Etiket arşivi: İHEB

SAĞLIK HUKUKU / Turkish Health LAW

logo_AUTF

 

 

Değerli AÜTF Dönem 5 Öğrencilerimiz, Asistanlarımız;
Site okurlarımız,

AÜTF (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi) Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda Dönem V’te 2 saat süreli staj dersi olarak sunduğumuz TEMEL SAĞLIK HUKUKU MEVZUATI konulu dersin güncellenmiş yansılarını pdf olarak izlemek için lütfen tıklayınız..

Son olarak 25.08.2017’de 694 s. OHAL KHK’si değişiklikleri ve 1 ve 703 sayılı CBK ile yapılan değişiklikler yansıtılmıştır… Örn. artık Yüksek Sağlık Şuramız yok.. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı da.. Bakan yardımcıları var.. Bütün örgüt yapıları 9 Temmuz 2018 sonrası adeta “reset” lendi TEK ADAM tarafından..

Saglik_Hukuku (08 Şubat 2020)

Bilindiği üzere sunular sizlere kaynak sağlamak için geniş tutulmakta,
derste özetlenerek işlenmektedir. Bu konu 205 yansı içermektedir (4,2 MB).
Sınav kapsamında ilk 95 yansıdan sorumlusunuz. Sonrakiler ek bilgi içindir.

Konuya ilişkin olgu çalışmasını da yapmanız gerekmektedir..
Verilen 4 olgu örneğinin kazanılan bilgilerle çözümlenebilmesi gereklidir.
Bu amaçla “657 Sayılı Yasada İzinler” başlıklı dosyadan da yararlanılmalıdır.

657’de izinler

SAGLIK_HUKUKU_SEMINERI_TBB_19.9.2015

Sevgi ve saygı ile. 08 Şubat 2020

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
AÜTF Halk Sağlığı AbD Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeli 
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

2014 yılının ilk Sağlık Mevzuatı dersi 8.9.14 günü sabah 08:30 – 10:20 arasında işlenmişti.
Bu ders ve ardından “Gıda Güvenliği ve Sanitasyonu” dersimiz için 
yıllık iznimiz içinde Datça’dan Ankara’ya günübirlik gelmiş ve sevgili öğrencilerimize görevimizi yapmıştık..

FAKİR BAYKURT ÖLÜMÜNÜN 15. YILINDA ANKARA’DA ANILIYOR


FAKİR BAYKURT ÖLÜMÜNÜN 15. YILINDA ANKARA’DA ANILIYOR

Fakir_Baykurt_anmasi_16.10.14
Türk edebiyatının önemli adlarından
Fakir Baykurt, ölümünün 15. yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Hasan Ali Yücel Salonu’nda gerçekleştirilecek
bir etkinlikle anılıyor.

16 Ekim 2014’te saat 14.00’te başlayacak etkinlik, Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merkezi ile
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şubesince düzenleniyor. 

 

Etkinlik Ankara Üniversitesi ÇOGEM Müdürü Prof. Dr. Sedat Sever,
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ayşe Çakır İlhan
ve YKKED Ankara Şubesi Başkanı Dr. Alper Akçam’ın açılış konuşmalarıyla başlayacak. Etkinlikte Fakir Baykurt’un yaşam öyküsünü anlatan bir belgesel de gösterilecek. Belgeselin ardından Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak’ın yöneteceği ve Doç.Dr.Haluk Erdem, Dr.  Niyazi Altunya, Varlık Özmenek ve Araş.Gör.Sedat Karagül’ün konuşmacı olduğu, Fakir Baykurt’un çeşitli yönlerinin anlatıldığı
bir açıkoturum düzenlenecek.

İmecemize katılın…

Dr. Alper Akçam
YKKED Ankara Şubesi Başkanı

===================================================

Dostlar,

Fakir” i anma etkinliği, aramızdan ayrıldıktan 15 yıl sonra yukarıdaki gibi..

Emek verenler, hep siz okurlarımız gibi dostlarımız..

Özellikle biri, deyim yerinde ise ATOM KARINCA gibi çalışıp üreten
Dr. Alper AKÇAM meslektaşımız..

Emek verenler sağolsunlar.. Bize  de destek vermek düşüyor..

Öte yandan, Fakir Baykurt adına düzenlenen Onur Ödülü de önümüzdeki ay sahibine verilecek.. Biz de EĞİTİMİŞ üyesi olarak bu seçici kurulda (jüride) idik.

Fakir” salt bir edebiyat adamı değil.. (tiyatroya da uyarlanan “Yılanların Öcü” öyküsü zihnimize kazınmış örneğin).. Türk öğretmenlerinin 1970’lerdeki örgütlenme savaşının, TÖS’ün, TÖB-DER‘in efsane önderi, örgütenme savaşçısı..

TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) 12 Mart 1971 askeri darbesi döneminde kapatıldı.. Aydınlık – devrimci öğretmenler Dernek ile (TÖB-DER) ile sürdürdüler savaşımlarını. 1990 sonrasında ise, merhum Prof. Alpaslan IŞIKLI‘nın 1982 Aanayasası’nın memurların sendikalaşmasını engellemediği yorumu (sonrasında
Prof. Mesut Gülmez‘in katkılarıyla..) önümüzü açtı ve memur sendikalaşması başladı. Eğitim Sen, Eğitim Bir Sen, EğitimİŞ böylece yapılandı. Memurlarda sendikalaşma %72’lerde… Ne var ki, memur sendikalarının hükümetle (işverenle) toplu sözleşme ve grev olanağı yok.. Son sözü önce Hakem Heyeti (hükümet ağırlıklı) gerçekte Hükümet söylüyor.. Böylesi güdük bir örgüt de gerçek anlamda sendika olamıyor..
Dernek – sendika arası melez, Türkiye’ye özgü bir yapılanma oluyor.
Bu anti-demokratik ve hukuk dışı sınırlamaların kaldırılması gerek..

AKP 12 yıllık tek başına iktidarında pek çok anayasa değişikliği yaptı.. Hep nalıncı keseri gibiydi.. Sonki 12 Eylül 2010 halkoylaması ile dayatılan 26 maddelik kapsamlı değişiklik idi.. YÖK’e dokunmadılar örneğin. Sendikacılığın ise deyim yerinde ise
içine ettiler ve 1’den çok sendikaya üyelik hakkı (!) vererek emek sendikacılığını böldüler.. İşçilerin yaklaşık %11’i (12 Eylül 1980’de % 50 idi!) sendikalı, bunların da ancak yarısı toplu sözleşme yapabilecek durumda (500 bin dolayında)..
Çoğu kamu işçileri.. İşçilerin %95’i gerçek anlamda sendikal örgütten yoksun!

ÖZELLEŞTİRME ile emek sendikacılığı avuç içinde kar gibi eritiliyor.
Kamu bir de taşeronlaşarak aynı kırımı yapıyor.. Oysa pek çok uluslararası
hukuk metninde (ILO sözleşmeleri, İHEB, Avrupa Sosyal Şartı..),
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşma ve sözleşmede, Anayasada emekçiye
bir hak olarak düzenleniyor sendikal örgütlenme.. AB metinleri de dahil..
(SÜTAŞ‘ın sendikalaşan emekçisini işten atan utandırıcı yasa dışı uygulamasını kınayan yazımıza bakılması..
(Emekçinin sendika hakkını tanımayan SÜTAŞ’ı protesto – boykot çağrısı;
http://ahmetsaltik.net/2014/10/09/emekcinin-sendika-hakkini-tanimayan-sutasi-protesto-boykot-cagrisi/)

Asgari ücret 891 TL (bekar, 18+ işçi). Yoksullık sınırının altında.. Ulusal gelir 10 bin doları aşmışmış yılda kişi başına.. Bölünce ayda 2000 TL düşüyor her kişiye.
Ama asgari ücret bunun yarısı bile değil! 25 milyon resmi kayıtlı çalışanın % 41’i
asgari ücretli.. (ÇSGB ve Sendika verileri) ve kayıtdışı kölelik, işsizlik çok yaygın.
Çalışma ortamları sağlıksız, güvensiz, insan onuruna hürmetsiz.. Çünkü
Emek sendikaları darmadağın, paramparça.. Sermaye – işveren sendikaları ise
kaya gibi, monoblok! Onyıllardır 1 tane; TİSK..

Sevgili “Fakir” (Baykurt), senden sonra çok yol alamadık örgütlenme haklarımız bağlamında.. Biliyoruz üzüleceksin ama sürdüreceğiz emeğin sendika hakkı savaşımımızı.. Hem daha 50 yılı yeni aştı bu kavgamız sen başlatalı..

Seni özlemle anıyoruz ve arıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
16.10.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Nihat Behram : Masum Zindanları


Dostlar,

İnsanlık tarihine yüz karası olacak geçecek uygulamaları,
AKP iktidarında cezaevlerinde yaşıyoruz.

12 Mart ve 12 Eylün faşizminden de beter!

Müslüman Başbakan RT Erdoğan, O’nun Adalet Bakanı, cezaevlerinden – infazdan sorumlu savcılar, yandaş – satılık – kiralık basın, Hacca gidip başını örten hidayete eren (!?) AKP’li kadın vekiller…

Cumhur’un başı Abdullah Gül!

İnsan Hakları Kuruluşları; yerlisi yabancısı..

AB, İHEB, AİHS, Uluslararası AF Örgütü, BM!

…..

Bu denli sağır – kör – vicdansız – kayıtsız kalınabilir mi yukarıda anlatılanlara??

Sizin gözleriniz mühürlendi mi?

Sizin vicdanınız nasır mı bağladı?

Sizin kulaklarınız bu feryatları, uğultuyu nasıl duymaz??

Birşey yapın, birşeyler yapın, birşeyler yapın..

Hemen, gecikmeyin, insanlar zindanlarda ölmesin, hapis cezası dışında eza – cefa görmesin..

Sayın Nihat Behram‘ın aşağıdaki yazısında tercman olduklarına kulak verin…

  • Tarihe not düşelim : Masum Zindanları, YURT Gazetesi, 3.11.13

Ceza_Muhakemeleri_Yasasi_infazi_erteleme

 

 

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 4.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

Masum Zindanları

Masum Zindanları

Nihat Behram
nihat.behram@yurtgazetesi.com.tr
03 Kasım 2013, 11:48

‘O da ne’ demeyin, bugün olan tam da budur. İnsanlık tarihi “AKP Türkiye”sinde buna da tanık oldu:

  • Zindanlar masumla dolu!
  • Bu da zulmün yönetimde oluşuna en açık göstergedir.
Zindanlardan gelen tutsak mektuplarını okumak ayrı keder. Yazdıkları her şeyi duyurmak istesem de, yazının sınırları nedeniyle çoğundan söz edemiyorum.
Söz edebildiklerim de zaten mektuplardan birer cümlecik. Cezaevleriyle ilgili yazılarıma gelen okur tepkileri de ilginç. Zindanlarda yaşananlar hakkında “inanılır gibi değil” diyen de var,
“Sanki 21 yy yaşamıyoruz, Ortaçağ’da yaşıyoruz” diyen de,“Zindanlardaki insanlarımıza neden birkaç yazar dışında medya kör, sağır” diye
isyan eden de. En acısı da bu: masum zindanlarındaki insanlık dışı uygulamalar toplumda kanıksandı. Heyecan verici, coşkulandırıcı olansa, zindanlardaki devrimcileri faşizmin teslim alamayışı, onların baş eğmeyen dik duruşları…

Özkan Yılmaz’ın, Kocaeli F Tipi’nden yolladığı rengârenk kartında zindandan dışarıya çiçekler atan bir el deseni görünüyor.
“Tecritin, baskının, sansürün olmadığı; sokaklarında özgürlüğün kol gezdiği bir dünya özlemi”ni Nâzım’ın “Kablet Tarih” şiirinden dizelerle dile getirmiş:
“…ve bizden sonra gelenler
demir parmaklıklardan değil
asma bahçelerden seyredecek
bahar sabahlarını, yaz akşamlarını…”
Aynı zindandan Gürkan Türkoğlu’nun kartındaki Türkiye haritası faşizme öfkenin, bağımsızlık özleminin yumruklarıyla bezeli:
  • “Bizler Tam Bağımsız Türkiye şiarıyla 6. Filo’yu Dolmabahçe’de denize döken Denizler, Mahirler gibi ‘ABD Defol’ dedik, füze kalkanına hayır dedik, ülkemizin bağımsızlığı uğrunda mücadele ettik.”
Edirne F Tipi’nden yazan Ali Erdoğan, KESK üyesi.
“Eli palalılar, tecavüzcü askerler, cinayet işleyen polisler, ‘kamu çalışanı ve adresleri belli’ denilerek tutuksuz yargılanırken, bizler ‘Terör örgütü üyeliği konusunda kuvvetli şüphe olması, kuvvetli derecede suç işleme şüphesi ve potansiyeli olması’ gibi gerekçelerle tutukluyuz. Bizlere yapılan işkencelere ilişkin suç duyurularından
sonuç alamıyoruz. Dosyalarımızda gizlilik kararı var fakat daha polis operasyonları sırasında bile, bazı medya kuruluşları dosyadan haberdar!” diye yazmış.Tekirdağ F Tipi’nden Mesut Yavuz’un yazdıklarını keşke tümüyle herkes okuyabilseydi. Uzun mektubunun bir bölümü şöyle:

“Kasım 2012’de Maltepe’de, başta derneğimiz Gülsuyu Gülensu Halklar Derneği, evlerimiz basıldı, kapılarımız kırıldı, gözaltına alınıp tutuklandık. Hasan Gürbey,
Yusuf Altındağ, Serhat Yurtsever’le birlikte bu cezaevindeyiz. Yirmi yıldır yaşadığım mahallemde yozlaşmaya karşı mücadele ettiğim, ülkemin sorunlarına kayıtsız kalmayan devrimci demokrat bir insan olduğum için şu an ‘potansiyel suçlu’ sayılıyorum!”Kandıra F Tipi’nden yazan Hasan Farsak,

“AKP’nin gençliğe topyekün savaş açtığını” söylüyor:
“Özellikle Gezi Parkı’na yapılan saldırıyla başlayan Haziran Ayaklanması’nda gençliğin oynadığı rol, 6 şehidin 21-26 yaş gençlerden olması AKP’yi korkuttu.
Aslında AKP bütün gençlerden değil, örgütlü gençlerden korkuyor. Bu nedenle de örgütlenmemizi istemiyor ve bizi terörist gibi gösterip saldırıyor, tutukluyor.

  • Biz AKP’nin bizden çaldığı geleceğimizi istiyoruz. 

Tıpkı Ali İsmail gibi, Abdullah gibi! İşte suçumuz bu!”

*****
Zindanlardan gelen birçok mektubun isyanı aynı:
Ağır hasta tutsakların durumu.
Adım adım eritilmeye, ölüme itilmeleri.
Mektupların çoğu,“cezaevlerindeki ağır hasta tutsaklara karşı duyarlı olmaya” çağırmanın çığlığıyla yazılmış.Bu çağrı insanlığa, içinde vicdan taşıyanlara.

Hem de çok acil…

*****

Kırıkkale F Tipi’nden yazan Mesut Çeki, zindanlardaki insanlık dışı bir uygulamayı,

“gelen mektuplarındaki fotoğrafların tutsaklara verilmemesi”ni,

yaşanmış trajikomik bir olayla anlatıyor.

Tutsağın, “Mektubumdaki fotoğraflar neden verilmedi?” sorusunu gardiyanın“Fotoğraftakiler senin ailenden kişiler değil” diye yanıtlıyor.

Bu yanıt üzerine tutsak “peki kim?” diye sorunca gardiyan,

“O, Eskişehir’de ölmüş müydü neydi, Ali İsmail mi ne, o ve Pir Sultan” diyor.

Tutsaksa,

“Onların benim ailemden olmadığını nereden biliyorsun? Ali İsmail kardeşimdi,
Pir Sultan Pirim” diyor.

Gardiyan, “Müdürün talimatı bu!” deyip kapatıyor mazgalı.

Masumiyetin ve zulmün boyutuna siz karar verin!

***

Dörtlük

Dalgalar halkı anımsatıyor bana
Her birinde suyun dipsiz uğultusu
Haykıran halk da insanlık denizidir
Onun da derinden gelir gürültüsü

2011 Başında Türkiye ve Geleceğe Bakış / Looking at Turkey and The Future in Early 2011

Corlu_konf_2011_Basinda_Turkiye_ve_Gelecege_Bakis_4.2.11

Konuk yazar : 27 Mayıs’ın 52. Yılı Kutlu Olsun !

27 MAYIS
YA DA “ULUSAL EGEMENLİK” İLKESİNİN DOĞRU ANLAMI!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci

27 Mayıs Devriminin ulusumuza kazandırdığı 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde
şu yazılıdır:

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”

Yurdumuzda insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı devlet ve toplum düzenini engellemek isteyen, özgürlük düşmanı, sağlı-sollu gerici ve baskıcılar, gözleri kestiğinde “ulusal egemenlik” ilkesini küfür ve/ya da aldatmaca olarak niteleyip açıkça demokrasi düşmanlığı yapmışlar; gözleri kesmediğinde ise ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” anlayışına indirgeyerek, ‘seçimlerde çoğunluk oyunu alan bir siyasal kadronun istediği her şeyi yapabilmesi’ diye tanımlayıp içini boşaltmaya kalkışmışlardır.

Bunun için de, demokrasi düşmanı tutumlarını açığa çıkaracak olan “baskıcı, yani meşruluğunu yitiren bir yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı” nın ulusal egemenlik düzeninin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğine gözlerini, beyinlerini, kalemlerini, mikrofon ve ekranlarını, üniversite kürsülerini, .. sıkı sıkıya kapatmak istemişlerdir.

Bu yüzden 27 Mayıs 1960 askeri müdahelesini de eleştirirlerken, ne “baskıcı yönetime karşı yurttaşın başkaldırma” hakkına, ne de 27 Mayıs’ın demokrasi devrimi niteliğinin göstergesi olan 1961 Anayasasının başlangıç bölümündeki;

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkının kullanıldığını” belirten cümleye tek sözcükle bile değinmeğe yürekleri yetmemektedir.

Dönemin ana muhalefet partisi başkanı İsmet İnönü’nün niçin

“Artık sizi ben bile kurtaramam.
Türk ulusu, Singhman Ree’yi deviren Güney Kore halkından daha az onurlu değildir!”
demek zorunda kaldığına hiç değinememektedirler.

Cumhuriyet’in kuruluşundan beri asıl “darbe” fırsatı kollayanlar, bu demokrasi karşıtı tutum ve davranıştakiler olagelmişlerdir!

Yıllar yılı “Demokrasi Hıristiyan düzenidir; küfür düzenidir; yıkılmalıdır” dedikten sonra, Atlantik ötesi ve AB’den aldıkları işaret üzerine bir sabah birden bire “Biz değiştik; demokrasi karşıtı gömleğimizi çıkardık.” demeğe koyulanlar, gerçekte ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” uygulamasına indirgemek üzere bunu yaptılar.

Tıpkı 1924’te, ulusa demokrasiyi layık görmeyip Saltanat ve Hilafetin kalmasını isteyenlerin, bu çağdışı baskıcı kurumların kaldırılmasına engel olamayınca, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarken yaptıkları gibi!

Bu yüzden o zaman Cumhuriyet, yani ulusal egemenlik karşıtlarının, “saltanat ve halifelik” yerine Cumhuriyet kurulmasını “ulusal egemenliğe aykırı” diye sunmaya kalkışları gibi; bugün de 1960’ta muhalefet partilerini kapatmaya kalkışan baskıcı yönetimin yol açtığı 27 Mayıs 1961 askeri müdahelesini “darbe” diye göstermeye çabalayıp Ordu düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı yapanlar, demokrasi kültürünün, hukuka bağlı yönetim düzeninin, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesinin temel bir gereği olan ve 1961 Anayasasının başlangıç Bölümünde yer alan “Baskıcı yönetime karşı direnme ve başkaldırma” hakkından hiç söz etmezler.

Anayasanın ilk dört maddesinin, ulusal egemenlik düzeninin güvencesi oldukları için değiştirilmesini (daha doğrusu kaldırılmasını) önermenin bile demokrasiye karşı “darbe” girişimi olduğu gerçeğini dile getirmezler.

27 Mayıs’ın 52. yıldönümünde de yine böyle davranacakları bellidir.

Demokrat Parti yönetiminin ne basın özgürlüğü, ne üniversite özerkliği, ne yargıç güvencesi, ne grev hakkı, ne gezi özgürlüğü… tanımadığını, “Muhalefeti karınca gibi ezmek”ten, “İstenirse halifelik ve saltanatın bile geri getirilebileceğinden” söz ettiğini, örgütlü muhalefeti ortadan kaldırmak üzere hem polis, hem savcı, hem de yargıç yetkileriyle donatılmış DP’li milletvekillerinden kurulu bir “Tahkikat Komisyonu” kurdurduğunu, basına sansür uygulamaya başladığını… hiç dile getirmeyeceklerini biliyoruz.

Onlara meydanı boş bırakmamak, çığırtkanca laf kalabalığı ile yurttaşların “ulusal egemenlik” kavramını doğru anlamasını engellemelerine fırsat vermemek gerekir.

Bu konuda en büyük çabayı Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi göstermelidir!

“Baskıcı Yönetime Karşı Direnme” hakkının, ulusal egemenlik ilkesinin özünde bulunduğunu, Batılı ülkelerin faşist ve komünist diktaları ve onların yol açtığı
dünya savaşların yıkımını yaşadıktan sonra, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde bu hakka yer vermek gereğini kavradıklarını her yurttaşın bilgisine ulaştırmak gerekir.

Bu yıldönümünde Mustafa Kemal’in de, demokrasiye olan dürüst bağlılığı ile bu hakkı
daha 1919’dan başlayarak görüp gösterdiğini, Amasya Genelgesi’ndeki “Ulusun geleceğini
yine ulusun azim ve kararının kurtaracağı” ilkesinin bunu anlattığını, bu ilkenin gereği olarak Saltanat-Hilafet baskıcılığına ve keyfiliğine karşı tüm ulusu ayaklandırdığını anlatmak gerekir.

SÖYLEV’de dile getirdiği;

“Ulusal savaş yalnızca yurdu dış saldırıdan kurtarmayı amaçladığı halde, bu ulusal mücadelenin, başarıya ulaştıkça ulusal egemenlik düzeninin bütün ilkelerini.. gerçekleştirmesi, tarihin doğal ve kaçınılmaz akışı idi. Bu kaçınılmaz tarihsel akışı geleneksel alışkanlığı ile hemen sezinleyen hükümdar ailesi, ilk andan başlayarak ulusal mücadelenin amansız düşmanı oldu.” gerçeğini tüm yurttaşların bilgisine ulaştırmak gerekir. Bunun gibi, İzmir’de annesinin mezarı başında ve yanında saltanat-halifelik yandaşı Kâzım Karabekir olduğu halde yaptığı uyarı da her yurttaşın siyasal kültürü içinde gerekli yerini almalıdır:

 “Burada yatan annem, zorbalığın, kıyıcılığın, bütün bir ulusu yok olma uçurumuna sürükleyen kişisel yönetimin kurbanı olmuştur!”

“Annemin mezarı başında ve Tanrı’nın önünde and içerim ki, ulusun bunca kan dökerek
elde ettiği ulusal egemenli¬ğin korunması ve savunulması için, gerekirse annemin yanına gitmekte hiçbir zaman duraksama göstermeyece¬ğim! Ulusal egemenlik uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun!”

“Daha kurtulmuş değiliz. Atılan adımlar, bundan sonra atılacak adımların başlangıcıdır!
Bu adımları doğru ve ye¬rinde atabilmemiz için, kendi geleceğimize kendimiz
sa¬hip olmalıyız!”

27 Mayıs’ın (1961) bu 52. yıldönümünde, demokratik Atatürk Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini açıkça ortadan kaldıracak, “başkanlık düzeni” aldatmacasıyla baskıcılığı yasal kılıfa sokacak yeni bir Anayasa yapılmak istendiği ortamda, Cumhuriyet Anayasası’nın değiştirilmesini önermek bile yasak olan ve “Türk Demokrasi Devrimi İlkeleri” olarak bilinen maddelerinin de, doğrudan doğruya ulusal egemenlik ilkesinin basit bir ‘oy çokluğu’ demagojisine indirgenmesini engellemek ve temel insan hak ve özgürlüklerini (laiklik bu hakların kısa adıdır!) güvence altında bulundurmak için zorunlu olduğunu her yurttaşın anlamasını sağlamaya çalışmak gerekir.

Örneğin, “Siyasal ve kamusal düzen laik nitelikte olsun mu olmasın mı?” diye bir halk oylaması yapmayı önermenin bile demokrasiye karşı “darbe kalkışması” niteliğinde bir girişim olduğunu anlatmak gerekir. Çünkü böyle bir oylamanın, “İnsanlar arası ilişkileri düzenleyecek yasalar, kutsal ve değişmez sayılan dinsel ölçülere göre yapılsın mı, yapılmasın mı?” diyen bir oylama olduğunu ve “Siyasal ve kamusal yaşamımız özgürlük ilkesine dayalı olsun mu, olmasın mı?”, “Yargı bağımsız olsun mu, olmasın mı?”, “Basın özgür olsun mu, olmasın mı?”… anlamına geldiğini; böyle bir oylamaya kalkışmanın bile özgürlük düzenini ortadan kaldırma girişimi olduğunu yurttaşlara açıklamak gerekir.

Bu amaçla, her ortamdan yararlanarak yüksek sesle belirtmek gerekir ki;

“ulusal egemenlik ilkesi, ancak ve ancak her bireyin doğuştan, vazgeçilmez ve devredilmez olarak, inanç, soy, cinsiyet, toplumsal konum .. ayrımı gözetilmeksizin eşit olarak sahip olduğu insan hak ve özgürlükleri çiğnenmemek koşuluyla, bir halkın yönetimi özgür oyçokluğu yoluyla yürütmesi..” demektir; Çoğunluk oyunu aldı diye bir siyasal grubun bu hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma yetkisine kavuştuğu anlamına gelmediğini, buna kalkışan siyasal güçlere karşı her yurttaşın direnme hakkı doğacağını haykırmak gerekir.

Atatürk Cumhuriyeti; ulusal egemenliğe yönelecek saldırıları önlemeyi öncelikle Hükümet, Meclis, bağımsız Yargı… gibi Anayasa’yı ve yasaları uygulayacak kurum ve organlardan beklemektedir; bunlar arasında ulusun bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de son kertede Cumhuriyeti koruma ve kollama ödevi vardır.

Ama Atatürk, bu kurum ve organların bu en temel ödevlerini yerine getir(e)memesi,
dahası ulusal egemenlik ilkesini çiğnemeye kalkışması durumunda da Cumhuriyetin yine
sahipsiz olmadığını, Cumhuriyet’i Türk Gençliğine emanet ederek göstermiştir.

27 Mayıs Demokrasi Devrimi’nin 52. Yıldönümü,
Türk ulusuna ve Türk demokrasisine kutlu olsun!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci
27 Mayıs 2012