Etiket arşivi: 1 Mart tezkeresi

1 Mart tezkeresi ve Türk-Amerikan ilişkileri

1 Mart tezkeresi ve Türk-Amerikan ilişkileri

01 Mart 2021, Cumhuriyet

En iyi Bahçeli bilir: Ecevit’in koalisyon hükümeti, ABD’nin Irak saldırısına destek vermediği için yıkılmıştı.

Sıcak para operasyonu ile tetiklenen ekonomik krizle devirememişlerdi. TÜSİAD’ın uygulamaya koyduğu “sağlık sorunları üzerinden” Ecevit’i Cem-Derviş’le değiştirme planı işe yaramamıştı. Hatta Özkan-Cem ikilisinin DSP’yi bölerek yeni parti kurması da o koalisyonu yıkamamıştı.

Ta ki Bahçeli son darbeyi vurup kendi yardımcılarının bile bilgisi olmadan, 7 Temmuz 2002’de gelen bir telefon üzerine erken seçim ilan edinceye kadar!

ABD, ECEVİT HÜKÜMETİNE NEDEN KARŞIYDI?

Ecevit hükümeti, tüm hatalarına ve zaaflarına rağmen, Türkiye’nin ABD’den bağımsızlaşmasını savunan 28 Şubat ikliminin iktidarıydı. Türkiye’nin bölge merkezli dış politika uygulamasının, Rusya ve İran’la işbirliği yapması gerektiğinin savunulduğu bir siyasal iklimdi.

ABD ise Ortadoğu’ya yerleşme hesapları yapıyordu. Irak işgaliyle başlayarak bölge ülkelerinin haritalarını yeniden çizmeyi, rejimlerini değiştirmeyi planlıyordu. Dahası bu işler için kendisine bir de Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı arıyordu.

Ankara ise tersine ABD’nin planlarına karşı “stratejik özerklik” ilanı anlamına gelen işler yapıyordu: Rusya Genelkurmay Başkanı Kvaşnin Türkiye’ye geliyor, Türk Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu Çin’e gidiyordu. Sonra Türk Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu Rusya’ya, Cumhurbaşkanı Sezer İran’a gidiyordu.

Özetle Türkiye, ABD’nin Irak üzerinden bölgeye müdahalesini, ikili işbirliği modelleri geliştirerek engellemeye çalışıyordu.

Ecevit-Kıvrıkoğlu ikilisi, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in 14 Temmuz 2002’de getirdiği, “Irak’a saldırı için Türkiye’nin Irak sınırına ABD askeri yığma” planını reddediyordu.

AMERİKAN TEZKERESİNİ REDDEDEN TBMM

İşte o plan için Ecevit koalisyonu yıkıldı ve yerine görülmedik bir medya desteğiyle sandıktan AKP çıkarıldı: ABD, nihayet kendisine Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı bulmuştu!

Ancak yine de o günler bugünkü gibi değildi. AKP çoğunlukta olsa da TBMM vardı, TBMM’nin onayı lazımdı. “ABD’nin Türkiye’nin Irak sınırına ABD askeri yığma” planı, Abdullah Gül’ün başbakanlığındaki birinci AKP hükümeti tarafından 1 Mart tezkeresi şeklinde Meclis’e getirildi.

İki partili TBMM’de CHP tezkereye karşıydı. Türkiye’nin sosyalist partileri, sendikaları, demokratik kitle örgütleri Türk topraklarına 89 bin ABD askerinin gelmesini sağlayan ve o askerlere üsleri, hava ve deniz limanlarını veren tezkereye karşı alanlarda her gün eylem yapıyordu.

İşte o siyasal iklimde AKP’nin “milliyetçi” milletvekilleri de CHP ile birlikte onurlu ret oyu verdi ve 1 Mart tezkeresi geçmedi.

ERDOĞAN-GÜL’ÜN ANLAŞMALARI

Bunun üzerine yasal bir düzenlemeyle Erdoğan’ın önü açıldı ve ikinci AKP hükümeti kuruldu.

Erdoğan BOP eşbaşkanı olarak, TBMM’nin etrafından dolanacak hükümet anlaşmalarıyla ABD’ye 1 Mart tezkeresindeki talepleri parça parça sağlayacaktı!

Hemen Washington’la “dokuz üs” anlaşmasını yaptı, ABD askerlerine hava sahasını açtı, hava alanı ile limanlar tahsis etti. Dışişleri Bakanı Gül, ABD Dışişleri Bakanı Powell ile “iki sayfalık 9 maddelik bir plan” üzerinde anlaştı.

Şimdi unutuldu ama,

  • Erdoğan ABD medyasında, Irak’ı işgal eden ABD askerilerinin sağlığına duacı olduğunu belirttiği bir mektup bile yazdı!

PROBLEMİN KAYNAĞI ÇÖZÜM BULAMAZ

Tüm bunları yalnızca 1 Mart 2003 Tezkeresinin yıldönümü olduğu için anımsatmadık; problemin kaynağının probleme çözüm olamayacağını belirtmek için anımsattık.

ABD’nin “turuncu sandığından” çıkarak iktidar olanlar, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne eşbaşkanı olanlar, Türk-Amerikan ilişkilerindeki derin sorunları Türkiye yararına çözemezler.

Kendi iktidarının devamını esas alarak pazarlığa ve tavize açık konumlanırlar:

  • S-400’ü salgın bahanesiyle çalıştırmayıp
  • Halkbank ve Rıza Sarraf konularında ABD’ye karşı pazarlık kozu olarak kullanmaya çalışırlar.Karadeniz’de Rusya’ya karşı ABD ve Ukrayna’yla işbirliği yaparlar. ABD ve AB’ye “beyaz sayfa” çağrısı yaparlar.

1 Mart tezkeresinin yıldönümü ve İdlib şehitleri!

1 Mart tezkeresinin yıldönümü ve İdlib şehitleri!

Mustafa BALBAY
ankcum@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet, 01 Mart 2020

İdlib’de şehit düşen 34 askerimizin acısını tüm ülke olarak yaşıyoruz. Şehitlerimize Allah’tan rahmet, 82 milyon yakınına başsağlığı diliyoruz.

Bugün 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan Irak tezkeresinin 17. yıldönümü. Tarihe 1 Mart tezkeresi diye geçen, Türkiye’de 70 bin Amerikan askerinin bulundurulmasını, onlarca liman ve havaalanının ABD tarafından kullanılmasını içeren bu Tezkerenin TBMM’den geçmemesi büyük bir dönüm noktasıydı.

O gün ABD katında şu değerlendirme yapıldı:

Bize Türkiye gibi ülkelerde demokrasi gerekli değil. Parlamento, yargı, Genelkurmay iradesi, bunlar planlarımızı olumsuz etkileyen kurumlar. Bu ülkelerde yönetimin tek kişinin elinde olması bizim işimizi kolaylaştırır. Bunca kurumla uğraşacağımıza tek kişiyi nasıl olsa ikna ederiz!

Bugün yaşadığımız darmadağınık dış politikanın özünde bu yatıyor.

1 Mart tezkeresi geçseydi ne olurdu sorusunun özet yanıtı şudur:

ABD’nin işgal ettiği yerlerde ne olduysa o olurdu!

***

Bugünkü durum:

Türkiye’de parlamento ikincil duruma getirildi. Bütün önemli kararlar Saray’da tek kişi tarafından veriliyor havası yerleşti. Devlet çarkının dişlileri arasındaki bağlar koptu. Bozulan saati düzeltmeye çalışırken içinden parça artırır gibi pek çok kurum işlevsizleşti.

Saray’da oluşturulan dış politikadan Dışişleri Bakanlığı’nın haberi olduğunu sanmıyoruz!

Karşı karşıya kaldığımız tablo bu denli vahim…

Bu gidişin devamı daha da vahim olabilir.

Şu öngörümüzün altını bir kez daha çizelim:

Bir gün Suriye sorunu bitecek, ama Suriyeliler sorunu bitmeyecek!

Yanılmayı yürekten diliyoruz…

İçimizde ne denli Suriyeli olduğuna ilişkin görüş birliği yok. Kevgir devlet olduk. Sınırlarımız akordeon gibi; ne zaman açacağımız, ne zaman kapatacağımız belli değil.

Güncel durum şu:

İdlib’den Türkiye’ye giriş yasak. Gerekçe, “daha çok sığınmacı alacak durumumuz yok.” Edirne’den sınırın ötesine geçiş serbest. Neden, “AB’ye ders vereceğiz, sorunun ciddiyetini anlasınlar!

Edirne ötesine ilişkin resmi söylem de şu:

İnsanlar gitmek istedikten sonra biz onları zorla tutamayız ki!

Şimdi binlerce Suriyeli, “Avrupa kapıları açıldı” haykırışlarıyla sınıra yöneliyor.

Yarın Merkel’le konuşup şöyle bir demeç vermeyeceğinin güvencesi var mı:

Türkiye sınırları insanların elini kolunu sallaya sallaya girip çıktığı yol geçen hanı değildir. Bu ülke sınırları içindeki herkes bu ülkenin kurallarına uymak zorundadır!

Böyle devlet mi yönetilir? Bu durumda size sormazlar mı?

Milyonlarca insanın duygularıyla böylesine oynamak hangi din kardeşliğine yakışır?
***
Erdoğan’ın, 36 saatlik sessizlikten sonra kamera karşına geçip şehitlerimiz adeta günlük olağan gelişmelerin bir parçasıymış gibi konuşması; yeri mi, değil mi, bakmadan işin içine gülümsemeli espriler katması, aynı zamanda bütün yetkileri elinde tutmanın çaresizliği!

  • Erdoğan’ı bu çaresizlikten kurtarmak gerekiyor!

Yaşadığımız sorunlar tek kişinin karar verme kapasitesini aşmıştır!

Putin’le bir olup Trump’ı çekiştirmenin, Trump’la bir olup Putin’i çekiştirmenin devlet yönetmek olmadığını anlatma eşiği çoktan geçildi.

1 Mart 2003 Tezkeresinde Meclis bu ülkenin, bu milletin Meclis’i olduğunu gösterdi, Türkiye’nin daha çok batağa sürüklenmesini engelledi.

17 yıl sonra… 2 Ocak 2020 Libya tezkeresi apar topar çıkarıldı; Libya şehitleri gizli gömüldü.

İdlib şehitlerimiz sınır valisine açıklatıldı!

İşte gelinen nokta… Böyle gitmez

Yargıtay’ın Balyoz davası kararının düşündürdükleri

Dostlar,

Sayın Onur Öymen’den nefis bir derleme..
İçimize su serpen..

  • Unutulmamalıdır ki, dünyadaki en yüksek yargı organı tarihtir 
    ve en doğru hüküm tarihin vereceği hükümdür.

Sevgi ve saygı ile.
15.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Yargıtay’ın Balyoz davası kararının düşündürdükleri

onur_oymenOnur Öymen

Yargıtay Balyoz Davası denilen davada Özel Yetkili Mahkemenin 237 sanık hakkında darbeye teşebbüs suçundan verdiği hapis cezalarını onayladı. Mahkûm edilenler arasında eski Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, üst düzeydeki amiral ve generaller de var.

Yargıtay’ın bu kararı Türkiye’de büyük yankı yaptı.
Başta Barolar Birliği Başkanı olmak üzere pek çok hukukçu, siyasal partiler,
basının bir bölümü bu karara büyük tepki gösterdiler.

İtirazla başlıca şu noktalara dayanıyordu:

-Sanıkların hiçbir eylemi yoktur.

-Bu denli çok sanığın cezalandırılması Türk Silahlı Kuvvetlerinde bir tasfiye yapıldığı izlenimi yaratmıştır.

Deliller yetersizdir, bir bölümü gerçek dışı bilgi ve belgelere dayanmaktadır.
Bilirkişiye başvurulması taleplerinden çoğu reddedilmiştir.

-Savunma hakkına yeterince saygı gösterilmemiş, bazı tanıklar dinlenmemiştir.
Gizli tanıklara başvurulması davanın hukukiliğini zedelemiştir.

-Aynı durumdaki sanıklardan bazıları cezalandırılmış, bazıları beraat etmiştir.

Cezaların şahsiliği ilkesine uyulmamış, topluca ceza verilmiştir.

-Beraat edenlerin büyük bir bölümü çok uzun süre tutuklu kalmıştır.

Davanın gizliliği korunmamış, soruşturma safhasında bile birçok bilgi
basına sızmıştır.

-Basının bir bölümü dava süresince taraflı yayın yapmış ve sanıkların cezalandırılması için kamuoyu oluşturmuştur.

-Bazı davalarda, en üst düzeyde görev yapmış komutanların terör suçu işlemekle
itham edilmeleri kamuoyunun vicdanını rahatsız etmiştir.

  • Türkiye’den bu tepkiler gelirken yabancı ülkelerin genelde sessiz kalmaları dikkatlerden kaçmadı.

Kıbrıs harekâtından sonra

  • Türk ordusu ileride Kıbrıs’ın esiri olacaktır,”

diyen yabancı devlet adamlarının, 1 Mart Tezkeresinin Meclis’te reddinden sonra (2003) “Sorumluluk askerlerindir, Türk ordusu liderlik görevini yapmadı,” diyen
yabancı siyasetçilerin sözleri unutulmadı. Şimdi Türkiye’nin bir terör örgütüne müsamaha göstermesine alkış tutan o ülkelerin çok sayıda üst rütbedeki subayın cezalandırıldığı son yargı kararından pek de rahatsız olmadıkları izlenimi alınmaktadır.

Bu durum karşısında sorulması gereken soru bence şudur:

Başka ülkelerde bu kadar çok sanıklı benzeri davalar görülmüş müdür?
Siyasetin adaleti etkilediği durumlar olmuş mudur?
Büyük adli hatalar yapılmış mıdır?

İşte bazı örnekler:

Teymurtaş’ın yargılanması

Abdülhüseyin Teymurtaş İran’ın yetiştirdiği en önemli devlet adamlarından biriydi. Bakanlık görevlerinde bulunmuş, ülkesinin çağdaşlaştırılması için büyük çaba göstermiş, 1925 –  32 arasında Rıza Şah’ın en yakın ve en etkili çalışma arkadaşı durumuna yükselmişti. O sırada İran petrolleri, Kaçar hanedanı tarafından yüzyılın başında verilen imtiyazlar nedeniyle Anglo-İranian Petrol Şirketinin elindeydi.
Petrol gelirlerinin çok büyük bölümü İngiltere’ye gidiyor, İran’a sadece % 16’lık bir pay düşüyordu. Teymurtaş İran’ın payını artırmak için büyük çaba gösterdi. Bu nedenle İngilizlerin husumetini çekti. İngilizler Teymurtaş’ı Rıza Şah’a şikâyet ederek
O’nun bir darbe hazırlığı içinde olduğunu söylediler. Bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktu.
Amaç böyle asılsız bir iddia ortaya atarak Şah’ı etkilemekti. İngiltere’nin işbaşına getirdiği ve onların sözünden çıkmayan Şah, Teymurtaş’ı görevden azletti.
Teymurtaş yargılandı ve 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı, hapse girdikten birkaç ay sonra öldü veya öldürüldü.  Teymurtaş’ın görevden ayrılmasından sonra Şah İngiltere’yle
60 yıllık bir petrol imtiyazı antlaşması yaptı ve İngilizlerin isteklerinin büyük çoğunluğunu yerine getirdi. Teymurtaş’ın cezalandırılması hedefine ulaşmıştı.

Dreyfüs davası

Alfred Dreyfus Yahudi asıllı bir Fransız subayıydı. Vatana ihanet suçundan yargılandı. Ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Fransız Hükümeti usul konularında mahkemeye baskı yaptı. 19 Aralık 1894’de başlayan dava sadece 4 gün sürdü. İddianame tek bir belgeye dayanıyordu. Dava gizli görüldü. Bir yalancı tanık Dreyfüs’ü casuslukla suçladı. İlgili Fransız makamlarının mahkemeye sundukları gizli dosyada Dreyfüs’ün Almanya Büyükelçiliğine gizli belgeler verdiği iddia ediliyordu. Dreyfüs mahkemede oy birliğiyle mahkûm edildi. Davanın yeniden görülmesi talebi reddedildi. Halka açık bir törende rütbeleri söküldü, kılıcı kırıldı. Halk “Dreyfüs’e ölüm” diye bağırıyordu. Gazetecilerin çoğu O’nu hain olarak nitelendiriyordu. Dreyfüs, mahkûmiyet yıllarını
çok kötü koşullarda sürgün edildiği bir adadaki hapishanede geçirdi.
Ailesiyle görüşmesine bile çoğu zaman izin verilmedi. Ünlü Yazar Emil Zola
“İtham ediyorum” başlıklı bir beyanname yayınlayarak Dreyfüs’ün suçsuz olduğunu savundu. Basın ikiye ayrıldı. Yahudi düşmanı gazeteler Dreyfüsü suçladı, laik eğilimli olanlar savundu. Dreyfüs 1896 yılında 2. kez yargılandı. Bu kez 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve tahliye edildi. 1906’da Dreyfüs’ün suçsuzluğu anlaşıldı.
Orduya döndü, 1. Dünya Savaşında savaştı ve Yarbaylığa kadar yükseldi.

Bu dava hala adli hataların vahim bir örneği olarak anılır.

Hitler ve Stalin dönemindeki yargılamalar ve tasfiyeler:

2. Dünya Savaşından önceki dönemde kimi ülkelerde devlet adamlarının etkisi altındaki bazı mahkemelerin acımasızca davrandıkları görüldü. Örneğin Hitler döneminde
Alman mahkemeleri hukuku bir yana bırakarak tümüyle Hitler’in buyruğuyla hareket ettiler.  Sovyetler Birliği’nde de özellikle 1930’lu yıllarda yargı Stalin’in denetimindeydi. O dönemde yargı yoluyla, devlet yönetiminde, Partide ve Orduda büyük tasfiyeler yaşandı. Binlerce kişi baskı altında itirafta bulunduktan sonra idama gönderildi.
Kızıl Ordu mensuplarından birçoğu (casusluk, sabotaj, Anti-Sovyet propaganda
ve darbe hazırlığı) gibi suçlardan yargılandılar. Ordudaki 5 Mareşalden 3’ü,
Ordu Komutanlarından 13’ü, 9 Amiralden 8’i, 57 Korgeneralden 50’si,
186 Tümen Komutanından 154’ü tasfiye edildi. 1920-24 arasında 2,000 aydın, yazar
ve sanatçı tutuklandı. Bunlardan 1,500’ü hapiste veya toplama kamplarında öldü.
1937-38 yıllarında 1,5 milyon kişi tutuklandı ve 681,692 kişi idam edildi.

Bütün bunlar demokrasinin öncüsü sayılan Amerika’nın ve İngiltere’nin savaşın sonuna dek Stalin’le dostluk ve işbirliği yapmasına engel sayılmadı.

Nürnberg ve Tokyo Mahkemeleri:

2. Dünya Savaşından sonra savaş suçlularının yargılandıkları Nürnberg ve Tokyo mahkemeleri bazılarının beklediğinden daha ölçülü davrandılar. Nürnberg mahkemesinde ana davada sanık sayısı 24’ten ibaretti. 3’ü yargılama sırasında
intihar etti veya öldü. 21’i yargılandı. Yalnızca Hitler’in en yakın yardımcılarından
vahim insanlık suçu işleyenlere idam cezası verildi. Bazı sanıklar hapis cezasına çarptırıldı. Birkaç sanık da beraat etti.

Tokyo Mahkemesinde de ana davada 19’u asker olmak üzere 80 kişi yargılandı.
25’i suçlu bulundu 7 kişi idam edildi. 16 kişi müebbet hapse çarptırıldı,
gerisine çeşitli hapis cezaları verildi. Bunlardan 13’ü 1954-56 yıllarında affedildi.

Savaştan sonra Batıda, Türkiye’de son zamanlarda görüldüğü gibi çok sayıda askerin yargılanıp cezalandırıldığı bir dava örneğine rastlamadım.

Türkiye’deki davalar bu genel çerçevenin neresine oturuyor?
Kuşkusuz demokratik ülkelerde askeri darbeleri de darbe girişimlerini de
savunmak mümkün değildir. Avrupa’da son 30 yılda askeri darbe girişimi olmadı
ama Avusturya, Slovakya ve son olarak da Macaristan’da seçimle gelen bazı liderlerin otoriter yönetimler kurmaya çalıştıkları görüldü. Bu girişimlere karşı Avrupa kuruluşları ve kamuoyu büyük tepki gösterdi.

  • Demokrasiye inanan insanların askeri darbelere olduğu gibi
    sivil darbelere de karşı çıkmaları ve demokrasiyi yaşatmaya çalışmaları esastır.

Siyasette ve basında bu gibi davalar değerlendirilirken de, tarihi örneklerin gösterdiği gibi, bir adli hata olabileceği ihtimalini kimse gözden uzak tutmamalı,
herkes vicdanının sesini dinlemelidir.

  • Unutulmamalıdır ki, dünyadaki en yüksek yargı organı tarihtir
    ve en doğru hüküm tarihin vereceği hükümdür.

Saygılar, sevgiler.
14.10.13

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir


Dostlar,

Aşağıda, 3 yıl kadar önce okuduğumuz, genç ve yetenekli, ufuklu akademisyen
Dr. Barış Doster‘in son derece önemli bir makalesini sunuyoruz. Aradan geçen 3 yıl, sevgil, Doster’in bu önemli irdelemesini eskit(e)medi, tersine daha da öneml kıldı.

Barış Doster ve benzeri bir yığın öngörülü aydın, yenilmesi olanaklı olmayan, yenilmeyecek biçimde kurgulanmış olan Cumuriyet‘in birikimidir ve bu “altın kuşaklar” Türkiye’yi içine düştüğü / düşürüldüğü dönemsellikle engelli sarmaldan kurtarmaya yetecektir.

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir

PORTRESİ


Dr. Barış Doster

Devletler sıradan kurumlar değildir. Özgün tarihleri, örgütlenme modelleri, yapılanmaları, hedefleri ve buna uygun stratejileri vardır. Uluslararası politikanın temel aktörü olan ulus devletler, hedeflerine ulaşmak için stratejik ve taktik planlar yapar, gerekli siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel modelleri üretir ve buna uygun araçlarla kendilerini donatırlar. Bu konuda en küçük bir yanlış hesap, genellikle telafisi imkânsız sonuçlar doğurur ki, askerlik biliminde bu hesap hatası şöyle öğretilir:

  • “Yığınakta yapılan hata telafi edilmez”.

Bu nedenle askerlik özünde; günlük değil, fakat yüksek siyasetle, siyasi parti odaklı değil ama ulusal güvenlik odaklı siyasetle iç içedir. Devletlerin stratejisi elbette ki sadece silaha dayanmaz ama silahlı güç sahibi olmadan da stratejik güç olunmaz. Nitekim savaş, siyasetin güç yoluyla hedefe varma arzusunun bir aracıdır.

Söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda, gerek kurtuluş yöntemi, gerek kuruluş süreci, gerekse kurucu kadroları itibarıyla savaş daha fazla öne çıkar. Çünkü Cumhuriyet, emperyalizme ve onun ülkedeki işbirlikçilerine karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş, savaşla birlikte devrim aynı anda, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kısacası Milli Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için gereken iki anahtar kelime, “savaş” ve “devimdir”.

Antiemperyalist savaş ve egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştiren bir aydınlanma devrimi bu işin özüdür, öznesidir. Devrim tarihin akışına iradeyle, savaş ise silahla müdahale etmektir. Kurtuluş Savaşı’nda ikisi de vardır ve Cumhuriyet bu ikisi sayesinde kurulmuştur. Bu savaşı yapan ve devrimi gerçekleştirenler de, devletleşirken milletleşen, milletleşirken devletleşen Türk Halkıdır. Ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş ve bağımsız bir devlet kurmak ulusal hedeftir. Milli Demokratik Devrim onun stratejisi, Meclis’in emrindeki ordu ise onun silahlı gücüdür.

Türk Milli Mücadelesi, işgalci düşmana karşı yapılan, hele de antiemperyalist karakter taşıyan her savaşın, ulusal düzlemde de iç savaş boyutu olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Halkın yokluğunu, yoksulluğunu, yorgunluğunu ve yılgınlığını göstererek,
onun gücüne inanmayanların, ona güvenmeyenlerin, “ulusal mücadele verirsek, tam bağımsızlık istersek ülke daha da kötü olur, parçalanır” diye düşünenlerin ve daha da kötüsü işgalci düşmanla işbirliği içinde olanların mağlup edilmesi, düşmanın yenilmesi kadar, belki de daha zor olmuştur. Devrimci ve halkçı milliyetçilik ile emperyalizm güdümlü teslimiyetçilik savaşmıştır. Sadece siyasi düzlemde değil, askeri düzlemde de savaşmıştır. Emperyalizm destekli, etnik ve dinsel temelli yıkıcı, bölücü iç isyanlara karşı verilen kavganın boyutu bunun kanıtıdır. Doğan Avcıoğlu’nun “Emperyalizmin kanatları altına girmeyi reddeden lider” olarak nitelediği Atatürk bu yalın gerçeği mücadelenin başında görmüştür. Bu nedenle,

Kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esası kat’idir.” demiştir.

Gazi’nin ilerleyen süreçte orduyla siyaseti ayırmak istemesinin nedeni, kuramsal ve stratejik düzlemde günlük değil yüksek siyasetle, siyasi partiyle değil ulusal güvenlikle askerlik arasındaki sarsılmaz bağı çok iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim Atatürk şöyle demektedir:

  • “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı,
    belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,
    kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir”.

Ülkemizde “Bolşevik Devrimi” adlı çalışmasıyla da bilinen ünlü tarihçi E. H. Carr da
Milli Mücadele’nin ilerici yönüne değinirken, Kemalist hareketin sadece askeri bir hareket olmadığını, ideolojik istiklali hedeflediğini vurgulamıştır. Türkiye, dev ve devrimci önderi Gazi Mustafa Kemal’in sağlığında bu iddiayı ve iradeyi ortaya koymuş, İsmet İnönü ile başlayan dönemde, iç ve dış politikadaki gelişmelerin de etkisiyle bu yönelimde kırılmalar olmuş, 1950 ile başlayan süreçte ise sözde bu iddia korunurken, özde ciddi sapmalar başlamıştır.

Karşı devrim süreci olarak da nitelenen bu süreçle birlikte Türkiye’nin yörüngesi,
yön duygusu değişmeye, kimliği, devlet aygıtı ve anlayışı başkalaşmaya başlamıştır. Antiemperyalist belleği ve Kemalist geleneği silinme sürecine girmiştir. Türkiye için
yeni bir “milli kimlik” tanımı yapılmaya başlanmış, bu da kaçınılmaz olarak yeni bir devlet ve yeni bir millet tanımını hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır. Bir kez daha gündeme getirilen “yeni anayasa” tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü yeni bir anayasa, yeni bir devlet tanımı, düzeni ve örgütlenmesi demektir. Bu kapsamda yeni bir güvenlik, yeni bir savunma, yeni bir tehdit algısı kaçınılmaz olduğundan, yeni bir ulusal güvenlik örgütü tanımı ve yeni bir ulusal hedef de kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye 1990’a dek, yani 40 yıl boyunca, NATO şemsiyesi altında, ciddi iniş çıkışlarla, ağır bedeller ödeyerek ve büyük düş kırıklıkları yaşayarak Soğuk Savaş sürecini tamamlamıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun çökmesi, Varşova Paktı’nın tarihe karışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kısacası Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’yi de hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirmiştir. “Tarihin sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşmenin nimetleri” ve “ABD’nin tek odaklı egemenliği” söylemleri altında başlayan 90’lı yıllarda Türkiye, yeni durumu algılamakta, kavramakta, buna uygun politika üretmekte tutuk kalmış, gecikmiştir. 1991 yılının
hemen başında Birinci Körfez Savaşı ile Irak’a saldıran ABD, ülkenin kuzeyinde bir
Kürt devletinin temellerini atarken, Türkiye gelişmeleri doğru tahlil edememiştir.
“İkinci İsrail” ya da “Büyük İsrail” projesi olarak nitelenen kukla devletin temelleri, ABD’nin güdümünde ve TBMM’nin onayıyla konuşlanan Çekiç Güç tarafından atılırken, Irak ordusunun 36. paralelin kuzeyine çıkması yasaklanırken Türkiye yıllarca Çekiç Güç için her türlü kolaylığı göstermiştir.

BOP ve İsrail’in “Büyütülmesi”

Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu, İran’ın batısı ve Irak’ın kuzeyinin anavatanlarından koparılmasıyla oluşacak bir Kürt devleti, sadece ikinci İsrail ya da BOP kapsamında Büyük İsrail Projesi’nin gereği değildir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmanın ve parçalamanın da gereğidir. Bu noktada İsrail’in konumu özellikle önemlidir çünkü bu ülke ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezindedir ve arkasında sınırsız bir ABD gücü vardır. İsrail, uzun yıllar
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisinin azaltılması için ABD için stratejik önemde olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi, SSCB’nin dağılmasıyla da İsrail’in ABD açısından önemi değişmemiştir. İsrail’in ABD için yük olduğunu, fayda- maliyet analizi yapılırsa ABD açısından sıkıntı yarattığını öne süren görüşler (“İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası”nın yazarları Walt ve Mearsheimer gibi) devlet katında fazla itibar görmemiştir. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki terör eylemlerini gerekçe göstererek uyguladığı devlet terörü de ABD tarafından desteklenmektedir. Nükleer güç olan İsrail, bölgedeki diğer ülkelerin nükleer güç sahibi olmasına ise şiddetle karşı çıkmaktadır.

Sadece ekonomik açıdan bir örnek vermek gerekirse, 1976 yılından itibaren ABD
en büyük iktisadi ve askeri yardımı İsrail’e yapmaktadır ve bu yardımların toplamı
2003 yılında 140 milyar doları bulmuştur. İsrail’in her yıl almakta olduğu 3 milyar dolarlık doğrudan yardım ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturmaktadır. Diğer ülkelere ABD yardımı 4 eşit taksitte ödenirken, İsrail bu yardımı peşin ve mali yılın başında almaktadır. Dahası diğer ülkeler aldıkları yardımın tamamını ABD’de harcamak zorundayken, İsrail yardımın dörtte birini kendi savunma sanayisinde kullanmaktadır. İsrail, aldığı ABD yardımını nasıl kullanacağına ilişkin hesap vermeyen tek ülkedir. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki İsrail karşıtı kararları sürekli veto ettiğini, bu vetoların sayısının diğer 4 daimi üyenin kullandığı vetoların toplamından çok olduğunu anımsamak, iki ülke ilişkilerini anlamayı da kolaylaştırır.

Bölgemizde son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin maruz kaldığı asıl tehdidin Batı’dan geldiğini göstermektedir. Vietnam Savaşı’ndan sonraki en büyük askeri harekâtı Irak’a yapan ABD’nin bu ülkede 14 tane üs kurması, sadece işgal sonrasındaki denetimi sağlamak için atılan bir adım değildir. Irak’tan çekilmeye ilişkin takvim açıklansa da, gerçekte bu çekilmenin koşullara göre her an durabileceği ve çekilmeyi takvime bağlayan anlaşmanın da oldukça esnek ve ucu açık hükümler içerdiği bilinmektedir. ABD Vietnam’da yaşadıklarını yaşamamak için, “küçük düşmeden”, moda deyimle “karizmayı çizdirmeden” çekilmeye çalışmaktadır ama Irak’taki varlığını bir şekilde korumanın altyapısını da hazırlamıştır. ABD her ne kadar 2011 yılı sonuna dek çekilme sözü verse de, ABD operasyonları üzerinde Irak’ın veto yetkisinin olduğu belirtilse de, Irak topraklarının başka ülkelere saldırı amaçlı kullanılamayacağı, Iraklıların evine izinsiz girilip, arama yapılamayacağı vurgulansa da, ABD’li paralı askerler yargı dokunulmazlığını yitirse de, geçekte uygulamalar farklı olacaktır. Amerikan askerleri “terörle savaşmak” ve “Irak ordusunu eğitmek” için bu ülkede kalmaya devam edecekler, Irak’ta artan İran etkisini de dikkate alarak, ülkenin kuzeyinde konuşlanacaklardır. ABD, İngiltere ve İsrail’in Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirerek, kenti Kürtleştirmelerinin önemli bir nedeni de budur.

“Dışarıda Neo- Con, İçeride Ergenekon”

İsrail’in askeri gücü bölgedeki silahlanma yarışını tetiklerken, istikrarsız rejimler ve ABD güdümlü iktidarlar da Washington’un bölgeye yönelik açık ve örtülü operasyonlarının gerekçesini oluşturmakta, altyapısını hazırlamakta, bunları meşrulaştırmaktadır.
İsrail’in “çevresi düşmanlarla çevrili” ve “demokrasiyle yönetilen” ülke imajı, ABD desteği için ahlaki gerekçeleri oluşturmaktadır. İsrail’in 1947- 49 yıllarında kuruluş döneminde yaptığı savaş, 1956’da Mısır’la yaptığı savaş, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı yaptığı savaşların galibi olması ve bölgedeki en büyük askeri güç konumuna gelmesi, ABD iç politikasındaki Yahudi etkisiyle birlikte ele alındığında muazzam bir hale gelmektedir. 1947- 48 yıllarında 700 bin Filistinliyi sürgüne yollayan İsrail, ABD’de en büyük desteği Evanjelist/ Neo Con ekipten almaktadır ve bu ekip iki ülke politikalarının her alanda örtüştüğüne, bütünleştiğine, tehdit algılarının bile aynı olduğuna inanmaktadır.

Türkiye’deki ulusal güçlerin direncinin kırılmasında ve ordunun hedef seçilmesinde de Neo Con ekibinin büyük etkisi olduğunu unutmamak gerekir. İlk kez sol çizgide bir aydın olan Michael Harrington’un, solcuların ve liberallerin sağa kayışına dikkat çekmek için kullandığı Neo Con terimi, günümüzde İsrail’e sınırsız destek veren, eskiden liberal ve solcuların da içinde bulunduğu, Bush’un 2000- 2008 arasındaki iktidarında etkinliği zirveye ulaşan ekibin adıdır. Bu ekibin silahlanmaya verdiği önem, büyük sermaye çevreleriyle olan yakın ilişkisi, ulusalcı ve solcu hareketlere olan karşıtlığı, ABD’ye mesafeli olan ülkelerde istikrarsızlaştırma operasyonlarından başlayarak, askeri seçenekler de dahil olmak üzere her türlü operasyona sıcak bakması bilinen özellikleridir. Nitekim “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” ve “asimetrik savaş” dillerinden düşmeyen kavramlardır.

Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

Türkiye’nin ABD- İsrail projesi olan kukla Kürt devletine olan katkısının simgesi dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ünlü “bir koyup üç almak” söylemiyle belirginleşmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projenin sonuçlarını görmesi ve karşı tavır almasının, direnmesinin zirvesi ise Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın istifa etmesidir. O yıllarda Çekiç Güç helikopterlerinin terör örgütü PKK’ya silah ve malzeme attığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, Eşref Bitlis’in kaza süsü verilmiş bir suikastla şehit edilmesi, Türk Donanması’na ait Muavenet gemisinin bir tatbikatta ABD tarafından vurulması ve olayın yine “kaza” şeklinde açıklanması ise Türkiye’ye verilen mesajlardır. İlerleyen süreçte bu mesajlar daha açık seçik verilecek, Türkiye Cumhuriyeti “yapay devlet” olarak anılacak, psikolojik, ideolojik, tarihsel kökenlerine saldırılacak, Türk Ordusunun “denetimden çıktığı” yazılıp, çizilecektir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ABD’yi ziyaret etmemesi
o dönemde büyük tepki çekmiştir. ABD, anlamlı bir tarihte, 24 Temmuz 2002’de,
yani Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın kutlandığı bir günde, Millenium Challange- 2002 (Binyılın Meydan Okuması) adlı tatbikatı yaparak (ABD tarihinin en büyük tatbikatlarından biridir) Türkiye’ye mesaj vermiştir. Bir yıl sonra ABD, 4 Temmuz 2003 tarihinde, milli bayram olarak kutladığı bağımsızlık gününde Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirerek en üst düzeyde ve anlaşılabilir biçimde bir mesaj daha vermiştir. 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın
Harp Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’nin Avrasya güçleriyle daha yakın işbirliğine yönelmesini önermesi de ABD’de ve uzantılarında büyük kaygı yaratmış ve bir kenara not edilmiştir. Bu yaklaşım, Türk Ordusu’nun, Türkiye’deki politikacıların büyük bölümünün aksine, Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında olduğunu, Batı ittifakına nesnel ve gerektiğinde eleştirel bakabildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ancak Avrasya seçeneğini ciddi olarak düşünenler de, bu seçeneği stratejik düzeyde değil, taktik düzeyde bir yönelimle Batı’ya karşı pazarlık gücü olarak dillendirenler de medyada adeta infaz edilmiştir. Dinozor, üçüncü dünyacı, ırkçı, maceracı, Batı karşıtı olmakla suçlanmışlar, “AB üyeliğinin ulusal bütünlüğün ve laikliğin güvencesi olduğunu” anlamamakla eleştirilmişlerdir. 2002’de ABD’de gerçekleştirilen tatbikat ve özellikle de 2003’teki çuval rezaleti Türkiye’ye en üst düzeyde ve en yaralayıcı biçimde gözdağı verme amacını taşımaktadır. Bu süreçte dış cephe Türkiye’ye çullanırken, iç cephe de çökertilmeye çalışılmış, türlü çeşitli tertipler, terör eylemleri, intihar saldırıları hep Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, genelde ordunun siyaset üzerindeki etkisini eleştiren ABD bu kez, “Türk Ordusu’ndan beklediğimiz liderliği göremedik” diyerek, orduyu siyasete müdahale etmediği, tezkerenin geçmesini sağlamadığı için eleştirmiştir. Sırf bu durum bile Batı’nın çifte standart içeren tutumunu, kendi çıkarı söz konusu olduğunda demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları ilkelerinin lafta kaldığını göstermeye yeter. 12 Mart ve 12 Eylül’de en ağır darbeleri destekleyen de ABD’dir, tezkere geçmeyince Türk Ordusu’nu en ağır sözlerle eleştiren de. Nitekim 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte, bu ülkenin kuzeyinden Türkiye’ye yönelen tehdit artmış, Türkiye içindeki eylemler de ivme kazanmıştır.

Ama öncelikle şunu saptamak gerekir: Asıl ve daha büyük çuval Türkiye’nin başına siyasi ve iktisadi olarak geçirilmiştir ve bu yalın gerçek görülmeden çuvalın içinde çırpınmanın bir anlamı yoktur. Türk Ordusu’nun saygınlığını, itibarını, caydırıcılığını yok etmek isteyen dış odakların ve onların ülkemizdeki uzantılarının ulaştığı güç, ülkemizin ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerine karşı yapılanlar, tam bir gri propaganda örneğidir. Kamu görevlisi olduğu dönemde yetkisini aşmış, çete/ mafya ilişkilerine bulaşmış, kirli işlere ve ilişkilere dalmış insanların yanına saygın, onurlu, dürüst, çalışkan, yurtsever insanların konulması, aynı operasyonla gözaltına alınmaları gerçekte tam bir psikolojik harp yöntemidir. Algı yönetimiyle amaçlanan, çürük ve sağlam kişilerin birlikte gösterilmesi ve saygın olanların itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesidir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tek odaklı düzenin sonu gelmiş ve yeniden
çok kutuplu bir düzene geçişin güçlü işaretleri belirmişken, Soğuk Savaş öncesinde yaşamanın ve Batı ittifakına sorgusuz, sualsiz, karşılıksız, dengesiz bir sadakat beslemenin, kraldan çok kralcı olmanın anlamı yoktur. Türkiye’nin AB ve ABD ile çıkarlarının da, çekincelerinin de her zaman, her yerde, her alanda örtüşmediği, dahası genellikle çeliştiği bir dünyada, Batı ile sağlam, sağlıklı bir ilişki kurmanın yolunun, öncelikle bağımsız, bağlantısız, önyargısız düşünmekten, davranmaktan geçtiği açıktır. Üstelik bir kopuş, terk ediş ya da savaş ilanı da değildir. Sadece kendi çıkarlarını önceleyen ve gereğini yapan onurlu bir Cumhuriyet’in yön duygusuna kavuşma, kendini bulma çabasının bir gereğidir.

“Büyük Doğu”dan “Büyük Ortadoğu”nun Hizmetine

Türkiye’ye yeni bir yön verme, yeni bir kimlik aşılama, yeni bir tercih dayatma çabaları, aynen bir zamanların sosyetik ve medyatik ikinci cumhuriyet tartışmalarında olduğu gibi, aslında küresel projelerin ön adımı, zihin egzersizi, Truva Atı’dır. Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında öne çıkan ve aslında dini değil siyasi ve de İslam dışı, Evanjelist kaynaklı bir psikolojik harp projesi olan Ilımlı İslam böyle bir kavramdır. Bu anlayışa göre “ılımlı İslam” ABD güdümünde ve onun müttefikidir. Radikal İslam ise ABD’ye ve “demokratik değerlere” karşıdır. Ve Türkiye’de hep iddia edildiğinin tersine bir derin devlet olmayışı, yani kurucu iradeyi savunan bir ortak devlet aklının bulunmayışı Türkiye’nin bu projelere karşı direncini zayıflatmaktadır. Ortalıktaki derin devletin ABD’nin güdümünde, Soğuk Savaş ile birlikte kurulan Gladyo’nun uzantısı, taşeronu, tetikçisi olan bir derin devlet olduğu ve şimdi de yine aynı merkez tarafından piyasadan çekilerek, yerine yenisinin konulmakta olduğu açıktır. Kısacası olduğu öne sürülen derin devlet Türkiye’nin derin devleti değil, ABD’nin Türkiye içindeki derin devletidir. Türkiye’de derin devlet olmadığı tespitini eski, “mahir” ve “kaynak”ları bol bir istihbaratçı da sık sık yapmaktadır zaten.

ABD’nin ve Türkiye’deki yandaşlarının hedefinde ulusal, ulusal sol, Cumhuriyetçi güçlerin olması, kurucu ideolojinin ve ordunun bilinçli şekilde yıpratılmak, gözden düşürülmek, itibarsızlaştırılmak istenmesi, daha da ötesinde ulusalcılığın Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı raporlarda iç güvenlik tehdidi olarak tanımlanması gidişatı göstermektedir. Devletin kurucu felsefesi ve kurucu kadrolarıyla özdeşleşmiş Türk Silahlı Kuvvetleri psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta taşeronluk yapanlar arasında siyasi partilerden medyaya, numaracı cumhuriyetçi, dinci ve bölücü kesimlerden birer sivil tahrip örgütüne dönüşen kimi sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir cephe vardır. Adnan Menderes’ten bu yana kimi sağ siyasetçilerin ordunun yerine koymak istedikleri emniyet mekanizmasının akademik unvan taşıyan kimi mensuplarının makaleleriyle orduyu hedef almaları, birkaç yıl önce ordu içinden en üst düzeyde uyarılara ve tepkilere neden olmuştur. TSK komuta kademesi, yürütmenin emrindeki emniyet güçlerinin bu tutumunu en üst düzeyde kınamıştır. Bürokrasideki kadrolaşmanın ve siyasallaşmanın liberal- demokrat, numaracı cumhuriyetçi aydınlarca hiç eleştirilmemesi kurulan ittifakın bileşenlerini ele vermektedir.

Aslında Demokrat Parti ile başlayan ve AKP ile doruğa çıkan “devleti küçültmek” söylemini, “devletin tasfiyesi” olarak okumak gerekir. “Devletin ekonomiden çekilmesi” söylemi, gerçekte devletin güvenlikten sağlığa, adalettin eğitime her alandan çekilmesi demektir ve Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Savaş ve devrimle kurulan ulus devlet yapısına karşı, ister kişisel çıkarları, ister sınıfsal konumları, isterse devleti demokrasinin, piyasa ekonomisinin, özgürlüklerin önünde engel olarak gören siyasal tercihleri nedeniyle, Batı’nın da desteğiyle kurulup, güçlenen ittifak tüm gücüyle iktidar koltuğuna oturmuştur. Cumhuriyet’i azaltarak demokrasiyi çoğaltmak, devleti küçülterek milleti büyütmek, kamuyu tasfiye ederek özelin önünü açmak şeklinde özetlenen
bu politika, popülist söylemi girişim hürriyetiyle, dinci gericiliği etnik bölücülükle harmanlayarak gücünü pekiştirmiştir. Adı ister Hürriyet ve İtilaf olsun ister Ahrar, ister Terakkiperver Fırka olsun ister Demokrat Parti, ister ANAP olsun ister AKP bu siyasi gelenek sadece merkezin sağındaki değil, merkezin solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındaki pek çok partiyi de etkilemiştir.

Devlet karşıtlığı, özde millet karşıtlığıdır. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı söylemi dillerinden düşürmeyenler, iktidar olduklarında devleti ele geçirmekten, kamu mallarını yağmalayıp, talan etmekten ve milleti bölüp, soymaktan geri durmamışlardır. Devletsiz Cumhuriyet, devletsiz ulus, devletsiz burjuvazi ve elbette devletsiz demokrasi olamayacağından, “devlet küçültülürken”, devlette kadrolaşma hız kazanmış, partizanlık alıp yürümüş, devlet kuruluşları siyasi arpalık olarak kullanılmış, devlet bankaları yandaşlara kredi dağıtırken, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” anlayışı egemen olmuştur. Devlette devamlılığın ortadan kalkması yani kamu bürokrasisinin tasfiyesi toplumu da bölmüş, devletine karşı soğutmuş, güveninin kırılmasına neden olmuştur. Bürokrasi politize olurken, toplumun apolitize olmaya zorlanması ülkede ciddi bir güvenlik zaafı doğurmuştur. Bu aslında toplumsal refahtan, bir anlamıyla da devlet olma iddiasından vazgeçiştir. Yani terör için, toplumsal çözülme için, kültürel yozlaşma için, ahlaki çöküş için altyapı hazırlayıştır.

“Küçük Amerika” Sevdası, Ülkeyi Küçültür

Türkiye’nin yaşadığı ulusal ve uluslararası çelişkilerin artması ve derinleşmesi, hem onun uğradığı saldırının boyutunu, hem de tarihsel birikiminin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Ekonomik, politik, diplomatik, askeri düzlemde, taktik ve stratejik boyutta derinleşen çelişkileri ne NATO’daki ittifak ilişkileri, ne AB aday üyeliği gizleyememektedir. Yugoslavya ve Irak’ın parçalanmasından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmesi girişimlerine, ABD’nin Karadeniz’de üs kurma niyetinden patrikhanenin statüsüne, “ılımlı İslam” projesinden Kıbrıs’a dek her alanda Türkiye ve sözde müttefikleri arasında derin uçurumlar vardır. NATO’ya üye yapılırken, ABD adına Ortadoğu petrollerine bekçilik yapması da öngörülen bir Türkiye, “küçük Amerika” sürecinden büyük Türkiye çıkmayacağını, ama Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi tehdidinin bu süreçte doruğa çıktığını görmek zorundadır. Çünkü bu temel gerçeği görmeyen Türkiye, 1973 yılında başlayan Asala terörünün bitmesiyle 1984 yılında PKK terörünün başlamasının aynı döneme denk geldiğini, onların arkasındaki emperyalist merkezlerin aynı olduğunu kavramayan bir Türkiye, gerçeklerle yüzleşmeyen bir Türkiye, doğru çözümleri de üretememektedir.

Yeni Dünya Düzeni de, küreselleşme süreci de, Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin devlet ve toplum yapısını bölmektedir. Bu proje, kavram ve süreçler
milli devletle de, milli egemenlikle de, milli kimlikle de, milli güvenlik ve savunmayla da çelişmektedir. Küreselleşmenin emperyalist boyutunu göz ardı ederek, onu ekonomik ve teknolojik hamlelerin öncülük ettiği karşı konulmaz bir süreç olarak nitelemek, yani sorunun ideolojik yönünü görmemek bağışlanamaz bir hatadır. Meselenin bu yönüne dikkat çekenlere karşı psikolojik savaş yöntemleri uygulayıp, onları 3. dünyacı, dinozor, içe kapanmacı, Sevr paranoyasına kapılmış komplo teorisi yazarları olarak niteleyenler, küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçları saklayamamaktadır. Neo liberal düşünce ve özelleştirmeye dayanan ekonomi, sonuçta toplumsal adaletten ulusal güvenliğe dek herşeyi zaafa uğratmıştır.

Türkiye, Avrupa’nın durakladığı, ABD’nin ise gerilediği bir süreçte Avrasya’nın yükselişe geçtiğini, 1949 yılında tek bir traktörü olmayan Çin’in, 2025 yılında dünyanın en güçlü ekonomisi olmaya doğru yürüdüğünü görmesi gerekir. Çin’in tek bir traktörünün olmadığı dönemde 2 bin 500 traktöre sahip olan ve bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin ise günümüzde tarımda dışa bağımlı hale gelmesi izlenen stratejinin yanlışlığını göstermesi açısından önemlidir. Batı’nın liderliğine göre kendisini konumlandıran ve kurgulayan politikanın başarı durumunu ortaya koyan bu tablo, küçük Amerika’dan büyük Türkiye çıkmayacağını da kanıtlamıştır.

Çelişkiler Derinleşirken Muhasebe Yapmalı

Türkiye’de kimi siyasilerin dilinden düşmeyen “Büyük Türkiye” sevdası, “Küçük Amerika” sevdasına feda edilince, sadece Türkiye’nin saygınlığı yara almıştır. Bu süreç aynı zamanda küçük düşünen insanların önünü açtığından, önce küçük düşünülmüş, sonra küçük düşülmüş, nihayetinde de küçülme tehdidi öne çıkmıştır. Siyasi özgüven eksikliği ve stratejik öngörü noksanlığı birleşince, Türkiye tehdit algılamasında bile ithalatı tercih etmiş, ithal tehdit algısını, gerçek tehdit sanmıştır. İktisadi olarak yarı sömürge durumuna dönüşmenin kaçınılmaz sonucu siyasi, idari, hukuki, kültürel, toplumsal, dini yozlaşma olduğundan Türkiye, hemen yanı başında gerçekleşen Turuncu Devrimlerin neden ve sonuçlarını bile doğru tahlil edemez hale gelmiştir.
Yeni NATO yapılanmasında güvenlik adına siyasi ve askeri müdahalelerin öngörüldüğü dikkate alınacak olursa, ülkemizin bir renkli devrim yaşamasa bile, örtülü bir operasyona uğradığı görülür. Buna karşı dikilmenin yolu da Cumhuriyetçi bir yön duygusuna ve bütüncül bir kalkınma programına sahip olmaktan, buna uygun olarak kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir strateji izlemekten geçer. Cumhuriyetçi geleneğin birikimi, Cumhuriyetçi geleceğin inşası için en büyük dayanak ve biricik çıkış noktasıdır.

(http://www.ilk-kursun.com/haber/54449, 17.8.2010)