Etiket arşivi: artık sizi ben bile kurtaramam

“ARTIK SİZİ BEN BİLE KURTARAMAM”

Dostlar,

Görünen o ki, 30 Mart 2014 gece yarısı saat 23.37’de AKP gene % 40’ın üzerinde oyla Türkiye genelinde 1. parti. Önceki genel seçimlerde %38 oy almıştı.
Oylarını hemen hemen koruyor.. Bunca olumsuz olaya karşın !??

Bu tablonun irdelemesi uzun boylu yapılacaktır elbette..
Önce sonuçları kesin olarak görmeyi beklemek gerekir.

Elektrik kesilmeleri dahil, iktidar bu gibi tehlikeli yöntemlere asla başvurmadan sonuçları adil, saydam ve güvenilir biçimde ilan etme sorumluğu altındadır.
YSK tarihsel ve ağır bir sorumlukla yüzyüzedir.

Biz tam da bu kesitte, yaklaşık 50 yıl önce, seçimlerde zafer sarhoşluğuna kapılarak
bir dizi demokrasi dışı eyleme sürüklenen DP iktidarının kritik hatalarını anımsatmak ve AKP’lilerin dikkatini çekmek istiyoruz ..

Sevgi ve saygı ile.
31 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

“ARTIIK İZİ BEN BİLE KURTARAMAM 

(-Siyaset, ölülerden medet ummak işi değil, ülke sorunlarına çözüm bulma sanatıdır…)

portresijpg
Kemal Arı


Hemen anımsayalım.
Bu sözler kimin?

 

 

Kurtuluş Savaşı’nın en önemli isimlerinden, Batı Cephesi Komutanı; Lozan kahramanı, Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı; 2. Dünya Savaşı’na Türkiye’yi savaşa sokmama hünerini gösteren ve savaştan sonra da Türkiye’de
Tek Parti yönetimine son vererek, Demokrat Parti’nin kuruluşunun önünü açan
İsmet İnönü’nün…

Daha Atatürk’ün sağlığında bile, doğrudan Atatürk’e söz edemeyenler,
İsmet Paşa’yı hedeflerine alırlardı. Bu yazgı, Atatürk’ün ve hatta İsmet Paşa’nın ölümünden sonra da değişmedi. Giderek daha geniş bir biçim aldı:

Kim Türk Devrimi’ne ve onun getirdiği aydınlanma sürecine vurmak istiyorsa;
buyurun İsmet Paşa ortadaydı…

Sanki günah keçisi olmuş, bedeni ve varlığıyla devrimi simgeliyordu.
Sanki bu ülkenin çocuğu değil; ve sanki O, ülkesinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşmamıştı… Bayrağını başının üstünde tutmamış; büyük özverilere katlanmamış gibi görülüyor ve öyle anlatılıyordu…

Rıza Nur gibi kırıklar bile kimi çevrelerce göklere çıkarılırken;
O, değişik kesimlere bir türlü yaranamamıştı.

Saçma sapan suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı: Yok paradan puldan Atatürk’ün resimlerini kaldırmıştı; güya O’nun döneminde Kur’an yasaklanmış;
camilerin kapılarına kilit vurulmuş, kapısına jandarma dikilmişti…

Anlamadan, bilmeden, kulaktan dolma ön yargılardı bunlar…
Dinin gereklerini millet öğrenmesin diye düşünenler, koyu bir taassup içinde,
Kuran’ın çevirisine bile karşıydılar oysa…

Tanrı; “Beni anlayın” diyor, onlar Tanrı ile kul arasına duvar örmeyi
dindarlık sayıyorlardı.

İsmet Paşa yanlış yapmadı mı?
Her insan yanlış yapar.
O da yapmıştır elbet; tıpkı Menderes’in, Bayar’ın yaptığı gibi…
Ancak O’na bir “vatan haini” demeye getirmelerin anlaşılabilecek, vicdani bir yanı
var mıydı?
Hayır…
Ancak acı olan, tarihsel verilerin hamaset duygularında sıyrılıp yerli yerine konulamamasından ve farkında olarak ya da olmayarak siyasal duruşu
“tarafgir” bir noktaya koymaktı…

Günümüz siyasetçilerinin işi, ölüler üzerinden değil, ülkenin gerçek sorunları üzerinden siyaset yapmak; ülkenin içinde bulunduğu sorunlara çözüm üretebilmektir…

Ancak, vicdan terazisine vurduğunuz zaman; hem İsmet İnönü hem de O’nun
ezeli karşıtı gibi görülen Celal Bayar’dan biri değerli de öteki değersiz olabilir mi?

Biz gelelim O’nun ünlü sözüne:

  • “Sizi ben bile kurtaramam!”

Kime demişti bu sözü? Demokrat Parti’nin önde gelenlerine…
Çünkü Demokrat Parti, iktidarının sonlarına doğru o denli akıl almaz işlere yönelmişti ki; iş normal iktidar muhalefet ilişkisinin çok ötesine geçmiş; Anayasa’yı ihlal eden girişimlerde bulunulmuş; ülkede keskin bir ayırımcılık başlamıştı. Basına önemli sansürler getirilmişti. “Meclis Tahkikat Komisyonu” adıyla bir komisyon kurularak, demokrasinin vazgeçilmez özelliklerinden biri olan muhalefetin sesi kısılmaya çalışılmıştı.

Dünya görmüş, deneyimli; bu deneyimleri nedeniyle sezgileri yüksek bir kişilik olan İsmet Paşa, ülkenin bu gerilimli durumunu görüyor; son gelişmelerde yurttaşların “bizden olanlar ve olmayanlar”, “Vatan Cephesi’nden olanlar ve olmayanlar” diye ayırıma uğradığını görüyor; bu ayırımcılığın yaratacağı felaketi sezinleyerek
tarihsel uyarılarını yapmaktan geri kalmıyordu.

Bu noktaya nasıl gelinmişti?

Kimi anımsatmalarda bulunalım:
Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de iktidar olarak, Tek Parti yönetimine son verdi.
Tek Parti’nin başında olan İsmet İnönü ise bütün samimiyetiyle Demokrat Parti’ye sorunsuz biçimde iktidarı bıraktı. Demokrat Parti zaman içinde devrimi, devrimin gerçekleştirdiklerini küçümseme, kamuoyunun önemli aktörleri olan üniversiteye ve basına baskılar yapmaya başlamıştı.

Bu arada güzel işler de oluyor; örneğin kırsal alan daha çok siyasetin içine çekiliyordu.
Ancak bu yapılırken, gereksiz ajitasyonlarla ülkede ikilik çıkarmaktan ve
geçmişe amansız ve acımasız eleştiriler getirmekten de geri kalınmıyordu.
1954 yılında bu durum, kimi özgürlükleri kısıtlayıcı bir nitelik aldı. Örneğin basın özgürlüğünün önüne kimi engeller konuldu. Hükümet, devlet tekelinde olan
radyo yayınlarına istediği gibi müdahale edebilecek yetkiler aldı. Bu olayların yanlışlığını savunan on kadar Demokrat Partili milletvekili partiden kovuldu.
Bu olayların demokratik bir tavır olmadığını savunan öğretim üyeleri üniversitelerdeki görevlerinden alınarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın emrine verildi.

İşler bununla kalsa iyi:

Örneğin, Kırşehir daha önce il yapılmışken, Demokrat Parti’yi yeterince desteklemediği için, yeniden ilçe yapıldı.

Necip Fazıl Kısakürek Demokrat Parti’den aldığı paralar karşılığında, Türk Devrimi’ni ve onun kazanımlarını kötülüyor; kalemini bir siyasal dava uğruna satarak kullanmasında iktidardan gereken desteği görüyordu.

Gazeteciler; iktidar yanlısı ve karşıtı olarak ayrılmışlar; karşıt görenler en küçük bir gerekçeyle tutuklanırken, yandaş olanlar suç da işleseler, kimi gerekçeler gösterilerek tutukluluk durumundan kurtuluyorlardı. Başta Metin Toker’in “Akis” i olmak üzere, azıcık eleştirel bir tutum içine giren basına akıl almaz baskılar uygulanıyor;
gezeteciler tutuklanıyor; yıllara varan hapis cezaları alıyor; hatta gazetenin
düzenli çıkmasını engellemek için gereken kağıt bile gazetelerden esirgeniyordu.

Hukuk Fakültesi’nin önemli öğretim üyelerinden Prof. Bülent Nuri Esen,
Demokrat Parti yönetimi için; “Demokrasi değil kakokrasidir” diyordu.

Demokrat Parti, ilerleyen yıllar içinde basına olan baskısını daha da artırdı.
1956 yılında yeni bir düzenleme yaparak muhalefetin iyice sesini kıstı.
Bu düzenleme ile birlikte, basın mensupları için ağır cezalar öngörülüyordu.

İş burada da kalmadı..

Vatan Cephesi’nin kurulması, üniversitelerde özgürlüklere vurulan zincirler dolayısıyla başlayan hareketler ortamı iyice gerdi. Giderek Demokrat Parti ordudan ve üniversitelerden gelecek hareketlerden çekinen bir noktaya geldi. Üstelik Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1957 seçimleriyle birlikte gittikçe artan bir ivmeyle oylarını çoğalttığını görünce, iyice vehime kapıldı. 18 Nisan 1960 günü çıkarılan bir yasa ile Meclis Tahkikat Encümeni kuruldu. Bu yasa ve ilgili encümen çalışmaları ile, Mecliste olan biten şeylerin bile kamuoyuna sızdırılması yasaklar kapsamına alınıyordu.

Meclis görüşmeleri ile ilgili haber yapılamayacaktı. Bu kararın çıkmasından önce,
bütün deneyimleriyle İsmet Paşa Demokrat Parti sıralarına bakarak, şunları söylemişti:

  • “Artık sizi ben bile kurtaramam..:”

Gerçekten de bu ölümcül düzenleme sonucunda, İsmet Paşa’nın bu sözlerine
yer veren Ulus gazetesi sabaha karşı basıldı. Basılan gazete nüshalarına el konuldu. Örneğin, artık bu karardan sonra gazeteler Türkiye’deki öğrenci hareketlerinden değil de Kore’deki öğrenci hareketlerini haber olarak verebiliyordu.

Yasakçı bir zihniyet, basın özgürlüğünün önüne ağır bir taş gibi oturmuştu.
Yasakçılık; yasaklama ve sansür…
Gerçekleri perdelemek, olanı olduğundan farklı gösterme uğraşısı…
Siyaset dünyasının en acımasız aktörü, sansür ve yasaklamalardır.
Çünkü bu tavır toplumsal muhalefeti artırır, kuşkuları daha da büyütür ve
hiç beklenmedik kimi etkenler devreye girerek; yasakçının dünyasını alt üst eder…

Tarih, geçmişin birikiminden yararlanabileceğimiz en büyük hazinedir…
Ne demişti İsmet Paşa, yeniden anımsayalım:

“Artık sizi ben bile kurtaramam!”

27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!



27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!
[1]


Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net

“Ulusun geleceğine yalnız ve ancak ulus egemen olacaktır.
Ulusu temsil eden ulusal irade ulus adına sınırlı ve
belirli bir zaman için manevi kişiliğini de belirten
Millet Meclisi de en sonunda ulusça yenilenmekle karşı karşıyadır.
Özde olan ulustur.
Egemenlik onun olduğu gibi, yönetim hakkı da onundur.”
(1923, Eskişehir – İzmit konuşması)

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

27 Mayıs Devrimi‘nin ülkemize en büyük armağanı, öncelikle insanlarımızın Vatan / Millet cephesi diye acımasızca yapay düşman kamplara ayrılmasının durdurulmasıdır. Radyolardan saatlerce, tek başına iktidarda olan DP’nin (Demokrat Parti) kurduğu “Cephe”ye katılan yurttaşlar  sayılmıştır.

Ayrıca ekonomik olarak DP iktidarının bir enkaz bıraktığı da belgelidir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 14 Mayıs 1950 seçimini DP’nin kazanması üzerine Cumhurbaşkanlığı’nı DP Milletvekili Mahmut Celal Bayar’a devrederken bıraktığı yaklaşık ikiyüz ton altın, Hazine eliyle teslim alınmıştır. Menderes, kötü ekonomi yönetimi ile ülkemizi, hovardaca,  tarihinin en ağır ve en yüz kızartıcı akçal (mali) bunalımına sürüklemiştir.

Temmuz 1958’de dış borç taksitini ödeyemeyince, beş yüz milyon doları aşan “destek” (gerçekte yeni borç!) için Hazine’deki altın rezervleri Londra Merkez Bankası’na götürülerek rehin verilmiştir. Bu altın kolilerini, Türk Hava Kuvvetleri subayları, yüklerinin ne olduğunu bilmeden taşımışlardır.

3 hafta önce 01 Mayıs 2013 günü 88 yaşında yitirdiğimiz Em. Hv. Plt. Kr. Alb. ve eski Halkçı Parti İstanbul Milletvekili (TBMM 17. Dönem; 1983-87) Hüseyin Avni Güler‘in anlatımlarının ses kayıtları arşivimizdedir. Ayrıca ADD web sitesinde kendisi ile yapılan ve yayımlanan söyleşi.. (28.5.2012)

Bunlara ek olarak; IMF, DP’nin 500 milyon dolara yaklaşan borçlarının konsolidasyonu (bir süre ötelenerek yeniden yapılandırılması, taksitlendirilmesi) için çok yüksek oranlı devalüasyon dayatmıştır. 2.80 TL olan 1 $, 9.025 TL’ye yükseltilerek Türk parası % 322 oranında vahşice değersizleştirilmiştir! DP İktidarı bu politikaları ile her mahallede1 yandaş milyoner yaratma saçmalığı (irrasyonelliği) içinde olmuş, akıl dışı sömürgen ekonomi politikaları ile ülkemizi
uluslararası iflasa (moratoryum) sürükleyerek ulusal onurumuzu ayaklar altına düşürmüştür.

Mali faturayı gene yoksul halk kitleleri daha da yoksullaşarak ödemiştir. Gelir dağılımı iyice adaletsizleştirilmiştir. Gariban halkımız, o mahalle milyonerinin kendisi olabileceği (?) yanılsamasına düşürülmüştür. İktidar yandaşlarından mahalle milyonerleri türetilirken de yığınlar acımasızca yoksullaştırılmıştır.
Bu politikanın iktisadi mantığının savunulabilir yanı var mıdır?
Ülkeye net ve yeterli yeni kaynak girmeden “her mahallede” (iktidarın yerel örgüt başkanları!) “nedensiz varsıllaşma” (sebepsiz iktisap!) ile nasıl birer milyoner yaratılabilirdi ki ??

*****

27 Mayıs Devrimi’nin insanımıza en güzel armağanı ise 1961 Anayasasıdır

Bu Anayasa, dünya genelinde en ilerici ve demokrat anayasalardan biridir. Ülkemiz hızlı bir özgürleşme sürecine bu anayasal iklimle girmiştir. Nitekim 12 Mart 1971 gerici darbesinin gerekçelerinden biri, 12 Mart Muhtırası’na imza koyan dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç‘a göre,

  • “..bu anayasanın ülkemize bol gediği.. sosyal ve politik uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı..” yönündedir.

Oysa 1961 Anayasası Türk siyasal sistemine çok ciddi kurumlar ve araçlar kazandırmıştır :

– Anayasa Mahkemesi,
– Cumhuriyet Senatosu (Çift Meclis; 450 üyeli Millet Meclisi + 150 üyeli Senato),
– Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),
– Yüksek Hakimler Kurulu,
– Kredi ve Yurtlar Kurumu,
– Devlet Personel Dairesi,
– Basın İlan Kurumu,
– Türk Standartları Enstitüsü (TSE),
– Milli Güvenlik Kurulu (MGK),
– Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK),
– Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK),
– İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi
– Milli Prodüktivite Merkezi (MPM)..

Bunların dışında;

– Sosyal devlet,
– Emekçilere sendikal haklar, grev ve toplu sözleşme hakkı,
– Yargı bağımsızlığı – yargıç güvencesi,
– Sosyal güvenlik hakkı (1964’te SSK’nın Emekli Sandığı’na ek olarak kurulması..
sonra BAĞ-KUR),
– üniversite özerkliği (1750 sayılı yasa ile 1945’lerin 4936 sayılı yasası daha da ileri
taşınarak),
– Radyo ve televizyon bağımsızlığı,
– Basın – fikir işçileri yasası,
– İdarenin tüm işlem ve eylemlerine yargı denetimi yolunun açılması,
– Seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri yasası : Barajsız, temsil adaleti
sağlayan seçim sistemi olarak Ulusal Artık – Milli Bakiye sistemi..
(TİP bu sayede 15 milletvekili kazandı 1965 seçiminde.. Başbakan Süleyman Demirel
seçim sistemini değiştirdi ve 1968 seçimlerinde öncekine yakın oranda oy alan TİP
ancak 3 vekil çıkarabildi!)
– Seçimlerde yargıç güvencesi ve gizli oy, açık sayı döküm kuralı,
– İlköğretim ve eğitim yasası,
– Ortaöğretimde bilim insanı yetiştirmek için fen liselerinin açılması,
– Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi;
  224 sayılı yasa ile Sağlık Ocaklarının açılması.. (5 Ocak 1961)
 (Anayasa md. 49 ile sağlık hizmetlerinin Devlete ödev, yurttaşa hak olarak
tanımlanması.. Dönemin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ve bu yasanın mimarı
  Prof. Dr. H. Nusret Fişek’e göre bu yasa,
  “ATATÜRK’ün izinde bir Devrim yasasıdır! )

– Gelir vergisi yasası..

gibi birçok yasa çıkartılarak demokratik yaşam sosyal ve hukuk devleti ilkeleriyle bütünleştirilmiştir.

Bu adil temsile dayalı seçim sistemi sayesindedir ki; Türkiye İşçi Partisi 15 milletvekili ile TBMM’de adil temsil edilme olanağı bulmuştur (1965; Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan vd.). Daha sonra bu seçim sistemi ile büyük partiler yararına oynanarak temsilde adalet ilkesi çiğnenmiştir. İzleyen seçimlerde TİP, öncekine yakın oy almasına karşılık ancak
3 üyeyi TBMM’ye taşıyabilmiştir (1968).

  • 1961 Anayasası; hukuk dışına çıkarak meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı, Türk halkının meşru direnme hakkını kullanarak hükümeti görevden aldığını vurgulayarak başlamaktadır.

İlk 2 maddesini 1924 Anayasasından aynen almıştır. Cumhuriyetimizin 6 temel niteliğini
3. maddesinde saymaktadır. Bunlardan ilki “İnsan haklarına DAYALI” olmaktır. Öbür 5 nitem (sıfat) 82 Anayasasında aynen yinelenmiş, ilk özellikte ise “dayalı” yerine “saygılı” sözcüğü almıştır.

Ulusal Kahraman Yüce Atatürk‘ün en yakın dava ve silah arkadaşı, 2. Cumhurbaşkanı, çok partili yaşama barış içinde geçerek iktidarını altın tepsi içinde DP’ye sunan
İsmet İnönü‘ye yapılan birkaç fiziksel saldırıda DP’nin açık tahrikleri, çanak tutuşu ile Aziz İnönü‘nün ölümden dönmesi, kafasının taşla kırılması (Kayseri, İstanbul Topkapı ve Uşak saldırıları) adı “Demokrat” olan bir partiye yakışır mı? İnönü’nün,
TBMM’deki CHP grubu için savcı-yargıç yetkisiyle donatılmış 15 DP Milletvekilinden Tahkikat Komisyonu kurarak CHP’yi kovuşturup kapatmaya yeltenmesi nasıl açıklanabilir? İşte bardağı taşıran Nisan 1960’taki bu derin aymazlık üzerine
aziz İ. İnönü;

Artık sizi ben bile kurtaramam..
uyarısını yapmış fakat ne yazık ki gene bir işe yaramamıştır..

1932’den beri Türkçe okunan Ezan’ın, iktidar oluşu (14 Mayıs 1950) 16 Haziran 1950’de yeniden Arapçaya döndürülmesi de DP iktidarının karnesinde yazılı
ne yazık ki…

İstanbul Üniversitesi’nde, DP’nin açıkça despotlaşan politikalarını protesto eden gençlerden Turan Emeksiz’in polis kurşunu ile öldürülmesi, İstanbul Üniversitesi Rektörü, engin hukuk bilgini ak saçlı Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın yerlerde sürüklenmesinin bağışlanacak yanı var mıdır?

Nihayet Menderes hükümeti, 6-7 Eylül 1955 İstanbul olaylarında Rum kökenli yurttaşlarımıza yönelik vahşi saldırı ve yağmanın da sorumlusudur ve biz tüm bunlardan, hâlâ çok utanmaktayız.

Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun her şeye karşın idam edilmemesi yerinde olurdu.
MBK’da (Milli Birlik Komitesi) idamı engelleyecek çoğunluk, ne yazık ki 3 oyla kaçırılmıştır. Yassıada Mahkemesi başkanının belirttiği, yargılamanın idamla sonlanmasının iktidarca istendiği itirafı ve adil yargılama yapılmayışı,
infazın kendisi ve uygulanma biçimi bakımından da acı duyuyor, hâlâ utanıyoruz.
(Mahkeme Başkanı Salim Başol’un :
 “Sizleri buraya tıkan irade böyle istiyor.” itirafı..)

Keşke Alb. Talat Aydemir ve Bnb. Fethi Gürcan da asılmasalardı.. (1962-3)

Keşke, 12 Mart 1971 darbecileri hüneriyle (!) TBMM’de “3’e 3 intikam!” naraları ile Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin Aslan da 1 tek kişinin canına kıymamış fidanlarımız olarak yaşamlarının baharında darağacına yollanmasalardı!
Ve de keşke 12 Eylül yönetimi 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşını büyüterek
idam cezasını infaz etmese idi..

Uğur Mumcu konuya ilişkin bir yazısını şöyle bağlıyor:

  • “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayısçıyız.
    Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, Devrimci Aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayısçı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

Sayın Hüseyin Avni Güler’den 2 kritik anı aktarmak isteriz :
(http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1:, 26.5.13)

  • “..Celal Bayar ve Menderes’in milliyetçi, mukaddesatçı ve Müslüman yönetimi tarafından Lübnan’da Müslümanlara değil de Hıristiyanlara Türkiye’den 85 uçak dolusu silah ve cephane götürdüğümüzü..”
  • Gene Celal Bayar – Adnan Menderes yönetiminin, son yıllarının dış ülkelerden kredi (borç!) alınamadığı için, 1950 seçimlerinden sonra İsmet Paşa’nın hazinede biriktirdiği 128 (yüz yirmi sekiz) ton altının çoğunu dışarıya rehin vererek kredi alması meselesi… Bu olayın da Meclis’ten ve Hükümet’ten geçmiş olması gerekir; ancak o günlerin tanığı olanlar ve basında yazıldığını hatırlaması gerekenler bilgi vermediler. Gene yükümüzün ne olduğunu bilmeden Londra’ya 2 (iki) tondan fazla altın götürdüğümüzü ve uçaklar dışında gemilerle, trenle ve tırlarla 100 (yüz) ton kadar altının dış ülkelere rehin gönderildiğini biliyorum. 27 Mayıs’ta Maliye Bakanımız büyük insan Kemal Kurdaş, yaklaşık 96 (doksan altı) ton altını geri getirtti. Sayın Kurdaş, tasarruf bonoları çıkararak memur ve işçilerden alınan paralarla bu görevi başardı.

Görüldüğü gibi tarih hiçbir şeyi unutmuyor, her şey kaydediliyor. Onu çarpıtarak tek yanlı mağdur edebiyatı ile bir yerlere varma olanağı yoktur. İnsanların ülke yönetiminde kişisel hırslarını mutlaka dizginlemesi ve emeğin hukukunun (egemenlerin değil!) üstünlüğüne bağlı kalmaları beklenir.

Başta “Cemal Aga” nam Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel olmak üzere;
27 Mayıs 1960 Devrimi’ni ve kazanımlarını Ulusumuza armağan eden
Türk Ordusu’nun genç Harbiyelilerini şükranla selamlarız.

Büyük ATATÜRK gene yolumuzu aydınlatıyor :

  • “Özgür olmayan bir ülkede ölüm ve yok olma vardır. 
    Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.”

12 Eylül 1980 yönetiminin kaldırdığı

HÜRRİYET ve ANAYASA BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

27 Mayıs kutlu olsun

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
26.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net


[1] http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=14248&action=edit&message=1 adresinde yayımlanan (26.5.13) “Hüseyin Avni Güler’in Saygın Anısına :
27 Mayıs Devrimi’ne neden ve nasıl katıldım?”
başlıklı yazımıza da bakılması..

Konuk yazar : 27 Mayıs’ın 52. Yılı Kutlu Olsun !

27 MAYIS
YA DA “ULUSAL EGEMENLİK” İLKESİNİN DOĞRU ANLAMI!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci

27 Mayıs Devriminin ulusumuza kazandırdığı 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde
şu yazılıdır:

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”

Yurdumuzda insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı devlet ve toplum düzenini engellemek isteyen, özgürlük düşmanı, sağlı-sollu gerici ve baskıcılar, gözleri kestiğinde “ulusal egemenlik” ilkesini küfür ve/ya da aldatmaca olarak niteleyip açıkça demokrasi düşmanlığı yapmışlar; gözleri kesmediğinde ise ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” anlayışına indirgeyerek, ‘seçimlerde çoğunluk oyunu alan bir siyasal kadronun istediği her şeyi yapabilmesi’ diye tanımlayıp içini boşaltmaya kalkışmışlardır.

Bunun için de, demokrasi düşmanı tutumlarını açığa çıkaracak olan “baskıcı, yani meşruluğunu yitiren bir yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı” nın ulusal egemenlik düzeninin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğine gözlerini, beyinlerini, kalemlerini, mikrofon ve ekranlarını, üniversite kürsülerini, .. sıkı sıkıya kapatmak istemişlerdir.

Bu yüzden 27 Mayıs 1960 askeri müdahelesini de eleştirirlerken, ne “baskıcı yönetime karşı yurttaşın başkaldırma” hakkına, ne de 27 Mayıs’ın demokrasi devrimi niteliğinin göstergesi olan 1961 Anayasasının başlangıç bölümündeki;

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkının kullanıldığını” belirten cümleye tek sözcükle bile değinmeğe yürekleri yetmemektedir.

Dönemin ana muhalefet partisi başkanı İsmet İnönü’nün niçin

“Artık sizi ben bile kurtaramam.
Türk ulusu, Singhman Ree’yi deviren Güney Kore halkından daha az onurlu değildir!”
demek zorunda kaldığına hiç değinememektedirler.

Cumhuriyet’in kuruluşundan beri asıl “darbe” fırsatı kollayanlar, bu demokrasi karşıtı tutum ve davranıştakiler olagelmişlerdir!

Yıllar yılı “Demokrasi Hıristiyan düzenidir; küfür düzenidir; yıkılmalıdır” dedikten sonra, Atlantik ötesi ve AB’den aldıkları işaret üzerine bir sabah birden bire “Biz değiştik; demokrasi karşıtı gömleğimizi çıkardık.” demeğe koyulanlar, gerçekte ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” uygulamasına indirgemek üzere bunu yaptılar.

Tıpkı 1924’te, ulusa demokrasiyi layık görmeyip Saltanat ve Hilafetin kalmasını isteyenlerin, bu çağdışı baskıcı kurumların kaldırılmasına engel olamayınca, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarken yaptıkları gibi!

Bu yüzden o zaman Cumhuriyet, yani ulusal egemenlik karşıtlarının, “saltanat ve halifelik” yerine Cumhuriyet kurulmasını “ulusal egemenliğe aykırı” diye sunmaya kalkışları gibi; bugün de 1960’ta muhalefet partilerini kapatmaya kalkışan baskıcı yönetimin yol açtığı 27 Mayıs 1961 askeri müdahelesini “darbe” diye göstermeye çabalayıp Ordu düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı yapanlar, demokrasi kültürünün, hukuka bağlı yönetim düzeninin, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesinin temel bir gereği olan ve 1961 Anayasasının başlangıç Bölümünde yer alan “Baskıcı yönetime karşı direnme ve başkaldırma” hakkından hiç söz etmezler.

Anayasanın ilk dört maddesinin, ulusal egemenlik düzeninin güvencesi oldukları için değiştirilmesini (daha doğrusu kaldırılmasını) önermenin bile demokrasiye karşı “darbe” girişimi olduğu gerçeğini dile getirmezler.

27 Mayıs’ın 52. yıldönümünde de yine böyle davranacakları bellidir.

Demokrat Parti yönetiminin ne basın özgürlüğü, ne üniversite özerkliği, ne yargıç güvencesi, ne grev hakkı, ne gezi özgürlüğü… tanımadığını, “Muhalefeti karınca gibi ezmek”ten, “İstenirse halifelik ve saltanatın bile geri getirilebileceğinden” söz ettiğini, örgütlü muhalefeti ortadan kaldırmak üzere hem polis, hem savcı, hem de yargıç yetkileriyle donatılmış DP’li milletvekillerinden kurulu bir “Tahkikat Komisyonu” kurdurduğunu, basına sansür uygulamaya başladığını… hiç dile getirmeyeceklerini biliyoruz.

Onlara meydanı boş bırakmamak, çığırtkanca laf kalabalığı ile yurttaşların “ulusal egemenlik” kavramını doğru anlamasını engellemelerine fırsat vermemek gerekir.

Bu konuda en büyük çabayı Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi göstermelidir!

“Baskıcı Yönetime Karşı Direnme” hakkının, ulusal egemenlik ilkesinin özünde bulunduğunu, Batılı ülkelerin faşist ve komünist diktaları ve onların yol açtığı
dünya savaşların yıkımını yaşadıktan sonra, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde bu hakka yer vermek gereğini kavradıklarını her yurttaşın bilgisine ulaştırmak gerekir.

Bu yıldönümünde Mustafa Kemal’in de, demokrasiye olan dürüst bağlılığı ile bu hakkı
daha 1919’dan başlayarak görüp gösterdiğini, Amasya Genelgesi’ndeki “Ulusun geleceğini
yine ulusun azim ve kararının kurtaracağı” ilkesinin bunu anlattığını, bu ilkenin gereği olarak Saltanat-Hilafet baskıcılığına ve keyfiliğine karşı tüm ulusu ayaklandırdığını anlatmak gerekir.

SÖYLEV’de dile getirdiği;

“Ulusal savaş yalnızca yurdu dış saldırıdan kurtarmayı amaçladığı halde, bu ulusal mücadelenin, başarıya ulaştıkça ulusal egemenlik düzeninin bütün ilkelerini.. gerçekleştirmesi, tarihin doğal ve kaçınılmaz akışı idi. Bu kaçınılmaz tarihsel akışı geleneksel alışkanlığı ile hemen sezinleyen hükümdar ailesi, ilk andan başlayarak ulusal mücadelenin amansız düşmanı oldu.” gerçeğini tüm yurttaşların bilgisine ulaştırmak gerekir. Bunun gibi, İzmir’de annesinin mezarı başında ve yanında saltanat-halifelik yandaşı Kâzım Karabekir olduğu halde yaptığı uyarı da her yurttaşın siyasal kültürü içinde gerekli yerini almalıdır:

 “Burada yatan annem, zorbalığın, kıyıcılığın, bütün bir ulusu yok olma uçurumuna sürükleyen kişisel yönetimin kurbanı olmuştur!”

“Annemin mezarı başında ve Tanrı’nın önünde and içerim ki, ulusun bunca kan dökerek
elde ettiği ulusal egemenli¬ğin korunması ve savunulması için, gerekirse annemin yanına gitmekte hiçbir zaman duraksama göstermeyece¬ğim! Ulusal egemenlik uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun!”

“Daha kurtulmuş değiliz. Atılan adımlar, bundan sonra atılacak adımların başlangıcıdır!
Bu adımları doğru ve ye¬rinde atabilmemiz için, kendi geleceğimize kendimiz
sa¬hip olmalıyız!”

27 Mayıs’ın (1961) bu 52. yıldönümünde, demokratik Atatürk Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini açıkça ortadan kaldıracak, “başkanlık düzeni” aldatmacasıyla baskıcılığı yasal kılıfa sokacak yeni bir Anayasa yapılmak istendiği ortamda, Cumhuriyet Anayasası’nın değiştirilmesini önermek bile yasak olan ve “Türk Demokrasi Devrimi İlkeleri” olarak bilinen maddelerinin de, doğrudan doğruya ulusal egemenlik ilkesinin basit bir ‘oy çokluğu’ demagojisine indirgenmesini engellemek ve temel insan hak ve özgürlüklerini (laiklik bu hakların kısa adıdır!) güvence altında bulundurmak için zorunlu olduğunu her yurttaşın anlamasını sağlamaya çalışmak gerekir.

Örneğin, “Siyasal ve kamusal düzen laik nitelikte olsun mu olmasın mı?” diye bir halk oylaması yapmayı önermenin bile demokrasiye karşı “darbe kalkışması” niteliğinde bir girişim olduğunu anlatmak gerekir. Çünkü böyle bir oylamanın, “İnsanlar arası ilişkileri düzenleyecek yasalar, kutsal ve değişmez sayılan dinsel ölçülere göre yapılsın mı, yapılmasın mı?” diyen bir oylama olduğunu ve “Siyasal ve kamusal yaşamımız özgürlük ilkesine dayalı olsun mu, olmasın mı?”, “Yargı bağımsız olsun mu, olmasın mı?”, “Basın özgür olsun mu, olmasın mı?”… anlamına geldiğini; böyle bir oylamaya kalkışmanın bile özgürlük düzenini ortadan kaldırma girişimi olduğunu yurttaşlara açıklamak gerekir.

Bu amaçla, her ortamdan yararlanarak yüksek sesle belirtmek gerekir ki;

“ulusal egemenlik ilkesi, ancak ve ancak her bireyin doğuştan, vazgeçilmez ve devredilmez olarak, inanç, soy, cinsiyet, toplumsal konum .. ayrımı gözetilmeksizin eşit olarak sahip olduğu insan hak ve özgürlükleri çiğnenmemek koşuluyla, bir halkın yönetimi özgür oyçokluğu yoluyla yürütmesi..” demektir; Çoğunluk oyunu aldı diye bir siyasal grubun bu hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma yetkisine kavuştuğu anlamına gelmediğini, buna kalkışan siyasal güçlere karşı her yurttaşın direnme hakkı doğacağını haykırmak gerekir.

Atatürk Cumhuriyeti; ulusal egemenliğe yönelecek saldırıları önlemeyi öncelikle Hükümet, Meclis, bağımsız Yargı… gibi Anayasa’yı ve yasaları uygulayacak kurum ve organlardan beklemektedir; bunlar arasında ulusun bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de son kertede Cumhuriyeti koruma ve kollama ödevi vardır.

Ama Atatürk, bu kurum ve organların bu en temel ödevlerini yerine getir(e)memesi,
dahası ulusal egemenlik ilkesini çiğnemeye kalkışması durumunda da Cumhuriyetin yine
sahipsiz olmadığını, Cumhuriyet’i Türk Gençliğine emanet ederek göstermiştir.

27 Mayıs Demokrasi Devrimi’nin 52. Yıldönümü,
Türk ulusuna ve Türk demokrasisine kutlu olsun!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci
27 Mayıs 2012