Etiket arşivi: Türker Ertürk

BU İKTİDARIN VE MECLİSİN YENİ ANAYASA YAPMA HAKKI VE YETKİSİ YOK!

Türker ERTÜRK E. Tuğamiral

BU İKTİDARIN VE MECLİSİN YENİ ANAYASA YAPMA HAKKI VE YETKİSİ YOK! – Türker Ertürk (turkererturk.com.tr)

(AS: Makale ve konu hakkında bizim kapsamlı irdelememiz yazının altındadır..)

Çağdaş anlamda dünyanın en eski anayasası sayılan 17 Eylül 1787 tarihli ABD Anayasasından başlamak üzere günümüze kadar hazırlanan bütün anayasaların arkasında kurucu irade, meşruiyeti aldığı güç ve silah vardır.

Arkasında kurucu irade ve zorlayıcı yaptırım gücü olan silah yoksa; anayasa da yoktur. ABD Anayasasının arkasında meşruiyeti olan zorlayıcı güç ve silah; Büyük Britanya’ya karşı verilen bağımsızlık savaşının başkomutanı George Washington, onun komuta ettiği ordu ve destekleyen sivil güçlerdi. Bu güç olmasa ve başarıya ulaşamasaydı ABD Anayasası da olmazdı.

İnsan Derisi ile Kaplıdır

Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan, Paris’in tarihine adanmış bir müze olan Carnavalet Müzesi’nde bulunan ve kapağında İnsan derisi ile kaplıdıryazan Fransızların ilk anayasasının arkasındaki irade 1789 tarihli Fransız Devrimi, yaptırım gücü ve meşruiyeti ise devrimin ideolojisi ve silahlı güçleridir. Bugün Fransa’da 1958 tarihli anayasa yürürlüktedir. Bu anayasanın değiştirilemez maddeleri ile Fransız Devrimi’nin ruhu korunmaktadır. Özetle; “Üniter yapı ve cumhuriyet değiştirilemez. Ülkenin bütünlüğüne zarar verecek hiçbir değişiklik usulüne girişilemez ve böyle bir usul sürdürülemez. Cumhuriyetin niteliği değişiklik konusu yapılamaz.” diyor, Fransa’nın halen yürürlükte olan 1958 tarihli anayasası.

Yani Fransa’da bazı densizler ve haddini bilmezler çıkıp; “Biz Bourbon Hanedanı’nın torunlarıyız, son kralımız XVI. Louis’yi giyotine gönderen zihniyetten hesap soracağız. Keşke Fransız Devrim Ordularına karşı monarşi yanlısı Avrupa Koalisyon Orduları kazansaydı! İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni değil, Hristiyan şeriatını, krallığı ve teokrasiyi istiyoruz” diyemez, demelerine müsaade edilmez ve hadleri bildirilir.

İşgal Güçleri Yeni Anayasa Yaptırır

1947 tarihli Japonya Anayasasının arkasındaki kurucu irade Japonya’yı kayıtsız şartsız teslim alan ABD, zorlayıcı gücü ise ABD işgal gücüdür. ABD işgal kuvvetleri komutanı Douglas MacArthur; emrinde bulunan hukukçularına bir taslak hazırlatmış, bunu Japonlara dayatmış ve ufak tefek değişikliklerle kabul ettirmiştir.

23 Mayıs 1949 tarihli Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası hazırlatan irade II. Dünya Savaşı sonunda Almanya’yı işgal eden müttefikler ve onun başat gücü olan ABD’dir. 2005 tarihli Irak Anayasasının arkasındaki irade bu ülkeyi istila eden ABD, zorlayıcı gücü ise ABD işgal kuvvetleridir. Bu anayasa ile Irak federal sistem altında yapılandırılmış, toplum etnik ve mezhepsel kompartımanlara ayrılmıştır. Ayrıca bu anayasa; Irak’ın istikrarsızlaştırılmasına ve zaman içinde bölünmesine neden olacak elverişli ortamı yaratmıştır. Bu haliyle Irak’ta istikrar olmaz, olamaz. Zaten olması istenmediği için 2005 Anayasası yaptırıldı.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Kurucu İdeolojisi Değiştirilemez!

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1924 Anayasası ve 1937’de yapılan son değişiklikle kurucu ideolojisi şekillenmiştir. Arkasındaki irade Türk Milleti’nin bu topraklarda hür ve bağımsız yaşama arzusu, silahlı gücü ise Kurtuluş Savaşı yapan Mustafa Kemal Paşa ve onun komuta ettiği Türk Ordusu’dur. Kurucu irade budur, bu iradenin ortaya koyduğu kurucu ideoloji asla değiştirilemez.

Dünyada bugüne kadar yapılmış tüm anayasaların mutlaka bir devrim, karşı devrim veya işgal sürecinden sonra yapıldığı düşünülürse; Türkiye’de gündemimize oturtulmaya çalışılan yeni anayasa hangi sürecin sonucudur? Yürürlükteki 1982 Anayasasında TBMM’nin yeni bir anayasa yapmasına yasal olarak izin verilmemesine hatta böyle bir girişimin suç olmasına rağmen Türkiye’de yeni anayasa yapılmasını isteyen irade kimdir? Bu iradenin zorlayıcı yaptırım gücü kimlerdir?

Emperyalist Güçler Türkiye’de Yeni Anayasa İstiyor

Tüm anayasaların birer ruhu, nitelikleri ve ideolojisi vardır. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz; her ülkenin anayasasının esasını oluşturan temel ilkeleri vardır. Bu ilkeler, o ülkenin siyasi rejiminin özünü oluşturmaktadır. İşte bu öze asla dokunulamaz ve değiştirilemez. Ne demek mi istiyorum? Dünyanın hiçbir yerinde ve ülkesinde savaş ve olağanüstü şartlar olmadan, sadece Meclisteki çoğunluğa dayanılarak anayasaların özü değiştirilemez ve değiştirilmemiştir. Bırakınız yazılı anayasaları; yazılı anayasası olmayan, sadece tarihin derinliklerinden gelen geleneklere sahip olan İngiltere’de bile parlamentonun her şeye gücü yetiyor olmasına rağmen “Westminster Modeli” olarak da bilinen parlamenter monarşi sisteminin başkanlık sistemine veya başka bir rejime çevrilmesi pek olanaklı değildir.

Erdoğan, 4 gün önce yaptığı açıklamada; “İnsanı önceleyen, milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan, toplumun gerisinde kalan değil, topluma dinamizm katan bir anayasa hedefliyoruz.” dedi. Bunun açılımı yani söylenemeyen bölümü ile birlikte anlamı -ama bilinçli ama bilinçsiz olarak-

  • “Ulus kimlikten ve ulus devletten uzaklaşan, üniter yapıdan federalizme rota kıran, toplumu etnik, dinsel ve mezhepsel kompartımanlara ayıran ve laikliği kağıt üzerinde de yok eden bir değişiklik arzu ediyoruz demektir.

Emperyalist güçlerin kendi çıkarları ve emperyalist hedefleri açısından Türkiye’de böyle bir değişiklik istediğini ve baskılar yaptıklarını da biliyoruz.

İktidarın Sicili Bozuk

Ayrıca iktidarın sicili çok bozuk. İktidar; demokrasi, hukuk, insan hak ve özgürlüklerinden ve toplumsal eşitsizliği düzeltmekten yana değil.  Anayasayı ve kanunları umursamıyor, hatta kendi yaptıklarını bile! Her istediğinde mevcut anayasayı ihlal etti ve etmeye de devam ediyor. İktidar; anayasamızın vazgeçilemez ve değiştirilemez niteliklerine, kurucu ideolojimize ve demokrasinin olmazsa olmazı durumunda olan “laikliğe karşı eylemlerin odağı olmaktan” hüküm giydi. Erdoğan, dördüncü kez Cumhurbaşkanı olma peşinde. Özel hüküm koymalarına lüzum bile yok. Anayasanın 101’inci maddesine rağmen, bu maddeyi arkadan dolaşan hukuk dışı gerekçeleri, yeni anayasa veya anayasa değişikliği durumunda da söz konusu olacak.

Kurguladıkları ve rüyalarını gördükleri yeni anayasa ile
– insan hak ve özgürlüklerini dinsel gerekçelerle sınırlamanın,
– demokratik kitle örgütlerini ve meslek odalarını iptal eden veya kısıtlayan
– ama tarikat ve cemaatlerin önünü açan değişiklikler yapmanın peşindeler.

Anayasalar; bir anlamda toplumsal sözleşmelerdir. Yani kurucu meclislerin işidir. Halen Cumhuriyet tarihinin halk iradesini temsil etme açısından en kötüsü olan bugünkü Meclis ile yeni anayasa işine girişilemez. 

“Sivil Anayasa” Kavramı Uyduruktur!

177 madde olan 1982 Anayasasının bugüne kadar 134 maddesi değişmiştir. 2002 öncesini de hesaba katarsak; 1982 Anayasasının %80’i değişmiştir. Öte yandan;

  • Anayasa Hukukunda “Sivil Anayasa” diye bir kavram yoktur.
  • Bu kavram; halkı kandırmak ve algı yaratmak için uydurulmuştur.

Sonuç olarak                               ;

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi; Osmanlı tarihinin acılı ve çile dolu sayfalarından alınan derslerle, Kurtuluş Savaşında, İnönü’de, Sakarya’da ve Dumlupınar’da dökülen kanla, emperyalizme karşı verilen mücadelenin ruhuyla ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için insanlığın olmazsa olmazı olan sorgulayıcı aklı ve pozitif bilimi temel alan, çağdaşlaşmanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaya çalışan Aydınlanma Devrimleri ile oluşturulmuştur ve asla değiştirilemez. Ama bu demek değildir ki; anayasamız daha demokratik duruma getirilemez ve insan hak ve özgürlükleri genişletilemez. Ancak; iktidarın niyeti bu değil! 22 yıldır iktidarın demokrasi, özgürlükler, hak, hukuk, adalet, çağdaşlık, ekonomik kaynaklarımızın hakça bölüşümü ve iç barışımıza yönelik uygulamaları hakkındaki sicili çok kötü!
=============================================

Dostlar,

Çok değerli dostumuz, ADD’de yoldaşımız E. Amiral Türker ERTÜRK‘ün bu makalesi çok başarılı.
Anayasa hukuku doktorası (PhD) yapmakta olan uzman bir hukukçu olarak kendisini çok takdir ediyoruz.

AKP=RTE iktidarı, “Yeni anayasa oyuncağı” ile 1’den çok kuş vurma peşinde..
İlki gündem oyunu..

  • Korkunç düzeydeki enflasyon-talan ve yaygın-derin kurgulu YoksullaşTIRmayı kendince gündemden düşürmek istiyor.
  • Moratoryum (Devletin iflası) riskine karşı Batı finans desteği yaşamsal!

Muhalefeti dağıtmak istiyor..

Yerel seçime giderken, istediğini elde edemezse kendince halka yakınacak : Bunlaaaarrrr……….. sakızını çiğnemeye başlayacak..

Kişisel beklentileri de var… ölene dek DİNCİ-TOTALİTER tek adam / teokratik monark kalmak istiyor.. Hesap vermeme hesabı..

Ve de BOP eşbaşkanlığını = ülkemizi bölmeyi sürdürerek de Batı emperyalizminin desteğini almak..

Başlıca bu politik gündem masada. Öbür hin/tuzak planları Sn. Ertürk listelemiş, yinelemeyelim.
****
Anayasaların insan derisi ile kaplı oldukları” olgusunu, Paris Karnaval müzesindeki Anayasa örneğini biz de derslerimizde yeri geldikçe işliyoruz. ABD Anayasası gerçekte 7 maddedir. Dokunulmaz sayılır. O yüzden sonradan gerek duyulanlara “değişiklik” denmez, “ekleme” (ammendment) denir.

Yamalı bohça ile TBMM’de tarihimizin en gerici koalisyonu ile gerçekte politik olarak çok kırılgan zoraki bir çoğunluk sağlayan AKP=RTE‘nin gene de Anayasayı değiştirecek en az 360 oyu yok. Anayasanın 175. maddesi, Anayasa değişikliği yöntemini düzenliyor. 360 – 399 arasında oyla TBMM’den geçen Anayasa değişikliğinin, bu madde uyarınca halkoylamasına sunulması zorunlu. Ne var ki halkoylamasında kabul/red için nitelikli çoğunluk aranmıyor. 400 ve üstü oyla kabul durumunda RTE’nin halkoylamasına gitme zorunluğu yok, gitmez de zaten..

Öne çekilmezse 31 Mart 2024’te yapılacak yerel seçimlere iktidar abanıyor var gücüyle..
Bir yandan yargı sopası, bir yandan onaylanmayan krediler, merkezden imar planları vd.
Becerebilirse, Anayasayı iyice kuşa döndürüp o rüzgar ile yerel seçime girmek..
Olmazsa, muhalefetin engellemesini halka yakınarak kampanyada kötüye kullanmak..
***
Anamuhalefet CHP‘nin hızla seçimli kurultayını yapması ve toparlanarak toplumsal muhalefeti örgütlemesi gerekiyor.

3/4’ünden çoğu değiştirilmiş 1982 Anayasası, artık bir darbe anayasası sayılamaz.
Asıl darbeci AKP=RTE iktidarıdır ve Türkiye Cumhuriyetini Anadolu Federe İslam Cumhuriyetine dönüştürmek için iktidarının 22. yılında, “asıl 2023 hedefi” ne erişmek üzere son vuruşa hazırlanıyor.

  • Bu oyunun mutlaka bozulması, durdurulması gerekiyor.

Tüm Aydınlanmacı kesimlerin “tek maddeli ulusal koalisyon“u kaçınılmaz.
Bu topraklarda neredeyse 200 yıla varan bir demokratikleşme kavgası ve deneyimi-birikimi var.
Bu kadim birikim ve 21. yy dinamikleri, AKP=RTE‘nin “utanmaz” ve “ilkel” dinci saldırısını püskürtmeye yetecektir.
İslamo-faşizm durdurulacaktır.
Ulusumuz yine başaracaktır. Umutsuzluğa yer yok.

Sevgi ve saygı ile. 16 Eylül 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

 

 

ADD’den Amiraller Davası basın açıklaması

                                                                                  BASINA ve KAMUOYUNA

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş Antlaşması Lozan’ın tamamlayıcısı, Atatürk dehası ürünü, Anadolu-Trakya Kilidi, 86 yıl sonra Karadeniz’i kan deryası olmaktan ve dünyayı 3. Dünya Savaşından esirgeyen Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni savundukları, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki tarikat yapılanmalarına karşı çıktıkları için “Darbeye Teşebbüs” gibi akıl almaz bir suçlama ile yargılanmakta olan yurtsever Amirallerimizden on ikisi için rütbelerinin sökülmesi ve hapis cezası istenmesini kabul edilemez buluyor, Bağımsız Türk Yargısı’nın haklarını teslim edeceğine ve yargılamanın beraatla sonuçlanacağına inanıyoruz.

Büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabe‘sinden aldıkları görev ve uzmanlıklarının yüklediği sorumluluk bilinciyle;

– Ulusal Bağımsızlığımızı,
– Boğazlar ve denizlerimizdeki egemenlik haklarımızı,
– Vatanımız ve Milletimiz ’in bölünmez bütünlüğünü savunan,
– Ordumuza siyaset sokulmasının, tarikat – cemaat yapılanmalarına göz yumulmasının felaketli sonuçlarına dikkat çeken,

aralarında Genel Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Türker Ertürk’ün de olduğu değerli komutanlarımızın suçsuz olduklarını biliyor, özellikle Rusya – Ukrayna Savaşının yaşanmışlıkları dikkate alındığında -yargılanmak bir yana- kendilerine teşekkür edilmesi gerektiğini düşünüyor ve her koşulda yanlarında olduğumuzu kamuoyuna saygı ile duyuruyoruz. 08.10.2022

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZİ

 

 

 

 

 

 

 

 

ECDADINA SAHİP ÇIKMAK.. ve ATATÜRK’ün OSMANLILAR HAKKINDA GÖRÜŞLERİ

Zorunlu bir güncelleme                        :

1 Aralık 2012’de bu sitede yer alan bir yazımızı ve ekindeki 31 sayfalık makalemizi yeniden paylaşmak gerekti.

AKP = RTE‘nin ülkemiz seçime giderken akla gelen gelmeyen her aracı kullanmaya başladığını görüyoruz. Yeni Osmanlıcılık tartışmasını alevlendirerek bir gündem oyunu daha…
Ülkemiz kurgulu ve Batı destekli – güdümlü çok yönlü politikalarla çökertilmeye çalışılırken, bir yandan bu psikolojik harekatlara yanıt vermek bir yandan da çıplak gerçeği halka sürekli anlatmak zorundayız.

İ. Kahraman “doğru” (!) söyleyerek açık bir itirafta bulundu aslında :

  • “Kurşun atmadık ki!”

Doğru, onların ataları emperyalist işgalcilere değil, Kuvayı Milliyecilere kurşun attılar, fetva yayınladılar, “Mustafa Kemal’in katli gereklidir” fetvalarını sözde Şeyhülislam Dürrizade’den alıp uçaklarla Anadolu’ya yaydılar. Ülke şehitliklerle dolu, ama işbirlikçilerin ailelerinden “şehit” yok!?

Sevr’i onaylayan ve ilk Meclis’in lanetlediği hainden öte son Padişah Vahdettin, “Yunan birlikleri işgalci değildir..” fermanları yayınladı halka.

Yazmakla bitmez..

Osmanlı bir Hanedan’dır. Köklerine yabancılaşmış ve ihanete düşmüş ve sonunda İngiliz savaş gemisi ile kaçmış (Malaya zırhlısı, 17 Kasım 1922) bir Padişah’ın nesebidir.

Orhangazi’den başlayarak 36 padişahtan 34’ünün de eşleri Türk – Türkmen – Müslüman değildir. Kanlı ve iğrenç harem bataklığına saplanmıştır. Devşirmeci, fetih adı altında ganimet – talancıdır ve günümüzde hala Batı bize, geçmişte Osmanlı’nın kendisine yaptığı zulümlerin bedelini ödetmeye çalışmaktadır.

Lütfen okuyunuz, 31 sayfa, belgeli olarak yazdık.
Yayınız, paylaşınız, başta az okuyan / cahil kalması istenen AKP’liler, aydınlanınız.
Beyninizi – kimliğinizi köle etmeyiniz, kiraya vermeyiniz, sömürülmeye, ALDATILMAYA HAYIR deyiniz..

31 sayfalık bu çalışmamızı okumak için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/05/Neo_Osmanliclilik_ve_Ataturkun_Gorusleri2.pdf

1999’da Hulki Cevioğlu ile Cevizkabuğu’nda, her biri 5-6 saati geçen birkaç programımız oldu. Youtune’den bulunujp izlenmeli, paylaşılmalı, yayılmalı.. Meydan boş değil..
AKP = RTE kalkıp “gram toprak yitirmemiş 2. Adülhamit han hazretleri… ” diyor.
Tarihsel belgeler ortada.. Murat Bardakçı, Sinan Meydan, İlber  Ortaylı.. gibi saygın tarihçiler tek tek sayıyor: Balkanlar, Kıbrıs, Mısır…. dahil 1,6 milyon km2 toprak bu Kızılsultan zamanında yitirildi. Şimdiki Türkiye topraklarının 2 katını aşkın.. Şimdi ne diyeceğiz Bay RTE‘ye? Doğru söylemiyor çünkü. Tarih yerli yerine koyacaktır tüm bunları.

Seçime giderken AKP=RTE‘ye her şey mübah mı??!!

Yüz yıl önce başlatılan TÜRK DEVRİMİ / ATATÜRK DEVRİMİ hala yerli – işbirlikçi karşıtları ve ortakları emperyalistlerle savaşımını sürdürüyor.

Ya İstiklal, ya ölüm!

Başka seçenek bırakmıyorlar..

Unutmayınız M. Kemal ATATÜRK’ün tarihsel kritik çağrısını ve uyarısını :

  • Milletlerin tarihinde bazı dönemler vardır ki, belli amaçlara erişebilmek için maddî ve manevî ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı doğrultuya yöneltmek gerekir.
    Yakın yıllarda milletimiz, böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin önemli sonuçlarını kavramıştır. Memleketin ve devrimin, içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması gerekir.
    Aynı cinsten olan kuvvetler, ortak amaç yolunda birleşmelidir.

Bırakın “6’lı Masa” ilerlesin, dağılmasın..

Sevgi ve saygı ile. 29 Eylül 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net             profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

==========================================

Dostlar,

Aşağıda, E. Amiral Türker Ertürk’ün son derece değerli bir yazısını daha bulacaksınız.
Kendisini hem kutluyor hem de teşekkür ediyoruz bu çok öğretici yazısı ve paylaşımı için. Osmanlı hanedanının daha 3. Padişah Orhangazi’den başlayarak eşlerinin tümüyle yabancılardan oluştuğunu biliyoruz. Ali Kemal Meram’ın Padişah Anaları adlı yapıtında uzun uzun hangi padişahın eşlerinin ve annelerinin kim olduğu belgelenmektedir.

Dolayısıyla 1299’da Osmanlı beyliği kurulurken egemen olan Anadolu Türkmen geleneğinin zamanla yozlaşarak Türkmen – Alevi düşmanı ve hatta açık katili durumuna geldiğini sayısız örnekleriyle biliyoruz.

Fatih’in Hurufileri Edirne’de yaktırmasından başlayarak..

1473 Otlukbeli Türkmen katliamı,

Kuyucu Murat Paşa’nın onbinlerce Türkmeni katlederek kuyulara doldurtması,

Yavuz’un 1514 Çaldıran seferi ve onbinlerce Safevi Türkmenlerin kırımı

2. Mahmut döneminde binlerce Bektaşi Yeniçeri ve Türkmen kırımı..

Bu bakımdan, Sayın Türker’in yazısındaki şu paragraf özellikle öne çıkarılmalıdır :

  • Bu topraklarda Türkmenler bir daha insan konumuna
    Mustafa Kemal Atatürk ile gelmişlerdir.
     
  • Şu anda yaşadığımız mücadele, din örtüsü altına gizlenmiş kinci dönmelerle
    Türk Ulusal kimliğini benimsemiş olanlar arasındadır.
Bu sitede, Atatürk’ün Osmanlılar Hakkında Görüşleri, kapsamlı bir dosya olarak sunulmuştur.
  • YENİ OSMANLICILIK HASTALIĞI’nın Yeniden Servis Edilmesi Nedeniyle Osmanlı Devletinin Kuruluşunun 700. Yılını Kutlamanın Abesliği ve 
    ATATÜRK’ün Osmanlılar Hakkında Görüşleri..
31 sayfalık bu çalışmamızı okumak için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/05/Neo_Osmanliclilik_ve_Ataturkun_Gorusleri2.pdf

Sevgi ve saygı ile.
1.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

====================================

Türker Ertürk

ECDADINA SAHİP ÇIKMAK

Erdoğan’ın üstüne vazife değilken başlattığı ve gittikçe alevlenen Muhteşem Yüzyıl tartışmalarına müsaadenizle ben de mütevazı bir katkıda bulunmak isterim.

Esasında bu konuyu yaklaşık iki yıl önce yine “ Ecdadına sahip çıkmak “ başlığı altında henüz Aydınlık Gazetesi’nde yazmaya başlamadan önce kaleme almıştım.
İki yıl geçti ama aynı yerde otlamaya devam ediyoruz.

O gün o yazıyı yazmama, dershaneden çıkan bir grup çocukla yaptığım sohbet
neden olmuştu. Çocuklar bana tarih öğretmenlerinin Muhteşem Yüzyıl dizisinin yayından kaldırılması için RTÜK’e (Radyo ve Televizyon Üst kurulu) telefon etmelerini istediğini, telefon numarasını tahtaya yazdığını ve ders süresince de filme küfürlü eleştiriler yaptığını anlattılar.

Öğrencilerin çoğu “Biz diziyi seyretmedik“ demesine rağmen öğretmen kılıklı beyni devşirilmiş meczup “Mutlaka telefon edin ve ecdadınıza sahip çıkın.“ demiş.

Anlatılanlardan ve sorduğum sorulara aldığım cevaplardan tarih öğretmeninin
CIA emrinde din kisvesi altında teşkilatlanmış, devletin ve toplumun içine sinsice sızmış, vatan, Cumhuriyet ve millet düşmanı bir örgüt elemanı olduğu çok açıktı.

İki yıl sonra bugün de aynı konuyu yazmama Erdoğan neden oldu! Başbakan sanki başka bir işi yokmuş gibi TV dizileri ile uğraşıyor. Ekonomik durumumuz perperişan iken, işsizlik almış başını gitmiş iken, iç savaşın tamtamları çalıyorken, yabancı casuslar ülkemizde cirit atıyorken, her geçen gün bu ülkede beraber yaşamamızın koşulları ortadan kaldırılıyorken ve komşularımızla savaş kapıdayken bizimkinin uğraştığı şeylere bak!

Sütten çıkmış ak kaşık değillerdi!

Ecdadın geçmişte ne yapıp yapmadığını veya yapamadığını bilmek için okumak
hem de çok okumak lazım. Bunlar kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle olmaz.
Sadece okumak yeter mi? Hayır. Okunanların eleştirel akıl süzgecinden geçirilmesi ve analiz edilmesi gerekir.

Niçin bu diziye taktınız, alt tarafı bir film. Yoksa Osmanlı dönemini her derde deva, sütten çıkmış ak kaşık olarak gösterme gayretlerinize zarar verdiğini düşünüyor ve diziyi yasaklamak mı istiyorsunuz? Bence soruşturma açtırın ve Ergenekon’a bağlatın! İşte sizin demokrasi anlayışınız bu! Hoşgörüsüz, kinci, yasakçı, dalavereci ve otoriter!

Övünülecek ecdadımız olduğu gibi utanacaklarımız da var! Şöyle bir göz atalım. Dizide başrolde bulunan Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Polonya Yahudi’si Helga diğer adıyla Hafsa Sultan. Kanuni’nin hareminde bulunan eşlerinden biri olan Hürrem Ukraynalı Yahudi bir ailenin kızı ve gerçek adı Roksalana.

Allah kimseye gerçekten evlat acısı vermesin ama Kanuni bunu Hürrem’in yatak odası dedikoduları ve iktidar hırsı üzerine Şehzade Mustafa için verdiği infaz emri ile kendisine tattırmıştır.

Sadrazam Pargalı da Hürrem’in işveli ve cilveli entrikaları ile boğdurulmuş ve yerine Damat ve Yahudi Rüstem Paşa Sadrazam olmuştur. Osmanlı Devleti’nin içine de, Hürrem’in oğlu Sarı veya Sarhoş adıyla namı diğer II. Selim etmiştir. Osmanlı’nın çöküşünün Kanuni devrinde başladığını söylemek tarihi bir gerçekliktir.

Kanuni oğlunu, Yavuz da babasını öldürttü

Kanuni’nin babası Yavuz Sultan Selim, babası II. Beyazıt’a darbe yapmış, padişah olan babasını devirmiş ve sonra öldürtmüştür. Babasına acımayan Alevi Türkmenlere acır mı?

Yavuz Sultan Selim Anadolu’da Alevi Türkmenleri kılıçtan geçirmiştir. 

Bu katliamın siyasi, demografik, sosyal etkileri ve iç barışımız açısından hassasiyetleri hala devam etmektedir.

“Ey oğul,
Beysin -Bundan sonra öfke bize, gönül almak sana-
Suçlamak bize, katlanmak sana-
acizlik bize, hoş görmek sana,
Kem göz şom ağız bize, bağışlamak sana..“

diye başlayıp devam eden dizelerde kendini ifade eden Osmanlının kurucu asli unsuru olan Türkmen geleneği artık yok olmuştur.

Yok oluşun başlangıcı Fatih ise perçinlenmesi ise Yavuz ve Kanuni döneminde olmuştur.

  • Bu topraklarda Türkmenler bir daha insan konumuna
    Mustafa Kemal Atatürk ile gelmişlerdir.
     
  • Şu anda yaşadığımız mücadele, din örtüsü altına gizlenmiş kinci dönmelerle Türk Ulusal kimliğini benimsemiş olanlar arasındadır.

Daha bunun gibi birçok gerçek halkımız tarafından bilinmiyor ve bilinmesi istenmiyor. Suratımıza şamar gibi çarpan bu gerçekleri biraz popülist bir anlatımla da sunsa, halkımızın çok büyük bir bölümü bu filmlerden ve dizilerden öğreniyor.
Çünkü ortalama öğretim süremiz çok kısa ve okumuyoruz.

Bakın, kaliteden ve içerikten bahsetmiyoruz, ülkemiz insanlarının toplam
öğretim süresi 4,5 yıl. 
Belki sonradan okuyoruz ve öğreniyor olabilir miyiz?
O da hayır. İşte rakamlar.. Bir yılda kişi başına okunan kitap sayısı Japonya’da 25, İngiltere’de 12, Fransa’da 7. Türkiye’de ise 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor.

Şimdi birileri Osmanlı’da haremi, köleliği, cariyeleri, dönen Bizans entrikalarını,
iktidar oyunlarını ve tıksırıncaya kadar içilen içki gerçeğini anlatınca çok kızıyorlar. Çünkü kafalarında yarattıkları Osmanlı’ya uymuyor.

Siz, Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın Karayip Adaları’nın içkisi olan ve
şeker kamışından yapılan Rom içtiğini biliyor musunuz?

Cumhuriyetimiz, Osmanlı’nın acılarla ve bin bir güçlüklerle geçen deneyimleri üzerine kuruldu. Hep kötü şeyler mi miras aldık, kesinlikle hayır. İyisi ve kötüsü ile yaşanan tecrübelerin üzerine inşa edildi Türkiye Cumhuriyeti.

Atatürk önderliğinde yapılan Türk Devrimleri ile kurulan Cumhuriyetimiz;
bir adam olma, ahlaklı ve erdemli olma, çağdaş olma, uygar olma, Türk kadınını toplumsal yaşama sokma ve kutsal dinimiz İslam’ı hak ettiği mertebeye çıkarma projesidir.

Saygılar sunarım. 1.12.12
İLK KURŞUN 

KİLİS’TE TAHRİBAT ÇOK BÜYÜK!

Türker Ertürk
(E) Tuğamiral, ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi
KILISTE-TAHRIBAT-COK-BUYUK.pdf (add.org.tr)

Bu gün (7 Aralık 2021), Kilis’in düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıldönümünü idrak ediyoruz ve kutluyoruz. Kilis, 1. Dünya Savaşı (1914-18) sonunda İngilizler tarafından 6 Aralık 1918’de işgal edilmiştir. İngilizler yerlerini 22 Ekim 1919 tarihinde, 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot gizli anlaşması gereğince Fransızlara bırakmışlardır. Kilis savunması henüz başlamadan önce, 28 Ekim 1918’de Halep’ten Kilis’e gelen büyük Mustafa Kemal Paşa;

  • Halep’te gördüğüm vaziyet karşısında sağlam bir Türk toprağına ayak basmadan düşmana karşı koymanın hemen hemen imkânsız olduğunu iyice anlamıştım. 40 asırlık Türk Yurdu düşman eline bırakılamazdı. Şimdi ilk ayak bastığım Türk şehrindeki bu uyanıklığa cidden hayran kaldım. Ve bir daha iman ettim ki; bu millet asla ölmeyecektir. Var olun Aziz Kilisliler…” demiştir.

Suriyelilerin Nüfus Üstünlüğü Artıyor

Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle Kilis’te Kuvayı Milliye daha etkin ve mücadeleci bir hale dönüştürülmüş, 24 ay Kilis sokaklarında işgalciye karşı direniş gösterilmiş ve kurtuluşa ulaşılmıştır. Kilis, toplam olarak iki yıl düşman işgalinde kalmış olmasına rağmen (AS : karşın) son 20 yılda gördüğü tahribatı ve zararı görmemiştir. 1918’de Atatürk’ün de ifadesiyle bir Türk toprağı görünümü veren Kilis’in nüfusunun çoğunluğu artık Suriyeli ve doğurganlık farklılığı nedeniyle Suriyelilerin nüfus üstünlüğü dramatik bir biçimde artıyor.

Dünyanın hiçbir yerinde, bir nebze bile vatan sevgisi olan ve ülkesine ve geleceğine karşı sorumluluk duyan bir iktidar böyle bir duruma rıza göstermez.

Kontrolsüz Kitlesel Göç

Bugün ülkeler için en büyük tehdit; kontrolsüz kitlesel göçtür. Bu tehdit değerlendirmesi, içinde
bulunduğumuz NATO için de böyle. Bu değerlendirmeye katılmış ve altını da imzalamışız. Çok zengin ülkeler bile sığınmacıları seçerek alıyor, bir program dahilinde topluma entegre ediyor ve dilini öğretiyor. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra!” anlayışı Türkiye hariç hiçbir ülkede yok! Türkiye’yi yöneten iktidar ise toplumun huzurunu ve bekasını düşünmek bir yana, gelecekte ne gibi problemler yaratacaklarını hesaba katmadan ülkemize sığınmacıları doldurdu!

Yalnız Suriye’den 5 milyona yakın insan ülkemize getirildi

Tabii ki resmi rakamlara inanmak güç. Bu iktidar döneminde açıklanan rakamlar kandırmaya ve manipülasyona (AS: oynanmaya) yönelik. Aynen enflasyon ve işsizlik rakamları gibi! Kilis’teki bu vahim durumu yerinde de gördük. Geçtiğimiz hafta sonu, 3-5 Aralık 2021 tarihleri arasında Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi’nin davetlisi olarak Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinliklerine katılmak ve

  • “Atatürk İlke ve Devrimleri Işığında Kurtuluşundan Günümüze Kilis”

konusunda bir konferans vermek üzere Kilis’teydik. Tüm şehri dolaştık, toplumun her kesimiyle
ve özellikle esnaf vatandaşlarımızla konuştuk ve dertleştik. Ekonomik olarak şehrin üzerine bir bomba düşmüş gibi. Esnaf perişandı ve siftah yapamadan günü geçirebildiklerini, sattıkları fiyata aynı malı alıp yerine koyamadıklarını anlattılar. Suriyelilerin vergi vermeden esnaflık yapabildiklerini ve haksız rekabeti örnekleriyle ifade ettiler. Yani iktidar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir anlamda cezalandırıyor.

Ateş Püskürüyorlar

Kilis’te bazı mahalleler, caddeler ve sokaklar tamamen (AS: tümüyle) Suriyelilerin yaşam alanı haline gelmiş. Dükkânlarında tüm yazılar Arapça ve yanlarına Türkçe karşılıklarını yazmaya ihtiyaç bile duymamışlar. Kendi aralarında getto kültürüyle yaşıyorlar, Türkçe’ye ihtiyaçları da yok. Çoğu okulda Suriyeli öğrenciler sayıca Türk öğrencilerden çok daha fazla. Bazı okulların 30-40 kişilik sınıflarında en fazla 5 veya 6 Türk öğrenci var. Bunları anlatanlar, bu okullarda öğretmenlik yapanlar.

  • Böyle giderse bu durum Türkiye’nin başına hem de çok yakın bir gelecekte büyük sorunlar açacak.

Bu arada CHP Kilis İl Başkanlığı’nı da ziyaret ettik; sohbet konumuz yine aynı sorunlar üzerineydi. Konferansa İyi Parti Kilis İl Başkanlığı da tam kadro olarak geldi. Aynı şikayetleri onlar da dile getirdi. Bu iktidara yandaşlık yapmayan ve nemalanma peşinde koşmayan, solcusuyla sağcısıyla tüm Kilisliler iktidarın ve sürdürdüğü politikaların Kilis’i mahvettiğini söylüyor. Ülkücü vatandaşlarımızı da dinledim; hepsi AKP’ye ve MHP’ye ateş püskürüyordu.

İktidar Taşeronluk Yaptı

Kilis’in bu hale (AS: duruma) gelmesinin başat sorumlusu iktidarın bizatihi (AS: doğrudan) kendisi ve yaşananlar da onun Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) taşeronluk yapmasının sonuçlarıdır.

  • BOP, Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı yeniden dizayn etmeye (AS: tasarlamaya) ve siyasal haritasını yeni baştan çizmeye çalışan projenin adı ve İktidar, bu projenin lehine yardım ve yataklık yaptı.

İktidar, BOP ve onun bir girişimi olan Arap Baharına balıklama daldı ve bu fırsatla çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve Ortaçağın aklı olan “Yeni Osmanlı” hayalini gerçekleştirebileceğini sandı. Bunun gerçekleştirilemeyecek boş bir hayalden öteye gidemeyeceğini Mart 2012’den bu yana köşe yazılarımızda yazdık ve ekranlarda anlattık. Ama iktidar bildiğini okudu ve Türkiye’ye tecavüz etmeyi planlayan projeye eş başkanlık etti. Bu yüzden Suriye’nin kuzeyine bir dönem egemen olan IŞİD, Ocak-Ekim 2016 arasında ağırlıklı hedef Kilis olmak üzere, 70’i aşkın sayıda roket ve havan saldırısında bulundu, 10 Türk vatandaşı ve 12 Suriyeli sığınmacıyı öldürdü, 80 sivilin de yaralanmasına neden oldu.

Kimden İzin Aldınız?

Bu affedilmez fahiş yanlış nedeniyle, 5 milyon sığınmacı ülkemize doluştu, Kilis’in demografik yapısı radikal bir biçimde değişti, Türkler azınlığa düştü ve bu durum Türkiye için güvenlik ve ekonomi konularında birçok sorun daha yarattı. Bugün ekonomik olarak iflas etmemizin nedenlerinden biri de yapılan bu yanlışlardır.

  • Hulusi Akar’ın ifadesiyle 9 milyon Suriyelinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır Türkiye.

Bunun için kimden izin aldınız? Seçim kampanyasında; “Sizi aç bırakacağız, kuyruklara mahkûm edeceğiz, paranızı pul yapıp zamlara maruz bırakacağız ama 9 milyon Suriyeliye bakacak ve onların hayır dualarını alarak size hizmet edeceğiz” dediniz mi?

2 Aralık 2021’de Suriye Parlamentosu yine Hatay‘ın Suriye toprağı olduğunu öne sürerek, geri almak için her şeyi yapacaklarını açıkladı. Suriye, bu cesareti Türkiye’deki iktidarın yaptıkları ve Hatay’da Suriyeliler lehine değişen demografik yapı nedeni ile buluyor. Resmi rakamlara göre Hatay’a 500 bin Suriyeli geldi.

Başkasının Parası ve Projeleriyle Olmaz!

Yarın aynı talebi (AS: istemi) Kilis için yapmayacaklarının bir garantisi var mı? “Nüfusun çoğunluğu bizden, zaten eskiden Kilis, Halep’e bağlı bir yerleşim merkeziydi” derlerse ve Kilis’te bu yönde eylemler yaparlarsa bu, bugünkü yanlış politikaların eseri olmayacak mı?

İktidarın anlamadığı şu                        :

Kiralık kapitalle kapitalizm olmaz, borç parayla ve yabancıların projeleriyle “Siyasal İslamcı” ve “Yeni Osmanlıcı” emperyalist girişimler başarıya ulaşmaz. Ancak BOP’un taşeronluğu yapılır, kaybeden biz, kazanan ise emperyalizm olur!

Oysa Atatürk;

Hangi istikbal vardır ki yabancıların planlarıyla ve nasihatleriyle yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir” demiş ve uyarmıştı!

Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinlikleri kapsamında bizi davet eden, Kilis’i yakından tanıma
ve Kilislilere hitap etme şansını veren Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi Başkanı Mehtap Okatan ve Yönetim Kuruluna teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dilerim.

Amirallere yapılanlar soykırım kararında belirleyici oldu


Türker Ertürk
Em. Tuğamiral
Amirallere yapılanlar soykırım kararında belirleyici oldu – Türker Ertürk (bizimtv.com.tr)

 

Uzun bir hazırlık ve karar verme sürecinden sonra ABD Başkanı Biden Türkiye’yi aradı ve sözde Ermeni soykırımını tanıyacağını tebliğ etti. Türkiye’yi felakete sürükleyen, ekonomisini iflas ettiren, yaptığı yanlışlar yüzünden Covid-19 salgınının bile kontrolden çıkmasına neden olan, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada yalnızlaştıran, Ortadoğu bataklığına batıran ve her geçen gün halkın desteğini kaybeden iktidarın ABD ile bozulmuş olan ilişkileri düzeltmek için ve beyaz sayfa açabilmek adına Türkiye’nin güvenliği ve çıkarları hilafına olsa bile veremeyeceği ödün yoktu. Özellikle Halkbank davasından kurtulabilmek, iktidar için hayati bir öneme haizdi ve adeta bir beka sorunuydu.

Dış politika hamleleri açısından ABD devlet aklının iki başat gücü olan Pentagon (Savunma Bakanlığı) ve Dışişleri Bakanlığı birçok konuda olduğu gibi tabii ki Türkiye ve özellikle 24 Nisan için de harıl harıl çalışıyordu. Çünkü 20 Ocak 2021’de göreve başlayan Biden, seçim kampanyası sırasında sözde Ermeni soykırımını tanıyacağı konusunda söz vermişti, göreve başladıktan sonra da arkasında durmuş ve hazırlıkları yapması konusunda bu iki kuruma direktif vermişti.

Büyük Felaket

Pentagon ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nda ağırlıklı olarak iki fikir çatışıyordu. Birincisi; Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik öneminden, ABD ve NATO çıkarları açısından vazgeçilmezliğinden hareketle sözde Ermeni soykırımının Biden tarafından tanınması halinde bunun zaten kötü olan ABD-Türkiye ilişkilerini daha da kötüleştireceğini, Türkiye’yi Rusya’nın kucağına daha çok iteceğini ve tamamen kaybedileceğini, bu yüzden geçmiş dönemlerdeki gibi Ermenice “Büyük Felaket” anlamına gelen “Meds Yeghern” gibi her iki tarafı da memnun edecek bir açıklamayla geçiştirilmesini istiyordu.

İkinci görüşün sahipleri ise Türkiye’nin ABD ve NATO açısından vazgeçilmezliğini kabul etmekle birlikte, Türkiye’deki iktidarın pazarlık gücünün kalmadığını, Halkbank davası ile esir edildiğini, Türkiye ekonomisinin bitik durumda olduğunu, iktidarın ABD ve AB ile beyaz bir sayfa açabilmek ve ilişkileri düzeltmek adına her türlü tavizi vermeye hazır olduğunu, S-400 konusunda ve Doğu Akdeniz’de geri adım attığını, Suriye’de ve Libya’da geri adım atmaya ve Ukrayna üzerinden Rusya ile yeniden cepheleşmeye hazır olduğunu gösterdiğini, bu yüzden de sözde Ermeni soykırımını tanıma kararına tepki vermesinin mümkün olmadığını değerlendiriyordu.

Darbelere Sözde Değil Özde Karşı Olmak

ABD’deki bu karar verme sürecinde ve özellikle 24 Nisan’a yaklaşan terminal safhasında belirleyici olan ise Türkiye’de amirallere yapılanlardı. ABD mesajı almıştı; artık Biden sözde Ermeni soykırımını tanıyabilirdi, bu husus ABD ile Türkiye’nin arasında sorun yaratmayacaktı.

  • Hatta Biden’ın yapacağı soykırımı tanıma açıklaması Türkiye ile koordine edilebilirdi.
  • Ve öyle de yapıldı!

Türkiye’de 104 Emekli Amiralin imzaladığı duyuru iki hassasiyet üzerine bina edilmişti. Birincisi Türkiye’nin güvenliği ve egemenliği için yaşamsal önemde olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, ikincisi ise “bir daha darbeler olmasın” idi. Emekli Amiraller, Anayasadan aldıkları vatandaşlık hakları olan ifade özgürlüklerini kullanarak deneyimlerini, bilgi birikimlerini ve öngörülerini bir duyuru ile halkla paylaşmışlardı. Bu duyurudaki hassasiyetlere karşıtlık yapıyorsanız ve hatta düşmanlık; ya Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne sahibiyet konusunda duyarlılığınız ve farkındalığınız yoktur ya da darbelere gerçekten özde karşı değilsiniz demektir. Oysaki 15 Temmuz’da yaşadıklarımızın, dökülen kardeş kanının, şehit olan insanlarımızın acısı bizim içimizde hale taze!

Askerler Muhtıra Verdi

Geçtiğimiz Nisan ayı içinde Fransa’da, Türkiye’deki Emekli Amiraller duyurusu ile benzerlik olduğu ima edilen ama gerçekte taban tabana zıt olan başka bir gelişme yaşandı. Fransa’da askerler “Eğer bir şey yapılmazsa toplumda patlamaya neden olacak ve aktif görevdeki askerlerin yurttaşlarımızı ve uygarlık değerlerimizi korumaya yönelik müdahalesini tetikleyecektir” açıklamasını yaptılar. Bu açıklama alenen siyasi iktidara karşı bir darbe uyarısı ve muhtırasıydı. Asla kabul edilemezdi ve antidemokratik bir girişimdi. Açıklamayı ifade özgürlüğü bağlamından çıkaran ve antidemokratik yapan en önemli husus ise imzalayanlar arasında aktif ve yedek görevde olan askerlerin olması ve müdahale edileceğini bildirmeleriydi. Hatta imzacılar arasında bulunan Jandarma Komutanı General Jean-Pierre Fabre-Bernadac, basına verdiği röportajda “halk siyasetçilere değil, bize güveniyor” dedi ve darbe tehdidini yineledi.

Tabii ki demokrasilerde asker, jandarma ve polis gibi güvenlik alanında çalışmakta olanlar siyasi iktidar aleyhine açıklama yapamazlar ve bu konuda tolerans da gösterilemez. Ama bu kurumlar aynı zamanda siyasi iktidarı destekleyecek açıklamalar da yapamazlar. Ne yazık ki 104 Emekli Amiralin demokratik duyurusundan sonra Türkiye’de bu yapıldı. Bu tartışmasız antidemokratikliktir! Geçen yıl ABD’de bu duruma örnek olabilecek bir başka durum gelişmiş ve ABD Genelkurmay Başkanı, zamanın Başkanı Trump’ın iç politikaya yönelik bir konuşması sırasında yanında fotoğraf verdiği için halktan özür dilemiş ve “Amerikan askerleri anayasaya sadakat yemini etmiştir, başkana değil’’ diyerek konuya açıklık getirmişti.

Türkiye ve Fransa’da Yaşananlar

Geçtiğimiz Nisan’da Türkiye ve Fransa’da yaşananlar demokrasi, insan hak ve özgürlükleri açısından gerçekten ibretlik. Türkiye’de Montrö’ye sahibiyet gösteren ve “bir daha darbeler olmasın” diyen, emrinde hiçbir kamu gücü ve silahı olmayan Emekli Amirallerin demokratik duyurusuna iktidar kıyameti kopardı, hedef gösterdi ve ertesi gün bir bölümünün evlerine şafak baskını yapıldı. Daha sonraki gelişmeleri tekrar etmiyorum, zaten biliyorsunuz.

Fransa’da ise görevdeki ve bir kısmı emekli olan general ve askerlerin yanlış anlamaya mahal bırakmayacak şekilde siyasi iktidara darbe uyarısı yapan ve bizce de asla kabul edilemez olan muhtırasından sonra Fransa iktidarı tarafından hedef gösterilmedikleri gibi evlere baskın da, gözaltı da, tutuklama ve suç uydurulup yargılama da yaşanmadı! Sorunun çözümünü yine demokrasinin kurumlarına, yasalarına, bağımsız yargısına ve kurallara bıraktılar.

Montrö’yü Tartışabiliriz

Esasında Emekli Amirallerin duyurusunun darbeyle, darbe iması ile uzaktan yakından bir ilgisinin, alakasının olmadığını iktidar başta olmak üzere tüm dünya biliyordu. Sorun Montrö idi! Öncesinde TBMM Başkanı Mustafa Şentop “Cumhurbaşkanı, İstanbul Sözleşmesi’nden kararname ile çekildiği gibi Montrö’den de diğer uluslararası anlaşmalardan da çekilebilir” demişti. Montrö, tesadüfen söylenmiş değildi. Montrö’nün dünyada değişmesini en çok isteyen ABD’ye mesaj gönderilmişti. Emekli Amiraller ise pişmiş aşa su kattılar ve iktidarı sinirlendirdiler. Montrö hassasiyetlerini sorun yapmaları zor olduğundan, zerre kadar alakası olmadığı halde duyuruyu darbe iması üzerinden ötekileştirmeye çalıştılar ve vatanına, milletine, devletine sıtkı sadakatle bağlı Emekli Amiralleri hedef gösterdiler. Duyuru geniş halk kesimlerinin desteğini alınca ve darbe işine kimse inanmayınca Montrö konusunda geri adım attılar ama yine de “daha iyisini bulana kadar Montrö’ye bağlıyız” diyerek ama bilinçli ama bilinçsiz ABD’ye “Montrö’yü tartışabiliriz” mesajını verdiler.

ABD mesajı almıştı. Türkiye’deki iktidarın çok zor durumda olduğu, kendisi ile ilişkileri düzeltmek, beyaz bir sayfa açabilmek ve Halkbank davasını durdurabilmek için Montrö de dâhil veremeyeceği ödünün bulunmadığı, karşı çıkanları hapse atabileceği ve bu kapsamda sözde Ermeni soykırımının tanınmasına bile sessiz kalabileceği görüldü ve karar verildi; “Başkan Biden ‘soykırımı’ tanıyabilir”.

Bir İyi, Bir de Kötü Mesajım Var!

Geçen gün Pentagon Sözcüsü Kirby, 1915 olaylarının “soykırım” olarak tanınması ile ilgili “Türkiye ile askeri ilişkilerimizde bir değişiklik olmasını beklemiyoruz” şeklinde bir açıklama yaptı. Sözcü iki yönden haklı. Birincisi; İktidar teslim olmuş durumda, reaksiyon gösterecek gücü ve niyeti yok. İkincisi; Türkiye’deki iktidarla durumu ve açıklamayı koordine etmişler.

İktidar zevahiri kurtarmak ve halkı kandırabilmek için alt tondan tepkiler veriyor ve soykırımın olmadığına dair hukuki ve tarihi açıklamalarda bulunuyor. Bu bile samimi olmadığını ve durumu kurtarmaya çalıştığını gösteriyor. ABD, Türkiye’ye karşı siyasi bir hamle yapmıştır. Siyasi hamlelere siyasi hamlelerle yanıt verilir, hukuki ve tarihi söylemlerle değil. Yoksa ABD Başkanı Biden da biliyor sözde “soykırımın” tarihi ve hukuki bir arka planının olmadığını!

Sonuç olarak ABD Başkanı Biden telefonla aramış ve bir iyi, bir de kötü mesaj vermiştir. İyi olanı iktidar, kötü olanı ise Türkiye için olmuştur!

Hangi İslam ???

 Hangi İslam ???

E. TUĞA. TÜRKER ERTÜRK
http://www.turkererturk.com.tr/hangi-islam-2/

HANGİ İSLAM.png

Erdoğan’ın geçen hafta Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen 6. Din Şurası’nda yaptığı konuşmada söyledikleri hem doğru değil hem de bilimsel, sosyolojik ve teolojik bir temeli yok. Daha da önemlisi; bu açıklamaları kendisinin de üzerine yemin ettiği Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilkeleri ile cepheden çelişen, evrensel çağdaş hukukla ciddi problemleri olan, insanlığın yarattığı ortak medeniyetin bugün geldiği yerle uyum içinde olmayan fikirler manzumesi adeta.

Konuşmasına; “Dinimiz İslam, hayatın tüm alanlarını kuşatan ve kucaklayan kurallar ve yasaklar manzumesidir. Ticaretimizden beşeri münasebetlerimize, eğitim ve öğretimden evliliğe, temizlikten kılık kıyafete yaşantımızın her safhasını düzenleyen bir dine inanıyoruz.” diyerek başlıyor, bu paralelde devam ediyor ve konuşmasının bir yerinde “İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz” diyor.

Teokrasi

Ortaçağ da böyleydi! Din; siyaset, bilim, felsefe, sanat, ticaret ve her türlü sosyal ve toplumsal ilişkiler de dâhil olmak üzere tüm alanlara egemendi ve hayatın tüm alanlarını kuşatırdı. Bu dönemde her şey dine endekslenir, dinle yatılır, dinle kalkılırdı. Tüm güçlerin (yasama, yürütme, yargı) tek kişide (padişah, sultan, hakan, kral, çar) toplandığı monarşi yani tek adam yönetimi, bu dönemin yönetim şekliydi. Bu dönemin tek adamları gücünü ve yetkisini halktan değil Tanrı’dan alır, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi veya gölgesi olarak nitelendirilir ve sorgulanmazlardı. Buna teokrasi denirdi.

Bu dönemde bilim, felsefe, sanat adına ciddi bir ilerleme kaydedilemedi, halk sefalet içindeydi, artı değeri sömürülürdü, din adına ölmek ve öldürmek için savaşlara gönderilirdi, kadın insan yerine konmazdı ve din adına oluk oluk kan akıtılırdı.

Osmanlı Niçin Yıkıldı?

Medeniyetin gelişimi ile birlikte bu dönem yıkıldı. Tabii ki kolay olmadı! İçeriğinde rönesans, reform, hümanizm (insan odaklılık), sanayi devrimi, siyasal devrimler (1689 İngiliz Devrimi ve Haklar Bildirisi, 1789 Fransız Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi) ve aydınlanma olan uzun soluklu ve acılı bir dönemin sonunda dinsel düşünceden akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçildi. Bu gelişimin doğal sonucu olarak tek adam rejimleri yıkıldı, egemenliğin kaynağı Tanrı’dan halka geçti. Bugün çokça konuştuğumuz ve referans yaptığımız demokrasi, insan hakları, kadın erkek eşitliği, çağdaş hukuk, basın ve ifade özgürlüğü, ortak akıl gibi kavramların hepsi bu gelişimin ürünleridir. Geçmişte, dinsel düşünce döneminde bunların zerresi bile yoktu!

Osmanlı bu gelişimi ve değişimi ıskalayıp dışında kaldığı için geriye düştü, “Hasta Adam” oldu, bölündü, parçalandı ve enkaz haline geldi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimleri ise Türkiye’yi insanlığın ulaştığı ve devamlı gelişim ve evrim halinde olan çağdaş medeniyet seviyesine getirme hamleleriydi ve yapılan her bir devrimin çağdaşlık hedefine ulaşma yolunda bir anlamı vardı.

Egemenlik Gökten Yere İndirildi

Örneğin; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü… Atatürk’ün derin anlamı olan bu veciz sözünü iktidar çokça kullandı ve kullanıyor ama tabii ki anlamını bilmeden! İktidar bu sözü, “Madem sandıktan çıktım, her istediğimi hiçbir sınırlamaya tâbi olmadan yapabilirim’’ anlamında kullanıyor. Hâlbuki bu söz, monarşinin kaynağı olan teokrasinin bitirildiğini gösteren bir sözdür. Yani egemenliğin kaynağı artık Tanrı değil, insandır ve halktır anlamındadır. Bir anlamda; egemenliğin gökten yere indirilmesidir. Egemenliğin kaynağı Tanrı olursa; tek adam yönetime hâkim olur ve burada demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden, akıl ve bilimden, kadın erkek eşitliğinden bahsedilemez.

Demem o ki; Din Şurasında konuşulanlar sorunludur, insanlığın bugün ulaştığı, yarın daha da öteye taşıyacağı çağdaş medeniyet çizgisi, demokrasi ve özgürlükler ile taban tabana zıttır. Ne yazık ki bu iktidar döneminde din ve diyanet; halk üzerinde baskı yaratabilmeyi, tek adam yönetimini meşrulaştırabilmeyi, iktidarda sonsuza kadar kalabilmeyi, yapılan fahiş yanlışların ve yolsuzlukların sorgulanmasını engellemeyi ve sömürü düzenini devam ettirebilmeyi hedefleyen, halka refahı ancak cennette uygun bulup kendilerine bu dünyada reva gören zihniyetin operasyon silahı haline gelmiştir.

Herkesin İslam’ı Farklı

Ayrıca hangi İslam? Bin bir çeşit İslam var! Belki daha da fazlası. Bir Hz. Muhammed’in genetik olarak akrabası olan Ürdün Kralı II. Abdullah’a, eşine, çocuklarına, kılık kıyafetlerine, İslam adına söylediklerine ve yaptıklarına bakın, bir de bizimkilere! Benzerlik bulamazsınız. Osmanlı Hanedanından son İslam Halifesi olan Abdülmecid Efendi’nin kıyafetine, ailesine, kızlarına bir bakın, bir de “Yeni Osmanlı” gibi uyduruk bir hayale sahip olmalarına rağmen, Diyanet’in Din Şurası’nda İslam adına söylediklerine, santim benzemez!

IŞİD, El Nusra, El Kaide, Taliban, Hamas, İhvan, Tunus’un Nahda Hareketi, Pakistan, Cezayir, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Muhammed bin Selman, Şiiler, İran ve daha bir sürü örnek sayabilirim. Hangisi bir diğerine benziyor? Her biri gerçek İslam’ı kendisinin temsil ettiğini iddia ediyor. Tarikatlar da böyledir! Gerçek İslam’ı kendilerinin temsil ettiğini söylerler ve birbirlerini yerler!

Türk’ün İslam Yorumu

Aynı hanedan içinde, aynı aile içinde baba ile oğulun din anlayışları bile farklıdır. Tarih bize bu gerçeği gösteriyor. Biliyorsunuz; Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Sultan II. Beyazıt bir dindar ve sofuydu. Ama babası öyle değildi! Fatih’in sarayında yıllarca yaşamış olan Gian-Maria Angiolello “Sultan II. Beyazıt, babası Fatih Sultan Mehmet için otoriterdi ve Muhammed Peygamber de dâhil, hiçbir dine inanmazdı” dediğini yazmıştır. Diyelim ki; Angiolello söylenenleri biraz abartmış. Öyle bile olsa, bu bile baba ile oğulun, Fatih ile Beyazıt’ın İslam’ı taban tabana zıt bir yorumlama içinde olduklarını göstermez mi?

Bir de Türk’ün İslam yorumu var! Kökleri Orta Asya’ya, Hoca Ahmet Yesevi’ye, Horasan Erenleri’ne, Osmanlı’nın kurucu fikir babalarından ve Osman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebali’ye kadar uzanan, zaman içinde Anadolu’da Alevi-Bektaşi geleneğini oluşturan, hoşgörülü, sağduyulu, kadını yok saymayan, korkuya değil sevgiye dayanan, insanı merkezine alan, gelişmeye ve çağdaşlığa açık olan bir İslam anlayışıdır bu! İslam dünyasında tektir!

Hristiyanlar Niçin Müslümanlardan Önde?

İstanbul’u bile tam olarak alamamışken, Orta Avrupa ovalarına kolayca hâkim olmamızı ve Makedonya’yı baştanbaşa ele geçirmemizi sağlayan üstünlük, bu fikir ve inanç üstünlüğüydü. Bu sonuç sadece kılıcın gücüyle alınamazdı! Ancak Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği yobaz ulema ile bu üstünlük zaman içinde azaldı, bitti ve devir Avrupa’daki gelişim ve değişimle birlikte tersine döndü, aleyhimize gelişti.

Bugün Hıristiyan dünyası İslam dünyasından her bakımdan fersah fersah ileride ve güçlü! Ama bunun nedeni Hristiyan olmaları değil! Hristiyanlığı sadece din, inanç ve itikat haline getirip kültür olarak görmeleri, dünyevi yaşamın referansı yapmamaları ve yaşamın her alanını kuşatmasını engellemeleridir. Hristiyanlar bu noktaya analarının karnında gelmedi. Reformlarla, uzun soluklu ve acılı mücadeleden sonra ulaştılar.

​​​​​​​”Kanal İstanbul bir ABD projesidir!

​​​​​​​”Kanal İstanbul bir ABD projesidir!”

arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr
YENİÇAĞ, 02 Aralık 2019

Kanal İstanbul ile ilgili son açıklamayı kim yaptı?

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu değil mi? Anlaşılıyor ki, proje ekonomik bir ihtiyaçtan değil dış politika ile ilgili bir zorunluluktan kaynaklanıyor! Türkiye’nin değil AKP iktidarının zorunluluğu…

Çünkü Türkiye’nin dış politikası, uzun süredir Ankara’dan belirlenmiyor!

Mesela AKP iktidarının uyguladığı Suriye politikası, yakın zamana kadar ABD, İngiltere ve İsrail koalisyonu tarafından belirlenmiştir. Rusya da sonradan müdahil olmuştur.

Çavuşoğlu, “Kanal İstanbul’a kazmayı vurduğumuz zaman, dünyada denizcilik ve ulaşım bakımından tarih değişecek, dönüm noktası olacak.” dedi.

Oysa Karadeniz ile Akdeniz’i Marmara ve Ege üzerinden birbirine bağlayan İstanbul ve Çanakkale Boğazları zaten vardır. Kanal İstanbul, yapılırsa Süveyş ve Panama kanalları gibi yeni bir suyolu olmayacak?

Yine de ABD savaş gemileri Kanal İstanbul’dan serbestçe Karadeniz’e çıkarsa bu durum gerçekten tarihi bir dönüşüm olabilir!
***
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu Kanal İstanbul’a karşı. Devlet Su İşleri’nin de olumsuz rapor sunduğunu açıklayan İmamoğlu, Fatih Altaylı‘nın programında, inşaat sırasında çıkacak yaklaşık 1.5 milyar metreküplük hafriyata dikkat çekerek “1.5 milyar metreküp hafriyat ne demek? Esenler, Bağcılar, Güngören’in 30-35 metre yukarıya doğru havalanması demek. Bu şehre ihanet ettirmeyeceğiz. dedi.

İmamoğlu, “İstanbul’a ihanet ettik diyorlar ya. Tüm ihanetleri bir kenara koy yüzle çarp. İşte Kanal İstanbul” ifadesini kullandı.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz ise “Allah nasip ederse göreceksiniz belki 50 yıl sonra bu ülkede Recep Tayyip Erdoğan’dan bahsedilirken, bir çağın kapatılıp bir çağın açıldığı tarih olarak bahsedilecek AK Parti dönemi için.” dedi.

Sosyal medyada bu iddia, ileriye doğru değil de geriye doğru bir çağ değişimi olarak görüldü ve “orta çağa dönüşü kastediyor herhalde” diye değerlendirildi.
***
Bir deniz amirali olan Türker Ertürk, 7 Şubat 2016’da odatv’de yayınlanan “Kanal İstanbul’un altından ne çıktı?” başlıklı yazısında konuyu incelemişti:

“Kanaatim o ki; Kanal İstanbul projesi ülkemiz dışından belli amaçlara yönelik olarak sufle edildi. Montrö Boğazlar Sözleşmesi‘nin tartışılması ve masaya gelmesi durumunda Türkiye, güvenliği ve Boğazlar üzerindeki egemenliği açısından, kazanımlarını çok büyük bir oranda kaybedecektir.

ABD Deniz Kuvvetleri; Karadeniz’de uçak gemileri ve nükleer denizaltıları da dahil olmak üzere, hiçbir sınırlamaya tabi olmadan, devamlı olarak konuşlanmak istemektedir.

ABD; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden memnun değildir ve değişmesini istemektedir. Bu maksatla uygun ortamı kovalamaktadır.

Hiç tereddüt yok ki bu proje; dışarıdan yerli aracılar vasıtası ile Erdoğan’a iletilmiş ve ikna edilmiştir. Esas amacı; Montrö Sözleşmesinin diplomasi masasına gelmesi için doğal şartları hazırlamak ve bu Sözleşme’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamaları kaldırmaktır.”
***
Yenimesaj gazetesi yazarı Yusuf Karaca ise 28 Mayıs 2019 tarihli “Seçimi hangi proje iptal ettirdi?” başlıklı yazısında “İstanbul seçimi Kanal İstanbul için iptal edildi!” iddiasında bulunmuştu.

Karaca, “Çünkü bu proje ABD için çok önemli, ‘dere geçerken, at değiştirmek’, projeyi riske atar. Bu proje, bir ABD projesidir. Çünkü ABD, Montrö Boğazlar sözleşmesini Kanal İstanbul projesi ile bozmak istiyor. İBB, AKP’nin elinden alınınca ne olur ne olmaz. Bu proje ne 3. Köprüye, ne de 3. Havalimanı’na benzer.” ifadelerini kullanmıştı.

Yeniden yapılan seçimi yine İmamoğlu kazandı ama Boğazlar bir kararnameyle Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı!

Bu bilgiler ışığında bakılırsa,

  • Kanal İstanbul yalnızca İstanbul’a değil Türkiye’ye ihanet olur!

Bu şekilde girersek tuzağa düşeriz

Bu şekilde girersek tuzağa düşeriz

Türker Ertürk
Odatv.com, 09.10.2019

Geçen Pazartesi günü (7 Ekim 2019) ABD Başkanı Trump, sosyal medya hesabı üzerinden Türkiye’yi tehdit etti ve “Sınırların aşılması durumunda Türkiye’nin ekonomisini yok edeceğim dedi. Halbuki Trump, Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinde Suriye’nin kuzeyindeki harekât için yeşil ışık yakmıştı. Gerçekte bu yeşil ışık, Trump’ın derin devleti arkasına almaya yönelik bir iç politika manevrasıydı. Çünkü ABD derin devletinin bunu kabul etmeyeceği biliniyordu.

Trump, aynı şeyi geçen sene (Aralık 2018) de denemiş, Suriye’nin kuzeyinden ABD askerlerini çekmeye kalkmış, yer yerinden oynamış, Savunma Bakanı James Mattis tepki olarak istifa etmiş ve Trump geri adım atmak zorunda kalmıştı. Şimdi de çok tepki geldi. Daha önceden Güney Carolina Valiliği ve ABD’nin Birleşmiş Milletler eski Daimî Temsilciliğini yapan Nikki Haley, Trump’ın Suriye’nin kuzeyinden asker çekmesini sert bir dille eleştirdi ve Türkiye dostumuz değil, Suriyeli Kürtleri desteklemeliyiz, onları ölüme terk etmek büyük hata olur.” dedi.

TRUMP’ın BOYUNU AŞAR

ABD Dışişleri eski Bakanı Hillary Clinton“Trump Türkiye’nin otoriter liderinden yana tavır alarak, Suriye’deki Kürt müttefiklerimize ve Amerikan çıkarlarına ihanet ediyor” açıklamasını yaptı. Daha geçen hafta, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey “Washington SDF’yi (Suriye Demokratik Güçleri) desteklemeye devam edecek” açıklamasını yapmıştı. SDF denen, esasında PYD’nin Türkiye’yi kandırmak için konan diğer adıydı. Buradan anlayacağımız üzere; ABD’nin Suriye’de Kürtleri destekleme politikasından vazgeçmesi mümkün değil. Bu, Trump’ın boyunu aşar! O da bunu bildiğinden, hemen Türkiye’yi tehdit ederek içeriye “Sorun yok” demek istedi.

Trump bu tehditle; “Benim tanıdığım limitler içinde, kendi iç politika ihtiyaçların için operasyon yapabilirsin. Dışına çıkar da müttefikim olan PYD’ye zarar verirsen, daha önce papaz krizinde yaptığım gibi ekonomini perişan ederim” demek istedi. Mesaj piyasalar tarafından hemen alındı ve Türk LirasıAmerikan Dolarına karşı hemen düşüşe geçti. Bakın Trump’ın sosyal medya mesajı nelere kadir oluyor! Burada temel sorun; iktidarın 17 yıldır hiçbir sınırlama olmadan yönettiği ekonomimizin bu denli kolay manipüle (AS: manuple) edilir duruma getirilmiş olmasıdır.

“DEMOKRASİ GETİRECEĞİZ” GİZLİ AMACI ÖRTMEK İÇİNDİ

ABD’nin Suriye politikasında hala bir değişiklik yok. Mart 2011’de, Türkiye’nin de içinde olduğu Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) Suriye bacağı kapsamında bu ülkede vekâlet savaşı başlatıldı. “Demokrasi, Esad halkını eziyor, diktatör Esad, insan hak ve özgürlükleri” söylemleri, tümüyle gizli amaçlarını örtmek için palavraydı. Hem de ne palavra!

  • Amaç; Suriye’yi bölüp parçalamak ve Kürt Devleti’nin Suriye parçasını inşa etmekti.

Düşünebiliyor musunuz; demokrasi ve insan hakları açısından 22 Arap ülkesi içinde en iyi durumda olan Suriye’ye, bu konularda en kepaze durumda olan Suudi Arabistan ile demokrasi getirilmeye çalışıldığını!

RUSYA TOPA GİRİNCE ABD PLANINI REVİZE ETTİ

ABD 2015’ten sonra, Rusya’nın Suriye’de topa girmesinin ardından yaşanan gelişmeler nedeniyle, Suriye’yi parçalama hedefini kuzeyde aynen Irak’ta olduğu gibi güçlü bir Kürt otonom yapının bulunacağı federatif bir Suriye olarak değiştirdi. Yani ABDBOP’un Suriye bacağının realizasyonunu bir miktar revize etti ve zaman olarak öteledi. Tabii ki nihai hedefi değişmedi. Görünen o ki -daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi-

  • Suriye konusunda Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği, ABD’nin yapmak istedikleri ile taban tabana çelişiyor.

Yapılması gereken; 

  • Suriye merkezi hükümeti başta olmak üzere, bölge güçleri ile işbirliği yapmaktır.
  • Ama iktidar en başından beri hep yanlış işlerin içinde oldu ve hala da doğruya gelmiş değil.

Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın uzantısı bir yapının egemen olmasının ülkemizin çıkarları ve güvenliği ile çelişmekte olduğunu artık iktidar da söylüyor. Bunu engellemenin yolu ise Suriye ile işbirliğinden geçmekte. Ama iktidar başka şeyler peşinde olduğundan, Türkiye’nin çıkarları ve güvenliği için adeta şart olan Suriye ile işbirliğine yanaşmıyor.

  • Egemen bir ülkenin topraklarına kaymakamlar, emniyet müdürleri, jandarma komutanları atıyor ve fakülteler kuruyor.
  • Bunlar, doğru işler değil! İleride başımızı çok ağrıtacak.

KİMSE YANIMIZDA OLMAZ

ABD, Türkiye’yi ikili seçeneğe mahkûm ediyor. Birincisi; oyalama taktiği ile Suriye için kurguladığı mevcut durumu kabule zorlamak ki, şimdiye dek bunu başarı ile götürdüler. İkincisi ise; kışkırtarak, gel gel yaparak ve tuzak kurarak Türkiye’yi Suriye’nin kuzeyine sokup, ağzına kadar bataklığa girmesini sağlamak. Türkiye’nin bütün dünyayı karşısına alarak Suriye’ye girmesi çok yanlış olur ve uluslararası hukuk açısından meşruiyeti de olmaz. Kimse yanımızda da olmaz.

Sovyetler Birliği, 1979’da Afganistan hükümetinin daveti üzerine bu ülkeye girdi. Burada 9 yıl savaştıktan sonra 1988’de, 15 bin insanını yitirerek geri çekildi. Sovyetler Birliği bu süre içinde Afganistan’da, gerçekte ABD’nin verdiği olanaklarla donatılmış vekilleriyle savaştı.

KIZIL ORDU’NUN DURUMUNA DÜŞERİZ

Yenilmez denilen Kızıl Ordu yenildi, arkasından Sovyetler Birliği çöktü ve dağıldı. Çünkü Kızıl Ordu’ya karşı savaşan, uzaktan bakıldığında ve Moskova’dan değerlendirildiğinde çapulcu gibi gözüken bu Afgan savaşçıların, radikal İslami örgütlerin ve Taliban’ın arkasında ABD’nin sınırsız desteği, lojistiği ve teknolojik olanakları vardı.

  • Tüm dünyayı karşımıza alarak Suriye’ye girersek; başımıza çok ama çok büyük bela alırız ve işin içinden çıkamayız.

Karşımızda yalnızca yaklaşık 80 bin kişilik PYD kuvvetleri olmayacak.

Aynen Afganistan örneğinde olduğu gibi olacak. Rusya’nın desteği bile şartlı ve sınırlı.

  • Burada yapmamız gereken; Suriye ile anlaşmak ve Suriye ile beraber hareket etmektir.

Küresel emperyalist dayatmaya karşı ancak bölgesel dayanışma içinde direnebilirizABD’nin Suriye’ye ve bölgeye yönelik planını ancak bu şekilde değiştirebiliriz.

  • Mücadeleler hamasetle değil, akılla kazanılır.

Suriye konusunda bugüne dek akılsızca işler yaptık, umarım bundan sonra aklımızı başımıza devşiririz.

Kanal İstanbul göz göre göre..

Kanal İstanbul göz göre göre..

Çiğdem Toker
Cumhuriyet, 29 Temmuz 2018
(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

[Haber görseli]

DOĞA İŞARET VERİYOR: Son yağışın ardından Sancaktape’de bir okulun istinat duvarı çöktü. Okulların tatil olması bir faciayı önledi. Bu, İstanbul’da bir hafta içinde üçüncü çökme haberi. Toprak kayıyor. Doğa işaret veriyor

Son yağışın ardından Sancaktape’de bir okulun istinat duvarı çöktü. Bu, İstanbul’da bir hafta içinde üçüncü çökme haberi. Toprak kayıyor. Doğa işaret veriyor. Kanal İstanbul için yasa çıkarma işlemi de tam bu işaretlerin zamanına rastlıyor.

Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yapımı planlanan Kanal İstanbul, Cumhurbaşkanı Erdoğan için “stratejik” bir proje. Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde hayalini kurduğu projeye kendisi gibi bakmayanlara kızıyor. Kızgınlığını TV’lerde ifade ediyor.

Kanal İstanbul birileri için muazzam rant kaynağı. Tabii ranta biz rant diyoruz. Rantçılar kendisine böyle demez. Onların şirketleri, “ülkenin kalkınmasına, millet memleket yararına” işlere katkıda bulunmak için vardır.

  • Bizler içinse Kanal İstanbul, kent hakkımızı elimizden alan, yaşamımızı tehdit etme olasılığı olan tehlikeli bir proje.

Zira bilime kulak veriyoruz. Mühendisliği ne kadar mükemmel olursa olsun, çarpık kentleşmiş, betona boğulmuş ve yakın gelecekte büyük deprem beklenen bir metropolde Kanal İstanbul’un doğayla oynamak anlamına geldiği görülüyor.

[Haber görseli]

Denizli milletvekili Gülizar Biçer Karaca, TBMM kürsüsünden tam da bu tehlikeye dikkat çeken bir konuşma yaptı:

“Bu projeyle 20 milyon nüfuslu bir beton şehir olan İstanbul’da tonlarca metreküp toprak yer değiştirecek ve beklenen o büyük deprem ciddi anlamda tetiklenecek. Yitiredeceğimiz canların hesabını nasıl vereceksiniz? Güzergâh üzerinde bulunan bir baraj yok edilecek (Sazlıdere). Çatalca’da 107 bin hektarlık orman alanı talan edilecek. Marmara’nın suyu kirlenecek, oksijen azalacak, ekolojik sistem tümüyle bozulacak.”

Biçer, sözlerini “Gelin, yandaş şirketlerin cebini doldurmak dışında bir işe yaramayacak bu projeden vazgeçelim. Ülkemize, kaynaklarımıza, doğamıza sahip çıkalım.” diye bitirdi.

KENT NEFES ALAMAYACAK

Yapılacak hafriyat saatte 600 kg toz emisyonu oluşturabilecek. İstanbul’un nefesi kirlenecek, hava kirliliğine bağlı hastalıklar artacak. 100 milyon hafriyat kamyonu seferi yapılacak. Hafriyatın 5 yıl süreceği düşünülürse, saatte 2 283 kamyon seferi yapılacak.

[Haber görseli]

‘Hafriyat çoklu tehdit’

Uzunluğu 45 km, genişliği 150, derinliği ise 25 m. olarak tasarlanan Kanal İstanbul’dan ciddi miktarda hafriyat çıkacak.
(AS: Aşağıda hesapladık..)

İlk ÇED başvuru raporunda geçen rakam 1.5 milyar metreküptü. Anlaşılan ihaleyle hazırlatılan etüt çalışması bitti ki, ilk verilerden farklı rakamlar konuşuluyor. Dahası henüz başlanmamış bir projede 65 milyar liralık maliyetin 35 milyar liraya düşeceği, böylece 30 milyar lira tasarruf edileceği gibi ilginç haberler de çıkıyor iktidar medyasında.

Bu fiktif (AS: var sayılan) tasarruf, kanal genişliği 400 m’den 275 m’ye çekilerek azaltılacakmış (AS: yapılacakmış!). Böylece çıkacak hafriyat miktarı da 800 milyon metreküp azalacakmış. Bu rakam da adacıkları yapmaya yetecekmiş. (Bizim hesabımızla 400 m genişlik, 45 km uzunluk ve 25 m derinlikte kanal 450 000 000 m3 oylumludur. Hafriyat da bu denli olacaktır..)

3. Havalimanı’na pist olacaktı

İlk açıklandığında çıkacak hafriyatın 3. Havalimanı’nda pistler için kullanılacağı söyleniyordu. İki proje eşzamanlı gerçekleşemedi. Olmadı. Şimdi bir de Millet Bahçesi’nde kullanılacağını okuyoruz. Saray medyasının millete “adacıklar”, “bahçecikler” diye anlattığı hafriyatın İstanbul’un başına neler getireceğini uzmanlardan okuyunca dehşete düşmemek olanaksız.

Mimar Ekin Halide Sarıca’nın Politeknik’teki gözaçıcı yazısı önemli. 1.5 milyar m3’e göre hesaplanmış bulguları, 800 milyon m3’e göre yarıya indirebilirsiniz:

– Bu miktarda hafriyat saatte 600 kg toz emisyonu oluşturabilecek. (…) Bu, Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliği Yönetmeliği’ndeki limit değerin 600 katı. Yani proje havayı kirletecek, halkın sağlığını tehdit edecek. İstanbul’un nefesi kirlenecek, hava kirliliğine bağlı hastalıklar artacak.

– Toprak ve hafriyat miktarına göre malzemeyi taşımak ve alandan uzaklaştırmak için 15 m3’lük kamyonlar kullanıldığında 100 milyon hafriyat kamyonu seferi yapılacak. Hafriyatın 5 yıl süreceği düşünülürse, saatte 2 283 kamyon seferi anlamına geliyor.

– 22.5 km’lik 2 283 kamyon seferi, Sanayi Kaynaklı Hava Kirliliği Yönetmeliği’nde bir araç için belirtilen 0.35 kg/km toz emisyonu düşünüldüğünde saatte toplam 19.979 kg toz emisyonu havaya karışacak.

– Binlerce kamyonun İstanbul’un trafiğine, yollarına getireceği yük, halkın ulaşım güvenliğini tehdit edecek.

[Haber görseli]

Rapor açıklanmalı

Kanal İstanbul’un etkilerini anlatan yazı dizisindeki (Politeknik, Ocak 2018) ciddi belirlemeler bunlarla sınırlı değil:

– Proje güzergâhında mühendislik yapılarının yaşama geçmesiyle, alanda heyelan, sıvılaşma, korozyon, kireç taşlarının ergimesine bağlı büyük zemin göçükleri gibi yeni zemin sorunlarıyla karşı karşıya kalınması olasıdır.

– Projenin en yüksek kotu 140 m. Güzergâh tesis edilirken hafriyat alımı sırasında ve sonrasında çalışma ortamındaki yükseklik farklarının yaratacağı eğim artışları nedeniyle, doğal zemin mukavemet (dayanım) özelliklerini kaybedebilecek. Doğal hali zarar gören zeminlerde depremlerle veya yoğun yağış ile birlikte şev-heyelan riskleri ortaya çıkacak.

– Proje alanı birçok gömülü fay ile kesiliyor ve Kuzey Anadolu fay hattına en yakın uzaklığı 15 km ve en kuzeydeki bölümüne uzaklığı 60 km. Olası deprem ile birlikte oluşabilecek tsunami dalgalarının kanal güzergâhına girişiyle birlikte halk deprem dışında ikinci bir tehlike ile karşı karşıya kalacak. Proje kapsamındaki dolgu adalar, Marmara Denizi depremi esnasında risk altında olacak.

Sözün özü: Kanal İstanbul etüdü için Yüksel Proje ile 34 990 000 TL bedelle sözleşme imzalandığını, eski Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan açıklamıştı. Eğer bu çalışma tamamlandıysa, bu raporun halka açıklanması gerekir.

[Haber görseli]

Putin hangi restorana davetli ?

Geçen hafta Johennesburg Four Seasons Hotel’de şöyle bir diyalog gerçekleşti:

Putin: Beni restorana yemeğe davet etmeye söz vermiştiniz.

Erdoğan: Davet ediyorum.

Putin: Anlaşmıştık, et ürünlerimize pazarınızı açtığınızda restoranlarınızda bizim et ürünlerimizden yemekler olacak. O zaman yeriz.

İki lider arasındaki bu kısa konuşmanın merak uyandırmaması olanaksızdı. Bir kısmına, Rusya’nın “et tedariki” ile hemen yanıt geldi. Fakat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Putin’i hangi restorana davet ettiği, bir isim anıp anmadığına ilişkin gazetecilik merakı hâlâ geçerli.

Neden mi? Bundan üç yıl önce Bilal Erdoğan’ın, İtalyan Corriera Della Sera gazetesine verdiği sööyleşide, varlıklı halinin kaynakları sorulunca, beş restoranda ortaklığı bulunduğuna ilişkin sözleri henüz belleklerde olduğu için. Acaba Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevkidaşını bu restoranlardan birine davet etmiş olabilir mi? Değilse, Erdoğan bir dünya liderini hangi restorana davet etmiş olabilir?
======================================
Dostlar,

KANAL İSTANBUL SATRANCI

“Ne söylesek boş…” aşamasına – çıkmazına sürüklendik..
Post-modern Cumhurbaşkanı tek adam, gerçekte Osmanlı sultanlarında çooooook daha yetkili.
Ağzından çıkan da çıkmayan da neredeyse yasa gücünde..

Sanırız bu proje ile Erdoğan, Fatih ile yarışıyor bilinç altında..
Karadan gemileri Haliç’e indiren Fatih Sultan Mehmet ile..
Tam bir çıkmaz 21. yy’ın şafağında Türkiye için..

Yalın bir hafriyat hesabı sunalım. Kanal İstanbul’un en az eni – boyu – derinliği belli..

  • 45 000 m uzunluk X 150 m en az genişlik X 25 m derinlik = 168 750 000 m3!100 m2 alanlı, 2,5 m yüksekliği olan 1 dairenin 675 bin katı!
    675 bin daire, ortalama 4 kişiden 2,7 milyon nüfuslu bir kent demektir.
    2,7 milyon nüfuslu bir kentin, örneğin Bursa’nın tüm konutlarının oylumu (hacmı) ölçüsünde toprak hafriyatı çıkacaktır Kanal İstanbul’dan..
    Bunca toprak, yoğun yerleşimli ve tarım alanı Trakya’da nereye konacaktır?
    Bölgede Hazine arazisi kalmamış gibidir. Daha uzaklarda yer bulunsa bile hem ciddi taşıma bedeli hem de o boşaltma yerinde ekolojik sorunlar çıkacaktır.

Hafriyat denize dökülecekse o bölgede yerel ekosistemi ciddi düzeyde bozacaktır..

Genişliği 275 m yaparsanız bu rakam yaklaşık 2 katına çıkar..

Kanal genişliğini 400 m tutarsanız yaklaşık 3 katına erişir hafriyat oylumu (hacmı).
Kanal’da yeter büyüklükte ve sayıda adacık yapabilmek için bu genişlik ancak yetebilir.

  • İstanbul Boğazı’nda yer tutamayan AKP yaratması İslami elit, nasıl nispet yapabilir başka?

Bunlar muazzam büyüklükte sayılar! Teknik hesaplar elbette çok önemli.
Biz deprembilimci ya da yakın dallardan değiliz. Ancak beklenen ve çok uzak olmadığı belirtilen büyük İstanbul depreminde bu Kanal, İstanbul’un Avrupa yakasında toprağın direncini olumsuz etkileyerek yanal atılımlı kayma, dolayısıyla depremin yıkıcı etkisinin daha da büyümesine yol açabilir mi??

Sitemizde birkaç yazıya yer verdik daha önce.. Örneğin;

  • Prof. Saydam : “Kanal İstanbul yapılırsa Marmara bölgesi için felaket olur!”

Sitemizdeki arama çubuğuna “Kanal İstanbul” yazılarak bu dosyalar çağrılabilir..

Sorunun bir de çok yönlü uluslararası boyutları var..

Çünkü Kanal’ın ekolojik – jeolojik – askeri.. etkileri salt Türkiye ile sınırlı kalmıyor.
Dolayısıyla Karadeniz ve Ege’de komşuluğu olan kıyıdaş ülkelerin uluslararası deniz hukukunun koruduğu kazanılmış hakları olacaktır. Başta Rusya!Bir de “Montrö Boğazlar Sözleşmesi rejimi” sorunu var ki, burası tam da bam teli.

Çünkü bu Kanal Montrö korumasının dışında kalıyor. Karadeniz’e NATO – ABD.. gemileri sınırlamasız geçebilecek.. Oysa Montrö Sözleşmesi, Lozan’da eksik kalan Boğazlara ilişkin
stratejik egemenlik haklarımızı güvence altına almıştı.  

Büyük Atatürk, Lozan’dan sonra 12 yıl uğraşarak, ilmek ilmek usta diplomasi ile,
tek kurşun atılmadan bu önemli Sözleşmeyi sağlamıştı. Şimdi bu kazanımlar boşa çıkabilecek, gereksiz alınan riskler ülkemizin barış ve güvenliğini tehdit edebilecektir.

Bu konuyu ise sitemizde E. Amiral Türker Ertürk‘ün önemli bir makalesiyle işlemiştik.
İstanbul Barosundan Av. Hüseyin Özbek de yazmıştı..

Ayrıca Ulusal Kanal’da yapılan bir oturumda, Ertürk Amiral ve Dış Politika uzmanı
E. Büyükelçi Onur Öymen.. sorunu derinlemesine irdelediler.
Aşağıdaki erişkeden TV kaydı izlenebilir, izlenmelidir..
(Sitemize 17 Ağustos 2014’te, 4 yıl önce yüklemiştik, erişke çalışıyor, 29 dakika..)

http://www.dailymotion.com/video/x23wjgb_turker-erturk-kanal-istanbul-projesi_news 

****
Atlantik güçleri bu çılgın projeyi destekleyebilir..
İlki iş yapmak ve rant iştahı; ikincisi ise Montrö’yü başta Rusya’nın aleyhine olmak üzere delmek..

Erdoğan “yalnız” sayılmayabilir bu satrançta!?.. Ama bir de Rusya ile kritik dengeler??

Ülkede basın, üniversite, STK’lar, direnebilecek halk.. TBMM mi kaldı / bırakıldı ki;
muhalefet edilebilsin!?

Tam da tüm olası (potansiyel) direnç odakları TEK ADAM SULTANLIĞI ile teslim alınmış iken konunun yeniden gündeme getirilmesi, Çin ile 4. nükleer güç santrali.. rastlantı olabilir mi?
Hiç ama hiiiiiç sanmıyoruz..

Batı emperyalizmi, 24 Haziran’a (2018) yaptığı yatırımın karşılığını alacak korkarız.
Yönlendirme (manüplasyon) çok yönlü rant aktarımı – paylaşımı ile epey başarılı olabilir..

Vah Türkiye’m vah.. en ağır bedelleri ödüyor. ödeyecek ama hala derin uykularda! 

  • Bir kez daha uyaralım                                          :
  • İstanbul’a olağanüstü “yüklenilmiştir”. Erdoğan bunun adını “ihanet” olarak koymuş ve kendisini de sorumlu tutmuştur. Hiç ama hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç gerek yokken devasa, aşırı lüks ve çoooook pahalı yeni havaalanı ve 20 milyona koşan muazzam nüfusa ek Kanal İstanbul, bölgede öngörülemeyecek çok yönlü çevresel yıkımlara / felaketlere yol açabilir; telafisi yoktur!

Sevgi, saygı ve derin KAYGI ile. 29 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümünde düşünceler

Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümünde düşünceler

Onur Öymen
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Dün Kıbrıs Barış Harekatının 44. Yıldönümünü yurdumuzda ve Kuzey Kıbrıs’ta coşkuyla kutladık. Bu vesileyle düşüncelerimi soran bazı televizyonlara ve gazetelere özetle şunları söyledim:
Türkiye’nin 1960 tarihli Londra ve Zürih Antlaşmalarından kaynaklanan haklarını kullanarak Kıbrıs’a yaptığı müdahale Kıbrıslı soydaşlarımızın can güvenliğini sağlayarak onları özgürlük içinde yaşama olanağına kavuşturmuştur. Bu müdahale aynı zamanda Kuzey Kıbrıs’ı, özellikle Arap Baharıdenilen eylemlerden sonra ateş topuna dönen Orta Doğu’nun insanların barış ve demokrasi içinde ve insan haklarına saygılı bir ortamda yaşadıkları tek bölgesi haline getirmiştir.
Kıbrıs ihtilafının başından beri hemen hemen daima Rumların yanında yer alan uluslararası toplumun, siyasi şahsiyetlerin ve dünya basınının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin bu demokratik özelliğini ön plana çıkartan bir ifadesini gördüğümüzü hatırlamıyorum.

Kıbrıs’lı Rumlar, Yunanistan’ın ve büyük devletlerin desteğinden ve Türk tarafı üzerinde uyguladığı baskılardan yararlanarak daima bir salam politikası izlemişler, her görüşme sürecinde elde ettikleri avantajları ceplerine koyarak bir dahaki seferde yeni ödünler istemişlerdir.

Geçen yaz yapılan Crans Montana görüşmelerinde de böyle olmuş, Rumlar, Türkiye’nin garantörlük haklarından vazgeçmesi ve Adadaki bütün askerlerini çekmesi yolundaki istemleri yerine getirilmediği için görüşmelerin sonuçsuz kalmasına yol açmışlardır.

İşin düşündürücü yanı, BM Genel Sekreteri Guterrez’in de, Antlaşmaları göz ardı ederek ve görevinin gerektirdiği tarafsızlığı bir yana bırakarak Türkiye’nin garantörlük hakkının savunulamayacağı yolundaki bir görüşü raporu”na yazmış olmasıdır. Bu son gelişme, 6 yıl İngiltere Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Jack Straw’u bile çileden çıkartmıştır.

Straw, 1 Ekim 2017’de Independent gazetesinde yayınlanan “Ancak Adanın Bölünmesi Türklerle Rumlar Arasındaki İhtilafın Sona Ermesini Sağlayabilir” başlıklı makalesinde özetle şunları ifade etmiştir:

“Avrupa Birliği 1 Mart 2004’de stratejik açıdan şimdiye dek aldığı kararların en kötülerinden birini kabul ederek, Türklerle Rumlar arasında anlaşma olsa da olmasa da 1 Mart 2004’de Kıbrıs’ın AB’ye üye yapılmasını kararlaştırdı.

“Bu yazın başında Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında bir anlaşmaya varılması amacıyla 11 incisi yapılan uluslararası girişim, daha öncekilerde olduğu gibi, Kıbrıslı Rumlar tarafından engellendi. Türklerle Rumlar arasındaki iki bölgeli, iki toplumlu bir hükümetin kurulması sağlanarak Kıbrıs’ın birleştirilebileceğini amaçlayan müzakere maskaralığına artık son vermenin zamanıdır.

  • Çözüm Adanın bölünmesi ve Kuzey’deki Kıbrıs Türk devletinin uluslararası alanda tanınmasıdır. ” (Yazının tümüne internet üzerinden ulaşmak mümkündür.)

Ne yazık ki, ne iktidar ne de muhalefet Türkiye’nin uzun zamandan beri dile gertirdiği görüşlere hak veren Straw’un bu makalesini yeterince değerlendirebildi.

Uluslararası toplum Türklere haksızlık yapmayı sürdürmekte, ekonomik, ticari, ulaşım, hatta spor alanında uygulamaya devam ettiği baskılarla Türk tarafını dize getirip Rumların beklentisi doğrultusunda bir çözüme ulaşmaya çalışmaktadır. Böyle bir ortamda Straw’un makalesi özel bir önem taşımaktadır.

Bu arada Kıbrıs Türk liderliğinin Türkiye’nin garantörlük hakkından vaz geçilebileceği anlamına gelen sözleri tezlerimizi savunmamızı güçleştirmekte ve Rum tarafını umutlandırmaktadır.

Kıbrıslı Türklerin büyük kahramanı ve lideri Denktaş, Osmanlı imparatorluğunun savaş alanında Yunanistan’ı mağlup ettikten sonra Girit’i feda ettiğini hatırlatarak “Kıbrıs Girit olmasın” görüşünü her vesileyle dile getirirdi.

Önümüzdeki dönemde yeniden gündeme getirilmesi beklenen haksız istemlere karşı direnme gücümüzü göstererek milli davamız olan Kıbrıs’a sahip çıkmalıyız.

Kıbrıs Türklerini özgürlüğe, bağımsızlığa ve demokrasiye kavuşturan Başbakan Bülent Ecevit’in ve Kıbrıslı Türklerin lideri Denktaş’ın ve arkadaşlarının eserini yaşatmak öncelikli ödevimiz olmalıdır.

Saygılar, sevgiler. 21.07.2018
==========================================
Dostlar,

Sayın Öymen’in uzmanlık alanlarından biri Kıbrıs’tır. 1974’teki barış harekatımız sırasında da Lefkoşe Büyükelçiliğimizde görevli idi.

Batı emperyalizminin zamana oynayan salamlama (salam kesme) politikasını iyi değerlendirmek gerekir.

Yıllar geçtikçe tarihsel acı gerçekler, Rumların Türklere soykırım uygulamaları.. uutulmaya yüz tutar.. Yeni kuşaklar o tarihleri yaşamamışlardır, özdeşim (empati) kurmada giderek zorlanırlar. Bir yandan KKTC’yi tanımama, her tür ambargo ile halkı yıldırmak, bir yandan Türkiye’yi pek çok bakımdan kuşatarak sindirmeye çalışmak..

Örn. KKTC Cumhurbaşkanı bay Mustafa Akıncı‘nın akıl almaz ödünler önermesi… Sanki Rum tarafı sözcüsü neredeyse! Doğrusu ürküyor ve anlayamıyoruz. Akıncı nereye kürek çekiyor?!

Çözüm gerçekçi, eski İngiliz dışişleri bakanı Jack Straw’ın da görüp yazdıklarıdır..

  • 2 bölgeli,
  • 2 toplumlu,
  • 2 bağımsız ve egemen – eşit devletli bir model dışında kalıcı çözüm biz de göremiyoruz..

    Bu arada Kıbrıs adası çevresinde, uluslararası deniz hukuku terimiyle “münhasır ekonomik bölgede” (Exclusive Economic Zone) son derece ciddi deniz altı fosil enerji kaynaklarının varlığıdır. Kömür, doğalgaz… Bunlar Türkiye ve haliyle KKTC’nin çehresini – geleceğini dönüştürebilir boyutta, yüz milyar Doları aşan tutarda doğal kaynaklardır. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığının ne denli yüksek olduğu dikkate alınırsa, sorunun Anadolu’nun güvenliğine ek olarak stratejik derinlik taşıdığı kolayca anlaşılabilir.

Ada’nın İskenderun körfezine uzanan kuzey – batı burnu olan Dip Karpaz bu 2 boyutta ayrıca önem sahibidir. Bu bölüm toprak iadesi kapsamında Rumlara bırakılırsa, hem münhasır ekonomik bölge bakımından olağanüstü zengin yeraltı kaynakları kaptırılmış olur hem de ülkemizin Adana – Mersin – İskenderun – Antalya kıyıları başta olmak üzere savunma zayıflığı doğabilecektir. Lozan görüşmelerinde Türkiye’nin Irak – Suriye sınırı çizilirken, İngiliz Başdelegesi Lord G.N. Curzon’un arkasında çok sayıda petrol mühendisi vardı ve sınır bilindiği gibi çekildi.. Dikenli tellerin hemen güneyinde zengin Irak (Musul – Kerkük) petrolleri, kuzey tarafında ise çorak Türkiye toprakları…

Benzer hatayı Kıbrıs’ta – Dip Karpaz’da asla yinelememeliyiz. Telafisi yok!

Sayın E. Tuğa. Türker Ertürk amiralimizin yukarıdaki uyarısı çok yerindedir.

AKP = Erdoğan‘ın mutlak yetkili duruma geldiği şu aşamada Kıbrıs’ta ulusal çıkarlarımıza aykırı bir yanlış yapmayacağını, kandırılmayacağını ummak istiyor, diliyoruz.

İngilizler Lozan’da Musul sorununu askıya almış, ardından 1925’te Şeyh Sait isyanını örgütleyerek Türkiye’nin Musul petrollerinden pay almasını engellemiştir. Benzer diplomasi oyunlarına Türkiye artık gelmemelidir, gelmeyecektir.

Sevgi ve saygı ile. 22 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com