Etiket arşivi: basına sansür

ATAOL BEHRAMOĞLU : Sansürden de öte..

 

Cumhuriyet Dergi 31.03.2013
portresi
ATAOL BEHRAMOĞLU

Sansürden de öte…

Bir süredir ders kitaplarında şairlerimizin şiirlerinin makaslandığına ilişkin haberler okuyoruz. Yunus Emre’nin üstelik çok bilinen ilahilerinden birinin dört dizesi çıkarılıp atılmıştı. Ardından, yanlış anımsamıyorsam, Kazak Abdal geldi. Derken çağdaş şairlerimizin, M.C. Anday’ın, C. Külebi’nin, E. Cansever’in şiirleri birbiri ardına sansürlendi.

Hepsi gülünçtü ama en gülüncü sanırım Cansever’in “Masa da Masaymış Ha”
adlı şiirine uygulanandı.

Şiirin kahramanı “adam”ın, asıl kahraman olan ”masa”ya birbiri ardına koyduğu şeylerden biri de “biranın dökülüşü”ydü…

Kitabı hazırlayan her kimse, gençleri bira içmeye kışkırtacağı kaygısıyla bu dizeyi çürük bir dişi çeker gibi çıkarıp atmıştı…

Bunlar, bize ulaşanlar… Bir tarama yapılsa, kim bilir daha nelerle karşılaşacağız.

***

Sünnetli Pinokyo, namaz kılan Örümcek Adam, tesettüre girmiş Pollyanna vb… Bunlar da çocuk klasiklerinin ya da çocukların sevdiği çizgi romanların kahramanlarına uygulanan bir çeşit sansür ya da daha doğrusu, bir değiştirme, başkalaştırma işlemi…

Aslında, şiirlere uygulanan çıkarma işlemleri de, yine sansürden de daha başka bir şey… Çünkü içinden tek bir dizesi değil, tek bir sözcüğü bile çıkarılıp atılan şiir,
artık aynı şiir değildir ve bunu şairden başka hiç kimsenin yapmaya hakkı yoktur.
Şairin kendisi bile şu ya da bu nedenle sonradan bir şiirinin bazı dizelerini, sözcüklerini çıkarma ya da değiştirme gereksinimi duyduğunda; ya da yeni sözcükler, dizeler eklemek istediğinde, eğer gerçek bir şairse, bunu çok büyük bir titizlikle, sakınganlıkla yapar çünkü tamamlanmış bir sanat eseri, canlı bir organizma, yaşayan, canlı bir yaratıdır…

Kuşkusuz yalnızca şiir için değil, bütün gerçek sanat yapıtları için geçerli bir olgudur bu…

***

Şimdi, asıl söylemek istediğimi biraz daha açayım :

Edebiyata, sanata uygulanan sansür, bir yazarın, bir sanat yapıtının yayımlanmasının, gösteriminin, izleyiciye ulaşmasının engellenmesi, yasaklanması demektir….

Baskıcı siyasal yönetimlerde, yüzlerce, binlerce yıldır yapılagelen bir şeydir bu.
Böyle durumlarda, edebiyat yapıtları ya elyazmalarıyla, ya gizlice basılıp dağıtılır ya da uygun zaman gelinceye dek saklanır. Başkaca sanat ürünleri için de buna benzer şeyler yapılır, benzer önlemler alınır…

  • Sansür, düşünce ve yaratma özgürlüğüne karşı işlenmiş ağır bir suçtur.

Bir sanat yapıtını kesip biçerek yayınlamak ise onun da ötesidir ve hem o yapıta,
hem sanatçısına, hem sanat izleyicisine karşı işlenmiş, sansürcülükten bile daha ağır bir suçtur.

Sansürü, cezaevinde olmaya, özgürlükten yoksun bırakılmaya benzetebiliriz…

Bu türlü kesip biçmeler, değiştirmeler ise canlı organizmanın sakatlanması, zehirlenmesi, başka bir şeye dönüştürülerek yok edilmesi demektir….

Hangisi daha faşistçe derseniz, bence daha faşistçe olan bu ikincisidir.

Bir şiirin üzerinde oynamak, bir roman kahramanının kişiliğini değiştirip onu ilgisiz bir kişiliğe dönüştürmek ve bunu ideolojik bir kasıtla yapmak…

Nazilerin kurbanları üzerinde uyguladıkları sapık “tıbbi deney”ler gibi bir şey, insanlığa ve yaşama karşı işlenmiş ahlakdışı bir suç, bir cürümdür.

***

Ülkemizi ele geçirmiş olan gerici, sapkın güç, her alanda işlediği suçlara
edebiyat ve kültür alanındaki bu akıl ve ahlakdışı uygulamaları da ekliyor.

Yaşamın dokusunu, kimyasını bozuyor, çarpıtıyor, zehirliyor.
Bütün bir ülkeyi kendi çirkin, hastalıklı, özgürlük ve yaşam düşmanı
kimliğine benzetmeye, bozup dönüştürmeye çalışıyor.

ataolb@cumhuriyet.com.tr
www.ataolbehramoglu.com.tr
http://behramogluataol.blogspot.com

Konuk yazar : 27 Mayıs’ın 52. Yılı Kutlu Olsun !

27 MAYIS
YA DA “ULUSAL EGEMENLİK” İLKESİNİN DOĞRU ANLAMI!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci

27 Mayıs Devriminin ulusumuza kazandırdığı 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde
şu yazılıdır:

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”

Yurdumuzda insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı devlet ve toplum düzenini engellemek isteyen, özgürlük düşmanı, sağlı-sollu gerici ve baskıcılar, gözleri kestiğinde “ulusal egemenlik” ilkesini küfür ve/ya da aldatmaca olarak niteleyip açıkça demokrasi düşmanlığı yapmışlar; gözleri kesmediğinde ise ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” anlayışına indirgeyerek, ‘seçimlerde çoğunluk oyunu alan bir siyasal kadronun istediği her şeyi yapabilmesi’ diye tanımlayıp içini boşaltmaya kalkışmışlardır.

Bunun için de, demokrasi düşmanı tutumlarını açığa çıkaracak olan “baskıcı, yani meşruluğunu yitiren bir yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı” nın ulusal egemenlik düzeninin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğine gözlerini, beyinlerini, kalemlerini, mikrofon ve ekranlarını, üniversite kürsülerini, .. sıkı sıkıya kapatmak istemişlerdir.

Bu yüzden 27 Mayıs 1960 askeri müdahelesini de eleştirirlerken, ne “baskıcı yönetime karşı yurttaşın başkaldırma” hakkına, ne de 27 Mayıs’ın demokrasi devrimi niteliğinin göstergesi olan 1961 Anayasasının başlangıç bölümündeki;

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkının kullanıldığını” belirten cümleye tek sözcükle bile değinmeğe yürekleri yetmemektedir.

Dönemin ana muhalefet partisi başkanı İsmet İnönü’nün niçin

“Artık sizi ben bile kurtaramam.
Türk ulusu, Singhman Ree’yi deviren Güney Kore halkından daha az onurlu değildir!”
demek zorunda kaldığına hiç değinememektedirler.

Cumhuriyet’in kuruluşundan beri asıl “darbe” fırsatı kollayanlar, bu demokrasi karşıtı tutum ve davranıştakiler olagelmişlerdir!

Yıllar yılı “Demokrasi Hıristiyan düzenidir; küfür düzenidir; yıkılmalıdır” dedikten sonra, Atlantik ötesi ve AB’den aldıkları işaret üzerine bir sabah birden bire “Biz değiştik; demokrasi karşıtı gömleğimizi çıkardık.” demeğe koyulanlar, gerçekte ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” uygulamasına indirgemek üzere bunu yaptılar.

Tıpkı 1924’te, ulusa demokrasiyi layık görmeyip Saltanat ve Hilafetin kalmasını isteyenlerin, bu çağdışı baskıcı kurumların kaldırılmasına engel olamayınca, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarken yaptıkları gibi!

Bu yüzden o zaman Cumhuriyet, yani ulusal egemenlik karşıtlarının, “saltanat ve halifelik” yerine Cumhuriyet kurulmasını “ulusal egemenliğe aykırı” diye sunmaya kalkışları gibi; bugün de 1960’ta muhalefet partilerini kapatmaya kalkışan baskıcı yönetimin yol açtığı 27 Mayıs 1961 askeri müdahelesini “darbe” diye göstermeye çabalayıp Ordu düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı yapanlar, demokrasi kültürünün, hukuka bağlı yönetim düzeninin, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesinin temel bir gereği olan ve 1961 Anayasasının başlangıç Bölümünde yer alan “Baskıcı yönetime karşı direnme ve başkaldırma” hakkından hiç söz etmezler.

Anayasanın ilk dört maddesinin, ulusal egemenlik düzeninin güvencesi oldukları için değiştirilmesini (daha doğrusu kaldırılmasını) önermenin bile demokrasiye karşı “darbe” girişimi olduğu gerçeğini dile getirmezler.

27 Mayıs’ın 52. yıldönümünde de yine böyle davranacakları bellidir.

Demokrat Parti yönetiminin ne basın özgürlüğü, ne üniversite özerkliği, ne yargıç güvencesi, ne grev hakkı, ne gezi özgürlüğü… tanımadığını, “Muhalefeti karınca gibi ezmek”ten, “İstenirse halifelik ve saltanatın bile geri getirilebileceğinden” söz ettiğini, örgütlü muhalefeti ortadan kaldırmak üzere hem polis, hem savcı, hem de yargıç yetkileriyle donatılmış DP’li milletvekillerinden kurulu bir “Tahkikat Komisyonu” kurdurduğunu, basına sansür uygulamaya başladığını… hiç dile getirmeyeceklerini biliyoruz.

Onlara meydanı boş bırakmamak, çığırtkanca laf kalabalığı ile yurttaşların “ulusal egemenlik” kavramını doğru anlamasını engellemelerine fırsat vermemek gerekir.

Bu konuda en büyük çabayı Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi göstermelidir!

“Baskıcı Yönetime Karşı Direnme” hakkının, ulusal egemenlik ilkesinin özünde bulunduğunu, Batılı ülkelerin faşist ve komünist diktaları ve onların yol açtığı
dünya savaşların yıkımını yaşadıktan sonra, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde bu hakka yer vermek gereğini kavradıklarını her yurttaşın bilgisine ulaştırmak gerekir.

Bu yıldönümünde Mustafa Kemal’in de, demokrasiye olan dürüst bağlılığı ile bu hakkı
daha 1919’dan başlayarak görüp gösterdiğini, Amasya Genelgesi’ndeki “Ulusun geleceğini
yine ulusun azim ve kararının kurtaracağı” ilkesinin bunu anlattığını, bu ilkenin gereği olarak Saltanat-Hilafet baskıcılığına ve keyfiliğine karşı tüm ulusu ayaklandırdığını anlatmak gerekir.

SÖYLEV’de dile getirdiği;

“Ulusal savaş yalnızca yurdu dış saldırıdan kurtarmayı amaçladığı halde, bu ulusal mücadelenin, başarıya ulaştıkça ulusal egemenlik düzeninin bütün ilkelerini.. gerçekleştirmesi, tarihin doğal ve kaçınılmaz akışı idi. Bu kaçınılmaz tarihsel akışı geleneksel alışkanlığı ile hemen sezinleyen hükümdar ailesi, ilk andan başlayarak ulusal mücadelenin amansız düşmanı oldu.” gerçeğini tüm yurttaşların bilgisine ulaştırmak gerekir. Bunun gibi, İzmir’de annesinin mezarı başında ve yanında saltanat-halifelik yandaşı Kâzım Karabekir olduğu halde yaptığı uyarı da her yurttaşın siyasal kültürü içinde gerekli yerini almalıdır:

 “Burada yatan annem, zorbalığın, kıyıcılığın, bütün bir ulusu yok olma uçurumuna sürükleyen kişisel yönetimin kurbanı olmuştur!”

“Annemin mezarı başında ve Tanrı’nın önünde and içerim ki, ulusun bunca kan dökerek
elde ettiği ulusal egemenli¬ğin korunması ve savunulması için, gerekirse annemin yanına gitmekte hiçbir zaman duraksama göstermeyece¬ğim! Ulusal egemenlik uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun!”

“Daha kurtulmuş değiliz. Atılan adımlar, bundan sonra atılacak adımların başlangıcıdır!
Bu adımları doğru ve ye¬rinde atabilmemiz için, kendi geleceğimize kendimiz
sa¬hip olmalıyız!”

27 Mayıs’ın (1961) bu 52. yıldönümünde, demokratik Atatürk Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini açıkça ortadan kaldıracak, “başkanlık düzeni” aldatmacasıyla baskıcılığı yasal kılıfa sokacak yeni bir Anayasa yapılmak istendiği ortamda, Cumhuriyet Anayasası’nın değiştirilmesini önermek bile yasak olan ve “Türk Demokrasi Devrimi İlkeleri” olarak bilinen maddelerinin de, doğrudan doğruya ulusal egemenlik ilkesinin basit bir ‘oy çokluğu’ demagojisine indirgenmesini engellemek ve temel insan hak ve özgürlüklerini (laiklik bu hakların kısa adıdır!) güvence altında bulundurmak için zorunlu olduğunu her yurttaşın anlamasını sağlamaya çalışmak gerekir.

Örneğin, “Siyasal ve kamusal düzen laik nitelikte olsun mu olmasın mı?” diye bir halk oylaması yapmayı önermenin bile demokrasiye karşı “darbe kalkışması” niteliğinde bir girişim olduğunu anlatmak gerekir. Çünkü böyle bir oylamanın, “İnsanlar arası ilişkileri düzenleyecek yasalar, kutsal ve değişmez sayılan dinsel ölçülere göre yapılsın mı, yapılmasın mı?” diyen bir oylama olduğunu ve “Siyasal ve kamusal yaşamımız özgürlük ilkesine dayalı olsun mu, olmasın mı?”, “Yargı bağımsız olsun mu, olmasın mı?”, “Basın özgür olsun mu, olmasın mı?”… anlamına geldiğini; böyle bir oylamaya kalkışmanın bile özgürlük düzenini ortadan kaldırma girişimi olduğunu yurttaşlara açıklamak gerekir.

Bu amaçla, her ortamdan yararlanarak yüksek sesle belirtmek gerekir ki;

“ulusal egemenlik ilkesi, ancak ve ancak her bireyin doğuştan, vazgeçilmez ve devredilmez olarak, inanç, soy, cinsiyet, toplumsal konum .. ayrımı gözetilmeksizin eşit olarak sahip olduğu insan hak ve özgürlükleri çiğnenmemek koşuluyla, bir halkın yönetimi özgür oyçokluğu yoluyla yürütmesi..” demektir; Çoğunluk oyunu aldı diye bir siyasal grubun bu hak ve özgürlükleri ortadan kaldırma yetkisine kavuştuğu anlamına gelmediğini, buna kalkışan siyasal güçlere karşı her yurttaşın direnme hakkı doğacağını haykırmak gerekir.

Atatürk Cumhuriyeti; ulusal egemenliğe yönelecek saldırıları önlemeyi öncelikle Hükümet, Meclis, bağımsız Yargı… gibi Anayasa’yı ve yasaları uygulayacak kurum ve organlardan beklemektedir; bunlar arasında ulusun bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de son kertede Cumhuriyeti koruma ve kollama ödevi vardır.

Ama Atatürk, bu kurum ve organların bu en temel ödevlerini yerine getir(e)memesi,
dahası ulusal egemenlik ilkesini çiğnemeye kalkışması durumunda da Cumhuriyetin yine
sahipsiz olmadığını, Cumhuriyet’i Türk Gençliğine emanet ederek göstermiştir.

27 Mayıs Demokrasi Devrimi’nin 52. Yıldönümü,
Türk ulusuna ve Türk demokrasisine kutlu olsun!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci
27 Mayıs 2012