Etiket arşivi: Arap Baharı

Anayasal totalitarizme hayır!

İbrahim Ö.  Kaboğlu

İbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 07.09.2023, BİRGÜN

Adli yılı açış konuşmasında, “2011’den beri bir hayalimiz var” diyen Erdoğan, “Bu hayal, Türkiye’yi darbe Anayasasından kurtararak yarını kucaklayan, Türkiye Yüzyılına yakışır anayasaya kavuşturmaktır… Vaadimiz birinci sınıf demokrasi, ekonomi ve özgürlüklerin tamamlayıcısı, birinci sınıf anayasa olacaktır… Siyasi partiler, yüksek mahkemeler, üniversiteler, devlet kurumları, barolar ve milletimizin her ferdini sürece katkı vermeye davet ediyorum.” şeklinde konuştu.

Bu sözler ne anlama gelir?

GEÇİŞ ANAYASACILIĞI

Sosyalizm sonrası dönemden Arap baharı sürecine kadar yapılan anayasalar için “geçiş dönemi anayasacılığı” nitelemesi yapılır. Bu dö­nem, anayasa­nın üstünlüğü anlayışının ve anayasallık kültürünün gerilemesi bağlamında birçok olum­suzluğu beraberinde getirdi. Özellikle bazı Afrika devletlerinde, toplumsal gerçeklikten uzak metinler, anayasacılığı kuralların basit bir aşamalı sıralamasına indirgedi. Bu ise toplumun barışlandırılmasından çok, anayasa mahkemesi kararlarının dolanılmasını kolaylaştırdı. Usulün içeriğe, sözün öze üstünlüğü, anayasa hukukunu değersizleştirdi ve anayasanın meşruluğunu azalttı. Ya Türkiye?

NEREDEN?

Yüzyıl gecikme ile başlamış olsa da Türkiye’deki anayasal gelişmeler ve 20. yüzyıl Batı anayasacılığı arasında koşutluk açık.

Eğer bir “darbe anayasası” nitelemesi yapılacaksa, 2017 kurgusundan başkası olamaz. Çünkü 1982 Anayasası, 1987-2004 değişikliklerinde insan hakları ve demokrasi yönünde başkalaşmıştı.

NEREYE?

Geçiş dönemi anayasacılığı (1990-2015) ve Türkiye için hukuk devletini onarım dönemi (1987-2004) arasında örtüşme var. Ne var ki 2016 darbe girişimi bahanesiyle 16 Nisan 2017’de halkoyuna sunulan metin, bir  “en’ler kurgusu” oldu.

Türkiye’yi çağdaş anayasacılıktan “en çok” uzaklaştıran, kendi tarihine “en çok” yabancılaştıran ve Osmanlı Devleti-Türkiye Cumhuriyeti Anayasal ve siyasal gelişmelerinde “en köklü” kopuş yaratan değişiklik oldu.

Haliyle, 2017 değişikliği, hiçbir darbe Anayasasını aratmayan bir “anayasa dışı kurgu” ile sonuçlandı.

KAÇINCI SINIF?

Türkiye, “anayasal sınıflama” dışına itildi.

Bu kurgu, “Anayasa hayali” ile test edilebilir: “Birinci sınıf demokrasi ve birinci sınıf anayasa”.

Çoğulcu siyasal rejimin asgari standartları varsa rejim için  “demokrasi”, Anayasacılığın asgari gereklerinin varlığı ölçüsünde ise, “anayasal demokrasi” nitelemesi yapılır.

“Birinci sınıf” hayalinin anlamı, yirmi yıldır ülkeyi yönetenlerin, Türkiye demokrasisini  ve Anayasasını “2., 3. veya 4. sınıf olarak niteleme itirafıdır.

Ya “Türkiye yüzyılı”?

Hukuk toplumu ve Türkiye ekosistemi yüzyılı mı, yoksa yağmalanan ülke,  yok edilen birey özgürlüğü ve toplumsal özerklik yerine bir ümmet yüzyılı mı olacak?

SAYGI’YA ÇAĞRI

“Katkı çağrısı”nın en doğrudan anlamı, tartışma ve düşünce özgürlüğü demek.

Şu halde ilk koşul, “düşünce suçluları”nı özgür bırakmak ve YÜRÜRLÜKTEKİ ANAYASA’YA SAYGI olmalı.

Aksi durumda ‘hayal’, Anayasayı;

– “demokratik olmayan siyaseti meşrulaştırma” aracı olarak ve iktidar bekası için kullanmak,

– toptancı ve tek biçimli toplum ereğinde araçsallaştırmak DEMEK.

TOTALİTARİZME HAYIR!

Amaç iki sandıktan sonra ivme kazandırılan toplumu tek biçimli kılma çalışmaları, “Anayasa sandığı” ile pekiştirmek.

Yineleyelim :

  • Anayasa, erkler ayrılığı yoluyla iktidarı sınırlama ve özgürlükleri güvenceleme ereğinde, toplumun gereksinimleri ve ortak iyiliği doğrultusunda hazırlanan bir belgedir.

Herkes için uyulması zorunlu ve bağlayıcı bir temel norm, hukuk devletinin asgari gereklerini yansıtmalı. Ne var ki, çağrı sahibi için Anayasa, bir norm olmaktan çok meşruluk belgesi olarak daha çok görünüşü kurtarma ve iktidarı sürdürme aracı haline geldi.

Bu nedenle, aymazlığına kapılmadan, ‘hayal’, hesap verebilir hükümet için “demokratik Anayasa” çalışmalarına ivme kazandırma vesilesi olarak görülmeli.

Demokratik toplumun, demokrasi inşası için neden vazgeçilmez olduğu, 1 Eylül çağrısı ile bir kez daha doğrulandı. Anayasal totalitarizm için TBMM’de çoğunluk ellerinin otomatik olarak kalkması, ancak sivil toplum örgütlerinin Anayasa sorununu sahiplenmesi ve siyasal partileri kuşatma altına almasıyla engellenebilir.

Nijer

Hüsnü Mahalli

Başka bir açıdan

 

Geçen hafta Rusya’nın Petersburg kentinde Rusya-Afrika Zirvesi toplanmıştı. 2019’da Soçi’de yapılan ilk zirveye 43 lider katılırken ikinci zirveye yalnızca 17 lider katıldı. Geri kalan ülkelerden bu kez, Bakan ve daha alt düzeyde temsilciler geldi .

Peki neden böyle oldu?

Çünkü ABD, İsrail ve Afrika’nın eski sömürgeci ülkeleri yani Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, İngiltere Afrikalı liderleri tehdit ederek zirveye katılmalarını engellemişti. Bu da çok kolaydı çünkü yalnızca Fransa’nın eski sömürgelerinden 14 ülke iktidarları, imzalanan anlaşmalardan dolayı uranyum, altın, petrol, elmas ve benzeri yeraltı zenginliklerinin satılmasından elde ettikleri gelirlerin %80’i Fransa Merkez Bankasında tutmak zorundaydılar.

Yılda yaklaşık 500 milyar dolar!

Bu 500 milyar dolar için Fransa bırakın bu 14 ülkeyi belki de 114 ülkeyi karıştırıp savaşa sürüklemekten geri kalmaz ve kalmayacaktır.

“Arap Baharı” sürecinde Fransa’nın Libya, Tunus ve Suriye’deki rolü farklı bir formatta gelişmişti ama Paris ve emperyalizmin diğer başkentlerinin rezilliği asla son bulmayacaktır.

Birinci Dünya Savaşı bitiminde ve Osmanlı’nın dağılması öncesi ve sonrasında İngilizlerle birlikte Sykes – Picot , Sevr ve diğer anlaşmalarla bizim coğrafyanın haritalarını çizen Fransızlar genetik ruh hastalıklarından asla vazgeçmeyeceklerdir.

Dönelim Rusya- Afrika Zirvesi’ne..

Emperyalist ülkeler zirvenin başarısız olması için uğraşırken ilk tokadı Nijer’de yediler. Cezayir, Libya, Çad, Nijerya, Benin, Burkina Faso ve Mali’ye komşu 1.3 milyon km2 yüzölçümlü Nijer’de yaklaşık 24 milyon insan yaşıyor ve çoğu açlık ve sefalet içinde.

Petersburg Zirvesi’nin 2. gününde yani 26 Temmuz’da eski Fransız sömürgesi Nijer’de askerler darbe yaparak Fransa’nın Afrika’daki en önemli adamlarından biri olan Muhammed Bazum’u devirdi. Fransa, ABD, AB ve onların Afrika’daki adamları kıyameti kopararak askeri müdahale tehdidinde bulundu. Bu tehditler karşısında Mali ve Burkina Faso’dan destek alan darbeciler ülkede bulunan Fransız üslerini kapattı ve Uranyum ve benzeri madenlerin ihracatını durdurdu.

Paris daha da çıldırdı.

Peki neden?

Fransa’da 56 nükleer reaktör var. Ülkenin tükettiği elektriğin %75’i karşılayan bu reaktörlerin kullandığı uranyumun %25-30’u Nijer’den sağlanıyor. Nijer; uranyum üretimi bakımından Kazakistan, Kanada ve Namibya’dan sonra dünyada dördüncü sırada. Buna paralel olarak AB ülkeleri de gereksinim duydukları uranyumun %25’ini Nijer’den sağlıyor ve bu uranyumu çıkaran şirketlerin tümü Fransız. Tıpkı altın, kömür ve elmas alanında faaliyet gösteren diğer şirketler gibi.

Başka!

İşin ekonomik ve elbette stratejik (elektrik üretimi) boyutunun yanı sıra Nijer’in Fransa için öneminin başka bir nedeni de askeri konular. Son iki yılda Mali ve Burkina Faso’dan kovulan Fransız askerler Nijer’e taşınmıştı. Fransa’nın Nijer’de Mirage savaş uçaklarıyla Reaper casus ve özel operasyon uçakları bulunuyor. Fransa’nın bu askeri olanaklarından yararlanan ABD’nin ayrıca Nijer’in ortasında İHA ve SİHA üssü bulunmaktadır.

Başka !

Fransız şirketlerinin 1950’li yıllardan bu yana çıkardığı (birazını da İsrail’e verdiği) uranyumdan dolayı milyonlarca yoksul Nijerli alınmayan önlemlerden dolayı radyasyon ortamında her türlü hastalıklarla uğraşıp duruyorlar. Elbette Fransa ve emperyalist ülkelerin umurunda değil ve hiç bir zaman olmayacaktır.

Geriye bir tek şans kalıyor o da Rusya ve Çin’in yüz yıllardır sömürülen Afrika halklarına yardım etme çabası içinde olması. Bu da Fransa, ABD ve öbür emperyalist ülkeleri çılgına çeviriyor.

  • Adamlar her zaman olduğu gibi darbe, iç savaş, soykırım, ülkeler arası çatışma ve türlü türlü kargaşalarla olağanüstü yeraltı zenginlikleriyle herkesin iştahını kabartan Afrika ülkelerini rahat bırakmıyor ve bu bunun için her yola başvuruyorlar.

Ama tüm çabalarına rağmen (karşın) tarih boyunca Afrika kıtasında emperyalist geçmişi olmayan Rusya ve Çin’in önünü kesemiyorlar. Bugün Afrika’nın 12 ülkesinde Rus askeri danışmanlar bulunuyor. Rusya’nın 27 Afrika ülkesiyle her alanı kapsayan çok ciddi ilişkisi bulunuyor. Çin ise 20 ülkede hükümetlere tarım, ulaşım, madencilik, petrol ve benzeri birçok alanda yardın ediyor.

Üç bini aşkın Çin şirketi birçok Afrika ülkesinde toplamda 5,3 milyar dolarlık iş yapıyor.

Afrika’ya ilgi gösteren bir başka ülke AKP yönetiminde Türkiye.

Birçok Afrika ülkesinde okul açan Fetö’culardan sonra AKP de bu kıtaya ilgi göstermiş ve hemen hemen bütün ülkelerde elçilik açmıştı. Ticaret ilişkilerinin yanı sıra kimi Afrika ülkelerine İHA ve SİHA satan Ankara din söylem ve içerikli bu ilişkilerinin kapsamını çok fazla genişletemiyor çünkü parası yok. Parası olan Suudi Arabistan ve BAE bazen birlikte bazen de ayrı ayrı ve karşı karşıya gelecek şekilde kıtanın Müslüman ülkelerine çengel atmaya çalışıyorlar.

Kıtanın en sinsi oyuncusu her türlü tezgahın içinde bulunan İsrail’dir.

Demek istediğim biz burada iktidarın çıkması olanaksız zam kazıkları ve muhalefetin saçma sapan tartışmalarıyla uğraşırken el alem dışarda ‘büyük’ işlerle uğraşıyor.

Nijer olayı sonu gelmeyecek bu işlerden yalnızca bir tanesi.

Ukrayna’da yenişemeyen Çin destekli Rusya ile NATO destekli ABD arasındaki kavga kısa dönemde bitmeyeceğine göre her an başka yerlerde yeni cepheler açılacaktır.

Kanlı Arap Baharı’dan bu yana 12 yıldır herkesin ilgilendiği Ortadoğu şimdilik gündem dışı olduğuna göre bundan böyle herkesin gözü kulağı Nijer’de olacak çünkü emperyalist ülkeler asla pes etmez.

Benden söylemesi!

 

Bayram mı dediniz!

Hüsnü Mahalli

Başka bir açıdan, 26 Haziran 2023, TELE1 İzleyici Hattı

Bayram mı dediniz! – Tele1

Yarın Kurban Bayramı..
Yaklaşık iki milyon Müslüman Mekke’de Hacı olduktan sonra ülkelerine ‘günahkarından arınmış’ olarak dönecekler. Bu ‘arınma’ hali ne kadar sürer bilinmez ama gerekirse bir daha gidip Kabe’nin etrafında tavaf ederler.

17 Haziran’da CNNTÜRK’te konuşan YRP’nin lideri Fatih Erbakan “Cenab-ı Allah insanlara günah işleme özgürlüğü vermiş. Mani olursanız büyük bir günah işlersiniz. Zorla ve korkudan dolayı namaz kılması, başını örtmesi şirk koşmaya girer.” diyordu.

Dünyanın her yerinde Müslümanların ezici çoğunluğunun işlediği irili-ufaklı günahların burada detaylandırmasının (ayrıntılandırmasının) anlamı yok çünkü bu günahları işleyenler genellikle ‘en hakiki Müslüman biziz’ derler.

Irak’ta kurulan IŞİD ve Kaide’nin Suriye kolu NUSRA’nın yaptığı gibi. Kendi aralarındaki kavgada binlerce Müslüman öldürüldü ve bunların bir kısmının kafası canlı yayınlarda kesildi.

Önceki Bayramlarda olduğu gibi bu Bayram’da da milyonlarca Müslüman dünyanın dört bir yanında kurban keserek ‘İnançlı birer Müslüman’ olduklarını kanıtlamaya çalışacaklar.

Nasıl ve ne kadar olurlar bilinmez ama yüz yıllardır Müslümanların din kardeşi başka Müslümanları kendi hesapları uğruna kurban ettiklerini de hatırlayan olmaz.

  • Kurban kesmek başka Müslümanların Müslümanları kesmesi ise bambaşka!

O da yetmeyince bu kez ‘Gavurlar’ Müslümanları kullanarak başka Müslümanların üzerine salıyor ve Müslümanlar birbirini kesiyor.

Yakın ve uzak tarihimizde çok örneği var.

Kanlı ‘Arap Baharı’ bunun son örneklerinden biri. Suriye, Libya, Yemen, Irak ve bölgenin diğer ülkelerinde ‘Gavur’un aparatı gibi davranan Müslümanlar iki milyona yakın Müslümanın ölümüne neden oldu.

Sakat kalan insanlar, yetim çocuklar, tecavüze uğrayan kadınlar, acıların en ağırını yaşayan insanlar, ülkesinden kaçmak zorunda bırakılan milyonlar ve yıkılan yüz binlerce ev..

İyi de kimin umurunda?

Yolsuzluklar, rüşvetler, dolandırıcılık, hırsızlık, sahtekarlık ve her türlü pislik ve rezillikler kimsenin umurunda değil. Yalnızca Türkiye’de değil Müslümanların yaşadığı her yerde. Oysa Cuma’ları hariç çok az sayıda Müslümanın gittiği cami sayısı gün geçtikçe artıyor. Belki de yaptıranlar günahlarını bu camilerle affettirmeye çalışıyorlardır.

Ya da öyle düşünüyorlardır. Ya da kandırdıkları Müslümanlara yutturuyorlardır.

Bildik ikiyüzlülük hikayeleri. Müslümanların bildik halleri.

Cehalet, yobazlık, çağ dışılık, fırsatçılık, lümpenlik ve rezilliğin her türlüsü. Hiç bir şey olmamış gibi herkes kendi bildiği yolda devam ediyor.

Kolayını bulanlar ‘ Kurban keser mazbut birer Müslüman olduğumuzu kanıtlarız’ modunda.

Elbette vardır aralarında gerçek dindarlar. Elbette birçoğu olup bitenlere çok üzülüyordur. Elbette hepsi çaresiz çünkü İslam adına konuşan ve davrananlar İslamın yasakladığı tüm irili ufaklı günahları açıktan ve gizliden işliyorlar. Allah korkusu yoksa kuldan neden korksunlar ki!

Müslümanların Müslümanlara her yerde ve her zaman kazık atıp kanını akıttığı bizim coğrafyada ‘Müslümanlar’ Kurban kesmeyi birer ‘eğlence’ olarak görürler. Acı ama gerçek.

Müslüman Fetö’cularla Müslüman AKP’liler arasındaki kanlı kavgayı ve detaylarını (ayrıntılarını) herkes biliyor. Başka Müslüman ülkelerde formatları farklı olsa da benzer hikayeler var.

Sonuçta herkes “Elhamdulillah Müslüman”. Herkes “ Müslümanım, doğruyum çalışkanım’ diyor. İster inanın ya da inanmayın ama galiba onların da birçoğu kendi söylediklerine inanmıyorlardır.

Neyse, kim neye nasıl inanır bilinmez ama biz yine tüm benliğiyle inanan ve inancının gereğini yapan gerçek Müslümanların Kurban Bayramını kutluyor ve haksızlıklar karşısında sesini çıkarmayanlara ‘dilsiz şeytan’ diyoruz.

MAHSA AMİNİ

Suay Karaman

İran’ın başkenti Tahran’da ahlak polisi adı verilen İrşad devriyeleri tarafından 13 Eylül 2022’de örtünme kurallarına uymadığı ve saçlarının göründüğü gerekçesiyle gözaltına alındıktan sonra komaya girerek hastaneye kaldırılan 22 yaşındaki Mahsa Amini adlı genç kız, 16 Eylül günü yaşamını yitirdi. Tahran polisinin yaptığı açıklamada, İrşad devriyesinin Mahsa Amini’yi bir saatlik ‘brifing’ için karakola götürdüğü, genç kadının burada aniden bilincini yitirmesi ve kalp rahatsızlığı yaşaması üzerine hastaneye gönderildiği bildirildi.

Mahsa Amini’nin yakınları ve görgü tanıkları, aniden bilincini yitirmesi yönündeki açıklamaları reddederek, polis merkezine getirilmeden önce şiddet uygulandığını ve gözaltındayken aldığı yaralar nedeniyle öldüğünü açıkladılar. Bu olay ülkede büyük protesto gösterilerine sahne oldu. Genç kızın 17 Eylül’deki cenaze töreni sonrasında, Tahran’da protestolar başladı ve gösteriler daha sonra ülke geneline yayıldı. Halk, rejime karşı ayaklanmaya başladı, kadınlar sokaklarda örtülerini çıkartıp, yaktı ve başları açık olarak sokaklarda dans ettiler. Bu olayın sonucunda İran’daki yobaz rejime karşı kimi ülkelerde de protesto gösterileri düzenlendi.

Gerçekte İran’daki çağdışı rejimi kimse istemiyor. Yaşanan bu olaylar rejimin yıkılmasına yol açabilir. Ancak şimdi, bu olayların İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılma süreciyle ilgili olacağı da düşünülmelidir. Bu olaylar, yönetilen bir sürecin sonucunda da olabilir. Çünkü eğer istenseydi hiçbir görüntü verilmezdi, sanki Arap Baharı‘na gidiliyor gibi bir izlenim var. İran yönetimleri, arada bir bunun gibi olayların olmasını destekler. Bu olaylarla reformcular ortaya çıkar, bazıları cezaevine konur ve reformcuların büyümeleri engellenir. Böylece hem rejim karşıtları temizlenmiş olur, hem de bu yönde düşünen insanların direnci düşürülmüş olur. Bu yüzden her seferinde olaylar başlar ve biter; sonuçta kazanan hep İran’ın molla rejimi olur. Ancak bu yaşananlar 2010 ya da 2019 yılındaki gibi değil, protestolar öncekilerden farklı çünkü ilk kez kitlesel olarak kadınlar böyle bir protestoya öncülük etmektedir; bu çok önemli. Gerçekte İranlı kadınların özgürlük ve demokrasi istemleri insanlığın ortak istemleridir.

  • İran halkının özgürlük, eşitlik ve çağdaşlık mücadelesinin desteklenmesi gereklidir.

İslam dini felsefeden kopuk, bilimsel gerçeklere sırt çevirmiş, yalnızca biçimcilikle anlatılmaktadır ve hurafelerle (boşinanlarla) yürütülmektedir. İşte en büyük yanlış ve talihsizlik budur. Bin yılı aşkın süredir İslam dünyasında değişen ve gelişen hiçbir şey yoktur. Bilim yok, teknoloji yok, buluş yok. Demokrasi, adalet, eşitlik yok. Kadın hakları, çocuk hakları, insan hakları yok.

  • Laikliğin olmadığı İslam ülkelerinde çağdaşlık da yoktur, zaten olamaz da.

Bunların yanında dinle insanları kandırmak çok, sahtekârlık çok, yağma çoktur. 1500 yıl öncesinin kurallarıyla günümüzde aydınlanmaya, çağdaşlaşmaya ulaşmak olanaksızdır.

20 yıldır ülkemizi de ortaçağ karanlığına götürmek isteyen siyasal iktidar, İranlıların kadınıyla, erkeğiyle karanlığa karşı direnmelerini görmemektedir. Aynı biçimde siyasal partilerden de ses çıkmamaktadır. Tutucu siyasal partiler bir yana, Atatürkçü olduklarını söyleyen siyasal partilerden de ses yoktur. Yaşanan bu korkunç olaydan 12 gün sonra İyi Parti genel başkanı, “baskıya başkaldıran kadınları selamlıyorum” diye açıklama yaptı. İlkelerinde laiklik olan CHP ise bu konuda suskundur, tepkisizdir. İran’da yaşananlar konusunda görüş açıklamak, İran’ın içişlerine karışmak anlamına gelmez. Aksine demokrasiden yana olan hukuk kurumlarının, siyasal partilerin, kitle örgütlerinin ve insan haklarını savunan herkesin bu konuda mutlaka söyleyeceği bir şeyler vardır, olmalı da.

İran’da molla rejimi gelirken Şaha karşı direnenler içinde aydın sanılan kişiler de vardı. Mollalar gelince kıyıma önce aydınlardan başladı ve sonra şeriat düzenini getirdiler. Ülkemizde de 20 yıl önce Atatürkçü geçinenler “gömlek değiştirdi” diyerek Tayyip Erdoğan’ı televizyonlarda parlatmışlardı. 2008 yılındaki Ergenekon davalarında “dibine dek gidilsin” diyenler ve 12 Eylül 2010 halk oylamasında “yetmez ama evet” diyenler, kendilerini aydın sanan insan taklitleriydi. “Laiklik tehlikede değildir” diyen işbirlikçilerle, bugün ülkemizde laiklikten söz edilememektedir.

  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin türban için “siyasi İslam’ın simgesidir” kararına karşı,

kıyafet özgürlüğü gibi saçma sapan sözler söyleyenler, çarşafa parti rozeti takanlar, türbanlılarla, tarikatlarla, cemaatlerle helalleşenler yaşadığımız sıkıntıların sorumluları arasındadır.

Diyanet Akademisi’ne hayır oyu vermeden kabul edilmesi ihanetinin hesabını veremeyenler ve bu yasanın iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne gidemeyenler, demokratik ve laik cumhuriyetimizin karşısında olan işbirlikçilerin yanında yer almışlardır.

İran rejiminden de, kimi İslam ülkelerindeki şeriatçı rejimlerden de gerekli dersleri çıkarmalıyız.

  • Bugün ülkemizde laiklik büyük bir tehlike altındadır!!

Laiklik demokrasinin güvencesidir, eşsiz önderimiz Atatürk‘ün kurduğu demokratik ve laik cumhuriyetimizin değeri her geçen gün daha çok anlaşılmaktadır.

Tam bağımsız, demokratik ve laik, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti için
hep birlikte bilinçli ve örgütlü olarak mücadele etmeliyiz.

Azim ve Karar, 26 Eylül 2022.

Emperyalizm ve İslamcılık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
05 Eylül 2022, Cumhuriyet

Siyaset bilimci Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması” adlı eserinde, Batı uygarlığıyla Doğu’daki İslam uygarlığı arasındaki çatışmalara dikkat çektiğinde, bu tezi ilk eleştiren kişilerden birisi felsefeci ve dil bilimci Noam Chomsky olmuştu.

Chomsky, Huntington’ın iddia ettiği gibi Batı ile Doğu arasında bu bağlamda bir çatışmanın olmadığını, başta ABD olmak üzere Batı’nın, emperyalizmin bir sonucu olarak nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu birçok ülkede İslamcı hareketleri desteklediğini, aksine ulusalcı ve laik yönetimlere ve hareketlere karşı mücadele ettiğini vurgulamıştı.
***
Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Afganistan, Pakistan, Mısır, Türkiye, Suriye, Libya gibi ülkelerdeki İslamcı, köktendinci, teokratik yönetimler veya hareketler, ABD tarafından yıllarca desteklenmiştir.

Suudi Arabistan, petrol ve savunma sanayi alanında, ABD’nin en büyük ticari ortaklarından birisidir. ABD’nin bu ülkede birçok askeri üssü bulunmaktadır.

Pakistan’daki İslamcı hareketler, ABD destekli Ziya ül Hak diktatörlüğü döneminde gelişmiştir. Afganistan’daki İslamcı, şeriatçı güçler, Pakistan’da korunmuş ve kollanmıştır.

Afganistan’daki El Kaide ve Taliban hareketi, ABD’nin 1980’li yıllardan itibaren (AS: başlayarak) İslamcı, köktendinci hareketlere verdiği desteğin sonucunda doğmuştur.

ABD, Taliban ile çatışma haline girdiği yıllarda bile, Irak’ı işgal ettiği dönemde Irak’a gönderdiği asker sayısından, on binlerce daha az sayıda askerini Afganistan’a göndermiştir ve yıllar sonra da bütün askerlerini geri çekmiştir.

ABD’nin, Afganistan’daki İslamcı, köktendinci hareketlerle yıllarca yaptığı işbirliğini hazmedemeyenler, görünüşleri gerçeklik sananlar, ABD’nin Afganistan’dan yenilerek çekildiği hurafesine sarılmışlardır, Huntington’ın tezlerinin çerez malzemesi konumuna düşmüşlerdir.

Suriye’de ve Libya’da, ABD’nin, “Arap Baharı” adı altında desteklediği İslamcı ve köktendinci hareketler, Arap kâbusuyla sonuçlanmıştır; Libya ve Suriye’de çıkan iç savaşta, yüz binlerce insan yaşamını yitirmiştir; iki ülke de bölünmüş ve parçalanmıştır.

Türkiye’de, Kenan Evren’in öncülüğündeki 12 Eylül askeri darbesi, ABD tarafından desteklenmiştir; bu darbeden sonra, sosyalist, komünist, sosyal demokrat, demokratik solcu, Atatürkçü, Kemalist hareketlerin etkisiz hale getirilmesinin ve bölünüp parçalanmasının bir sonucu olarak Türkiye’de, RP, AKP ve Fethullah Gülen hareketi üzerinden, İslamcı, köktendinci siyasetçiler iktidara gelmiştir.

Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin, sosyal demokrasiyle bağdaşmadığını savunarak CHP’yi bölmek ve parçalamak operasyonunun arkasında da ABD emperyalizmi vardır. Cehaletin ve bilgisizliğin sonucunda, emperyalizmin bu oyununa alet olanlar, bu nedenle çok dikkatli olmalıdırlar!
***
AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın desteğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı yapılan ve Erdoğan tarafından yıllardır korunup kollanan İsmail Kahraman adlı şahsın, Türkiye’deki kentlerin, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, emperyalist güçlerin işgalinden kurtarılmasının kutlanmasına karşı olduğunu açıklamasına, bu nedenlerle şaşırmamak gerekir.

Bu zat birkaç yıl önce de laiklik ilkesinin anayasada olmasına karşı olduğunu ilan etmişti!

Aynı zat 1960’lı yıllarda, ABD’nin 6. Filosu’nu protesto eden vatansever solculara saldıran faşist ve dinci örgütlenmeye liderlik etmişti!

  • İsmail Kahraman geçmişte de emperyalizmin uşağı idi,
    bugün de emperyalizmin uşağıdır!

Yine Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan ve “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu ne ise İsmail Kahraman da odur!
***

  • MHP de Türkiye’de kurulan bu emperyalist mekanizmanın parçasıdır.

MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş, ABD’de askeri okullarda eğitim almıştır, ABD ve CIA ile her zaman yakın ilişkiler içinde olmuştur.

MHP 1970’lerde CIA destekli “Kontrgerilla” hareketinin bir parçası olduğu gibi, AKP’ye verdiği destekle, bugün de ABD’nin hizmetinde hareket etmeye devam etmektedir!

Emperyalizme karşı gerçek bir mücadelenin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin kurulmasıyla verilebileceğini kavrayamayanlar, büyük bir tarihsel yanılgı içine düşmüşlerdir!

Vatansever olduğunu iddia edenler, dogmatik uykularından uyanmadıkları sürece, Türkiye’nin yaşanan kâbustan kurtulması olanaksızdır!

MELTEM TV konuşmamız : TÜRKİYE’NİN DEMOGRAFİK Yapısını dinamitleyerek parçalamak!

Dostlar,

Dün, 25 Mart 2022 günü akşam haberlerinde MELTEM TV‘de idik.

23 Mart 2022 günü saat 14:00’te FLASH TV‘de Sn. Gülgün Feyman Budak ile yaptığımız programı yineleyecektik.

Konu : «TÜRKİYE’NİN DEMOGRAFİK Yapısını dinamitleyerek parçalamak!» idi.

Sn. Budak’ın bir engeli çıkınca, Meltem TV’de Sn. Kerem Aktacir bizi konuk aldı.

Saat 19:00 – 20 haber kuşağında 30. dakikada başlayan konuşmamız 25 dk. sürdü.

https://youtu.be/F_r3yLoeBEA

(1021) CANLI YAYIN (HABERİN İÇİNDEN) – YouTube

Özellikle R.T. Erdoğan’ın neden ülkemize 10 milyona yakın “yabancı” yı soktuğunu (kabul ettiğin değil!!) irdeledik.
BOP Eşbaşkanı olduğunu kezlerce TV’lerde açıklayan Erdoğan, ülkemizin ulusal çıkarlarını korumuyor. Tam tersine, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile öngörüldüğü çerçevede parçalanmasına yol açacak politikalar izleniyor.  Bu harita çok açık ve Haziran 2006’da ABD Armed Forces Journal’de yayınlandı (E. Alb. Ralph Peters). Aşağıdaki harita dikkatle incelendiğinde ülkemizin doğu  güneydoğu topraklarının Kürdistan ve Ermenistan’a verilmesinin tasarlandığı görülmekte.


Bu bağlamda ABD, 2011’de Arap Baharını başlattı ve Suriye’de iç savaş çıkardı, İslamcı ve köktendinci terör örgütlerini de kullanarak. Türkiye ile Suriye ve Erdoğan ile B. Essad dost idiler ancak birden bire seçilmiş devlet başkanı B. Essad, ABD ağzıyla “Esed” oldu AKP’nin de dilinde. BM tarafından tanınan uluslararası hukukça meşru Suriye devleti ve hükümeti, “rejim” diye nitelenmeye ve başlandı. Türkiye, BD taşeronu olarak Suriye’yi parçalama planına katıldı ve ardından milyonlarca Suriye’li ülkemize aktı.

Türkiye’deki Suriye’li sayısı 8,3 m olarak kestirilmekte. Irak, İran, Afganistan, Libya… pek çok ülkeden gelenlerle birlikte toplam “yabancı”  sayısı 10 milyonu aşmakta. 2021 nüfusu 85+ m olan ülkemizde, yerli nüfusunun %10’undan çok “yabancı” var farklı uluslararası konumlarda (statülerde). Bir kez bu çok yüksek sayı ve oran, orantılılık ilkesiyle çelişmekte.

Kadın başına doğum Suriye’li kadınlarda 5,3, Türk kadınlarında 1,9. Vatanından olmuş, gurbet ellerde bu insanlar neden bunca çok çocuk yapar?? Hatay oldu “SATAY”.. her yer satılmakta. 2011’den bu yana 1,3 milyon Suriye’li bebek doğdu bu ülkede. Böyle giderse önümüzdeki yıllarda Suriye’li Arap nüfus daha da hızla çoğalacak ve 2050’de 50 milyonu aşarak ülkemiz nüfusunun 1/3’üne erişecek. Bu kez etnik azınlık hakları gündeme getirilecek. Arapça 2. resmi dil olsun, nüfusun yoğun olduğu yerlerde yerel özerklik verilsin. Milletvekillerimiz, Bakanlarımız olsun, TBMM’de kotamız ve Arap partisi olsun..

Bunların AKP = RTE tarafından öngörülmediği söylenebilir mi?
Bir yandan da vatandaşlık dağıtımı sürüyor.. Ulufe gibi..
Yeryüzünde belki de en ucuz vatandaşlık bizimki! 250 bin Dolar getirip ev alan vatandaş oluyor! Suriye’liler bir yandan gettolaşırken bir handan da örneğin Altın ticaretiyle varsıllaşıyor. 250 bin Dolara ev alan zaten vatandaşlığı cebine koyuyor.

Bu insanlar uluslararası hukuka göre “göçmen” değiller…
Mülteci olmak isteyen “sığınmacı” da değiller.
Mültecilik başvurusu yapan ve sonlandırılanların sayısını bilmiyoruz. Bu istem olumsuz yanıtlandığında, BM Cenevre Andlaşmasına göre 1-2 yıl içinde yurt dışına çıkarılması gerekiyor. Türkiye kendince “uydurma” bir sözcük – konum üretti : Geçici Koruma Altına olanlar.. Adı üstünde, “geçici”… Ama kaç yıl? Cenevre Sözleşmesinde bu süre 1-2 yıl.

AB Türkiye’yi depo ülke olarak aşağılıyor ve horluyor. Gelen parasal destek komik düzeyde ve ülkemizin onurunu aşağılıyor. Sanıyoruz 3+3 milyar Avro düzeyinde. Ancak Türkiye’in harcamalarının 45 milyar Doları aştığı belirtilmekte ve sürekli bir gider. Türkiye dışında da sınırın güneyinde, İdlip yöresinde 3,5 m dolayına Suriyeli’nin yaşam desteği de ülkemizce sağlanmakta. Bu yüke hangi ulusal Hazine dayanabilir??

AKP = RTE ülkemizin laik – uygar – Batı’ya dönük yüzünü ilkelleştirmek, toplumu ÜMMETLEŞTİRMEK hevesinde. Cumhuriyetçi – aydınlanmacı kesimlerden oy alamıyor ve onları marjinalleştirmek, psikolojik olarak baskılamak ve sürü toplumdan oy almak istiyor. 2023 seçimleri de AKP = RTE için yaşamsal. Elinden gelen her şeyi yapmaya kararlı ve mahkum.

Kamuoyu yoklamalarında AKP seçmeni %84 oranında bu yabancıların çok büyük oranda ülkelerine gönderilmeleri eğiliminde. Öbür kesimlerde de bu beklenti çok yüksek. Ancak Erdoğan ısrarla bu insanların geri gönderilmeyeceklerini belirtmekte ve bir anlamda politik risk almakta. Niçin acaba? Erdoğan seçeneksiz mi? Öyle görünüyor.. taşeron bir iktidar ülkesini her bakımdan çıkmaza sokacak politikalar izliyor… ekonomide duvara dayandık. Öte yandan ABD Senato Başkanı, Erdoğan’ın malvarlığını açıklama tehdidi savuruyor ve tık çıkmıyor. Dolayısıyla,

  • Erdoğan ve partisi her bakımdan tutsak alınmıştır ve ülkemizin çıkarlarını koruyabilecek durumda değildir, tersi yönde ise yönlendirilmektedir. 

    Tüm bu gerekçelerle, Suriye – Esad ile barış temelli komşuluk ilişkilerinin yeniden kurulmasını beklemek gerçekçi değil.

AKP = RTE iktidarının gerçek yüzünün halka tarafından yaygın olarak öğrenilmesi zorunludur. Böylelikle 2023 Haziran seçimlerinde iktidardan uzaklaştırılabilir. Türkiye, demografik yapısının hızla ve hoyratça bozulması üzerinden ciddi biçimde kararsızlaştırılacak, demografik bomba toplumda patlatılacaktır. Tek yol, tüm bunları halka yaygın olarak anlatmak ve bir an önce bu iktidardan seçimle kurtulmaktan geçiyor.

25 dakika boyunca ayrıntılı olarak anlatmaya çabaladık. Erişke (link) yukarıda ve aşağıda.. Tıklanıp izlenmesi, paylaşılması ve gereğinin hızla yapılması dileğimizdir.

Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

KİLİS’TE TAHRİBAT ÇOK BÜYÜK!

Türker Ertürk
(E) Tuğamiral, ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi
KILISTE-TAHRIBAT-COK-BUYUK.pdf (add.org.tr)

Bu gün (7 Aralık 2021), Kilis’in düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıldönümünü idrak ediyoruz ve kutluyoruz. Kilis, 1. Dünya Savaşı (1914-18) sonunda İngilizler tarafından 6 Aralık 1918’de işgal edilmiştir. İngilizler yerlerini 22 Ekim 1919 tarihinde, 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot gizli anlaşması gereğince Fransızlara bırakmışlardır. Kilis savunması henüz başlamadan önce, 28 Ekim 1918’de Halep’ten Kilis’e gelen büyük Mustafa Kemal Paşa;

  • Halep’te gördüğüm vaziyet karşısında sağlam bir Türk toprağına ayak basmadan düşmana karşı koymanın hemen hemen imkânsız olduğunu iyice anlamıştım. 40 asırlık Türk Yurdu düşman eline bırakılamazdı. Şimdi ilk ayak bastığım Türk şehrindeki bu uyanıklığa cidden hayran kaldım. Ve bir daha iman ettim ki; bu millet asla ölmeyecektir. Var olun Aziz Kilisliler…” demiştir.

Suriyelilerin Nüfus Üstünlüğü Artıyor

Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle Kilis’te Kuvayı Milliye daha etkin ve mücadeleci bir hale dönüştürülmüş, 24 ay Kilis sokaklarında işgalciye karşı direniş gösterilmiş ve kurtuluşa ulaşılmıştır. Kilis, toplam olarak iki yıl düşman işgalinde kalmış olmasına rağmen (AS : karşın) son 20 yılda gördüğü tahribatı ve zararı görmemiştir. 1918’de Atatürk’ün de ifadesiyle bir Türk toprağı görünümü veren Kilis’in nüfusunun çoğunluğu artık Suriyeli ve doğurganlık farklılığı nedeniyle Suriyelilerin nüfus üstünlüğü dramatik bir biçimde artıyor.

Dünyanın hiçbir yerinde, bir nebze bile vatan sevgisi olan ve ülkesine ve geleceğine karşı sorumluluk duyan bir iktidar böyle bir duruma rıza göstermez.

Kontrolsüz Kitlesel Göç

Bugün ülkeler için en büyük tehdit; kontrolsüz kitlesel göçtür. Bu tehdit değerlendirmesi, içinde
bulunduğumuz NATO için de böyle. Bu değerlendirmeye katılmış ve altını da imzalamışız. Çok zengin ülkeler bile sığınmacıları seçerek alıyor, bir program dahilinde topluma entegre ediyor ve dilini öğretiyor. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra!” anlayışı Türkiye hariç hiçbir ülkede yok! Türkiye’yi yöneten iktidar ise toplumun huzurunu ve bekasını düşünmek bir yana, gelecekte ne gibi problemler yaratacaklarını hesaba katmadan ülkemize sığınmacıları doldurdu!

Yalnız Suriye’den 5 milyona yakın insan ülkemize getirildi

Tabii ki resmi rakamlara inanmak güç. Bu iktidar döneminde açıklanan rakamlar kandırmaya ve manipülasyona (AS: oynanmaya) yönelik. Aynen enflasyon ve işsizlik rakamları gibi! Kilis’teki bu vahim durumu yerinde de gördük. Geçtiğimiz hafta sonu, 3-5 Aralık 2021 tarihleri arasında Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi’nin davetlisi olarak Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinliklerine katılmak ve

  • “Atatürk İlke ve Devrimleri Işığında Kurtuluşundan Günümüze Kilis”

konusunda bir konferans vermek üzere Kilis’teydik. Tüm şehri dolaştık, toplumun her kesimiyle
ve özellikle esnaf vatandaşlarımızla konuştuk ve dertleştik. Ekonomik olarak şehrin üzerine bir bomba düşmüş gibi. Esnaf perişandı ve siftah yapamadan günü geçirebildiklerini, sattıkları fiyata aynı malı alıp yerine koyamadıklarını anlattılar. Suriyelilerin vergi vermeden esnaflık yapabildiklerini ve haksız rekabeti örnekleriyle ifade ettiler. Yani iktidar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir anlamda cezalandırıyor.

Ateş Püskürüyorlar

Kilis’te bazı mahalleler, caddeler ve sokaklar tamamen (AS: tümüyle) Suriyelilerin yaşam alanı haline gelmiş. Dükkânlarında tüm yazılar Arapça ve yanlarına Türkçe karşılıklarını yazmaya ihtiyaç bile duymamışlar. Kendi aralarında getto kültürüyle yaşıyorlar, Türkçe’ye ihtiyaçları da yok. Çoğu okulda Suriyeli öğrenciler sayıca Türk öğrencilerden çok daha fazla. Bazı okulların 30-40 kişilik sınıflarında en fazla 5 veya 6 Türk öğrenci var. Bunları anlatanlar, bu okullarda öğretmenlik yapanlar.

  • Böyle giderse bu durum Türkiye’nin başına hem de çok yakın bir gelecekte büyük sorunlar açacak.

Bu arada CHP Kilis İl Başkanlığı’nı da ziyaret ettik; sohbet konumuz yine aynı sorunlar üzerineydi. Konferansa İyi Parti Kilis İl Başkanlığı da tam kadro olarak geldi. Aynı şikayetleri onlar da dile getirdi. Bu iktidara yandaşlık yapmayan ve nemalanma peşinde koşmayan, solcusuyla sağcısıyla tüm Kilisliler iktidarın ve sürdürdüğü politikaların Kilis’i mahvettiğini söylüyor. Ülkücü vatandaşlarımızı da dinledim; hepsi AKP’ye ve MHP’ye ateş püskürüyordu.

İktidar Taşeronluk Yaptı

Kilis’in bu hale (AS: duruma) gelmesinin başat sorumlusu iktidarın bizatihi (AS: doğrudan) kendisi ve yaşananlar da onun Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) taşeronluk yapmasının sonuçlarıdır.

  • BOP, Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı yeniden dizayn etmeye (AS: tasarlamaya) ve siyasal haritasını yeni baştan çizmeye çalışan projenin adı ve İktidar, bu projenin lehine yardım ve yataklık yaptı.

İktidar, BOP ve onun bir girişimi olan Arap Baharına balıklama daldı ve bu fırsatla çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve Ortaçağın aklı olan “Yeni Osmanlı” hayalini gerçekleştirebileceğini sandı. Bunun gerçekleştirilemeyecek boş bir hayalden öteye gidemeyeceğini Mart 2012’den bu yana köşe yazılarımızda yazdık ve ekranlarda anlattık. Ama iktidar bildiğini okudu ve Türkiye’ye tecavüz etmeyi planlayan projeye eş başkanlık etti. Bu yüzden Suriye’nin kuzeyine bir dönem egemen olan IŞİD, Ocak-Ekim 2016 arasında ağırlıklı hedef Kilis olmak üzere, 70’i aşkın sayıda roket ve havan saldırısında bulundu, 10 Türk vatandaşı ve 12 Suriyeli sığınmacıyı öldürdü, 80 sivilin de yaralanmasına neden oldu.

Kimden İzin Aldınız?

Bu affedilmez fahiş yanlış nedeniyle, 5 milyon sığınmacı ülkemize doluştu, Kilis’in demografik yapısı radikal bir biçimde değişti, Türkler azınlığa düştü ve bu durum Türkiye için güvenlik ve ekonomi konularında birçok sorun daha yarattı. Bugün ekonomik olarak iflas etmemizin nedenlerinden biri de yapılan bu yanlışlardır.

  • Hulusi Akar’ın ifadesiyle 9 milyon Suriyelinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır Türkiye.

Bunun için kimden izin aldınız? Seçim kampanyasında; “Sizi aç bırakacağız, kuyruklara mahkûm edeceğiz, paranızı pul yapıp zamlara maruz bırakacağız ama 9 milyon Suriyeliye bakacak ve onların hayır dualarını alarak size hizmet edeceğiz” dediniz mi?

2 Aralık 2021’de Suriye Parlamentosu yine Hatay‘ın Suriye toprağı olduğunu öne sürerek, geri almak için her şeyi yapacaklarını açıkladı. Suriye, bu cesareti Türkiye’deki iktidarın yaptıkları ve Hatay’da Suriyeliler lehine değişen demografik yapı nedeni ile buluyor. Resmi rakamlara göre Hatay’a 500 bin Suriyeli geldi.

Başkasının Parası ve Projeleriyle Olmaz!

Yarın aynı talebi (AS: istemi) Kilis için yapmayacaklarının bir garantisi var mı? “Nüfusun çoğunluğu bizden, zaten eskiden Kilis, Halep’e bağlı bir yerleşim merkeziydi” derlerse ve Kilis’te bu yönde eylemler yaparlarsa bu, bugünkü yanlış politikaların eseri olmayacak mı?

İktidarın anlamadığı şu                        :

Kiralık kapitalle kapitalizm olmaz, borç parayla ve yabancıların projeleriyle “Siyasal İslamcı” ve “Yeni Osmanlıcı” emperyalist girişimler başarıya ulaşmaz. Ancak BOP’un taşeronluğu yapılır, kaybeden biz, kazanan ise emperyalizm olur!

Oysa Atatürk;

Hangi istikbal vardır ki yabancıların planlarıyla ve nasihatleriyle yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir” demiş ve uyarmıştı!

Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinlikleri kapsamında bizi davet eden, Kilis’i yakından tanıma
ve Kilislilere hitap etme şansını veren Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi Başkanı Mehtap Okatan ve Yönetim Kuruluna teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dilerim.

AKP’nin büyüme öyküsüne ihtiyacı var

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon ve borçluluk üçgeninde sıkışmış durumda. Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre faiz kararı iktisadi değil siyasi: “Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası…”

Siyasetin temel gündemi seçimler, seçimleri belirleyen en önemli değişken ekonomi. Dolar kuru her hafta yeni bir rekora koşuyor. Ekonomi yönetiminin başarısızlığı halka daha fazla enflasyon, işsizlik ve borç olarak yansıyor. Peki seçimler yaklaşırken bu göstergelerde bir düzelme mümkün mü? Olası bir iktidar değişikliğinde kapitalist pazar ekonomisi sınırları içinde halk kesimleri lehine ne tip düzenlemeler yapılabilir? Bu konuları Kadir Has Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.

Halk kesimleri işsizlik, enflasyon, borçluluk, kira, faturalar gibi önemli 5 başlıkla mücadele ediyor. Özellikle enflasyon verilerine halk kesimleri güvenmiyor. Bu güvensizliğin altında yatan ekonomik nedenler nedir?

Bunların başında enflasyon geliyor. Ama hangi enflasyon… Elbette ücret malı olarak ifade ettiğimiz gıda enflasyonu. Buradaki enflasyon TÜİK’in açıkladığı tüketici fiyat enflasyonundan çok daha yüksek düzeyde. 3,5 yıl öncekine göre halkımız gıdaya %70 daha pahalıya ulaşıyor. Aynı dönemde yani 2018’in ikinci çeyreğinden, 2021’in ikinci çeyreğine kadar ekonomi reel olarak kabaca %15 büyümüş. %70 enflasyon artı %15 büyüme olduğu düşünülürse halkta kimin maaşı %80-85 oranında arttı? 2021’in ikinci çeyreğinde reel büyüme %21. Aynı dönemde %19 enflasyon. Son bir sene içinde hangimizin maaşı %40 arttı?

Burada yeni bir büyüme modeliyle karşılaşıyoruz. Malumunuz buna ‘K tipi büyüme’ deniyor. Milli gelir istatistiklerine baktığınız vakit gelir yönünden hesaplanmış olan milli gelir tahminlerinde, ücret ve maaşların aldığı payın son 3 yılda 9 puan eridiğini gözlüyoruz. Sermayenin içindeki ikincil bölüşüm göstergeleri yani finans sermayesi, tarım ve sanayi bu resmin dışında. Bu bozulmanın altında yatan en önemli neden çok yüksek ücret malları yani gıda enflasyonu.

Bunun dışında bir de işsizlik bu bozulmanın önemli nedeni. Türkiye’deki işsizliği ölçümlemede başarılı yöntemler izleyen DİSK’teki meslektaşlarımızın ortaya çıkardığı gerçek şu ki; umudunu kaybettiği için iş aramaktan vazgeçen, bunun için de TÜİK’in işsiz sayısı içinde yer almayan, yaklaşık 10 milyona ulaşan ek bir kitle var. Hiçbir iş arama kanalını aylarca kullanmamış ama 1 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır, halkımızın tabiriyle ‘Ne iş olsa yaparım’ noktasına itilmiş 10 milyon insan… Bunun yanında kayıt dışı göçmen işçilerin baskısı, Türkiye ekonomisinin inişli çıkışlı dalgalı seyri de eklendiği vakit, ortaya işsizlikten öte bir istihdam sorunu ortaya çıkıyor. Yapısal olarak istihdam dostu olmayan bir yapıda Türkiye ekonomisi.

DİPLOMALI İŞSİZLİĞE SÜRÜKLENEN BİR SÜREÇ

İş çevreleri işçi bulamamaktan şikayetçi. Özellikle sanayide. Nasıl değerlendirmek gerekir bu çarpıklığı?

Bugün nitelikli, odaklanmış, sektöre yönelik işgücünün daraldığını görüyoruz. Türkiye’de tüm ortaöğretim sistemimiz, öğrenciyi kapitalizminin bireyleri olarak yetiştiriyor. Yaratıcı olmayan bir ortaöğretim sistemimiz var. Ara eleman ya da tekniker yetiştirme sistemlerinin olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Liseden sonra üniversiteye, üniversiteden sonra diplomalı işsizliğe sürüklenen bir süreçle karşılaşıyoruz. Üniversite ile lise eğitimi arasında meslek okullarının yaygınlaştırılmasına ihtiyacımız var. Bu olmadığı için, sonuç olarak, mevcut üniversite sistemimiz itibarsızlaştırılarak, araştırma ve bilimsel üretim faaliyeti bir meslek edindirme faaliyetine indirgendi. Üniversite-sanayi işbirliği kavramı döndü dolaştı, amacından saptırıldı, bambaşka bir yere gitti. Vida sıkmaya, belli bir muhasebe sistemini kullanmaya, teknik becerileri öğrenmeye indirgendi.

2017 başından 2020 sonuna kadar geçen 4 yılda 3 milyon 977 bin konut hiç kredi kullanmadan peşin paraya satılabiliyor. Fakat milyonlar da kirasını ödeyemiyor. Kiralar halkın en önemli gündemiyle konut fiyatlarındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu gözlemler bahsettiğimiz çarpık gelir bölüşümü süreçlerinin doğrudan sonucu elbette. Tasarrufların değerlendirilebileceği alanlar giderek daralıyor. Dolarizasyona sıkışmış dengesiz bir ekonomik görünüm var… Bahsettiğiniz tablonun imar rantı spekülasyonunun yansıması olduğunu düşünüyorum. Bir yerde bu ranta dayalı ekonominin -bir ödemeler dengesi krizi mi olur, bir toplumsal kriz mi olur öngörmek güç. buradaki köpüğün böyle bir krize kadar devam edeceğini düşünüyorum. Bu, bir bütünün parçası. Bedelini ise gençler, konuta ulaşmada güçlük çeken yoksullar ödüyor.

Bu tablo bize çok yabancı bir tarihçe değil. İşte 1990’lar Türkiye’si. Halk kesimlerinin tasarruf yapacak güçleri kalmamış durumda. Üst gelir düzeyindeki insanlar da tasarruflarını dövize, reel olarak da konuta araziye, yani imar rantına yatırıyor.

Yurttaş borçluluğu da özellikle ihtiyaç kredilerinde çok hızlı biçimde artıyor. Bu kredilerin daha da şişirilmesi artık mümkün mü?

Adı üzerinde ihtiyaç. Reel alım gücü düşen orta sınıfların giderek çözüldüğü bir ortamda, tam da AKP ekonomi yönetiminin ne olursa olsun tüketimi kamçılamak, ne olursa olsun insanları bir yerde afyonlamak. Bu borçlanma olanağı sayesinde alım güçlerini canlı tutmak görevi var. Nihayetinde temel hedef seçim gününe kadar bu görevi kazasız biçimde yerine getirmek. 2020 Covid dalgasında borçların ötelenmesi gibi tedbirler devreye girdi. Bunu sağlayacak bir mali alana yeniden ihtiyacı var hükümetin.

Dolar kuru 9,50’lerin üzerine çıkmışken, enflasyon ve işsizlik bu boyuttayken, bu inadı nasıl değerlendirmeliyiz?

AKP’nin şiddetle bir büyüme öyküsüne ihtiyacı var. İkinci çeyrekteki %21’lik büyümeyi 3-4 çeyrek daha sürdürmek istiyorlar. Bir mucize gibi… Bunu kazasız bicimde seçime taşıyarak seçimlerde bir başarı öyküsü sunmak arzusundalar. Bu ancak kredi hacminin genişletilmesi ve böylece sanal bir büyüme yaratılması, ortaya çıkan kredi genişlemesinin imar rantları yoluyla sisteme sokulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Ancak bu hedefin çok ciddi maliyetleri de olacaktır. Böyle bir büyümenin yol açacağı cari açığı ve özel sektörün çevirmesi gereken dış borçları da eklediğiniz zaman 1 yıl içinde 230-240 milyar dolara yakın bir finansman ihtiyacınız var. Hesap tutmuyor. Bu dengeyi sağlayacak tek önemli kalem ancak kayıt dışı sermaye girişleri, ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kaleminin mistik uzantıları. Korkut Boratav Hoca’nın hoş bir yakıştırması vardır; “Net hata ve noksan kalemi, bir polisiye vaka öyküsü değildir. Bunun çok büyük bir bölümü yerli sıcak paradır.” Yerli büyük şirketlerin, şu veya bu şekilde yurtdışındaki paralarının yurtiçine getirilmesi ya da yurtiçinde atıl duran paralarının sisteme sokulmasından kaynaklanır. Ama bunun yanında Arap Baharı, Kaddafi’nin sisteminin çökmesi sonucu dağılan servetler, Irak Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Ortadoğu’daki özel birikimler, bölgedeki resmi dostlarımız olan Katar ve Yemen’deki birikmiş servetler, siyasi egemenlik haklarımızdan vazgeçen veya imar rantlarına dayandırılan özelleştirmeler yoluyla Türkiye’ye çekilebilir. Bu tabloya daha geniş planda baktığımızda şu anda Türkiye’de 2001 krizine benzeyen yapısal koşulların hemen hepsinin mevcut olduğunu görüyoruz. Çok ciddi bir ithalat baskısı var. İthalat yapmadan üretim yapamayan ve dolayısıyla ihracat yapamayan bir yapı…Çok yüksek bir enflasyon ve bunun yarattığı belirsizlik ve güvensizlik… Kurumlarda ciddi bir deformasyon… Merkez Bankası başta olmak üzere AKP’nin büyüme hedefine kitlenmiş bir para politikası… Hedeften sapıldığında görevden alınan Merkez Bankası başkanları…

Krizi tetikleyen unsurla, krize neden olan yapısal koşullar bambaşka olabilir. Nasıl ki, 2001 krizi bir anayasa kitapçığı tarafından tetiklenmişti, böyle bir ortamda bir krizi tetikleyebilecek bir unsurun ne olacağını bilemeyiz ancak yapısal koşullar ortada.

Seçimlerden sonra iktidar değişikliği halinde, halkın ekonomisinde sistemi derinden sarsmadan bir ferahlama mümkün mü?

Tahribat tabii uzun yıllardır devam ediyor. Fakat öbür yandan kişisel olarak şöyle bir umut da taşıyorum ben; atılacak adımlar, çok da tekerleğin yeniden icadı gibi değil. Bu adımların başında hukuk sisteminin ve bürokraside atamalar sisteminin liyakata ve evrensel ilkelere göre yeniden düzenlenmesi var. Bunlar gerçekleşirse, çok olumlu bir atmosfer oluşabilir Türkiye’de. Aslolan bu siyasi iradeyi gösterebilmektir. Evet, tahribat çok derin ama çözüm iktisadın teknik hesaplarında değil, doğrudan doğruya siyasetin ve hukukun içinde bana kalırsa.

Liberal siyasetçiler ve iktisatçılara göre serbest piyasa koşullarına riayet edildiği takdirde halkın sorunları da çözülecek. Bu önermeye katılıyor musunuz?

Öncelikle küçük bir düzeltme önerebilirim: Serbest piyasa sistemi ne Türkiye’de ne Dünya’da mevcut. Bunun yerine ‘kapitalist pazar ekonomisi’ sözcüğü kullanalım. Eğitim, adalet, bürokratik atamalar yanında iktisadi olarak da çeşitli adımlar atılmalı elbette. Örneğin, Kadir Has Üniversitesi’nde meslektaşlarım Hasan Cömert ve Berna Uzundağ ile beraber yürüttüğümüz bir çalışma var. Bu çalışmada ‘vatandaşlık temel gelirini Türkiye’de oluşturabilir miyiz’ diye sorduk. Tam da mevcut pazar ekonomisi içinde bunu yapabilir miyiz? TÜİK’in verilerinden yola çıkarak yoksulları ve onların yaşadıkları coğrafyaları ayrıca yoksulların ihtiyaç duyduğu gelir düzeyini tespit ettik. Farklı odaklanmış kitlelere göre milli gelirimizin %3’ü ile %8’i arasındaki bir mali büyüklükle vatandaşlık temel geliri desteğine ihtiyaç gözüküyor. Önerdiğimiz destek paketinde kabaca milli gelirimizin %4’üne ulaşan bir gelir aktarımına ihtiyaç olacak. Bu kabaca 16 milyon insana tekabül ediyor (AS: karşılık geliyor). Asgari ücretin %70’i kadar bir gelir transferi söz konusu.

Şimdi böyle bir transferin maliye yani finansman tarafına hiç dokunmadan uygularsanız, kısa dönemde bu gelirin talebe dönüşmesiyle beraber, ekonomide kısa dönemde bir canlılık yaratılıyor. Fakat bu üretim dışından kaynaklandığı için enflasyon körükleniyor, döviz kuru fırlıyor, kamu maliyesindeki bozulma da yüksek faizlere ve yatırımların önünü kesmesine neden oluyor. Sonuçta ekonomik bir durgunluk gözleniyor. 7-8 yıllık bir uzunluğu düşünürseniz, hedeflediğiniz kitle dahi mevcut durumundan daha yoksul duruma düşüyor. Dolayısıyla böylesi bir basit reçete sürdürülebilir değil. Ama biz alternatif (AS: seçenek) olarak ne yapabiliriz diye baktık. Kimsenin canını yakmadan böyle bir gelir transferi (AS: aktarımı) mümkün değil; olumlu sonuç da doğurmuyor. Dolayısıyla finansman konusunda da belli reformlar yapmak gerekiyor. Bunun dışında yap işlet devret (YİD) projelerinde gördüğümüz gibi çarpık bir kamu tüketim deseninin kaldırılmasıyla da milli gelirin %2’sine dayanan bir tasarruf elde edilebiliyor. Kurumlar vergisinin de gelir dağılımı adına (AS: için) güçlendirilmesiyle birlikte % 0,5 ile %1 arasında bir tasarruf elde edilebiliyor. Bir bölümü dışarıdan finansman da olabilir. Bu, milli (AS: ulusal) gelirimizin % 3 ile 4 kadar bir fon demek; bu parayla vatandaşlık temel geliri için yeterli kaynak yaratılabiliyor.

Eğer böyle yapılırsa başlarda coşkulu bir büyüme olmuyor. Ama kamunun mali dengelerini gözettiğiniz için yatırımlarda ve fiyatlar üzerinde yaratacağı sorunlara da çözüm bulmuş oluyorsunuz. Öbür taraftan da sağlıklı bir gelir transferi sağladığınız için büyümenin talep unsuru yoluyla hareketlendirildiği bir yola giriyorsunuz. Daha dengeli bir tüketim deseni ortaya çıkıyor, dış ticarette de daha sağlıklı sonuç alıyoruz. 3-4 yıl içinde ortalama büyümenin üzerinde bir büyümeyi gelir dağılımında daha eşitlikçi şekilde gerçekleştirebiliyorsunuz. Bunun yanı sıra karbondan aldığınız vergiler nedeniyle, kaynakları yenilenebilir enerjiye ve daha temiz sektörlere aktarıyorsunuz. Mevcut kapitalist pazar ekonomisi koşullandırmaları altında bile…

AKP, anayasa darbesi, Ennahdha

Ülkemizi kasıp kavuran yangınlar nedeniyle, ‘Parlamentosu bekleme odasına alınan’ Tunus gündemi kaydı. Bellek bobini on yıl öncesine sardı.

‘O Türk, ben ise İtalyan’

Meydanı tıklım tıklım dolduran kalabalık nedeniyle, Tunus Barosu’na gitmek için minibüsten inerek yürüyüşe geçtik. ‘İstemiyoruz Amerikalıları, defolun!’ bağrışmaları ile önümüz kesilince, ‘Amerikalı değiliz’ yanıtı da, ‘Avrupalıları da istemiyoruz’ tepkisiyle bastırılınca, Venedik Komisyonu üyeleri dağılıverdi ve Başkanı Gianni Buquicchio: ‘Hanımlar beyler, kaygılanmayın, arkadaşım Türk, ben ise İtalyan’ karşılığını verince, ‘Türkse tamam; siz de onunla geçebilirsiniz’ yanıtı, yolumuzu açtı.

ABD’yi protesto amaçlı kalabalık, kendisiyle sabah vakti görüştüğümüz Cumhurbaşkanı Essebsi’yi bu kez, Dışişleri Bakanı Bayan H. Clinton ziyareti nedeniyle toplanmıştı.

Karşılaştığımız davranıştan pek etkilenen  Başkan Buquicchio, üst düzey görüşmelerimizde, Türkiye’nin Tunuslular gözünde ayrıcalıklı konumunu bu tanıklığa yollama yaparak bir kaç kez dile getirmişti (Mart 2011).

Ankara ise, ters rüzgarlar estirmekte gecikmedi. İki örnek:

Posterler ve köpekler

Başbakan, Mısır üzerinden gelecekti Tunus’a. Geçiş döneminde ve demokrasi arayışında bulunan ülkenin bu sürecine katkı değil, ‘büyüklük iştahı’ öne çıkmıştı. Yüzlerce posteri Tunus caddelerine asılacaktı; onlarca koruma ve köpek, güvenliği içindi. Ankara-Tunus arasındaki diplomatik kriz, ‘posterler, resmi değil, Başbakanı seven işadamınca hazırlandı’ vb açıklamalarla geçiştirilmeye çalışıldı.

Müslüman Kardeşler

İzleyen aylarda, kurucu meclis çalışmaları ve anayasa tartışmaları ortamında, Ennahdha ve lideri R. Gannuşi’ye heyetler gönderen AKP, ‘İslami duruş’ yolunda istediğini alamadı; ama olan, Tunus-Türkiye ilişkilerine oldu. İçişlerine karışıldığı haklı gerekçesiyle Tunus, aradan iki yıl geçmeden ülkemize dirsek çevirdi.

Katılımcı Anayasa

«Tunus, diğer ‘Arap Baharı’ ülkelerinin aksine, siyasal geçiş sürecini başarıyla ve uzlaşıyla tamamlamıştır. Bu sürecin nihai meyvesi olan 27 Ocak 2014 tarihli yeni Anayasa, gerek yapılış süreci gerekse içeriğiyle anayasa hukukçularının dikkatini çekecek niteliktedir. Yeni Anayasa, sivil toplumun yoğun katılımıyla biçimlenmiş ve demokratik seçimlerle işbaşına gelen bir Kurucu Meclis’in çalışmalarıyla son halini almıştır. İslam’ın devletin dini olmaktan çıkarıldığı ve hukukun kaynağı olarak meclisin işaret edildiği bu yeni dönemde, devlet şekli olarak sivil ve demokratik bir yapı ön plana çıkmıştır. » (F. Horchani, Anayasa Hukuku Dergisi-6, s.11)

Uluslararası islamcılık

«Maddi ve partizan kişisel çıkarların genel çıkarı bastırdığı ve iktidar sarhoşluğunun zirve yaptığı Tunus, siyasal sendrom mağduru bir ülke. Bu çocukluk hastalığı, bütün yaşadığımız kötülükleri açıklıyor: Yolsuğluğun kitleselleşmesi, Devlet’in, idarenin, adaletin ve güvenlik hizmetlerinin partizanlaştırılması ve liyakatın düşmesi, bütçe açığı, kamu maliyelerinde dengesizlik, toplumsal bölünme, şiddetin tırmanışı, karanlık vahabi güçleriyle ittifak…

Durumu ağırlaştıran husus, hükümetlerimizin, ideolojik ittifaklara dayalı bu uluslararası ağlarla yakınlaşması. Kastettiğim, Katar ve Türkiye’nin baskın bir rol oynadığı uluslararası ‘kardeşçilik’. Ülkemizin özerkliği ve kendini belirlemesi bakımından daha kötüsü olamaz. Ululsararası islamcılık, egemenliğimiz için çok tehlikeli… » (7 Haziran 2021, La Presse, Prof. Y. Ben Achour)

Parlamento bekleme odasında

Tunus’un içinde bulunduğu bu ortam ve koşullarda Cumhurbaşkanı K. Sayed, 25 Temmuzda bir ay süreyle Parlamentoyu bekleme odasına aldı.

“Ulusun kurumlarını ve ülkenin güvenliğini ve bağımsızlığını tehdit eden, kamu kurumlarının düzenli işleyişini bozan açık bir tehlike durumunda, Cumhurbaşkanı, bu istisnai durumun gerekli kıldığı önlemleri, (…) alabilir.

Bu önlemler, kamu kurumlarının düzenli işleyişine en kısa sürede dönüşü güvence altına alan amaçlara yönelik olmalıdır. Bu süre boyunca halkın temsilcileri Meclisi, sürekli toplantı halinde olur…” (md.80)

CB, bu maddeyi usul ve esas bakımından ihlal ederek, Meclis’i bir ay süreyle askıya aldı; Başbakan görevlerini de kendisi üstlendi.

Kartaca: Neresi karanlık?

‘Parlamenter rejim bekleme odasına alındı’ ve -Hükümet kurma görevini vermemek için- ‘Kılıçdaroğlu, Saray’ın yolunu mu biliyor?’ sözlerinin sahibi için, ‘Anayasa suçu işlenmektedir’ saptaması (D. Bahçeli), anayasal darbeler zinciri ve AKP ilişkisinde sadece birkaç halka.

Şu halde seçimler yoluyla iktidara gelen kardeşlerin ortak paydası, demokratik hukuk devletinin değerlerini ortadan kaldırmak.

Ağabey’in anayasal darbe faili olduğu Türkiye’nin demokratik deneyimi ve Avrupa kurumlarında yer alıyor olması, başlıca farklar olarak öne çıksa da, egemenlik anlayışında ayrışma belirgin: Tunus, ‘kardeşlik’ üzerinden egemenliğine karışılmasından rahatsız; Ağabey ise, Afrika’dan Orta Asya’ya ‘İslami hegemonya’ için canhıraş çaba harcıyor, devasa camiler ve Mehmetçik üzerinden; yani kendi yurttaşının parası ve kanıyla.

Magrip ayağının zedelenmesi karşısında Maşrık kardeşler (AKP-Katar) suskunluğu, Kartaca karanlığından mı?

ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

İnsan Hakları Gününün Zor Sorusu:
ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elk. Müh. (İTÜ)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin üzerinden tam 72 yıl geçti. Bildirgenin kabul edildiği 10 Aralık 1948’den bu yana bu tarih İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.

İkinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşının acılı günlerinden sonra İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi büyük bir umut ve heyecanla karşılandı. Bildirgenin kabulüyle dünyada tekil olaylar dışında bir daha insan haklarının yok sayılmak bir yana, çiğnenmeyeceği düşünülüyordu. Ne yazık ki işler hiç de öyle gitmedi. Her şeyden önce 10 Aralık tarihli Bildirge, bu tarihten 159 yıl önce, 1789 yılında Büyük Fransız Devriminde kan ve can pahasına ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinden daha gerideydi. Örn. yeni Bildiride Direnme Hakkı yok sayılmaktaydı.

Bildirgenin Birleşmiş Milletlerde kabulünden 3 yıl önce, İkinci Paylaşım Savaşının sonuna gelindiği günlerde ABD, teslim olmak üzere olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombası ile bir anda yüz binlerce insanı ölüme gönderirken, yeni dünya jandarması olduğunu da ilan ediyordu. O tarihte henüz ortada İnsan Hakları Evrensel Bildiegesi yoktu. Ancak ABD’nin 1776 yılında ilan ettiği ve Büyük Fransız Devrimini de etkileyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi vardı ve bu metin, çağının çok ilerisinde bir insan hakları bildirgesiydi.

Hiroşima ve Nagazaki sonrası günümüze dek ABD bütün dünyaya “İnsan Hakları” götürdü (!) Tankları, topları, uçak gemileri, bombardıman uçakları, füzeleri eşliğinde…

Bir başka söylemle İnsan Hakları kavramı emperyalist ülkeler elinde kirletilmiş bir kavram, maske durumuna geldi. Tıpkı barış, özgürlük kavramları gibi. Emperyalist devletler 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi eşliğinde Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya 72 yıldır filolarıyla, uçaklarıyla tanklarıyla… “barış ve özgürlük” götürüyorlar (!!)…

Ne acıdır ki ezilen ülkelerde ve hatta dünyanın ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştıran ülkemizde ABD’den ve AB ülkelerinden “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” dilenen mandacı “aydınlar” da var. Bunun son örneğini yakın tarihte “dost” saflarda da gördük.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin mürekkebi kurumadan ABD önderliğindeki Batılı ülkeler Kore halkına “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” götürüyordu! Kore’ye bu kirletilmiş kavramlar götürülürken NATO üyesi yapılma aşkıyla o günün siyasal iktidarı, Türk Silahlı Kuvvetlerini de bu taşıma “işine” alet ediyordu. Bu “fedakarlık” (!) Kore’de 896 Mehmetçiğimizin yattığı bir Türk şehitliği ile ödüllendiriliyordu. Yine Bildirgenin imzalanmasından hemen sonra 1950 yılında Cezayir’de başlayan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin savaşçıları göğüslerinde Mustafa Kemal Atatürk fotoğraflarıyla ölüme gidiyordu. 1789 yılında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini imzalamakla övünen Fransız lejyonu da bu kutsal bağımsızlık savaşını kanlı bir biçimde eziyordu. Bütün karanlık ve kanlı oyunlara inat, 1962 yılında Cezayir halkı zafere, özgürlüğüne ulaştı. Cezayir Bağımsızlık Savaşını bastırma hareketi içinde, daha sonra Fransa’nın ilk “sosyalist” Cumhurbaşkanı olacak olan Mitterand da yer alacaktı. (Önceleri Denizaşırı İller Bakanı, daha sonra ise İçişleri Bakanı olarak bu kirli savaşta rol üstlenecekti)

10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi alkışlarla kabul edilirken, yine Fransızların 1946’da başlattıkları Vietnam savaşı sürüyordu. Fransa, yitirdiği bu savaşı daha sonra ABD’ye devredecek 1975 yılında zafere ulaşacak olan Vietnam savaşı sırasında “İnsan Hakları” yüz binlerce ton bomba, napalm bombası ve ölüm olarak bu kanlı topraklara ulaşacaktı. Daha sonra Kamboçya ve Laos’ta olduğu gibi…

Kirletilmiş “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” Küba’nın Domuzlar körfezine de gitti. Daha sonra Şili’ye, Arjantin’e, Nikaragua’ya, Venezuella’ya, Falkland adalarına, Haiti’ye de gitti. Ve Ülkemize de geldi 1980 yılının 12 Eylül günü “bizim oğlanlar” eliyle. Beraberinde idamlar, işkenceler, 30 yıl sürecek davalar, kitap yakmalarla. Yakın zamanda Afganistan’a da gitti. Daha sonra Irak’a… Ebu Gureyb işkence evinde çırılçıplak soyulmuş insanların nasıl “İnsan Haklarından” yararlandığının fotoğraflarını gördük. Sonra Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve son olarak Suriye’de “Arap Baharı” adıyla piyasaya sürüldü. Ve elbette Güney sınırlarımıza yerleşmeye çalışan bölücü terör örgütüne destek için on binlerce TIR dolusu silah ve cephane olarak boy gösterdi “İnsan Hakları”…

Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde, ülkemizde, Gazi Meclisimizin tepesine bomba olarak yağdı. Bombaları yağdıran uçakların havada ikmal yapmasını sağlayan tanker uçaklar, ABD’nin kullandığı İncirlik üssünden kalkmıştı. Darbenin lideri olduğu söylenen FETÖ, ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki malikânesinde yaşıyordu. Darbeye karışanların önemli bir kesimi de Almanya, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelere kaçtı, kaçırıldı.

Emperyalist ülkelerin ezilen ülkelere “İnsan hakları” götürmek istemesini anlayabiliyoruz. Ancak dünya jandarması ABD’de daha dün denecek tarihe dek kara derili insanların seçimlerde oy kullanma hakları kısıtlıydı. Beyazlarla aynı otobüslere binemiyor, aynı lokantada yemek yiyemiyor, aynı okullara gidemiyorlardı. Ve günümüzde Siyahlar, halen sokak ortasında sorgusuz sualsiz polis kurşunlarıyla can veriyor, ensesine çökülerek boğuluyor!!.

En acısı da, tarihin ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştırmış olan ülkemizden kimi politikacılar, henüz göreve başlamamış ABD başkanından, seçildiği bile kesinleşmeden “İnsan Hakları ve Demokrasi” dileniyor. Hem de kendilerine 10 Aralık Hareketi adını koyarak(!)

Evet, bizim gibi ülkelere bedelini ödemek kaydıyla demokrasi ve insan hakları gelebilir. Bu bedel ya uzun yıllar boyunca bütün bir ulus olarak tutsaklık ve sömürü olarak ödenir ya da ulusal kahramanlar önderliğinde kanla – canla ödenir ve bu ulusların tarihine altın harflerle ZAFER ve ONUR olarak yazılır.