Etiket arşivi: İsmet İnönü

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ruhsar Yanmaz, ADD Bilim – Danışma ve Yazı Kurullarında birlikte çalışmaktan keyif aldığımız bir Cumhuriyet kadınıdır. Yüce Atatürk‘ü ve ne yapmak istediğini – ne yaptığını derinlemesine kavramış ve bu Çağdaşlaşma tasarımını sahiplenmniştir. Güleryüzlü, dostça ve çalışkan kişiliği ile sevgi ve saygımızı kazanmıştır.

Yarın, 4 Ekim 2013, Devrim’in “Türk Kanun-u Medenisi” nin 1926’da yürürlüğe sokulmasının 87. yıl dönümüdür. Ruhsar hoca, o görkemli yasanın ürünüdür. Bunun bilincindedir ki; Devrimin ilk üniversitesi olan Ankara Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi öğretim üyesi olmasına karşın, Medeni Yasa rejimini aydın sorumluluğu ile irdeleyen değerli bir makale “klavyeye almıştır” (artık “kaleme” değil!).

Sayın Bayan Prof. Yanmaz’ın yazısından çok şey öğreniyoruz.

Kendisini öncelikle aydın sorumluluğu ikincil olarak doyurucu makalesi için kutlayarak, ADD web sitesinde de yer alan bu çalışmasını paylaşmak istiyoruz.

  • “Medeni Yasa” seküler bir devlet – toplum yaşamının omurgasıdır.

Onu ve çok değerli kazanımlarını koruyup kollayarak geleceğe daha da geliştirerek taşımak, bize bu değerli kalıtı – emaneti bırakanlara ve gelecek kuşaklara karşı vazgeçilmez yükümümüzdür.

Ekleyelim ki; Yüce Atatürk‘ün öncülüğündeki devrimci – aydınlanmacı genç Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’ini ilan etmesinin üzerinden 3 yıl bile geçmeden, seküler – laik bir toplum – devlet düzenini seçerek Batı’dan – İsviçre’den Medeni Yasa’sını uyarlamıştır. Doğrusu Batı’lılara bir kez daha “pes” dedirtmiştir Anadolu Rönesansı‘nın mimarları. Böylelikle, beklenmedik bir gelişme yaşanmıştır :

  • Lozan Antlaşması (24 Temmuz 19213) uyarınca “azınlık” (minority) sayılan gayrı müslim yurttaşlar (Rum, Ermeni ve Yahudiler), cemaat önderleri aracılığıyla Türk Hükümeti’ne başvurarak Medeni Yasa’ya bağlı olmak istediklerini dilekçe ile bildirmişlerdir. (Bkz. “90. Yılında Lozan Anlaşması ve Türkiye’nin Geleceği” başlıklı makalemiz; 24.72012’de http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=2729&action=edit, izleyen gün www.add.og.tr’de)

Bu olgu, genç Türkiye Cumhuriyet’inin insan haklarına ve demokratikleşmeye dönük içtenliğinin ve kararlılığının somut göstergesi olarak değerlendirilmiş,
uluslararası toplum katında pek haklı olarak, ülkemize saygınlık ve güven kazandırmıştır

Anılan destansı devrimci dönüşümleri gerçekleştirenlere, başta Türk Devrimi‘nin de Başkomutanı olan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, en yakın
dava ve silah arkadaşlarına, dönemin Başbakanı İsmet İnönü‘ye şükranlarımızı sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
03.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?

portresi

 

Prof. Dr. Ruhsar YANMAZ
Atatürkçü Düşünce Derneği 
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Ülkemizi yönetenler görevlerine başlarlarken hukukun üstünlüğü üzerine yemin ederler. Uygulamaya bakıldığında ‘Hukuk herkese gerekli’ derler ama, ülkemizde son dönemlerde hukukun üstünlüğünün tehlikeye girdiğini görüyoruz.

Hukuk, toplumları düzene sokmak için geliştirilmiş kurallar bütünüdür. Hukuk kuralları devletin yaptırım gücüne bağlı olduğu için, yöneticilerin hukuka bakışı toplumun gelişimi üzerinde etkilidir.

“Medeni hukuk” denilen hukuk dalı, toplumdaki insanların kişisel, aile, varlık, borç ve miras hakları ile ilgili kuralları düzenler. Buna göre medeni hukuk kuralları evrensel olan toplumlarda insan hakları en üst düzeyde uygulanır. Medeni hukuk, adından da anlaşıldığı gibi toplumları uygarlaştırmayı hedefler. Dolayısıyla bir ülkenin ne kadar demokratik olduğu, sahip olduğu Medeni Hukuk Yasası ve bunun uygulanış biçimiyle de değerlendirilir.

İnsanlar toplum yaşamına geçtikten sonra, aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözümlemek için yasalar hazırlamışlardır. İlk Medeni Hukuk kuralları Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen tarafından MS 6. yy’da İstanbul’da (O zamanki adıyla Konstantinopolis) yapılmıştır.

Osmanlı döneminde toplum düzeni şerî hukuk kuralları dikkate alınarak, padişahın yetkisi altında sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki uygulamalarda kadınların toplum düzeni içindeki hakları yok kabul edilmiş, eğitim hakları, miras hakları şeriat yasalarına göre değerlendirilmiştir. Tanzimat döneminde, hukuk sistemindeki aksaklıkları gidermeye yönelik düşünceler dillendirilmeye başlanmış; Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa Sultan Aziz’e Fransız Medenî Kanunu’nun aynen kabul edilmesi için girişimde bulunmuşlardır. Ancak medrese kökenli Ahmet Cevdet Paşa’nın itirazı sonucu, 1851 maddeden oluşan Mecelle denilen (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), 20 Nisan 1859’dan başlayarak 16 yılda 16 bölüm olacak şekilde hazırlanmış ve 16 Ağustos 1876’da yürürlüğe girmiştir. Yani dini düşünce nedeniyle hak ve hukuk sistemi 16 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Dini esaslara göre hazırlanan Mecelle’de, kişi, aile ve miras hukuku kurallarına yer verilmemiş, eşya ve borçlar hukuku esas alınmıştır. Aile hukukuna ilişkin düzenlemeler 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” ile getirilmiş, ancak bu kararname İstanbul Hükümeti tarafından 19 Haziran 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır.

Kurtuluş savaşı sonrası Mustafa Kematl Aatürk’ün en önemli icraatlarından biri de Medeni hukuk kurallarını yeniden düzenlemesi olmuştur. Türk Medeni Kanunu’nun esası Atatürk devrimlerinin temeli olan dinsel (AS : şer’i, Şeriata dayalı) hukuk düzeninden laik hukuk düzenine geçişine dayanmaktadır. Nitekim Atatürk, 1923’te Bursa’da halka yaptığı bir konuşmada, “Yeni Türkiye’nin 1000 yıl öncesine dayalı kurallara göre oluşturulmuş Mecelle yerine, en uygar ulusların kullandığı hukuk kuralları ile yönetileceğinin..” de sinyallerini vermiştir.

Medeni Yasa hazırlıkları 1923’te başlamış, bu amaçla Batılı ülkelerin yasaları incelenmiş ve en sonunda en gelişmiş yasa olan ve İsviçre’de 1912’de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Yasası benimsenmiştir. Benimseme gerekçeleri arasında basit dille yazılmış olması, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzenine dayanması ve yargıca takdir yetkisi vermesi bulunmaktadır.

Yasa hazırlanırken Avrupa’daki en eski yurttaşlık yasalarından olan Fransız Medeni Yasası’nın eskimiş olduğunun kabul edilmesi, Avusturya Medeni Yasası’nın Habsburg Hanedanının “mutlakiyetçi” anlayışını yansıtır nitelikte bulunması, Alman Medeni Yasası’nın ise çok teknik bir metin olması nedeniyle kabul edilmemesi, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye için öngördükleri uygarlığın hedefini açıklama açısından önemlidir.

Türk Medeni Kanunu tasarısı hukukçu milletvekilleri, öğretim üyeleri, yargıç ve avukatlardan oluşan 26 kişilik bir kurulca hazırlanmıştır. Taslak 20 Aralık 1925‘te Bakanlar Kurulu’nda (3. İnönü Hükümeti) görüşülerek kabul edilmiştir.

O dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alınan gerekçe bölümünde yer alan sözlerin bugün geldiğimiz koşullarda hâlâ geçerli olması da ülkemizdeki Medeni hukuk kurallarının ne derece uygulandığının bir göstergesidir. Bozkurt, gerekçede;

  • Türkiye halkının, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısında bulunduğunu, halkın kaderinin rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukuk kurallarına bırakıldığını belirtmiştir. Yine gerekçede Türk adaletinin
    bu karışıklıktan, yokluktan ve ilkel durumdan kurtarılması için, modern ve yeni bir Türk Medenî Kanunu’nun hızla yapılarak uygulamaya konulmasının zorunlu hale getirdiği de vurgulanmıştır.

4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan yasa, 6 ay sonra,
4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir.

Medeni Hukuk yasasının temel olarak getirdiği yenilikler aşağıdaki gibi sıralanabilir :

  • Türkiye’de hukuk birliği sağlanmıştır.
  • Tek eşle evlilik esası getirilmiştir.
  • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlanmıştır.
  • Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirilmiştir.
  • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır. 
  • Böylece kadın ve erkekler arasında ekonomik ve sosyal alanlarda eşitlik sağlanmıştır.
  • Kadınlara mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında
    erkekle eşit haklar verilmiştir.
  • Patrikhane ve konsoloslukların yargı yetkileri sona erdirilmiştir.
  • Laik hukuk anlayışı toplumun her kesiminde uygulanır duruma gelmiştir.

Doğal olarak yasanın işleyişi sırasında ortaya çıkan aksaklıkları gidermek amacıyla
Türk Medeni Kanunu’nda ilki 1938’de olmak üzere 15 kez değişiklik yapılmış,
1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.

1994-98 arasında yeni Anayasa hazırlama çalışmaları başlamıştır. Yeni yasa için, 1971 ve 1984’te yayımlanan 2 öntasarı ile İsviçre Medeni Yasası, bir ölçüde Alman Medeni Yasası, Fransız Medeni Yasası ve İtalyan Medeni Yasasından yararlanılmıştır. 1999 seçimleri nedeniyle yürürlük alamayan tasarı, seçim sonrası yeniden ele alınmış; sonunda 1 Ocak 2002’de yeni Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi ile ‘İsviçre Medeni Yasası’nı esas alan ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

1926’da uygulamaya konan ve temeli laik (dinin devlet işinden ayrıldığı), demokratik
ve hukuka saygıya dayanan O günkü medeni Hukuk kurallarının günümüze gelindiğinde daha modernleşmesi beklenirdi. Nitekim toplum bu hukuk düzeni içinde laikliği benimsemiş, öbür Müslüman ülkelerde görülmeyecek biçimde dinini yaşar duruma gelmiş, kadınlar hukuksal haklarının bilincine varmış ve haklarını savunur hale gelmiştir. Ancak 1950’li yıllarda başlayan, ardından 1980’li yıllardan sonra ivme kazanan ve 2000’li yıllarda hızla artan dini esaslara dayalı eğitim ve hukuk anlayışının ülkemizin medenileşmesinin önündeki 2 büyük engel olduğu görülmektedir. Ülkeye yönetmeye istekli olanların laik düzene bakış açıları nedeniyle modern bir hukuk sistemi getirebilecekleri konusunda kuşkular bulunmaktadır. Geçmiş yıllarda insan haklarına uyulmadığını, hukuksuzluk olduğunu, demokrasiden uzaklaşıldığını söyleyenlerin,
bugün hukuka uygunluk altında hukuksuzluk yapmaya devam etmeleri düşündürücüdür.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE : DEVLET ADAMLIĞI VE DEVENİN BOYNU


DEVLET ADAMLIĞI VE DEVENİN BOYNU

Naci_Bestepe_portresi

 

 

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

 

 

Devlet adamı denince akla ne gelir?

Devlet yönetme bilincine sahip kişidir.

Devletin ve ulusun çıkarlarını bilir ve korur.

Geleceği görür, önlem alır.

Ağzından çıkan her sözün neticesini değerlendirir.
Halk deyişi ile ağzından çıkanı kulağı duyar.

Davranışları ile örnektir.

Daha pek çok nitelik sıralayabiliriz. İlk anda benim aklıma gelenler bunlar.

YÖNETİCİ DEVLET ADAMI İLİŞKİSİ

Devlet yönetiminde yer alan herkes devlet adamı mıdır?

Asla.

Herkes devlet yönetiminde rol alabilir ancak kişiyi devlet adamı yapan makamı değil nitelikleridir.

Devlet adamı olarak Türk insanının ilk aklına gelen Mustafa Kemal Atatürktür.

Başka  isimler de sayılabilir.

Türk ulusu olarak şanssızlığımız, O’nun niteliklerinde devlet adamlarının yönetime gelmemiş olmasıdır.

İsmet İnönü sonrası ve özellikle son on iki yıldır bu konuda büyük sıkıntı çekilmektedir.

SURİYE İLE SAVAŞ KONUSUNDA YÖNETİCİLERİMİZ

ABD, Suriye’yi yeniden oluşturmaya karar vermesi ile birlikte Türk hükümetine de
öncü rolü biçti.

O ana kadar Esad ile can ciğer kuzu sarması olan Başbakan RTE ve
O’nun Dışişleri Bakanı birden azılı düşman oluverdiler.

ABD, Rusya ile anlaşıp silahlı müdahaleyi ikinci plana atınca Dışişleri Bakanı
şahin tavırlarını unutup “ Bölgede hiçbir zaman dış müdahale taraftarı olmadığımızı” söylemekten çekinmedi.

Ancak O’nun kadar kıvrak olmayı beceremeyen Bülent Arınç,

“Kerry’nin kimyasal silahların teslimiyle ilgili sözü MAALESEF MÜDAHALE İMKANINI ORTADAN KALDIRDI..” diyerek savaş arzusunun benliğini ne derece sardığını
açık etti.

“Dediğim dedik” inadından dönmeyi kendine yediremeyen kibirli Başbakan RTE ise
çok daha garip açıklamalar yaparak yanlışlarına kılıf uydurmaya çalıştı.

Savaş kışkırtıcılığını ve taraftarlığını tenkit edenlere özetle; “Çanakkale’de
Haçlı zihniyeti bize saldırdığında, Kıbrıs’ta ‘yurtta sulh cihanda sulh’ mu dedik? Yurdumuz saldırıya uğradığında ‘yurtta sulh cihanda sulh’ olmaz” yanıtı verdi.

Son cümlesi tam doğru.

Çanakkale’de de, Kıbrıs’ta da vatanımız, ulusumuzu, ulusal çıkarımızı savunmak için savaştık.

Ama cümlenin tamamı kendi doğrusu ile ve Atatürk’ün özlü sözü ile çelişkili.

Atatürk; “Savaş ulusun hayatı için zorunlu olmadıkça cinayettir” demişti.

Suriye ile savaşta nerede ulusun hayatı, nerede ülkemizin ve ulusumuzun çıkarı?

ABD, İsrail ve Sömürgeci Batı’nın çıkarı ile bizim ulusal çıkarımız örtüşebilir mi?

İşte devlet adamlığı niteliğinin yokluğu bu sözlerle ortaya konmuştur.

Bir Suriye helikopterinin sınırımıza yaklaşması hatta içeri girmesi kesinlikle
yurdumuza saldırı olarak nitelenemez.

Kaldı ki, helikopterin düşürülüşü pek çok şüpheyi içeriyor.

DEVENİN NERESİ DOĞRU Kİ?

Olay yurt savunması değildir.

Savaş çıkarmak isteyenlerin bahane üretimidir.

Ortamı ısıtmasıdır.

Suriye yönetimini değiştirmek ulusal çıkarımız değildir.

Her ülkede, her rejimde iktidar ve muhalefet vardır.

Bunlara taraf olmak devlet politikalarımızın sürekliliğini, tutarlılığını, güvenilirliğini zedeler. Çünkü geçicidirler.

Bir de, “Suriye’nin gerçek evlatları” diye tuttulan taraf ulu orta, dünyaya göstere göstere kılıçla kelle koparan, bıçakla boğaz kesen azılı terör grubu ise yazık bunu söyleyenlerin devlet yöneticiliğine.

Bari doğru tarafı tutsalar da bir teselli bulunsa.

Nerdeee?

Neyi doğru yaptılar ki?

Devenin boynu misali.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

(AYDINLIK, 25.9.13)

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir


Dostlar,

Aşağıda, 3 yıl kadar önce okuduğumuz, genç ve yetenekli, ufuklu akademisyen
Dr. Barış Doster‘in son derece önemli bir makalesini sunuyoruz. Aradan geçen 3 yıl, sevgil, Doster’in bu önemli irdelemesini eskit(e)medi, tersine daha da öneml kıldı.

Barış Doster ve benzeri bir yığın öngörülü aydın, yenilmesi olanaklı olmayan, yenilmeyecek biçimde kurgulanmış olan Cumuriyet‘in birikimidir ve bu “altın kuşaklar” Türkiye’yi içine düştüğü / düşürüldüğü dönemsellikle engelli sarmaldan kurtarmaya yetecektir.

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir

PORTRESİ


Dr. Barış Doster

Devletler sıradan kurumlar değildir. Özgün tarihleri, örgütlenme modelleri, yapılanmaları, hedefleri ve buna uygun stratejileri vardır. Uluslararası politikanın temel aktörü olan ulus devletler, hedeflerine ulaşmak için stratejik ve taktik planlar yapar, gerekli siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel modelleri üretir ve buna uygun araçlarla kendilerini donatırlar. Bu konuda en küçük bir yanlış hesap, genellikle telafisi imkânsız sonuçlar doğurur ki, askerlik biliminde bu hesap hatası şöyle öğretilir:

  • “Yığınakta yapılan hata telafi edilmez”.

Bu nedenle askerlik özünde; günlük değil, fakat yüksek siyasetle, siyasi parti odaklı değil ama ulusal güvenlik odaklı siyasetle iç içedir. Devletlerin stratejisi elbette ki sadece silaha dayanmaz ama silahlı güç sahibi olmadan da stratejik güç olunmaz. Nitekim savaş, siyasetin güç yoluyla hedefe varma arzusunun bir aracıdır.

Söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda, gerek kurtuluş yöntemi, gerek kuruluş süreci, gerekse kurucu kadroları itibarıyla savaş daha fazla öne çıkar. Çünkü Cumhuriyet, emperyalizme ve onun ülkedeki işbirlikçilerine karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş, savaşla birlikte devrim aynı anda, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kısacası Milli Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için gereken iki anahtar kelime, “savaş” ve “devimdir”.

Antiemperyalist savaş ve egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştiren bir aydınlanma devrimi bu işin özüdür, öznesidir. Devrim tarihin akışına iradeyle, savaş ise silahla müdahale etmektir. Kurtuluş Savaşı’nda ikisi de vardır ve Cumhuriyet bu ikisi sayesinde kurulmuştur. Bu savaşı yapan ve devrimi gerçekleştirenler de, devletleşirken milletleşen, milletleşirken devletleşen Türk Halkıdır. Ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş ve bağımsız bir devlet kurmak ulusal hedeftir. Milli Demokratik Devrim onun stratejisi, Meclis’in emrindeki ordu ise onun silahlı gücüdür.

Türk Milli Mücadelesi, işgalci düşmana karşı yapılan, hele de antiemperyalist karakter taşıyan her savaşın, ulusal düzlemde de iç savaş boyutu olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Halkın yokluğunu, yoksulluğunu, yorgunluğunu ve yılgınlığını göstererek,
onun gücüne inanmayanların, ona güvenmeyenlerin, “ulusal mücadele verirsek, tam bağımsızlık istersek ülke daha da kötü olur, parçalanır” diye düşünenlerin ve daha da kötüsü işgalci düşmanla işbirliği içinde olanların mağlup edilmesi, düşmanın yenilmesi kadar, belki de daha zor olmuştur. Devrimci ve halkçı milliyetçilik ile emperyalizm güdümlü teslimiyetçilik savaşmıştır. Sadece siyasi düzlemde değil, askeri düzlemde de savaşmıştır. Emperyalizm destekli, etnik ve dinsel temelli yıkıcı, bölücü iç isyanlara karşı verilen kavganın boyutu bunun kanıtıdır. Doğan Avcıoğlu’nun “Emperyalizmin kanatları altına girmeyi reddeden lider” olarak nitelediği Atatürk bu yalın gerçeği mücadelenin başında görmüştür. Bu nedenle,

Kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esası kat’idir.” demiştir.

Gazi’nin ilerleyen süreçte orduyla siyaseti ayırmak istemesinin nedeni, kuramsal ve stratejik düzlemde günlük değil yüksek siyasetle, siyasi partiyle değil ulusal güvenlikle askerlik arasındaki sarsılmaz bağı çok iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim Atatürk şöyle demektedir:

  • “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı,
    belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,
    kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir”.

Ülkemizde “Bolşevik Devrimi” adlı çalışmasıyla da bilinen ünlü tarihçi E. H. Carr da
Milli Mücadele’nin ilerici yönüne değinirken, Kemalist hareketin sadece askeri bir hareket olmadığını, ideolojik istiklali hedeflediğini vurgulamıştır. Türkiye, dev ve devrimci önderi Gazi Mustafa Kemal’in sağlığında bu iddiayı ve iradeyi ortaya koymuş, İsmet İnönü ile başlayan dönemde, iç ve dış politikadaki gelişmelerin de etkisiyle bu yönelimde kırılmalar olmuş, 1950 ile başlayan süreçte ise sözde bu iddia korunurken, özde ciddi sapmalar başlamıştır.

Karşı devrim süreci olarak da nitelenen bu süreçle birlikte Türkiye’nin yörüngesi,
yön duygusu değişmeye, kimliği, devlet aygıtı ve anlayışı başkalaşmaya başlamıştır. Antiemperyalist belleği ve Kemalist geleneği silinme sürecine girmiştir. Türkiye için
yeni bir “milli kimlik” tanımı yapılmaya başlanmış, bu da kaçınılmaz olarak yeni bir devlet ve yeni bir millet tanımını hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır. Bir kez daha gündeme getirilen “yeni anayasa” tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü yeni bir anayasa, yeni bir devlet tanımı, düzeni ve örgütlenmesi demektir. Bu kapsamda yeni bir güvenlik, yeni bir savunma, yeni bir tehdit algısı kaçınılmaz olduğundan, yeni bir ulusal güvenlik örgütü tanımı ve yeni bir ulusal hedef de kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye 1990’a dek, yani 40 yıl boyunca, NATO şemsiyesi altında, ciddi iniş çıkışlarla, ağır bedeller ödeyerek ve büyük düş kırıklıkları yaşayarak Soğuk Savaş sürecini tamamlamıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun çökmesi, Varşova Paktı’nın tarihe karışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kısacası Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’yi de hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirmiştir. “Tarihin sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşmenin nimetleri” ve “ABD’nin tek odaklı egemenliği” söylemleri altında başlayan 90’lı yıllarda Türkiye, yeni durumu algılamakta, kavramakta, buna uygun politika üretmekte tutuk kalmış, gecikmiştir. 1991 yılının
hemen başında Birinci Körfez Savaşı ile Irak’a saldıran ABD, ülkenin kuzeyinde bir
Kürt devletinin temellerini atarken, Türkiye gelişmeleri doğru tahlil edememiştir.
“İkinci İsrail” ya da “Büyük İsrail” projesi olarak nitelenen kukla devletin temelleri, ABD’nin güdümünde ve TBMM’nin onayıyla konuşlanan Çekiç Güç tarafından atılırken, Irak ordusunun 36. paralelin kuzeyine çıkması yasaklanırken Türkiye yıllarca Çekiç Güç için her türlü kolaylığı göstermiştir.

BOP ve İsrail’in “Büyütülmesi”

Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu, İran’ın batısı ve Irak’ın kuzeyinin anavatanlarından koparılmasıyla oluşacak bir Kürt devleti, sadece ikinci İsrail ya da BOP kapsamında Büyük İsrail Projesi’nin gereği değildir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmanın ve parçalamanın da gereğidir. Bu noktada İsrail’in konumu özellikle önemlidir çünkü bu ülke ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezindedir ve arkasında sınırsız bir ABD gücü vardır. İsrail, uzun yıllar
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisinin azaltılması için ABD için stratejik önemde olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi, SSCB’nin dağılmasıyla da İsrail’in ABD açısından önemi değişmemiştir. İsrail’in ABD için yük olduğunu, fayda- maliyet analizi yapılırsa ABD açısından sıkıntı yarattığını öne süren görüşler (“İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası”nın yazarları Walt ve Mearsheimer gibi) devlet katında fazla itibar görmemiştir. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki terör eylemlerini gerekçe göstererek uyguladığı devlet terörü de ABD tarafından desteklenmektedir. Nükleer güç olan İsrail, bölgedeki diğer ülkelerin nükleer güç sahibi olmasına ise şiddetle karşı çıkmaktadır.

Sadece ekonomik açıdan bir örnek vermek gerekirse, 1976 yılından itibaren ABD
en büyük iktisadi ve askeri yardımı İsrail’e yapmaktadır ve bu yardımların toplamı
2003 yılında 140 milyar doları bulmuştur. İsrail’in her yıl almakta olduğu 3 milyar dolarlık doğrudan yardım ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturmaktadır. Diğer ülkelere ABD yardımı 4 eşit taksitte ödenirken, İsrail bu yardımı peşin ve mali yılın başında almaktadır. Dahası diğer ülkeler aldıkları yardımın tamamını ABD’de harcamak zorundayken, İsrail yardımın dörtte birini kendi savunma sanayisinde kullanmaktadır. İsrail, aldığı ABD yardımını nasıl kullanacağına ilişkin hesap vermeyen tek ülkedir. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki İsrail karşıtı kararları sürekli veto ettiğini, bu vetoların sayısının diğer 4 daimi üyenin kullandığı vetoların toplamından çok olduğunu anımsamak, iki ülke ilişkilerini anlamayı da kolaylaştırır.

Bölgemizde son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin maruz kaldığı asıl tehdidin Batı’dan geldiğini göstermektedir. Vietnam Savaşı’ndan sonraki en büyük askeri harekâtı Irak’a yapan ABD’nin bu ülkede 14 tane üs kurması, sadece işgal sonrasındaki denetimi sağlamak için atılan bir adım değildir. Irak’tan çekilmeye ilişkin takvim açıklansa da, gerçekte bu çekilmenin koşullara göre her an durabileceği ve çekilmeyi takvime bağlayan anlaşmanın da oldukça esnek ve ucu açık hükümler içerdiği bilinmektedir. ABD Vietnam’da yaşadıklarını yaşamamak için, “küçük düşmeden”, moda deyimle “karizmayı çizdirmeden” çekilmeye çalışmaktadır ama Irak’taki varlığını bir şekilde korumanın altyapısını da hazırlamıştır. ABD her ne kadar 2011 yılı sonuna dek çekilme sözü verse de, ABD operasyonları üzerinde Irak’ın veto yetkisinin olduğu belirtilse de, Irak topraklarının başka ülkelere saldırı amaçlı kullanılamayacağı, Iraklıların evine izinsiz girilip, arama yapılamayacağı vurgulansa da, ABD’li paralı askerler yargı dokunulmazlığını yitirse de, geçekte uygulamalar farklı olacaktır. Amerikan askerleri “terörle savaşmak” ve “Irak ordusunu eğitmek” için bu ülkede kalmaya devam edecekler, Irak’ta artan İran etkisini de dikkate alarak, ülkenin kuzeyinde konuşlanacaklardır. ABD, İngiltere ve İsrail’in Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirerek, kenti Kürtleştirmelerinin önemli bir nedeni de budur.

“Dışarıda Neo- Con, İçeride Ergenekon”

İsrail’in askeri gücü bölgedeki silahlanma yarışını tetiklerken, istikrarsız rejimler ve ABD güdümlü iktidarlar da Washington’un bölgeye yönelik açık ve örtülü operasyonlarının gerekçesini oluşturmakta, altyapısını hazırlamakta, bunları meşrulaştırmaktadır.
İsrail’in “çevresi düşmanlarla çevrili” ve “demokrasiyle yönetilen” ülke imajı, ABD desteği için ahlaki gerekçeleri oluşturmaktadır. İsrail’in 1947- 49 yıllarında kuruluş döneminde yaptığı savaş, 1956’da Mısır’la yaptığı savaş, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı yaptığı savaşların galibi olması ve bölgedeki en büyük askeri güç konumuna gelmesi, ABD iç politikasındaki Yahudi etkisiyle birlikte ele alındığında muazzam bir hale gelmektedir. 1947- 48 yıllarında 700 bin Filistinliyi sürgüne yollayan İsrail, ABD’de en büyük desteği Evanjelist/ Neo Con ekipten almaktadır ve bu ekip iki ülke politikalarının her alanda örtüştüğüne, bütünleştiğine, tehdit algılarının bile aynı olduğuna inanmaktadır.

Türkiye’deki ulusal güçlerin direncinin kırılmasında ve ordunun hedef seçilmesinde de Neo Con ekibinin büyük etkisi olduğunu unutmamak gerekir. İlk kez sol çizgide bir aydın olan Michael Harrington’un, solcuların ve liberallerin sağa kayışına dikkat çekmek için kullandığı Neo Con terimi, günümüzde İsrail’e sınırsız destek veren, eskiden liberal ve solcuların da içinde bulunduğu, Bush’un 2000- 2008 arasındaki iktidarında etkinliği zirveye ulaşan ekibin adıdır. Bu ekibin silahlanmaya verdiği önem, büyük sermaye çevreleriyle olan yakın ilişkisi, ulusalcı ve solcu hareketlere olan karşıtlığı, ABD’ye mesafeli olan ülkelerde istikrarsızlaştırma operasyonlarından başlayarak, askeri seçenekler de dahil olmak üzere her türlü operasyona sıcak bakması bilinen özellikleridir. Nitekim “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” ve “asimetrik savaş” dillerinden düşmeyen kavramlardır.

Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

Türkiye’nin ABD- İsrail projesi olan kukla Kürt devletine olan katkısının simgesi dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ünlü “bir koyup üç almak” söylemiyle belirginleşmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projenin sonuçlarını görmesi ve karşı tavır almasının, direnmesinin zirvesi ise Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın istifa etmesidir. O yıllarda Çekiç Güç helikopterlerinin terör örgütü PKK’ya silah ve malzeme attığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, Eşref Bitlis’in kaza süsü verilmiş bir suikastla şehit edilmesi, Türk Donanması’na ait Muavenet gemisinin bir tatbikatta ABD tarafından vurulması ve olayın yine “kaza” şeklinde açıklanması ise Türkiye’ye verilen mesajlardır. İlerleyen süreçte bu mesajlar daha açık seçik verilecek, Türkiye Cumhuriyeti “yapay devlet” olarak anılacak, psikolojik, ideolojik, tarihsel kökenlerine saldırılacak, Türk Ordusunun “denetimden çıktığı” yazılıp, çizilecektir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ABD’yi ziyaret etmemesi
o dönemde büyük tepki çekmiştir. ABD, anlamlı bir tarihte, 24 Temmuz 2002’de,
yani Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın kutlandığı bir günde, Millenium Challange- 2002 (Binyılın Meydan Okuması) adlı tatbikatı yaparak (ABD tarihinin en büyük tatbikatlarından biridir) Türkiye’ye mesaj vermiştir. Bir yıl sonra ABD, 4 Temmuz 2003 tarihinde, milli bayram olarak kutladığı bağımsızlık gününde Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirerek en üst düzeyde ve anlaşılabilir biçimde bir mesaj daha vermiştir. 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın
Harp Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’nin Avrasya güçleriyle daha yakın işbirliğine yönelmesini önermesi de ABD’de ve uzantılarında büyük kaygı yaratmış ve bir kenara not edilmiştir. Bu yaklaşım, Türk Ordusu’nun, Türkiye’deki politikacıların büyük bölümünün aksine, Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında olduğunu, Batı ittifakına nesnel ve gerektiğinde eleştirel bakabildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ancak Avrasya seçeneğini ciddi olarak düşünenler de, bu seçeneği stratejik düzeyde değil, taktik düzeyde bir yönelimle Batı’ya karşı pazarlık gücü olarak dillendirenler de medyada adeta infaz edilmiştir. Dinozor, üçüncü dünyacı, ırkçı, maceracı, Batı karşıtı olmakla suçlanmışlar, “AB üyeliğinin ulusal bütünlüğün ve laikliğin güvencesi olduğunu” anlamamakla eleştirilmişlerdir. 2002’de ABD’de gerçekleştirilen tatbikat ve özellikle de 2003’teki çuval rezaleti Türkiye’ye en üst düzeyde ve en yaralayıcı biçimde gözdağı verme amacını taşımaktadır. Bu süreçte dış cephe Türkiye’ye çullanırken, iç cephe de çökertilmeye çalışılmış, türlü çeşitli tertipler, terör eylemleri, intihar saldırıları hep Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, genelde ordunun siyaset üzerindeki etkisini eleştiren ABD bu kez, “Türk Ordusu’ndan beklediğimiz liderliği göremedik” diyerek, orduyu siyasete müdahale etmediği, tezkerenin geçmesini sağlamadığı için eleştirmiştir. Sırf bu durum bile Batı’nın çifte standart içeren tutumunu, kendi çıkarı söz konusu olduğunda demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları ilkelerinin lafta kaldığını göstermeye yeter. 12 Mart ve 12 Eylül’de en ağır darbeleri destekleyen de ABD’dir, tezkere geçmeyince Türk Ordusu’nu en ağır sözlerle eleştiren de. Nitekim 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte, bu ülkenin kuzeyinden Türkiye’ye yönelen tehdit artmış, Türkiye içindeki eylemler de ivme kazanmıştır.

Ama öncelikle şunu saptamak gerekir: Asıl ve daha büyük çuval Türkiye’nin başına siyasi ve iktisadi olarak geçirilmiştir ve bu yalın gerçek görülmeden çuvalın içinde çırpınmanın bir anlamı yoktur. Türk Ordusu’nun saygınlığını, itibarını, caydırıcılığını yok etmek isteyen dış odakların ve onların ülkemizdeki uzantılarının ulaştığı güç, ülkemizin ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerine karşı yapılanlar, tam bir gri propaganda örneğidir. Kamu görevlisi olduğu dönemde yetkisini aşmış, çete/ mafya ilişkilerine bulaşmış, kirli işlere ve ilişkilere dalmış insanların yanına saygın, onurlu, dürüst, çalışkan, yurtsever insanların konulması, aynı operasyonla gözaltına alınmaları gerçekte tam bir psikolojik harp yöntemidir. Algı yönetimiyle amaçlanan, çürük ve sağlam kişilerin birlikte gösterilmesi ve saygın olanların itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesidir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tek odaklı düzenin sonu gelmiş ve yeniden
çok kutuplu bir düzene geçişin güçlü işaretleri belirmişken, Soğuk Savaş öncesinde yaşamanın ve Batı ittifakına sorgusuz, sualsiz, karşılıksız, dengesiz bir sadakat beslemenin, kraldan çok kralcı olmanın anlamı yoktur. Türkiye’nin AB ve ABD ile çıkarlarının da, çekincelerinin de her zaman, her yerde, her alanda örtüşmediği, dahası genellikle çeliştiği bir dünyada, Batı ile sağlam, sağlıklı bir ilişki kurmanın yolunun, öncelikle bağımsız, bağlantısız, önyargısız düşünmekten, davranmaktan geçtiği açıktır. Üstelik bir kopuş, terk ediş ya da savaş ilanı da değildir. Sadece kendi çıkarlarını önceleyen ve gereğini yapan onurlu bir Cumhuriyet’in yön duygusuna kavuşma, kendini bulma çabasının bir gereğidir.

“Büyük Doğu”dan “Büyük Ortadoğu”nun Hizmetine

Türkiye’ye yeni bir yön verme, yeni bir kimlik aşılama, yeni bir tercih dayatma çabaları, aynen bir zamanların sosyetik ve medyatik ikinci cumhuriyet tartışmalarında olduğu gibi, aslında küresel projelerin ön adımı, zihin egzersizi, Truva Atı’dır. Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında öne çıkan ve aslında dini değil siyasi ve de İslam dışı, Evanjelist kaynaklı bir psikolojik harp projesi olan Ilımlı İslam böyle bir kavramdır. Bu anlayışa göre “ılımlı İslam” ABD güdümünde ve onun müttefikidir. Radikal İslam ise ABD’ye ve “demokratik değerlere” karşıdır. Ve Türkiye’de hep iddia edildiğinin tersine bir derin devlet olmayışı, yani kurucu iradeyi savunan bir ortak devlet aklının bulunmayışı Türkiye’nin bu projelere karşı direncini zayıflatmaktadır. Ortalıktaki derin devletin ABD’nin güdümünde, Soğuk Savaş ile birlikte kurulan Gladyo’nun uzantısı, taşeronu, tetikçisi olan bir derin devlet olduğu ve şimdi de yine aynı merkez tarafından piyasadan çekilerek, yerine yenisinin konulmakta olduğu açıktır. Kısacası olduğu öne sürülen derin devlet Türkiye’nin derin devleti değil, ABD’nin Türkiye içindeki derin devletidir. Türkiye’de derin devlet olmadığı tespitini eski, “mahir” ve “kaynak”ları bol bir istihbaratçı da sık sık yapmaktadır zaten.

ABD’nin ve Türkiye’deki yandaşlarının hedefinde ulusal, ulusal sol, Cumhuriyetçi güçlerin olması, kurucu ideolojinin ve ordunun bilinçli şekilde yıpratılmak, gözden düşürülmek, itibarsızlaştırılmak istenmesi, daha da ötesinde ulusalcılığın Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı raporlarda iç güvenlik tehdidi olarak tanımlanması gidişatı göstermektedir. Devletin kurucu felsefesi ve kurucu kadrolarıyla özdeşleşmiş Türk Silahlı Kuvvetleri psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta taşeronluk yapanlar arasında siyasi partilerden medyaya, numaracı cumhuriyetçi, dinci ve bölücü kesimlerden birer sivil tahrip örgütüne dönüşen kimi sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir cephe vardır. Adnan Menderes’ten bu yana kimi sağ siyasetçilerin ordunun yerine koymak istedikleri emniyet mekanizmasının akademik unvan taşıyan kimi mensuplarının makaleleriyle orduyu hedef almaları, birkaç yıl önce ordu içinden en üst düzeyde uyarılara ve tepkilere neden olmuştur. TSK komuta kademesi, yürütmenin emrindeki emniyet güçlerinin bu tutumunu en üst düzeyde kınamıştır. Bürokrasideki kadrolaşmanın ve siyasallaşmanın liberal- demokrat, numaracı cumhuriyetçi aydınlarca hiç eleştirilmemesi kurulan ittifakın bileşenlerini ele vermektedir.

Aslında Demokrat Parti ile başlayan ve AKP ile doruğa çıkan “devleti küçültmek” söylemini, “devletin tasfiyesi” olarak okumak gerekir. “Devletin ekonomiden çekilmesi” söylemi, gerçekte devletin güvenlikten sağlığa, adalettin eğitime her alandan çekilmesi demektir ve Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Savaş ve devrimle kurulan ulus devlet yapısına karşı, ister kişisel çıkarları, ister sınıfsal konumları, isterse devleti demokrasinin, piyasa ekonomisinin, özgürlüklerin önünde engel olarak gören siyasal tercihleri nedeniyle, Batı’nın da desteğiyle kurulup, güçlenen ittifak tüm gücüyle iktidar koltuğuna oturmuştur. Cumhuriyet’i azaltarak demokrasiyi çoğaltmak, devleti küçülterek milleti büyütmek, kamuyu tasfiye ederek özelin önünü açmak şeklinde özetlenen
bu politika, popülist söylemi girişim hürriyetiyle, dinci gericiliği etnik bölücülükle harmanlayarak gücünü pekiştirmiştir. Adı ister Hürriyet ve İtilaf olsun ister Ahrar, ister Terakkiperver Fırka olsun ister Demokrat Parti, ister ANAP olsun ister AKP bu siyasi gelenek sadece merkezin sağındaki değil, merkezin solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındaki pek çok partiyi de etkilemiştir.

Devlet karşıtlığı, özde millet karşıtlığıdır. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı söylemi dillerinden düşürmeyenler, iktidar olduklarında devleti ele geçirmekten, kamu mallarını yağmalayıp, talan etmekten ve milleti bölüp, soymaktan geri durmamışlardır. Devletsiz Cumhuriyet, devletsiz ulus, devletsiz burjuvazi ve elbette devletsiz demokrasi olamayacağından, “devlet küçültülürken”, devlette kadrolaşma hız kazanmış, partizanlık alıp yürümüş, devlet kuruluşları siyasi arpalık olarak kullanılmış, devlet bankaları yandaşlara kredi dağıtırken, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” anlayışı egemen olmuştur. Devlette devamlılığın ortadan kalkması yani kamu bürokrasisinin tasfiyesi toplumu da bölmüş, devletine karşı soğutmuş, güveninin kırılmasına neden olmuştur. Bürokrasi politize olurken, toplumun apolitize olmaya zorlanması ülkede ciddi bir güvenlik zaafı doğurmuştur. Bu aslında toplumsal refahtan, bir anlamıyla da devlet olma iddiasından vazgeçiştir. Yani terör için, toplumsal çözülme için, kültürel yozlaşma için, ahlaki çöküş için altyapı hazırlayıştır.

“Küçük Amerika” Sevdası, Ülkeyi Küçültür

Türkiye’nin yaşadığı ulusal ve uluslararası çelişkilerin artması ve derinleşmesi, hem onun uğradığı saldırının boyutunu, hem de tarihsel birikiminin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Ekonomik, politik, diplomatik, askeri düzlemde, taktik ve stratejik boyutta derinleşen çelişkileri ne NATO’daki ittifak ilişkileri, ne AB aday üyeliği gizleyememektedir. Yugoslavya ve Irak’ın parçalanmasından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmesi girişimlerine, ABD’nin Karadeniz’de üs kurma niyetinden patrikhanenin statüsüne, “ılımlı İslam” projesinden Kıbrıs’a dek her alanda Türkiye ve sözde müttefikleri arasında derin uçurumlar vardır. NATO’ya üye yapılırken, ABD adına Ortadoğu petrollerine bekçilik yapması da öngörülen bir Türkiye, “küçük Amerika” sürecinden büyük Türkiye çıkmayacağını, ama Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi tehdidinin bu süreçte doruğa çıktığını görmek zorundadır. Çünkü bu temel gerçeği görmeyen Türkiye, 1973 yılında başlayan Asala terörünün bitmesiyle 1984 yılında PKK terörünün başlamasının aynı döneme denk geldiğini, onların arkasındaki emperyalist merkezlerin aynı olduğunu kavramayan bir Türkiye, gerçeklerle yüzleşmeyen bir Türkiye, doğru çözümleri de üretememektedir.

Yeni Dünya Düzeni de, küreselleşme süreci de, Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin devlet ve toplum yapısını bölmektedir. Bu proje, kavram ve süreçler
milli devletle de, milli egemenlikle de, milli kimlikle de, milli güvenlik ve savunmayla da çelişmektedir. Küreselleşmenin emperyalist boyutunu göz ardı ederek, onu ekonomik ve teknolojik hamlelerin öncülük ettiği karşı konulmaz bir süreç olarak nitelemek, yani sorunun ideolojik yönünü görmemek bağışlanamaz bir hatadır. Meselenin bu yönüne dikkat çekenlere karşı psikolojik savaş yöntemleri uygulayıp, onları 3. dünyacı, dinozor, içe kapanmacı, Sevr paranoyasına kapılmış komplo teorisi yazarları olarak niteleyenler, küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçları saklayamamaktadır. Neo liberal düşünce ve özelleştirmeye dayanan ekonomi, sonuçta toplumsal adaletten ulusal güvenliğe dek herşeyi zaafa uğratmıştır.

Türkiye, Avrupa’nın durakladığı, ABD’nin ise gerilediği bir süreçte Avrasya’nın yükselişe geçtiğini, 1949 yılında tek bir traktörü olmayan Çin’in, 2025 yılında dünyanın en güçlü ekonomisi olmaya doğru yürüdüğünü görmesi gerekir. Çin’in tek bir traktörünün olmadığı dönemde 2 bin 500 traktöre sahip olan ve bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin ise günümüzde tarımda dışa bağımlı hale gelmesi izlenen stratejinin yanlışlığını göstermesi açısından önemlidir. Batı’nın liderliğine göre kendisini konumlandıran ve kurgulayan politikanın başarı durumunu ortaya koyan bu tablo, küçük Amerika’dan büyük Türkiye çıkmayacağını da kanıtlamıştır.

Çelişkiler Derinleşirken Muhasebe Yapmalı

Türkiye’de kimi siyasilerin dilinden düşmeyen “Büyük Türkiye” sevdası, “Küçük Amerika” sevdasına feda edilince, sadece Türkiye’nin saygınlığı yara almıştır. Bu süreç aynı zamanda küçük düşünen insanların önünü açtığından, önce küçük düşünülmüş, sonra küçük düşülmüş, nihayetinde de küçülme tehdidi öne çıkmıştır. Siyasi özgüven eksikliği ve stratejik öngörü noksanlığı birleşince, Türkiye tehdit algılamasında bile ithalatı tercih etmiş, ithal tehdit algısını, gerçek tehdit sanmıştır. İktisadi olarak yarı sömürge durumuna dönüşmenin kaçınılmaz sonucu siyasi, idari, hukuki, kültürel, toplumsal, dini yozlaşma olduğundan Türkiye, hemen yanı başında gerçekleşen Turuncu Devrimlerin neden ve sonuçlarını bile doğru tahlil edemez hale gelmiştir.
Yeni NATO yapılanmasında güvenlik adına siyasi ve askeri müdahalelerin öngörüldüğü dikkate alınacak olursa, ülkemizin bir renkli devrim yaşamasa bile, örtülü bir operasyona uğradığı görülür. Buna karşı dikilmenin yolu da Cumhuriyetçi bir yön duygusuna ve bütüncül bir kalkınma programına sahip olmaktan, buna uygun olarak kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir strateji izlemekten geçer. Cumhuriyetçi geleneğin birikimi, Cumhuriyetçi geleceğin inşası için en büyük dayanak ve biricik çıkış noktasıdır.

(http://www.ilk-kursun.com/haber/54449, 17.8.2010)

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!

Kimden: Mehmet Ali KÖRPINAR <korpinar@istanbul.edu.tr>
Tarih: 23 Temmuz 2013 10:44

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!  

Değerli arkadaşlar,
Geçen yıl sizlere sunduğum yazımı izninizle, bu yıl da yayınlamak istiyorum.
Çünkü
AB-D emperyalizmi tarafından güzel ülkemize karşı sürdürülen bölücü politika aynen devam ediyor.
Sevgi ve saygılarımla.
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
portresi
 
LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!! 
“Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, büyük bir yok etme eyleminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!” Mustafa Kemal ATATÜRK  
Değerli Arkadaşlar,
Lozan’da karşı tarafın pek çok önerisinin, İsmet İnönü tarafından kabul edilmemesi İngiliz Lord Curzon‘u rahatsız etmiş ve ‘Paşa paşa ne önersek ret ediyorsunuz. Neyinize güveniyorsunuz acaba? Ret ettiğiniz önerileri cebimize koyuyoruz.
Bizden yardım istemeye geldiğinizde cebimizden çıkarıp teker teker önünüze koyacağız..’
 demesi üzerine İsmet İnönü, ‘Şimdi istediklerimiz aynen kabul edilsin, yardım istemeye geldiğimizde önerilerinizi değerlendiririz’ yanıtı, bağımsızlığımıza nasıl sahip çıktığımızın çok anlamlı bir kanıtı olarak tarihe altın harflerle geçmiştir. 
Güzel ülkemizin kuruluş belgesi olan LOZAN Antlaşması‘nın 89. yıl dönümünü yaşıyoruz. Ancak AB-D emperyalizmi hala bu antlaşmayı delmek ve yok etmek için çeşitli yöntemler kullanmaktadır. Örneğin;
·         ABD denetiminde kurulan GÜNEY KÜRDİSTAN DEVLETİ’nin tek resmi dilinin KÜRTÇE olduğunu belirleyen anayasasında, bağımsız bir KÜRDİSTAN kurulmasını öngören SEVR ANTLAŞMASI gündeme getirilerek, Kürtlere self-determinasyon hakkını 62, 63 ve 64. maddeleriyle veren 1920 SEVR ANTLAŞMASI, 1923 LOZAN ANTLAŞMASI ile iptal edilmiştir denilmektedir (6 Ekim 2006, Cumhuriyet, Bahadır Selim Dilek).
·         Roma’daki NATO kolejinde ABD’li bir Albayın BÖLÜNMÜŞ TÜRKİYE HARİTASI ile brifing vermesine gösterilen tepkiler yüzünden ABD Genelkurmay Başkanı Peter Race, Türk Genelkurmayından özür dilemiştir (30.09.2006 Milliyet). Yani ülkemizin bölünmesini ve SEVR’i yeniden uygulamak isteyenler, çizdikleri haritaları masa üzerine koymaya başladılar.  
·         AB üyeliği vaadi ile 1995’te Gümrük Birliği anlaşmasını yaptık (zararımız 200 milyar $), 21.06.2001’de Uluslararası Tahkim Yasası‘nı çıkardık. AB müzakere koşulları ile ülkemizde 13.06.2007’de İkiz Yasaları ve 27.02.2008’de Vakıflar Yasasının çıkarttırdılar. Çünkü AB’nin Türkiye Temsilciliği Siyasi İşler Müsteşarı
Martin DAWSON, Vakıflarla ilgili yasa neden çıkmadı diye Anayasa Kom Bşk. Sn. Köksal TOPTANI sigaya çekiyordu (06.07.2006, Cumhuriyet).  
·         ULUSAL ONUR VE SAYGINLIĞIMIZIN korunması için yasalaşan TCK
301. maddede
 yapılan değişiklikle Türklüğe hakareti serbest bıraktık.
Şimdi de
KKTC’nin yok sayılmasını ve Ruhban okulunun açılmasını istiyorlar.  
·         AB, yine öne sürdüğü yeni koşullar ile yalnızca Musevi, Rum ve Ermenilerin
azınlık olarak kabul edildiği Lozan Antlaşması’na aykırı olarak
yeni azınlıklar
tarif etmeye çalışmaktadır. 
Kürt kökenli vatandaşlarımızı da azınlık olarak bize
kabul ettirmek amacındalar. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımızın İtalya seyahatinde de söylediği gibi Kürt kökenli vatandaşlarımız bu ülkenin azınlığı değildir. 
·         AB çatısı altında 5. kez KÜRT SORUNU için toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılanlar 6. toplantının TBMM çatısı altında yapılmasını önerdiler. Toplantı sonunda da LOZAN Antlaşması’nın yeniden yorumlanmasını istediler. Yani 45 yıldır üye olmayı düşlediğimiz ancak daha kendi anayasası olmayan emperyalist AB, ülkemizin kuruluş belgesi sayılan LOZAN Antlaşması’nı gündeme getirmek istiyor!!!
·         Yine Banu Avar’ın 15.01.2007 günü TRT-1 de sunduğu SINIRLARIN ÖTESİNDE programında, İngiltere’deki siyasilerin ve medya yöneticilerinin ülkemiz hakkındaki emperyalist görüşlerini dile getirdi. Onlar da ülkemizde bir Kürt azınlığı olduğunu öne sürmektedirler. Osmanlıyı bitirmek için imzalatılan SEVR Antlaşması’nın koşullarını, hala devam ettirmek çabası içinde olduklarını görmek bizler için çok önemli uyarıdır. Bu uyarıları içimizdeki AB uşağı olan ve KAREN FOG’un çocukları diye anılan hainlerin de duymasını dilerim. 
·         Lozan Antlaşması’nın delinmesine bir başka örnek: 
Yedikule Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi Vakfı’nın Türkiye aleyhine yaptığı başvuruyu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önceki gün kabul edilebilir bularak,
esastan inceleme sürecini başlattı. 1832’de kurulan vakıf, mahkemeye yaptığı başvuruda Türkiye’de Müslüman olmayan dinsel azınlıklara ait vakıfların
mülk edinmeleriyle ilgili mevcut yasal düzenlemelerin Lozan Antlaşması’yla kısıtlandığını belirtti ve bu durumun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne
aykırı olduğunu savundu. AİHM, azınlık vakıflarının mülk düzenlemelerini Lozan’ın kısıtladığını öne süren Ermeni vakfının şikâyetini incelemeye aldı. AİHM, geçen yıl da aynı gerekçelerle Türkiye hakkında şikâyette bulunan Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın başvurusunu kabul edilebilir ilan etmişti. 
(22.07.2005, Milliyet, Güven Özalp, Brüksel). 
Günümüzde ise gerek Lozan Antlaşması’nı imzalayanlar ve gerekse de imzalamayanlar ortak bir amaç için fırsat kollamaktadırlar. O da Lozan Antlaşması’nı delmek ve böylece ülkemizin bölünmez bütünlüğüne son vermektir. Örneğin 20 Ekim 1921’de Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması ile Güney sınırımız belirlenmiştir. Lozan Antlaşması ile de Güney sınırlarımız teyit edilmiştir. Ancak söz konusu iki antlaşmayı da imzalayan Fransa’nın okullarında okutulan coğrafya derslerinde kullandıkları haritalarda Güneydoğu Anadolu Kuzey Kürdistan ve Doğu Anadolu da Ermenistan olarak saptanmış durumdadır. 
Sayın Başbakanımızın AB için, “Bizi bölmek istiyorlar” saptaması, 16 Aralık 2004 tarihli Ek Protokolde bulunan 23. madde ile açıkça dile getirilmektedir. 
  • Türkiye 1959 ve 1960 Zürih ve Londra Anlaşmalarına göre Kıbrıs için garantör devlettir. 
Bu antlaşmalara göre Türkiye’nin üye olmadığı hiçbir kurum ve kuruluşa üye olamayacak diye anılan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, AB’ye üye yapılmıştır!  
Ülkemizin garantör hakları ile 1974 Cenevre Antlaşması’na göre Kıbrıs’ta 2 eşit otonom yönetim bulunduğu, taraflarca kabul edilmiştir. Şimdi ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, yeni dönem AB başkanı olarak ülkemizin geleceğine ipotek koyma isteğini
açıkça belirtmekte ve
Kıbrıs’taki askerimizi işgalci olarak tanımlamaktadır.  
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve birçok ülkeye örnek olan yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimleri, AB tarafından en büyük engel olarak görülmektedir. Hollandalı 30 yıllık politikacı, Hıristiyan Demokrat parlamenter
  • Oostlander tarafından Mart 2003’te hazırlanan ön raporda, KEMALİZM ilkeleri, AB’ye üye olmamız için en büyük engel olarak tanımlanmıştır. 
Yine Avrupa Parlamentosu’nun bir İngiliz milletvekili Andrew Duff da basın toplantısı düzenlemiş ve şöyle demişti:
  • Devlet dairelerinden Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması zamanı geldi. Türkiye bunu yapmalıdır.’ 
Neden ondan bu kadar korkuyorlar, neden O’nun ilke ve devrimlerinden bu denli çekiniyorlar? Lütfen düşünün ve gereken yorumu yapın. 
Değerli arkadaşlar,
2013 yılı, dünyanın ekonomik açıdan çok zor bir dönemi olacak. Gerek AB ve gerekse de ABD için ekonomik yorumlar iç açıcı değil. Umarım güzel ülkemizde ekonomik önlemleri gereğince alır ve namert’e muhtaç olmayız. Çünkü 90 yıl önce Lord Curzonun, LOZAN görüşmeleri sırasında dile getirdiği dilekleri,
“Borç alan emir alır” özdeyişi ile çok güzel açıklanmaktadır.  
Lozan antlaşmasının güzel ülkemizin geleceği için önem ve değerini anlamak için öncelikle SEVR Antlaşması’nı iyi algılamak ve yorumlamak gerekir. Bu konuda
Sayın
Hasan Pulur’un 23.08.2003 tarihli BİR SEVR HİKAYESİ başlıklı yazısını aşağıda bilgilerinize sunmak istedim.  
Sevgi ve saygılarımla (23.07.2012). 
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
===========================================
Bir Sevr hikâyesi 
Hasan Pulur
EVET, biz “Sevr Antlaşması’nı buruşturup tarihin çöplüğüne attığımızı” sanırken, “onlar” bu Antlaşmayı derin dondurucuda bekletip her fırsatta önümüze çıkarmaya çalışmışlardır. Erhan Bener “Bürokratlar“ın üçüncü cildinde anlatır… 
Yıl, 1966, Erhan Bener, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü)
Türkiye temsilciliğinde görevlidir, Baştemsilci Cahit Kayra’dır.
 
Türkiye’nin bu örgütle ilişkisi nedir? Her zamanki gibi: Para! Türkiye, borç, kredi, kısacası para aramaktadır. 
Baştemsilci Cahit Kayra, cumartesi günleri temsilcilikte çeşitli konuların tartışıldığı toplantılar düzenler, dünya sorunları, sanat ve kültür olayları gibi… 
OECD Yardım Konsorsiyomu’nun, Türkiye’ye yapılacak yardım için, ileri sürdüğü koşulları adeta Osmanlı devletine kabul ettirilen Duyun – u Umumiye koşullarına benzeten Cahit Kayra, Fransız Devlet Yayınları Kurulu’ndan bir Sevr Antlaşması aldırır, okuyunca o kadar ilginç bulur ki, ilk cumartesi toplantısını buna ayırır. 
ERHAN Bener anlatır, antlaşma incelendikçe görülür ki, Sevr’in ekonomik ve mali hükümleriyle, OECD konsorsiyomunun şartları arasında tıpatıp uyum vardır: 

“Konsorsiyomun hazırladığı metinlerdeki birçok tümcenin, Sevr Antlaşması’nın metninde hemen hemen aynen yer aldığını gördük.”
 
CAHİT Kayra da şöyle der: “Bizim okullarda Sevr Antlaşması’nı yalnızca imparatorluğun coğrafya bakımından parçalanmasını sağlayan bir Antlaşma diye okuturlar.
Oysa içindeki ekonomik, mali hükümler bu parçalanmadan çok daha önemlidir.
Daha sonra, Lozan Antlaşması sırasında, toprak parçalanmasına önem vermeyen sömürgeci devletler, Sevr’in ekonomik ve mali hükümlerini uygulamakta çok direnmişlerdi. Bana kalsa, okullarımızda, Lozan’dan çok, Sevr Anlaşması’nı okutmak gerekir. O zaman gençlerimiz bugünü daha iyi anlayabilirler.”
 
Toplantıya katılanlar, başta Erhan Bener, Paris’teki Devlet Yayınevine giderek
“Sevr Antlaşması”ndan birer tane isterler. Maalesef yoktur, çünkü Fransız Dışişleri Bakanlığı satışı durdurmuştur! 
Ama Cahit Kayra’nın elindekini de alacak değillerdir ya! Bu nüsha 1997 yılında Cahit Kayra’nın yorumuyla Türkiye’de yayımlanır. (Boyut Kitapları) Meraklısı gider alır, okur. 
Demek ki, isteyen Sevr’i unutsun, isteyen unutturmaya çalışsın, “onlar” derin dondurucu da “Sevr”i saklamaktadırlar. 
Son örnek… Amerika ne diyor?  “Irak’a asker gönderirsen, krediyi alırsın!” diyor.

Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi


Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi

 

 

Ertuğrul GEZENOĞLU

24 Temmuz bize başlangıçta 3 önemli olayı anımsatıyor;

1. Lozan Antlaşması
2. Sendikal hakların kabulü
3. Basından sansürün kaldırılması

Ama bugün 3 önemli konunun da sıkıntılarının olduğunu tespit etmekteyiz.
Basın sansürünün kaldırılması bugün sözde kalmıştır. Basın bugün hiçbir sivil iktidar döneminde olmadığı kadar baskı altındadır. Bu baskıya direnen yazılı ve görsel
basın da verilen para cezaları ile çökertilmek istenmektedir.

Sendikal haklara gelince, özellikle 1980 sonrası gerek askeri dönemde, gerekse
Özal döneminde adeta yangından mal kaçırırcasına yapılan özelleştirmelerle taşeronlaşma başlamış, son dönemlerde ayyuka çıkan özelleştirme ve taşeronlaşma ile sendikal haklar artık adeta son dönemlerini yaşar hale gelmiştir. Zamanında özelleştirmelere yeterince demokratik tepkiyi göstermeyen sözüm ona sendikalar bugün o günlerin cezasını çekmektedirler.

Lozan Antlaşması hep ülkenin tapu senedi olarak görülmektedir.
Gerçekten emperyalizme hiç unutamayacağı bir şamar indiren M. Kemal ATATÜRK ve O’nu hiç terk etmeyen İsmet İNÖNÜ, Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferini Lozan ile emperyalistlere kabul ettirerek taçlandırmışlardır.

Fakat bugün Lozan’ı destekleyen Kabotaj ve Montrö Antlaşmalarının delinme aşamasına geldiğini görüyoruz. Lozan’ın delinmesi konusunda başka bir tehlike de Suriye ile olan geldiğimiz noktadır. Çünkü bu ülke ile çıkacak olan bir savaş,
Lozan’ı delecektir.

Karadeniz’e yabancı savaş gemilerinin giriş ve çıkışı ile Montrö Antlaşması’nın ihlali halinde Lozan’ın delinmesi riski vardır. ABD bunu zaman zaman zorlamaktadır.
Bunu önleyen deniz subaylarımız bugün bedel ödemektedirler.

Kabotaj ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kara, hava ve denizde ulusal altyapı-yatırım ve ulaşım hakkı demektir. Ama son zamanlardaki otoyolların, limanların, havaalanlarının özelleştirmeleri ve bunların özellikle yabancılara verilmesi aslında kabotaj yasasının amacını yok etmektedir.

Ayrıca bölgesel özerklik talebi ve devamında ülkeden kopmalara neden olabilecek gelişmelere imkan veren İkiz Sözleşmelerin 2003’te Meclis’te onaylanması,
bir anlamda Lozan’ı tartışmalı hale getirebilecektir.

Tahkim Yasası ve Anayasanın 90. md. si de Lozan’da elde ettiğimiz ulusumuzun
kendi yasalarıyla yönetilmesi hakkının kullanılmasında önemli engeldir.
Bizim Anayasamızda olmasa da, uluslararası sözleşmenin geçerli olması,
yabancı yatırımcıyla olan anlaşmazlıkların uluslararası mahkemelerde çözümlenmesi, yasal ve mali yönden adeta birer kapitülasyon olarak değerlendirilebilir.

Yabancıya toprak satışı, maden yasası, petrol yasası gibi yasaların
Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi sonrası Lozan’da elde ettiğimiz ulusal varlıklarımızın
bırakın özelleştirilmesini; yabancıya ülkenin toprağının ve kaynaklarının hükümranlığının devredilmesi kaygısını taşımamıza neden olmaktadır.

Tarımda ve tohumda olan sıkıntılar, HES’ler ekolojik dengeleri bozmaktadır.
Tohumda dışa bağımlılığın ne akla hizmet olduğunu anlamak mümkün değildir.

  • Vakıflar Yasası’na göre de Lozan’da elde edilen birçok hakkımız tartışmalı hale gelmektedir.
Sonunda Heybeliada Ruhban Okulu‘nun açılması ve
İstanbul’da Ekümenik Patriklik oluşması ihtimali ciddi olarak rahatsızlık yaratmaktadır.

ABD ve NATO’yla yapılan anlaşmalar askeri yönden bağımlı hale getirildiğimiz sıkıntısı yaratmaktadır. Bu düşüncenin önemli oranda gerçeklik payı vardır.

Şimdi tüm bunları dikkate alırsak Lozan’ı ne denli hak ederek ve nasıl kutlayacağız?

Bu durumda Lozan’ı kutlamak mı yoksa yeniden inşa etmek mi gerekiyor ?

Baskı altındaki merkez medyanın bu konuları bizim endişelerimizi taşıyanlarla değil, aksine endişelerimizi artıranlarla, kamuoyu yaratacak kişilerle konuşup tartışması nedeniyle ulusalcılık adeta öcü gibi gösterilmektedir.

  • Oysa ulusalcılık ırkçılık değildir;
    Atatürk milliyetçiliğinin tam bağımsızlık ilkesi ışığında;
    halkçı-toplumcu-sosyal-laik-hukuk devletinde yaşama isteğidir.
Bugün ülkemiz ekonomik anlamda dışa bağımlıdır. Ekonomik bağımlılık her alanda (askeri-siyasi-kültür-sanat-medya-tarım-borsa-banka-sigortacılık vb.) bağımlılığı da getirmektedir. Birçok stratejik KİT’lerin yanında özel şirketler de yabancıların eline geçmektedir. (Tekel-Telekom-Petkim-Kipa-Migros vb.)

Eğitim konusu da çok tartışmalı hale gelmiştir. Eğitimde çağdışı düşünceleri
eyleme dönüştürülmek istenirken, sık sık yapılan değişiklikler öğrencileri adeta deneme tahtasına çevirmektedir. Dolayısıyla çağdaş ve verimli bir eğitim verilmediğinden yetiştirilen kuşakların kafası çok karışık olmakta, geleceğe güvenle bakmamaktadırlar.

Çıkış yolu yok mu ?

Yeter, içimizi kararttın! Diyebilirsiniz. Elbette çıkış yolu var. Atatürkçülerin yapılacak seçimlerde iktidara gelmek için halka bıkmadan, usanmadan gerçekleri anlatması,
halkı direnen medyaya yönlendirmesi gerekmektedir. İktidara gelince de doğru bir programla bahsettiğimiz tüm bu yasaları iptal ederek Tam Bağımsız Türkiye için özveri ile gece-gündüz çalışmaktır. Çaresiz değiliz, üstelik şimdi 90’ların gençleri de yanımızda. Yaş ortalamamız epeyce düştü, yani dinozor değiliz artık.

Bayrak gençlere geçince Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin emin ellerde olduğunu düşünmek bizlerin çok çok mutlu ve umutlu olmamızı sağlıyor.

Geçen yazımda da bitirişte yazdığımı yazarak bitiriyorum.

Sağolun, varolun gençler.

YAŞASIN ATATÜRK GENÇLİĞİ!

Saygılarımla…

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

Dostlar,

Bilindiği gibi Lozan görüşmelerinde Türk tarafıın 2 temel kırmızı çizgisi
Batı’nın Kapitülasyonların sürdürülmesi istemi ve Doğu Anadıolu’da
Ermeni yurdu kurulması idi. Mustafa Kenal Paşa’nın, Dışişleri Bakanı ve
Başdelege İsmet Bey‘e yönergesi bu yönde idi. Öbür sorunlar zamanla çözülebilirdi. Kaldı ki, askeri barındıracak bir “dam altı” bile elde kalmamıştı. Bu bakımdan makul
ve hızlı bir barışa el mahkum idi.

Atatürk‘ün gerçekçiliğini tarih 1 kez daha kanıtladı. 1936’da, yaklaşan 2. Büyük Paylaşım Savaşı koşullarının Batı’yı ve müttefikleri Sovyetleri Almanya karşısında sıkıştırması nedeniyle, Montrö Boğazlar Sözleşmesi büyük ölçüde Türkiye’nin istemlerine uygun olarak bağıtlanabildi. Hatay sorunu da  Yüce Atatürk’ün yaşamda iken üstün ve usta çabaları ile çözüm yoluna girdi ve kendisinin Hak’ka yürümesini izleyen yıl (1939) Hatay Cumhuriyeti anavatan Türkiye’ye katılma kararı aldı.

Yüce Atatürk‘ü ve en yakın dava ve silah arkadaşı İsmet İnönü ile tüm
Kurtuluş Savaşı şehit ve gazilerini, emek verenlerini sonsuz bir şükranla anmaktayız..

Aşağıda, 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 77. yılında, deneyimli ve birikimli dşplomat Sayın Onur Öymen’in yazısını paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
20.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

portresi2

 

ONUR ÖYMEN
E. Büyükelçi

 

 

Türk boğazları, taşıdıkları stratejik önem dolayısıyla daima büyük devletlerin ilgisini çekmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletler Boğazlardan sınırsız geçiş hakkına sahip olmak istemişler, başta Rusya olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan devletler, diğer devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçmesini engellemek istemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine kadar genel kural, padişahın fermanı olmadıkça boğazların bütün yabancı devletlerin gemilerine kapalı olacağı kuralıydı.
Büyük Petro döneminden itibaren Rusya, dünyaya egemenliğini yayma hedefi doğrultusunda sıcak denizlere açılma politikası izlemeye başladı.
Bunun en önemli yollarından biri Türk Boğazlarına hakim olmaktı.

Çariçe Katerina zamanında, 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması Boğazlarla ilgili eski düzeni değiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu artık eski gücünü kaybetmekte ve büyük devletlerin taleplerine karşı direnç gösterememekteydi. Küçük Kaynarca Antlaşmasına göre Rus gemileri istedikleri zaman Boğazlardan geçebilecekler ve Osmanlı limanlarında konaklayabileceklerdi.

18. Yüzyılın son yıllarında Napolyon‘un Doğu Akdeniz için bir tehdit oluşturmaya başlaması üzerine Osmanlı İmparatorluğu  ile Rusya arasında 1805 yılında  imzalanan bir sözleşmede Karadeniz’in bütün yabancı savaş gemilerine kapatılması kuralı yer aldı. Bu kuralın ihlali savaş sebebi sayılacaktı. Ancak bir yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa ülkelerinin talepleri doğrultusunda bu sözleşmeyi iptal etti.
1809 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında imzalanan Sözleşmeyle Osmanlı İmparatorluğunda başından beri uygulanan ve yukarıda sözü edilen kurala dönüldü.

1833 yılında durum yeniden değişti. Rusya’nın ağırlığı arttı. O yıl Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşmasıyla Çanakkale Boğazı yabancı savaş gemilerine kapatıldı. Bu Rusya’nın kendi güvenlik çıkarları için öteden beri hedeflediği bir durumdu. Osmanlı İmparatorluğu zayıfladıkça bu gibi taleplere karşı koyamaz hale gelmişti.

Mısır’da Mehmet Ali Paşa isyanının bastırılmasına yardımcı olan İngiltere’nin baskısıyla bu defa Boğazlarla ilgili yeni bir düzenleme getirildi. Osmanlı  İmparatorluğuyla İngiltere arasında 1840 yılında imzalanan Londra Antlaşması ve bir yıl  sonra, 1841’de Fransa’nın da katılımıyla imzalanan
“Boğazlar Sözleşmesi” ilk defa olarak Boğazlardan geçiş rejimi çok taraflı bir antlaşmaya bağlandı. Artık Boğazlardan geçiş  uluslararası kurallara göre düzenlenecekti.

Bu sözleşmeye göre;
Boğazlar Osmanlı egemenliğinde kalacak, ancak, savaş zamanında bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı, ticaret gemilerine açık olacaktır.

Bu sözleşme de çok uzun ömürlü olmadı. Rusya’nın Eflak Boğdan‘ı işgal etmesi üzerine Batı Avrupa devletleri savaş gemilerini Boğazlar üzerinden Karadeniz’e gönderdiler. Rusya bunun 1841 tarihli Boğazlar Sözleşmesinin ihlali olarak gördüğünü ilan etti  ve bunu Kırım Savaşı için bir bahane gibi kullandı.. Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere ve Fransa’yla beraber Rusya’ya karşı kazandığı Kırım Savaşı’ndan sonra

1856 yılında Paris Sözleşmesi imzalandı.

Bu Sözleşmenin önemli maddeleri arasında bölgesel güç dengelerini en çok etkileyen, Karadeniz’i tümüyle askerden arındıran madde olmuştur. Osmanlı’nın eski kuralı olan ve 1841 Boğazlar sözleşmesiyle pozitif hukuk kuralı haline gelen, yabancı savaş gemilerinin Boğazlara girişinin yasaklanması da 1856 Antlaşmasını imzalayan ülkeler tarafından tekrar onaylandı.

1856 ile 1870 yılları arasında Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye başlamıştı. Değişen dünya koşullarında İngiltere artık Osmanlı İmparatorluğuna karşı mesafeli bir politika izlemekteydi. Rusya Balkanlarda daha da güç kazanmış Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Osmanlı İmparatorluğuna karşı baskıcı bir politika izlemeye başlamıştı. Aslında, Rusya Karadeniz’in tekrar askerden arındırılmasını istiyordu. Ancak bu ülkelerin Boğazlarla ilgili beklentileri farklıydı. Bu nedenle 1871 yılında imzalanan Londra Sözleşmesi’nde Osmanlı İmpartorluğu’nun eski  kuralı yeniden kabul  edildi. Osmanlı Devleti kendi güvenliği açısından gerektiğinde istediği gibi
“dost veya müttefik” güçlerin savaş gemilerine Boğazları açabilecekti.

Birinci Dünya Savaşı bütün dengeleri yeniden değiştirdi. İngiltere açısından
bu savaşta Almanya’ya karşı müttefiki olan Rusya’nın lojistik ve askeri açıdan desteklenmesi büyük önem taşıyordu. Bunun için Çanakkale geçilmeliydi..
Çanakkale savaşları Osmanlı İmparatorluğu açısında dünyanın en büyük devletlerin donanmalarına ve silahlı kuvvetlerine karşı verdiği büyük bir savaş oldu. Düşman kuvvetlerini Boğazlardan geçirmemeye kararlı olan Türkler, Atatürk’ün askeri dehası sayesinde büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta her iki tarafın toplam kayıpları
yarım milyona yaklaştı,

Osmanlıların Boğazları bütün gemilere kapatmış olması, Rusya’yı da, ona yardım göndermek isteyen müttefik ülkeleri de zor durumda bıraktı. Rusya’nın deniz gücü  de fiilen Karadeniz’e hapsedildi.

Osmanlı İmparatorluğu Çanakkale’de kazandığı zafere rağmen Birinci Dünya Savaşının mağlupları arasında yer aldı. Artık Boğazlar İngiltere’nin ve müttefiklerinin kontrolüne geçmişti. Savaştan sonra Osmanlı İmparatorluğu ile galip devletler arasında imzalanan Sevr Antlaşması tarih boyunca Osmanlılara karşı dayatılmış en aşağılatıcı antlaşmaydı. Sevr Anlaşması’nın Boğazlar ile ilgili hükümleri 37-61. maddelerde
yer alır. Bu maddelerde şu hükümler bulunmaktadır:

Çanakkale ve İstanbul Boğazı Marmara da dahil olmak üzere, Boğazlardan geçiş barışta ve savaşta, hangi devlete ait olursa olsun, her türlü harp ve ticaret gemilerine açık olacaktır,

Bu geçiş serbestliğinin sağlamması için, Osmanlı İmparatorluğu  Boğazların denetimini çok geniş yetkileri olan bir Boğazlar Komisyonu’na bırakmayı kabul etmiştir. Komisyonun bağımsız bir bayrağı ve yönetimi olacaktı. Komisyon üyeleri İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşuyordu. Rusya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan da Milletler Cemiyeti‘ne üye olurlarsa Komisyona girebileceklerdi. Komisyon Başkanı,
iki yılda bir dört büyük devlet arasında değişecekti ama Türkiye Komisyon Başkanı olamayacaktı. Fransa, İngiltere ve İtalya, Türk Boğazları dolaylarındaki silahtan arınmış bölgede müştereken asker bulundurabileceklerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Boğazlar üzerindeki egemenlik hakları fiilen sona ermişti.

İşte İstiklal Savaşı sonunda kazanılan zafer Türklerin kötü talihini yenmelerini sağladı ve Sevr Antlaşması bir bütün olarak tarihin çöplüğüne gönderildi.

Sevr Antlaşmasından yalnızca üç yıl sonra imzalanan Lozan Antlaşması dengeleri tümüyle değiştirdi. Lozan, 1. Dünya Savaşında mağlup olmuş bir ülkenin galiplerle
tam eşitlik koşullarında imzaladığı ve isytemlerini büyük ölçüde kabul ettirebildiği
tek antlaşmadır.

Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Antlaşmanın 23. maddesine göre genel antlaşmanın bir parçası sayılmıştır. Lozan’a taraf olmayan Rusya ve Bulgaristan da
bu Sözleşmeyi imzalamışlardır. Lozan’ın eki olan Boğazlar Sözleşmesinde özetle
şu hükümler yer almaktadır:

Ticaret Gemileri ve uçakları barış zamanında Türk Boğazlarından geçiş serbestliğine sahip olacaklardır. Savaş gemileri ve uçakları barış zamanında Boğazlardan geçiş serbestisine sahiptir; ancak Karadeniz yönüne geçişte savaş gemileri için sınırlama vardır. Savaş zamanı: Türkiye, Savaşan taraf değilse tarafsızlık haklarını geçişi engelleyecek şekilde kullanamaz; Türkiye Savaşan taraf ise; tarafsız devletlerin
ticaret gemileri düşmana yardım götürmemek şartıyla geçebilirler; savaştığı devletin gemilerine karşı Türkiye, her türlü hakkını kullanabilir.

Boğazlar çevresinde belirli bölgeler askerden arındırılmıştır.
Antlaşmanın öngördüğü düzene uyulmasını başkanının Türk olduğu bir komisyon denetleyecektir.

Lozan’da sağlanan sonucun yukarıda özetleyen yüz yıldaki gelişmelerin ışığında değerlendirilmesi halinde bunun büyük bir başarı olduğu görülecektir.
Gene de bu koşullar Türkiye’nin egemenlik hakları açısından kısıtlamalar getiriyordu.  Boğazlar Bölgesi askerden arındırılmaktaydı ve bu bölgenin
nasıl savunulacağı belli değildi.

Türkiye bu belirsizliğin giderilmesi ve egemenlik haklarının güçlendirilmesi için büyük bir diplomatik mücadele verdi. Yeni bir dünya savaşının yaklaşmakta oluşu ilgili ülkelerin Türkiye’nin talep ve beklentileri doğrultusunda yeni bir sözleşme imzalanmasını
kabul etmeleri sonucunu doğurdu.

20 Temmuz 1936 tarihinde İsviçre’nin Montrö kentinde, 20 Temmuz 1936 tarihinde Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere,Yunanistan, Japonya,Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya tarafından imzalanan Montrö Sözleşmesi özetle şu hükümleri içeriyordu:

Taraflar, Boğazlar’da ticaret gemilerinin geçiş özgürlüğü ilkesini kabul ederler.
Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun,
hiçbir formalite olmaksızın, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Bu gemiler transit geçerlerken, Sözleşmede öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, hiçbir vergi ya da harç ödemeyeceklerdir. Savaş zamanında, Türkiye savaşan taraf değilse, ticaret gemileri, bayrak ve yük ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.

Savaş zamanında, Türkiye savaşan tarafsa Türkiye ile savaşta olan bir ülkeye bağlı olmayan ticaret gemileri, düşmana hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla, Boğazlar’da geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler Boğazlar’a gündüz girecekler ve geçiş, her seferinde, Türk makamlarınca gösterilecek yoldan yapılacaktır.
Barış zamanında, hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler bayrakları ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Yukarıdaki fıkrada belirtilen sınıflara giren gemiler dışında kalan savaş gemilerinin ancak Sözleşmede öngörülen özel koşullar içinde geçiş hakları olacaktır.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, Sözleşmede öngörülen tonajdan yüksek bir tonajda bulunan savaş gemilerini Boğazlar’dan geçirebilirler; ancak bu gemiler Boğazlar’ı ancak tek başlarına ve ençok iki torpido eşliğinde geçerler.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, bu deniz dışında yaptırdıkları ya da satın aldıkları denizaltılarını, tezgaha koyuştan ya da satın alıştan Türkiye’ye vaktinde haber verilmişse, deniz üslerine katılmak üzere Boğazlar’dan geçirme hakkına
sahip olacaklardır.

Söz edilen Devletlerin denizaltıları, bu konuda Türkiye’ye ayrıntılı bilgiler vaktinde verilmek koşuluyla, bu deniz dışındaki tezgahlarda onarılmak üzere de Boğazlar’dan geçebileceklerdir. Gerek birinci gerek ikinci durumda, denizaltıların gündüz ve su üstünden gitmeleri ve Boğazlar’dan tek başlarına  geçmeleri gerekecektir.

Savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla
bir önbildirimde bulunulması gerekecektir. Bu önbildirimin olağan süresi sekiz gün olacaktır; ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletler için bu sürenin 15 güne çıkartılması öngörülmüştür.

Boğazlar’dan transit geçişte bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonaji 15.000 tonu aşmayacaktır. Bununla birlikte, bu kuvvetler 9 gemiden çok gemi içermeyeceklerdir. Boğazlar’da transit olarak bulunan savaş gemileri, taşımakta olabilecekleri uçakları hiçbir durumda, kullanamayacaklardır. Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri toplam tonaj aşağıdaki gibi sınırlandırılmıştır.

Sözü geçen Devletlerin toplam tonaji 30.000 tonu aşmayacaktır; Karadeniz’in en güçlü donanmasının tonajı işbu Sözleşmenin imzalanması tarihinde bu denizde en güçlü olan donanmanın tonajini en az 10.000 ton aşarsa 30.000 tonluk toplam tonaj aynı ölçüde ve ençok 45.000 tona varıncaya değin arttırılacaktır.

Karadeniz’e kıyıdaş olmayan Devletlerden herhangi birinin bu denizde bulundurabileceği tonaj, yukarıdaki toplam tonajin üçte ikisiyle sınırlandırılmış  olacaktır.
Bununla birlikte, Karadeniz kıyıdaşı olmayan bir ya da birkaç Devlet, bu denize insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, toplamı hiçbir varsayımda 8.000 tonu aşmaması gerekecek olan bu kuvvetler, Sözleşmede öngörülen önbildirime gerek duyulmaksızın, belirli koşullarda Karadeniz’e girebileceklerdir.

Karadeniz’de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan Devletlerin
savaş gemileri bu denizde 21 günden çok kalamayacaklardır.

Uluslararası Komisyon’un yetkileri Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilmiştir.
Bu hükümlerin de gösterdiği gibi, Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını daha da geliştirmiştir.

Mehmet Şevket Eygi’den : Tüm Mü’minlere Uyarılar

Dostlar,

Üstad-ı azamlardan muhterem Mehmet Şevket Eygi hazretleri Milli Gazete’de
neler yazmış bakın..

Haberli olmakta yarar var..

Sevgi ve saygı ile.
10.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Mehmet Şevket Eygi’den : Tüm Mü’minlere Uyarılar

portresi

Tüm Mü’minlere Uyarılar
Mehmet Şevket Eygi tüm Mü’minlere esaslı uyarılarda bulundu.
Tamı tamına 19 uyarı. İşte o uyarılar…
 
Bu gürültücü vurup kırıcı kalabalıklar ne istiyor?
Demokrasi ve laiklik mi? Bildikleri gibi yaşamak mı? Hürriyet mi?
 
Bunların hepsi yok mu Türkiye’de?..
 
İçki yasaklanacakmış… Yalan yalan yalan…
Türkiye şu anda kocaman bir meyhanedir sanki.
 
Zina mı istiyorlar? Türkiye şu anda M. Kemal devrinden bile ileridir zina konusunda, çünkü yeni Ceza Kanunu’nda zina suç değildir artık.
 
Muhalefet yapmak hürriyeti mi istiyorlar? Bol bol yapılıyor zaten.
Bir Cumhuriyet alın, bir de Sözcü, okuyun. Bundan daha sert muhalefet olur mu?
 
Çoğulculuk mu istiyorlar?.. Bizde âlâsı var onun.
 
Millet Meclisinde herkes konuşuyor, bazen havada küfürler uçuşuyor.
 
Atatürk, İsmet, Celal Bayar zamanında yasak olan Komünist Partisi bile kuruldu.
 
Atatürk’ü devirmek isteyen Nazım’ı en çok Atatürkçüler seviyor.
 
Öyle bir demokrasi var ki bizde dinsizlik, densizlik, donsuzluk bile serbest.
 
1924’ten bu yana Türkiyede bugünkü kadar demokrasi, çoğulculuk, serbestlik olmamıştır.
 
Bir adamla bir kadın beraber yaşamaya karar veriyorlar. Nikah mikah yapmadan yaşıyorlar. Çocukları oluyor, nüfusa kayd ediliyor… M. Kemal, İsmet zamanında böyle bir şey olabilir miydi?
 
M. Kemal ve İsmet zamanında bira bile ruhsatla satılabiliyordu.
Şimdi limonata, gazoz, çay gibi satılıp içiliyor serbestçe.
 
Göklerde vızır vızır uçaklar, otoyollarda seller gibi akan lüks otomobiller,
her yer beş yıldızlı otel dolu. Beş yıldızlısını beğenmeyen yedi yıldızlıda yatıyor. AVM’ler pıtrak gibi açılıyor. Lüks, israf, sefahat… Daha ne istiyorlar?
Türkiye’nin Küba gibi olmasını mı?
 
Ülkemizde yasaklar da var ama ilericiler, çağdaşlar, ateistler için değil.
 
– Başörtülü kadın avukatlara, öğretmenlere, memurelere hala baskı yapılıyor.
 
– İslam medreseleri hala kapalı.
 
– Tasavvuf tekkeleri hala kapalı.
 
– Müslümanların devletten bağımsız bir Din İşleri İdaresi yok,
Yahudilerin hahambaşısı gibi bir din liderleri yok.
 
Bu yaygaracılar daha ne istiyor? Müslüman Türkiye’de Yahudiler cumartesi, Hıristiyanlar pazar günü tatil yapabiliyorlar ama
 
Müslüman çoğunluk cuma günü yapamıyor.
 
Daha ne istiyorlar?
Anıtkabir bir Sezar tapınağı gibi.
Müslümanı ve münkiri hepsi orada baş eğiyor, bel kırıyor..
Sadece Suudîler ve İranîler bunu yapmıyor.
 
Daha ne istiyorlar? Paraların pulların üzerinde Atatürk, her yerde Atatürk heykelleri, resimleri… Atatürk okulları, Atatürk üniversiteleri… Atatürk caddeleri…
Sağa bak Atatürk, sola bak Atatürk…
 
Evet, daha ne istiyorlar?
 
Evet, tekrar açık açık soruyorum  :Bu memlekette içki, fuhuş, zina, dinsizlik, densizlik, heykel, resmî ideoloji,
açık saçıklık, bikini mayo, dans, bale, nikahsız karı koca hayatı, her şey varken, bunca hürriyet ve serbestlik içinde daha istiyorlar, niçin ortalığı velveleye veriyorlar?

 
Türkiye diktatörlüğe kayıyormuş… Kuyruklu yalan!..
Bendeniz çocukluğumda yaşadım, bizde diktatörlük İsmet zamanında vardı.
Hani şu nâm-ı diğer Millî Şef. 1946’ya kadar tek parti vardı.
Seçimlerde oylar açıkta verilirdi, gizli sayılırdı ve % 99,9 tek parti kazanırdı.
Bunu tenkit edeni ne yaparlardı x? Anasını ağlatırlardı.
 
Fazla arpa merkepleri azdırırmış.
Fazla demokrasi ve hürriyet de birilerini azdırıyor.

(Milli Gazete, 8.6.13)

27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!



27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!
[1]


Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net

“Ulusun geleceğine yalnız ve ancak ulus egemen olacaktır.
Ulusu temsil eden ulusal irade ulus adına sınırlı ve
belirli bir zaman için manevi kişiliğini de belirten
Millet Meclisi de en sonunda ulusça yenilenmekle karşı karşıyadır.
Özde olan ulustur.
Egemenlik onun olduğu gibi, yönetim hakkı da onundur.”
(1923, Eskişehir – İzmit konuşması)

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

27 Mayıs Devrimi‘nin ülkemize en büyük armağanı, öncelikle insanlarımızın Vatan / Millet cephesi diye acımasızca yapay düşman kamplara ayrılmasının durdurulmasıdır. Radyolardan saatlerce, tek başına iktidarda olan DP’nin (Demokrat Parti) kurduğu “Cephe”ye katılan yurttaşlar  sayılmıştır.

Ayrıca ekonomik olarak DP iktidarının bir enkaz bıraktığı da belgelidir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 14 Mayıs 1950 seçimini DP’nin kazanması üzerine Cumhurbaşkanlığı’nı DP Milletvekili Mahmut Celal Bayar’a devrederken bıraktığı yaklaşık ikiyüz ton altın, Hazine eliyle teslim alınmıştır. Menderes, kötü ekonomi yönetimi ile ülkemizi, hovardaca,  tarihinin en ağır ve en yüz kızartıcı akçal (mali) bunalımına sürüklemiştir.

Temmuz 1958’de dış borç taksitini ödeyemeyince, beş yüz milyon doları aşan “destek” (gerçekte yeni borç!) için Hazine’deki altın rezervleri Londra Merkez Bankası’na götürülerek rehin verilmiştir. Bu altın kolilerini, Türk Hava Kuvvetleri subayları, yüklerinin ne olduğunu bilmeden taşımışlardır.

3 hafta önce 01 Mayıs 2013 günü 88 yaşında yitirdiğimiz Em. Hv. Plt. Kr. Alb. ve eski Halkçı Parti İstanbul Milletvekili (TBMM 17. Dönem; 1983-87) Hüseyin Avni Güler‘in anlatımlarının ses kayıtları arşivimizdedir. Ayrıca ADD web sitesinde kendisi ile yapılan ve yayımlanan söyleşi.. (28.5.2012)

Bunlara ek olarak; IMF, DP’nin 500 milyon dolara yaklaşan borçlarının konsolidasyonu (bir süre ötelenerek yeniden yapılandırılması, taksitlendirilmesi) için çok yüksek oranlı devalüasyon dayatmıştır. 2.80 TL olan 1 $, 9.025 TL’ye yükseltilerek Türk parası % 322 oranında vahşice değersizleştirilmiştir! DP İktidarı bu politikaları ile her mahallede1 yandaş milyoner yaratma saçmalığı (irrasyonelliği) içinde olmuş, akıl dışı sömürgen ekonomi politikaları ile ülkemizi
uluslararası iflasa (moratoryum) sürükleyerek ulusal onurumuzu ayaklar altına düşürmüştür.

Mali faturayı gene yoksul halk kitleleri daha da yoksullaşarak ödemiştir. Gelir dağılımı iyice adaletsizleştirilmiştir. Gariban halkımız, o mahalle milyonerinin kendisi olabileceği (?) yanılsamasına düşürülmüştür. İktidar yandaşlarından mahalle milyonerleri türetilirken de yığınlar acımasızca yoksullaştırılmıştır.
Bu politikanın iktisadi mantığının savunulabilir yanı var mıdır?
Ülkeye net ve yeterli yeni kaynak girmeden “her mahallede” (iktidarın yerel örgüt başkanları!) “nedensiz varsıllaşma” (sebepsiz iktisap!) ile nasıl birer milyoner yaratılabilirdi ki ??

*****

27 Mayıs Devrimi’nin insanımıza en güzel armağanı ise 1961 Anayasasıdır

Bu Anayasa, dünya genelinde en ilerici ve demokrat anayasalardan biridir. Ülkemiz hızlı bir özgürleşme sürecine bu anayasal iklimle girmiştir. Nitekim 12 Mart 1971 gerici darbesinin gerekçelerinden biri, 12 Mart Muhtırası’na imza koyan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç‘a göre,

  • “..bu anayasanın ülkemize bol gediği.. sosyal ve politik uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı..” yönündedir.

Oysa 1961 Anayasası Türk siyasal sistemine çok ciddi kurumlar ve araçlar kazandırmıştır :

– Anayasa Mahkemesi,
– Cumhuriyet Senatosu (Çift Meclis; 450 üyeli Millet Meclisi + 150 üyeli Senato),
– Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),
– Yüksek Hakimler Kurulu,
– Kredi ve Yurtlar Kurumu,
– Devlet Personel Dairesi,
– Basın İlan Kurumu,
– Türk Standartları Enstitüsü (TSE),
– Milli Güvenlik Kurulu (MGK),
– Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK),
– Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK),
– İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi
– Milli Prodüktivite Merkezi (MPM)..

Bunların dışında;

– Sosyal devlet,
– Emekçilere sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı,
– Yargı bağımsızlığı – yargıç güvencesi,
– Sosyal güvenlik hakkı (1964’te SSK’nın Emekli Sandığı’na ek olarak kurulması..
sonra BAĞ-KUR),
– üniversite özerkliği (1750 sayılı yasa ile 1945’lerin 4936 sayılı yasası daha da ileri
taşınarak),
– Radyo ve televizyon bağımsızlığı,
– Basın – fikir işçileri yasası,
– İdarenin tüm işlem ve eylemlerine yargı denetimi yolunun açılması,
– Seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri yasası : Barajsız, temsil adaleti
sağlayan seçim sistemi olarak Ulusal Artık – Milli Bakiye sistemi..
(TİP bu sayede 15 milletvekili kazandı 1965 seçiminde.. Başbakan Süleyman Demirel
seçim sistemini değiştirdi ve 1968 seçimlerinde öncekine yakın oranda oy alan TİP
ancak 3 vekil çıkarabildi!)
– Seçimlerde yargıç güvencesi ve gizli oy, açık sayı döküm kuralı,
– İlköğretim ve eğitim yasası,
– Ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için fen liselerinin açılması,
– Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi;
  224 sayılı yasa ile Sağlık Ocaklarının açılması.. (5 Ocak 1961)
 (Anayasa md. 49 ile sağlık hizmetlerinin Devlete ödev, yurttaşa hak olarak
tanımlanması.. Dönemin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ve bu yasanın mimarı
  Prof. Dr. H. Nusret Fişek’e göre bu yasa,
  “ATATÜRK’ün izinde bir Devrim yasasıdır! )

– Gelir vergisi yasası..

gibi birçok yasa çıkartılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.

Bu adil temsile dayalı seçim sistemi sayesindedir ki; Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekili ile TBMM’de adil temsil edilme olanağı bulmuştur (1965; Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan vd.). Daha sonra bu seçim sistemi ile büyük partiler yararına oynanarak temsilde adalet ilkesi çiğnenmiştir. İzleyen seçimlerde TİP, öncekine yakın oy almasına karşılık ancak
3 üyeyi TBMM’ye taşıyabilmiştir (1968).

  • 1961 Anayasası; hukuk dışına çıkarak meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı, Türk halkının meşru direnme hakkını kullanarak hükümeti görevden aldığını vurgulayarak başlamaktadır.

İlk 2 maddesini 1924 Anayasasından aynen almıştır. Cumhuriyetimizin 6 temel niteliğini
3. maddesinde saymaktadır. Bunlardan ilki “İnsan haklarına DAYALI” olmaktır. Öbür 5 nitem (sıfat) 82 Anayasasında aynen yinelenmiş, ilk özellikte ise “dayalı” yerine “saygılı” sözcüğü almıştır.

Ulusal Kahraman Yüce Atatürk‘ün en yakın dava ve silah arkadaşı, 2. Cumhurbaşkanı, çok partili yaşama barış içinde geçerek iktidarını altın tepsi içinde DP’ye sunan
İsmet İnönü‘ye yapılan birkaç fiziksel saldırıda DP’nin açık tahrikleri, çanak tutuşu ile Aziz İnönü‘nün ölümden dönmesi, kafasının taşla kırılması (Kayseri, İstanbul Topkapı ve Uşak saldırıları) adı “Demokrat” olan bir partiye yakışır mı? İnönü’nün,
TBMM’deki CHP grubu için savcı-yargıç yetkisiyle donatılmış 15 DP Milletvekilinden Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kovuşturup kapatmaya yeltenmesi nasıl açıklanabilir? İşte bardağı taşıran Nisan 1960’taki bu derin aymazlık üzerine
aziz İ. İnönü;

Artık sizi ben bile kurtaramam..
uyarısını yapmış fakat ne yazık ki gene bir işe yaramamıştır..

1932’den beri Türkçe okunan Ezan’ın, iktidar oluşu (14 Mayıs 1950) 16 Haziran 1950’de yeniden Arapçaya döndürülmesi de DP iktidarının karnesinde yazılı
ne yazık ki…

İstanbul Üniversitesi’nde, DP’nin açıkça despotlaşan politikalarını protesto eden gençlerden Turan Emeksiz’in polis kurşunu ile öldürülmesi, İstanbul Üniversitesi Rektörü, engin hukuk bilgini ak saçlı Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın yerlerde sürüklenmesinin bağışlanacak yanı var mıdır?

Nihayet Menderes hükümeti, 6-7 Eylül 1955 İstanbul olaylarında Rum kökenli yurttaşlarımıza yönelik vahşi saldırı ve yağmanın da sorumlusudur ve biz tüm bunlardan, hâlâ çok utanmaktayız.

Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun her şeye karşın idam edilmemesi yerinde olurdu.
MBK’da (Milli Birlik Komitesi) idamı engelleyecek çoğunluk, ne yazık ki 3 oyla kaçırılmıştır. Yassıada Mahkemesi başkanının belirttiği, yargılamanın idamla sonlanmasının iktidarca istendiği itirafı ve adil yargılama yapılmayışı,
infazın kendisi ve uygulanma biçimi bakımından da acı duyuyor, hâlâ utanıyoruz.
(Mahkeme Başkanı Salim Başol’un :
 “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor.” itirafı..)

Keşke Alb. Talat Aydemir ve Bnb. Fethi Gürcan da asılmasalardı.. (1962-3)

Keşke, 12 Mart 1971 darbecileri hüneriyle (!) TBMM’de “3’e 3 intikam!” naraları ile Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Aslan da 1 tek kişinin canına kıymamış fidanlarımız olarak yaşamlarının baharında darağacına yollanmasalardı!
Ve de keşke 12 Eylül yönetimi 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyüterek
idam cezasını infaz etmese idi..

Uğur Mumcu konuya ilişkin bir yazısını şöyle bağlıyor:

  • “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız.
    Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, Devrimci Aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

Sayın Hüseyin Avni Güler’den 2 kritik anı aktarmak isteriz :
(http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1:, 26.5.13)

  • “..Celal Bayar ve Menderes’in milliyetçi, mukaddesatçı ve Müslüman yönetimi tarafından Lübnan’da Müslümanlara değil de Hıristiyanlara Türkiye’den 85 uçak dolusu silah ve cephane götürdüğümüzü..”
  • Gene Celal Bayar – Adnan Menderes yönetiminin, son yıllarının dış ülkelerden kredi (borç!) alınamadığı için, 1950 seçimlerinden sonra İsmet Paşa’nın hazinede biriktirdiği 128 (yüz yirmi sekiz) ton altının çoğunu dışarıya rehin vererek kredi alması meselesi… Bu olayın da Meclis’ten ve Hükümet’ten geçmiş olması gerekir; ancak o günlerin tanığı olanlar ve basında yazıldığını hatırlaması gerekenler bilgi vermediler. Gene yükümüzün ne olduğunu bilmeden Londra’ya 2 (iki) tondan fazla altın götürdüğümüzü ve uçaklar dışında gemilerle, trenle ve tırlarla 100 (yüz) ton kadar altının dış ülkelere rehin gönderildiğini biliyorum. 27 Mayıs’ta Maliye Bakanımız büyük insan Kemal Kurdaş, yaklaşık 96 (doksan altı) ton altını geri getirtti. Sayın Kurdaş, tasarruf bonoları çıkararak memur ve işçilerden alınan paralarla bu görevi başardı.

Görüldüğü gibi tarih hiçbir şeyi unutmuyor, her şey kaydediliyor. Onu çarpıtarak tek yanlı mağdur edebiyatı ile bir yerlere varma olanağı yoktur. İnsanların ülke yönetiminde kişisel hırslarını mutlaka dizginlemesi ve emeğin hukukunun (egemenlerin değil!) üstünlüğüne bağlı kalmaları beklenir.

Başta “Cemal Aga” nam Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olmak üzere;
27 Mayıs 1960 Devrimi’ni ve kazanımlarını Ulusumuza armağan eden
Türk Ordusu’nun genç Harbiyelilerini şükranla selamlarız.

Büyük ATATÜRK gene yolumuzu aydınlatıyor :

  • “Özgür olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. 
    Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.”

12 Eylül 1980 yönetiminin kaldırdığı

HÜRRİYET ve ANAYASA BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

27 Mayıs kutlu olsun

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
26.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net


[1] http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1 adresinde yayımlanan (26.5.13) “Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına :
27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım?”
başlıklı yazımıza da bakılması..

Köy Enstitüleri : Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri


Dostlar,

17 Nisan 1940.. Köy Enstitüleri’nin açılışı.. 73 yıl geçti..

27 Ocak 1954.. Köy Enstitüleri’nin kapatılışı.. 59 yıl geçti..

Tüm engellemelere karşın “Yeni Kuşak Köy Enstitülüler” yetişti! 

Örgütlendiler ve Derneklerini kurdular.
Başında, değerli meslektaşım Dr. Alper AKÇAM var..
http://www.ykked.org.tr/ web sitesi etkin ve çok öğretici..

AYDINLANMA IŞIĞI SÖNMEYECEK… ilkesiyle çalışmaktalar..

Bu gün İzmir’de bir etkinlikleri var.. Aydınlanma Onur Ödülü’nü,
bilge insan DOĞAN HIZLAN’a sunacaklar..

Bir de panel var elbette, güne not düşecekler..
İzmirli dostlar kendilerini çok şanslı saymalı bu oturum nedeniyle..

Bu görkemli kurumların benzerlerini, günün koşullarına göre yeniden yaratmak
ve işlev kazandırmak gerek.

Çünkü halkın eğitimi sorunu aşılamadı. Devrimi koruyup – kollayacak kuşaklar yeterince üretilemedi.

Büyük Atatürk,

  • “Cumhuriyet fikren, ilmen ve bedenen güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister..” uyarısında bulunmuştu.

Atatürk Devrimi = Anadolu Rönesansı denklemi çok net ve kesindir.

Köy Enstitüleri bu denklemin anahtarı idi; mutlaka kaldığı yerden devam etmeliyiz.

Prof. Dr. John DEWEY, Büyük Atatürk‘ün ABD’den davet ettiği ve görüşlerinden yararlamdığı bir eğitmbilimci idi. Bakın ne diyor Köy Enstitüleri için :

  • “Hayalimdeki eğitim kurumları ‘
    Köy Enstitüleri olarak’ Türkiye’de kurulmuştur.”

imeceye_cagri

Bir kez daha BOZ URBALILARA selam olsun!

Sevgi ve saygı ile.
17.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

EKONOMİ POLİTİK
Cumhuriyet 27.4.11

Prof. Erinç Yeldan

portresi

Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri

Geçen hafta Anadolu devriminin en önemli köşe taşlarından birisinin,
23 Nisan Egemenlik Bayramı’nın yıldönümünü kutladık.
Bu ay içinde genç Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından bir diğeri ise
17 Nisan 1940 tarihinde kurulmuş olan Köy Enstitüleri idi.

  • Köy Enstitüleri projesi, okuma yazma oranı %5’i bile bulmayan
    Anadolu gerçeğinin kendi tarihini yaratma mücadelesidir.”
     desek yanlış olmaz.

Tümüyle Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde
Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel ile dönemin İköğretim Genel Müdürü
İsmail Hakkı Tonguç bizzat yönetmişti.

Köy Enstitüleri, geleneksel “derse ve kitaba dayalı eğitim” yerine, yaşamın pratiği içinde, “iş için, iş içinde eğitim” ilkesi eğitim anlayışıyla kurulmuştu.
Dahası, her Köy Enstitüsünde öğrenciler kendi okullarını ve üretim atölyelerini kendileri inşa ediyor; kendi öğretmenlerini yetiştiriyordu. Öğretmenleri ise gerek öğrencilere, gerekse köylülere pratik tarımsal üretim tekniklerini, okuma yazmayı ve temel bilgileri öğretiyordu.

1940-46 arasında Köy Enstitülerinde on beş bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve kapatıldığı 1954 yılına dek 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam
17.251 köy öğretmeni yetiştirilmişti.

Ancak, Köy Enstitüleri, yalnızca okuma yazma, temel bilgiler ve pratik üretim eğitimi ile değil, aynı zamanda sanat, edebiyat ve müzik eğitimi alanlarında da öncü kurumlar olarak tanınmaktaydı. Öğrenciler, geleneksel saz, keman ve mandolin gibi müzik aletlerini öğrenmekte ve oluşturdukları bandolarda 17 Nisan ve 29 Ekim şenlikleri başta olmak üzere konserler vermekteydi. Hasan Âli Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı döneminde çok sayıda dünya edebiyat klasiğini Türkçeye tercüme ettirmişti.

Köy Enstitüleri, öğrencileri her yıl 25 tane (ayda 2 tane!) klasik romanı okumakla yükümlüydü.

Köy Enstitüleri, kanımızca Anadolu gençlerinin birer yurttaş olarak gelişimine
4 alanda öncülük etmiştir:

İlki, Köy Enstitülerinde eğitim gören gençler konuşmayı ve kendilerini ifade etmeyi öğrenmişlerdir. Bu konuda çok sık anlatılan bir öyküye göre, İsmail H. Tonguç bir enstitü ziyaretinde öğrencilere sorduğu sorulara yanıt alamaz. Genç öğrenciler utançlarından Tonguç’un yüzüne bile bakamazlar. Bunun üzerine Tonguç
şu yorumda bulunur:

“Anadolu köylüsü 600 yıldır susturuldu. Bundan böyle bu öğrencilerimize yalnızca matematik ve fen ilimlerini değil, aynı zamanda konuşmayı da öğretmeliyiz”.

Köy Enstitüsü öğrencilerinin ikinci kazanımı haklarını arama kararlılıklarıdır.

Alev Coşkun’un bize aktardıklarına göre, öğrenciler, öğretmenleri ve yöneticileri ile birlikte her cumartesi günü toplanmakta; karşılıklı olarak yakınmalarını bildirmekte ve açık eleştiri ve özeleştiri ortamında demokratik hak arama bilinci geliştirmekteydiler.(*)

1940’ların baskıcı ortamında verilen bu demokrasi sınavı, gerici, karşıdevrimci çevreler tarafından “komünistlik öğretiliyor” propagandası yayılarak engellenmek istenmiş ve bu mücadele, Enstitülerin kapatıldığı 1954 yılına dek sürmüştür.

Köy Enstitülerinin üçüncü kazanımı laik ve çağdaş eğitim anlayışını Anadolu insanına tanıtmasıdır. Bilimsel kuşkuculuk, öğretileni sorgulamak, sanat, edebiyat ve müziğe yakın ilgi Köy Enstitülerinin ana eğitim felsefesini oluşturmaktaydı.
Ama daha da önemlisi, (dördüncü olarak) Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler bir arada karma eğitim yapıyor ve birlikte okuyor, birlikte çalışıyor ve
birlikte üretiyordu.

Kadın erkek eşitliği ve yurttaşlık bilincinin temellerinin atıldığı Köy Enstitüleri,
kısa zamanda büyük toprak sahiplerinin, ağaların ve Cumhuriyet Türkiye’sinin karşıdevrimcilerinin ortak düşmanı haline geldi.

“Komünizm tehdidi”, “Din elden gidiyor”, “Halkımız din eğitimi alabilecek imam ararken gençlerimiz komünistlik öğreniyor.” türünden gerici propagandalar, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Marshall yardımı aracılığıyla Amerikan emperyalizminin güdümüne girdiği yıllarda Köy Enstitüleri büyük bir karşı saldırıyla karşılaştı.

Nitekim köy ağaları bir yandan kırsal kesimde kendi egemenliklerinin sonu olabilecek Köy Enstitüsü eğitim sistemine karşı çıkarken bir yandan da

ABD; Türkiye’ye sağladığı mali destek karşılığında

– “beş yıllık kalkınma planları” ve 

– Köy Enstitüleri”leri gibi “Sovyet sistemine benzer uygulamaların” 

kaldırılmasını talep etmekteydi.

Karşıdevrimci muhalefetin saldırılarının yükselmesiyle birlikte 1947’de Köy Enstitülerinin müfredatları değiştirildi ve sonunda da 1954 yılında Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından kapatıldı. İsmet İnönü“CHP oy yitiriyor kaygısıyla” bu gelişmelere sessiz kaldı.

Köy Enstitülerinin tarihçesi, özellikle genç okurlarımız için geçmişte kalmış,
nostaljik bir proje olarak görünebilir. Oysa bu proje çok sayıda akademik araştırmaya konu olmuş, tüm dünya eğitim yazınında büyük ilgi uyandırmış bir ulusal yurttaşlık projesinin atıldığı çok önemli bir adımdır.

  • Köy Enstitüleri; Anadolu İhtilali’nin ve yarım bıraktırılmış
    Anadolu Rönesansı’nın 
    son derece önemli bir mihenk taşıdır.

 

Nice 17 Nisan’lara…

_________________________

(*) Alev Coşkun, “Hasan Âli Yücel, Aydınlanma Devrimcisi”,
Cumhuriyet Kitapları, Nisan 2007.

Laiklik Demokratik Cumhuriyetin Çimentosudur

Prof. Dr. Mahmut ADEM
Eğitimbilimci

Laiklik Demokratik Cumhuriyetin Çimentosudur

Bugün “Laiklik Günü”nün 85. yıl dönümüdür. Türkiye Cumhuriyeti laiklik niteliğini,
10 Nisan 1928’de İsmet İnönü’nün 120 arkadaşı ile birlikte verdiği yasa önerisiyle anayasanın  2. maddesinden

“Türkiye Devletinin dini, İslam dinidir.” kuralının çıkarılmasıyla kazanmıştır.

Laiklik Nedir           ? 

Laiklik Fransızcadan alınmıştır. Fransız Cumhuriyeti, 1789 Devrimi ile laiklik odağında kurulmuştur. Türkiye’de laiklik ilkesi anayasaya 1937’de girmiş olsa da, laikliğin temeli; Öğretim Birliği Yasası, Halifelik ve Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nı kaldıran
3 Devrim Yasası ile atılmıştır (3 Mart 1924). 1924’ten başlayarak başta eğitim olmak üzere, hemen her alanda laiklik fiilen uygulanmaya başlanmıştır.

Atatürk’e Göre Laiklik                  :

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların
vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. Türkiye Cumhuriyetinin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar… dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır.
Din düşüncesi vicdani olduğundan Cumhuriyet, din düşüncelerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesinde başlıca başarı koşulu görür.”

“Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayamaz. Türk devleti laiktir. Her yetişkin dinini seçmekte serbestir. Ancak din lüzumlu bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şu var ki, din Allah ile
kul arasındaki bağlılıktır.”

  • Laiklik, devletin her türlü inanç karşısında yansız ve herkese eşit davranması ve belli bir dini temsil etmemesidir.
  • Laiklik; dinsizlik ya da din düşmanlığı değildir. 

Ancak dünya işlerinin arkasında  Tanrı ya da elçisinin buyruğunu bulmaya alışmış kişiler bu ayrımı anlayamazlar. Bunu ancak  aydınlanmış, özgür kişiliği olanlar anlayabilir.

Laiklik, ille de aynı inançları paylaşmaları gerekmeyen bireyleri bir arada yaşatmanın
bir aracı
dır.

Laiklik, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın söylediği gibi ayrıştırıcı değil,
tam tersine toplumu  birleştircidir, ulusal birliğin temel taşı, harcı, çimentosudur.

  • Toplumumuz, 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin hiçbir evresinde,
    AKP iktidarında olduğu denli ayrıştırılmamıştır.

Türkiye’de laiklik  bunalıma girdiğinde -ki bugün girmiştir- devlet, Türk toplumuna ortak bir gelecek sunmaz. Laik devlette, kılık kıyafetle ilgili bir düzenleme yapmak,
din işi değil, devlet işidir.

Anayasaya göre (md. 2) “Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devletidir
.”

  • Laiklik; demokratik Cumhuriyetin “olmazsa olmazı”dır.

Laikliğin en çok bilinen iki önkoşulundan biri, devletin ve halkın tüm dinlere karşı hoşgörülü olmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunda bu ilke başarı ile uygulanmıştır. Yüzyıllarca Müslümanı, Musevisi, Hıristiyanı barış içinde birlikte yaşamışlardır.

İkincisi; devlet yaşamında, yasal kurallarda dinsel dogmaların egemen olmamasıdır.
Bu konuda da, 1923 Aydınlanması ile çok önemli gelişmeler sağlanmıştır.
Hatta Türk devletinin laiklik konusunda attığı adımlar yurt dışında bile ses getirmiştir. Fransız Başbakanlarından E. Herriot, 1933’te İstanbul’da Atatürk ile görüşmesinde şöyle diyor:

  • “Paşa, size nasıl hayran olmayayım. Ben Fransa’da laik program uygulayan bir hükümet kurmuştum. Bu kabineyi, Papa’nın Paris’teki temsilcisinin yardımıyla papazlar devirdi. Siz, bu taassup havası içinde laikliği bu topluma nasıl kabul ettirdiniz? Dehanızın büyük eseri, laik bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmak olmuştur.”

80 yıl sonra bugün gelinen noktada Türkiye Cumhuriyeti laik mi?  

2002’den beri, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olan” bir parti (Anayasa Mahkemesi kararı) iktidardadır. AKP’li Cumhurbaşkanı şöyle demişti:

“ İslama aykırı kanunlar kalkacak…
Türkiye’de geçerli kanunlar arasında İslama aykırı olanlar da var, 
olmayan da.
Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkımı kullanacağım.
Halka bu imkanı vereceğim.”

Aynı yıllarda Başbakan RT Erdoğan şöyle diyor:

  • “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye!
    Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabi elden gidecek…
  • Hem laik hem müslüman olunmaz.”

İşte ülke yönetiminin en tepesindeki bu ikili el ele verip  4+4+4 “ucube” yasayı getirdiler. Bu yasa, on yıllık şeriatçı kadrolaşmanın “tuzu-biberi” olmuştur.
Bu yasa ile Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası ve Anayasa’nın laiklik ilkesi yok sayılmıştır. Demek İslama aykırı görüldü! Oysa Öğretim Birliği Yasası ile;

Din odaklı bilgisiz imam ve kadı yetiştiren medrese eğitimine son verilerek laik eğitime
ilk harç konulmuştu. Ve Menderes’in deyişi ile “münevver din adamı” yetiştirmek üzere imam-hatip okulları açılmış ve bir İlahiyat Fakültesi açılması öngörülmüştü.

  • AKP iktidarında eğitim “dinci”leştirildi, okullar “imam-hatipleştirildi”,
    üniversiteler “medreseleştirildi.”

***** *****

Laik Eğitim Nedir?  

Laik eğitim, dinden buyruk (emir) almayan eğitimdir.

Laik eğitimde; öğretim programları ve ders içerikleri  bilimsel ilkelere dayanır, yönetici ve öğretmenler nesnel (objektif) davranışlar gösterir, çocuk ve gençler bağnazlıktan uzak tutulur.  Velinin çocuğuna  istediği dinsel eğitimi vermede ya da vermemede özgür olması, kız öğrencilere örtünmeleri için siyasal, parasal ve manevi baskı yapılmaması
laik eğitimdir.

Laik eğitimin hedefi;

  • özgür düşünceli, özgür vicdanlı, özgür davranışlı kuşaklar yetiştirmektir.

Fransız yazar Emile Zola (1840-1902) şöyle diyor:

  • “İrtica saltanatını, bir ülkenin eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir kalır. Okullarda beyinleri yıkanan kuşaklar,  yönetimde görev aldıkları zaman ülke çıkarlarını değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır.” 

Zola,  yüzyıllarca önceden sanki bugünün Türkiye’sini betimlemiş.
Ne dersiniz? (10 Nisan 2013)