıda için yapması gereken asgari harcama tutarı bir önceki aya (Mayıs 2014) göre % 0,05 artış gösterdi.

Gıda enflasyonunda 12 aylık artış %13,35. Yıllık ortalama artış ise %11,69.

Araştırmaya göre; süt, yoğurt, peynir grubunda bu ay önemli bir fiyat değişikliği görülmedi. Et, tavuk, balık, sakatat, bakliyat gibi ürünlerin bulunduğu grupta; Ramazan ayı öncesi et fiyatındaki artış aile bütçesini olumsuz etkiledi. Et ve tavuk ile sakatat ürünlerinin fiyatı aynı kaldı.

Bu ay özellikle sebze fiyatındaki gerileme mutfak harcamasına olumlu katkı yaptı. Geçtiğimiz ay 3,14 TL olan ortalama sebze fiyatı bu ay 2,78 TL olarak hesaplandı. Meyve fiyatı ise fazla değişmedi ve bu ay ortalama kg fiyatı 3,67 TL oldu.

2012 NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ


Dostlar
;

ABD yine Nobel ödüllerini silip süpürdü deyim yerinde ise.

Bu arada 2012 Nobel Barış Ödülü’nün AB’ye verilmiş olmasını mutlaka kaydedelim. Böylelikle İsveç Karolinska Enstitüsü’nün poliiize oluşunun doruk bir örneğini daha gördük. Kestirimi zor olmayan birtakım ulusal lobilerin etkinliği tepelerde.
Yazık oluyor, bu ödül saygınlığını korumalı. “Rahmetli” Alfred Nobel‘in vasiyeti çiğnenmemeli. Orada konan ilkeler günün gerekleri ışığında güncellenerek korunmalı.

2012 NOBEL Ekonomi ödülüne gelince                   :

Lloyd S. Shapley ve Alvin E. Rothun çok değerli, nitelikli ve iyi niyetli olduklarından kuşkumuz yok. Kendileini içtenlikle kutlar ve emeklerini saygı ile selamlarız.

Ancak; bilim ve türevlerinden bu tür ödüller başlıbaşına bir soncul amaç / mit / fetiş değillerdir. Tüm insan çabaları gibi son çözümlemede araçtırlar..

İnsanın kişisel mutluluğunun, giderek barış içinde sağlıklı, üretken ve mutlu bir toplumsal yaşamın araçlarıdır. Başkaca bir yükümlemeye / işlevlendirmeye gerek yoktur. Bilimciler de kişisel doyumlarını insanları ve kollektif özne insan topluluklarını “sağlıklı, üretken ve mutlu” kılan katkıları üzerinden kendi profesyonel-bireysel doyumlarını sağlamalıdırlar.

Durum böyle olunca, bunca seçkin beyinin kuramsal düzlemde gerçekten çok değerli çalışmalarının somut yaşama yansımalarının sorgulanması kaçınılmaz oluyor.

Küreselleşen kapitalizm = Yeni emperyalizm neden içsel (doğasından kaynaklanan) dönemsel ve giderek sıklaşan-ağırlaşan bunalımlarından (krizlerinden) kurtul(a)mıyor?!

Küresel gelir dağılımı neden sınır (marjnal) düzeyde de olsa daha adil kılınamıyor?

Bu sorunsala koşut olarak yoksulluk (gerçekte YoksullaşTIRma!) neden hala 2 boyutta da yakıcılığını sürdürüyor? Dikey ve yatay düzlemde yayılan yoksullaşTIRma niçin denetim altına alınamıyor?

DB (Dünya Bankası) “yoksulluk sınırı” için

Mutlak (absolute) Yoksuluk < 1 $ / gün gelir

– Göreli (relative) Yoksuluk < 2 $ / gün gelir

lanetli denklemleri / tanımlarını sürdürecek mi?

Bu maskaralığa artık bir son vermek gerekmiyor mu?

IMF-DB İkilisi 1944’te Bretton-Woods Kurumları olarak yaratıldılar.
Dünyaya sunuş (Prömiyer) çok albenili idi : İkiz Kızkardeşler (Tween Sisters)..

2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı ardından acı dersler çıkarılmıştı ve uzun dönemli “istikrar” için sıkı yapılanmalara gidiliyordu. Ancak İkiz Kızkardeşler çok yaşlandı ve yıprandılar.. 68 yaşını bitiriyorlar bu yıl!

Dünya yangın yeri..  Üstelik seçkin IMF uzmanı Davidson Budhoo 30 yıl önce  haykırmıştı tüm dünyaya açık istifa mektubu ile..

Sonuç olarak; IMF-DB vb. türev kurum ve yapılanmalar güdümünde üretilenler büyük ölçüde pür / namuslu bilim olmayıp “postmodern bilim” karabasanıdır. Bu konuda yazdığımız kapsamlı makaleye  sitemizde aşağıdaki erişkeden (link) ulaşılabilir.

http://ahmetsaltik.net/postmodern-bilim-karabasani-nasil-basetmeli/

Çözüm   :  Büyük Atatürk‘ün gösterdiği hedeftir..

*    Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve uyum çağı egemen olacaktır.

“Bilgi  Asimetrisi” kuramı ile 2001 Nobel Ekonomi ödülü sahibi Prof. J. Stiglitz‘in Türkiye’de bir programda (NTV’de Mithat Bereket’e) kaydettikleri çok önemlidir :

Adam Smith’in Liberalizm kuramı doğrulanmamıştır..

Uğruna aklıcı ve örgütlü, uzun soluklu bir çaba gerekir. Prof. M. Chossudovsky ve
Prof. N. Chomsky’nin ortak söylemiyle,

DİRENİŞ KÜRESELLEŞTİRİLMELİDİR!

Sevgi ve saygı ile.
20.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net


2012 NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ
Ödül, istikrarlı dağılım kuramına

Nobel Ekonomi Ödülü bu yıl istikrarlı dağılım kuramını geliştiren Lloyd Shapley ve piyasa tasarımı uygulamalarında verim artırıcı yöntemler geliştiren Alvin E. Roth arasında paylaşıldı.Lloyd S. Shapley: ABD vatandaşı. 1932’de ABD’de doğdu. Kaliforniya Üniversitesi’nde öğretim görevlisi.

 

Bu yılın (2012) Ekonomi Ödülü ekonominin şu temel sorularına yanıt veren çalışmalara verildi:

Farklı ögeleri birbirleriyle olabildiğince uyumlu bir duruma nasıl getirebilirsiniz? Örneğin öğrenciler nasıl bir dağılım ile giderecekleri okullara yerleştirilir?

Organ naklinde vericiler (donör), organa gereksinim duyan alıcılarla nasıl eşleşir?
Böyle bir eşleşme verimli bir hale nasıl getirilir? Hangi yöntemler hangi gruplar için yararlı olur? İşte Shapley ve Roth, istikrarlı dağılım konusunda soyut kuramdan
pratik tasarıma uzanan yolda bu sorulara yanıt oluşturdular.

Lloyd Shapley işbirliği ile ilgili oyun kuramından yararlanarak farklı uyum yöntemlerini inceledi ve karşılaştırdı. Uyumun istikrarlı olması için yeni yöntemler geliştiren Shapley ve ekibi Gale-Shapley algoritması adı verilen yöntemle ekonomiye yeni bir kavram kazandırdı. Shapley, belirli bir yöntem tasarımının, sistematik olarak piyasa kurumlarındaki taraflara nasıl yararlı olabileceğini ortaya koydu.

Alvin Roth, Shapley’in kuramsal sonuçlarının, önemli piyasaların işlerliğini etkileyebileceğini fark etti. Bir dizi deneysel çalışma sonucunda Roth ve ekibi, belirli bir piyasa kurumunun başarısının, istikrarlı olup olmamasına bağlı olduğunu kanıtladı. Roth daha sonra bu sonuçları sistematik laboratuvar deneyleriyle somut bir temele oturttu. Var olan kurumları yeniden tasarlayarak yeni doktorları hastaneleriyle, öğrencileri okullarıyla, organ bağışçılarını hastalarla buluşturdu. Bütün bu reformlar Gale-Shapley algoritması üzerine dayanıyordu.

 Alvin E. Roth: ABD vatandaşı. 1951’de ABD’de doğdu. Harvard Üniversitesi’nde öğretim görevlisi

Bu iki bilim insanı birbirlerinden bağımsız çalışmalarına karşın, Shapley’in temel kuramı ve Roth’un deneysel araştırmalarının bileşimi pek çok piyasada verimi arttırdı.

Özet olarak bu yıl ödül, ekonomi mühendisliğinin sıra dışı bir uygulamasına verilmiş oldu. (Cumhuriyet Bilim Teknik eki, 20.10.12)