Etiket arşivi: Hangi İslam?

Hangi İslam ???

 Hangi İslam ???

E. TUĞA. TÜRKER ERTÜRK
http://www.turkererturk.com.tr/hangi-islam-2/

HANGİ İSLAM.png

Erdoğan’ın geçen hafta Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen 6. Din Şurası’nda yaptığı konuşmada söyledikleri hem doğru değil hem de bilimsel, sosyolojik ve teolojik bir temeli yok. Daha da önemlisi; bu açıklamaları kendisinin de üzerine yemin ettiği Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilkeleri ile cepheden çelişen, evrensel çağdaş hukukla ciddi problemleri olan, insanlığın yarattığı ortak medeniyetin bugün geldiği yerle uyum içinde olmayan fikirler manzumesi adeta.

Konuşmasına; “Dinimiz İslam, hayatın tüm alanlarını kuşatan ve kucaklayan kurallar ve yasaklar manzumesidir. Ticaretimizden beşeri münasebetlerimize, eğitim ve öğretimden evliliğe, temizlikten kılık kıyafete yaşantımızın her safhasını düzenleyen bir dine inanıyoruz.” diyerek başlıyor, bu paralelde devam ediyor ve konuşmasının bir yerinde “İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz” diyor.

Teokrasi

Ortaçağ da böyleydi! Din; siyaset, bilim, felsefe, sanat, ticaret ve her türlü sosyal ve toplumsal ilişkiler de dâhil olmak üzere tüm alanlara egemendi ve hayatın tüm alanlarını kuşatırdı. Bu dönemde her şey dine endekslenir, dinle yatılır, dinle kalkılırdı. Tüm güçlerin (yasama, yürütme, yargı) tek kişide (padişah, sultan, hakan, kral, çar) toplandığı monarşi yani tek adam yönetimi, bu dönemin yönetim şekliydi. Bu dönemin tek adamları gücünü ve yetkisini halktan değil Tanrı’dan alır, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi veya gölgesi olarak nitelendirilir ve sorgulanmazlardı. Buna teokrasi denirdi.

Bu dönemde bilim, felsefe, sanat adına ciddi bir ilerleme kaydedilemedi, halk sefalet içindeydi, artı değeri sömürülürdü, din adına ölmek ve öldürmek için savaşlara gönderilirdi, kadın insan yerine konmazdı ve din adına oluk oluk kan akıtılırdı.

Osmanlı Niçin Yıkıldı?

Medeniyetin gelişimi ile birlikte bu dönem yıkıldı. Tabii ki kolay olmadı! İçeriğinde rönesans, reform, hümanizm (insan odaklılık), sanayi devrimi, siyasal devrimler (1689 İngiliz Devrimi ve Haklar Bildirisi, 1789 Fransız Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi) ve aydınlanma olan uzun soluklu ve acılı bir dönemin sonunda dinsel düşünceden akılcı ve bilimsel düşünce dönemine geçildi. Bu gelişimin doğal sonucu olarak tek adam rejimleri yıkıldı, egemenliğin kaynağı Tanrı’dan halka geçti. Bugün çokça konuştuğumuz ve referans yaptığımız demokrasi, insan hakları, kadın erkek eşitliği, çağdaş hukuk, basın ve ifade özgürlüğü, ortak akıl gibi kavramların hepsi bu gelişimin ürünleridir. Geçmişte, dinsel düşünce döneminde bunların zerresi bile yoktu!

Osmanlı bu gelişimi ve değişimi ıskalayıp dışında kaldığı için geriye düştü, “Hasta Adam” oldu, bölündü, parçalandı ve enkaz haline geldi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yapılan Aydınlanma Devrimleri ise Türkiye’yi insanlığın ulaştığı ve devamlı gelişim ve evrim halinde olan çağdaş medeniyet seviyesine getirme hamleleriydi ve yapılan her bir devrimin çağdaşlık hedefine ulaşma yolunda bir anlamı vardı.

Egemenlik Gökten Yere İndirildi

Örneğin; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü… Atatürk’ün derin anlamı olan bu veciz sözünü iktidar çokça kullandı ve kullanıyor ama tabii ki anlamını bilmeden! İktidar bu sözü, “Madem sandıktan çıktım, her istediğimi hiçbir sınırlamaya tâbi olmadan yapabilirim’’ anlamında kullanıyor. Hâlbuki bu söz, monarşinin kaynağı olan teokrasinin bitirildiğini gösteren bir sözdür. Yani egemenliğin kaynağı artık Tanrı değil, insandır ve halktır anlamındadır. Bir anlamda; egemenliğin gökten yere indirilmesidir. Egemenliğin kaynağı Tanrı olursa; tek adam yönetime hâkim olur ve burada demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden, akıl ve bilimden, kadın erkek eşitliğinden bahsedilemez.

Demem o ki; Din Şurasında konuşulanlar sorunludur, insanlığın bugün ulaştığı, yarın daha da öteye taşıyacağı çağdaş medeniyet çizgisi, demokrasi ve özgürlükler ile taban tabana zıttır. Ne yazık ki bu iktidar döneminde din ve diyanet; halk üzerinde baskı yaratabilmeyi, tek adam yönetimini meşrulaştırabilmeyi, iktidarda sonsuza kadar kalabilmeyi, yapılan fahiş yanlışların ve yolsuzlukların sorgulanmasını engellemeyi ve sömürü düzenini devam ettirebilmeyi hedefleyen, halka refahı ancak cennette uygun bulup kendilerine bu dünyada reva gören zihniyetin operasyon silahı haline gelmiştir.

Herkesin İslam’ı Farklı

Ayrıca hangi İslam? Bin bir çeşit İslam var! Belki daha da fazlası. Bir Hz. Muhammed’in genetik olarak akrabası olan Ürdün Kralı II. Abdullah’a, eşine, çocuklarına, kılık kıyafetlerine, İslam adına söylediklerine ve yaptıklarına bakın, bir de bizimkilere! Benzerlik bulamazsınız. Osmanlı Hanedanından son İslam Halifesi olan Abdülmecid Efendi’nin kıyafetine, ailesine, kızlarına bir bakın, bir de “Yeni Osmanlı” gibi uyduruk bir hayale sahip olmalarına rağmen, Diyanet’in Din Şurası’nda İslam adına söylediklerine, santim benzemez!

IŞİD, El Nusra, El Kaide, Taliban, Hamas, İhvan, Tunus’un Nahda Hareketi, Pakistan, Cezayir, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Muhammed bin Selman, Şiiler, İran ve daha bir sürü örnek sayabilirim. Hangisi bir diğerine benziyor? Her biri gerçek İslam’ı kendisinin temsil ettiğini iddia ediyor. Tarikatlar da böyledir! Gerçek İslam’ı kendilerinin temsil ettiğini söylerler ve birbirlerini yerler!

Türk’ün İslam Yorumu

Aynı hanedan içinde, aynı aile içinde baba ile oğulun din anlayışları bile farklıdır. Tarih bize bu gerçeği gösteriyor. Biliyorsunuz; Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Sultan II. Beyazıt bir dindar ve sofuydu. Ama babası öyle değildi! Fatih’in sarayında yıllarca yaşamış olan Gian-Maria Angiolello “Sultan II. Beyazıt, babası Fatih Sultan Mehmet için otoriterdi ve Muhammed Peygamber de dâhil, hiçbir dine inanmazdı” dediğini yazmıştır. Diyelim ki; Angiolello söylenenleri biraz abartmış. Öyle bile olsa, bu bile baba ile oğulun, Fatih ile Beyazıt’ın İslam’ı taban tabana zıt bir yorumlama içinde olduklarını göstermez mi?

Bir de Türk’ün İslam yorumu var! Kökleri Orta Asya’ya, Hoca Ahmet Yesevi’ye, Horasan Erenleri’ne, Osmanlı’nın kurucu fikir babalarından ve Osman Bey’in kayınpederi Şeyh Edebali’ye kadar uzanan, zaman içinde Anadolu’da Alevi-Bektaşi geleneğini oluşturan, hoşgörülü, sağduyulu, kadını yok saymayan, korkuya değil sevgiye dayanan, insanı merkezine alan, gelişmeye ve çağdaşlığa açık olan bir İslam anlayışıdır bu! İslam dünyasında tektir!

Hristiyanlar Niçin Müslümanlardan Önde?

İstanbul’u bile tam olarak alamamışken, Orta Avrupa ovalarına kolayca hâkim olmamızı ve Makedonya’yı baştanbaşa ele geçirmemizi sağlayan üstünlük, bu fikir ve inanç üstünlüğüydü. Bu sonuç sadece kılıcın gücüyle alınamazdı! Ancak Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği yobaz ulema ile bu üstünlük zaman içinde azaldı, bitti ve devir Avrupa’daki gelişim ve değişimle birlikte tersine döndü, aleyhimize gelişti.

Bugün Hıristiyan dünyası İslam dünyasından her bakımdan fersah fersah ileride ve güçlü! Ama bunun nedeni Hristiyan olmaları değil! Hristiyanlığı sadece din, inanç ve itikat haline getirip kültür olarak görmeleri, dünyevi yaşamın referansı yapmamaları ve yaşamın her alanını kuşatmasını engellemeleridir. Hristiyanlar bu noktaya analarının karnında gelmedi. Reformlarla, uzun soluklu ve acılı mücadeleden sonra ulaştılar.

Direniş!

Direniş!

Merdan Yanardağ
ABC Gazetesi
, 25.11.18
Her şeyin kötüye gittiği duygusunun, karamsarlık ve umutsuzluğun toplumda yayılmaya başladığı bu dönemde, gerçekte tablo hiç de kötü değil. Çünkü Türkiye direniyor!
Devleti ele geçiren Erdoğan-AKP iktidarı, kamu gücünü elinde bulundurduğu, hukuku askıya aldığı, baskı aygıtlarını sorumsuzca kullandığı ve bütün rant dağıtım araçlarını kontrol ettiği halde, toplumun çok önemli bir kesimi teslim olmuyor.
Girdiği her seçimi şu ya da bu şekilde (hile yaparak, devlet olanaklarını kullanarak, rant dağıtarak vb.) kazanmasına rağmen, ülkenin % 50’si “hayır” demeye devam ediyor.

Umutlu olmak için bu direniş ve potansiyel yeterlidir. Toplumun %50’den fazlası her şeye karşın teslim olmuyor, geri çekilmiyor, direnmeye devam ediyor. Baskıya, hakarete, devlet olanaklarının dışında tutulmaya, her düzeydeki ahlaksızlığa, riyaya, iki yüzlülüğe karşı mücadeleyi sürdürüyor.

Açık ki, Erdoğan liderliğindeki AKP sadece iktidarı değil, devleti de ele geçirmiş durumda… AKP liderliği, devletin bütün baskı ve refah araçlarını kontrol ediyor. Daha önemlisi iktidarın izlediği siyaseti destekleyen küçümsenemeyecek bir toplumsal tabanı da var. Evet, tablo ilk bakışta kötü görünüyor. Durum, klasik faşist hareketlerin iktidarı ele geçirme ve toplumu teslim alma süreçlerine benziyor. Yani, devletin şiddet aygıtları (adliye, polis) yoluyla yukarıdan aşağıya doğru uygulanan çok yönlü ve hukuk dışı bir baskı dalgası, aşağıdan yukarıya ise toplumu kuşatma ve teslim alma hamlesi..

İKİ YÜZDE ELLİ ARASINDAKİ FARK!

Yukarıda özetlediğimiz ve ilk bakışta kahredici görünen güce karşın, başta kültürel ve ahlaki iktidar olmak üzere, ülke hala ve tam olarak AKP’nin hakimiyetinde değil. Öyle ki, bir önceki çağın değerler dünyasına, siyasal kültürüne, estetik anlayışına dayanan islamcı hareket, tam da bu nedenle yeni bir düzen kuramıyor. Çünkü, iktidarın tarihsel meşruiyeti de yok. İslamcı hareket, geri olanı, çürüyeni, insanlığın aştığı değerleri ve yozlaşmış bir hayat anlayışını temsil ediyor… Görgüsüz, bilgisiz, rüküş ve ‘demode’ bir hareket olmanın ötesine geçemiyor.

Elbette şöyle düşünülebilir; toplumun % 50’si direniyor, ama diğer % 50 de islami bir rejimi zorluyor. İlk bakışta durum böyle… Ama, siyasal ve toplumsal tabloya daha yakından bakıldığında gerçek durumun çok farklı olduğu görünüyor. Birincisi; iktidarın yanında görünen % 50 -ki gerçek rakam daha aşağıdadır- içinde de cumhuriyet aydınlanmasından payını alan geniş bir kesim bulunuyor. Örneğin artık bu ülkede hiç kimse kadınların seçme ve seçilme hakkını elinden alamaz. İkincisi; direnenler toplumun en ileri kesimleridir. Bu ülkenin üreten, katma değer yaratan, bu toplumun kültürünü oluşturan, vergisini veren, devletini ayakta tutan, eğitimli, kentli kesimleri ve bu anlamda en gelişkin unsurlarıdır.

Toplumun şizoid bir yarılma yaşadığı, ulusun ruhunun parçalandığı bir tarihsel dönemeçte böyle bir farklılığın oluşması çok doğaldır.

ÇÖKEN HİPOTEZ

İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiyanın iddia ve eylemleri siyasal bir tarih hipotezine dayanıyordu. İşte o hipotez, yaşam tarafından yanlışlanarak çöktü. Bu çöküş gözden kaçırıldı. Bu hipotezi şöyle özetleyebiliriz:  Osmanlı’dan itibaren aydınlanma ve modernleşme girişimleri devletle milleti birbirine yabancılaştırdı. Devlet bir avuç Batıcı seçkinin eline geçti. Bu nedenle, özellikle Cumhuriyetle birlikte, devlet ve millet arasındaki bütün bağlar koptu. Devlet milletin değerlerine yabancılaştı. O aşamadan sonra devletle (Cumhuriyet diye okuyun) millet arasında bir kavga yaşandı. Biz, devletle milleti barıştıracağız. Bunun tek yolu da devleti milletin değerleri ile uzlaştırmak, onu milletin değerleri temelinde yeniden yapılandırmaktır. Milletin değerleri ise İslam’dır.

Gerici tarih ve siyaset hipotezi özetle böyledir.

Öncelikle sorulması gereken soru şudur: Hangi İslam? İslam’ın hangi yorumuna göre devleti yeniden yapılandıracaksınız? Dünyada böyle girişimlerin tamamı felaketle sonuçlandı. İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiya bu büyük yanılgıya dayalı hipotezi sürekli tekrarlayarak kendi camialarında genel kabule dönüştürmüştü. Bu yanılgının belli başlı boyutlarını şöyle özetleyebiliriz:

Birincisi; İslamcılar kendi dar ideolojik önyargılarını ve görüşlerini “milletin değerleri ve talepleri” sanıyorlardı. Bu nedenle topluma İslam’ın dar bir ideolojik yorumunu, Selefi ilkelliğini din diye dayatıyorlardı. İşte toplumun geniş bir bölümü buna itiraz etti.

İkincisi; İslamcı hareket ve muhafazakar entelijansiya 200 yılı aşan bir oyluma sahip Osmanlı- Türk aydınlanması ve Cumhuriyetin birikimini hafife almışlardı. Oysa Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme birikimi sanılandan daha büyük ve güçlüydü.

Üçüncüsü ise; devletle (Cumhuriyetle) milletin İslami değerlerler ve talepler üzerinden kavga halinde olduğu teziydi. En büyük yanlış da bu yaklaşımdı. Çünkü, Türkiye’de halkının büyük bölümünün Cumhuriyetin kazanımlarını içselleştirdiği kezlerce ortaya çıkmıştı. Cumhuriyetin toplumsal temeli sanılandan daha büyüktü. Anadolu ve Rumeli Müslümanlığı ile Emevi yobazlığı arasında derin bir doku uyuşmazlığı vardı ve bu uyumsuzluk hiçbir zaman giderilemeyecekti.

Devlet bir avuç Batıcı seçkinin değil, 1970’lere kadar Cumhuriyetçi kuşakların yönetimindeydi. AKP iktidarının bütün çabalarına karşın, 16 yıldır ona ve Cemaatlere teslim olmayan geniş halk kesimleri, 2007’deki dev cumhuriyet mitingleri, ulusal bayram ve günlerde sokaklara çıkan kitleler ve milyonlarca yurttaşın eylemli olarak katıldığı Gezi direnişi bunun en önemli kanıtıydı.

ÇIKIŞ YOLU

Sonuç olarak;

  • Türkiye, totaliter bir rejim inşa etmeye yönelen siyasal islamcı iktidarın yarattığı kuşatıcı baskı ile, bu girişime karşı koyan toplumsal direniş odaklarının yarattığı gerilim ikliminde salınıyor. Toplum, tarihsel yönünün yeniden belirleyeceği bir yol ayrımında duruyor. Bütün uzlaşma zeminlerinin imha edildiği bu süreçte, sert bir çatışma ve kırılmanın yaşanması ise kaçınılmaz görünüyor.

Önemli olan şudur: Türkiye gericiliği ne yapmak istediğini biliyor, hedefleri belli… Çünkü, İslamcılar, çok uzun süredir hazırladıkları programını yaşama geçirmeye çalışıyor. Buna karşılık, ülkenin ilerici, cumhuriyetçi, sol ve laiklikten yana kesimleri, büyük bir güç olmalarına karşın, bu saldırıyı karşılayacak bir program ve liderlikten henüz yoksun görünüyor.

  • Toplumsal direniş cephesi dağınık ve öndersiz. Asıl sorun budur.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, toplumun % 50’sini aşan kesimlerinin iktidara karşı direnişi, bu gerici ve faşizan kuşatmayı kırmak için yeterince büyük bir toplumsal gücün olduğunu ortaya koyuyor.

  • İhtiyacımız olan şey ilerici, kamucu, halkçı ve cumhuriyetçi bir cephe oluşturmaktır.

Net bir programa ve siyasal hedefe sahip, önderlik boşluğunu dolduracak bir cephe.. Bütün dünyada siyasal İslamcılığın iflas ettiği bir tarihsel kesitte, ülkemizdeki a-tipik duruma son vermek zor değildir. Ancak, unutmamak gerekli ki, hiçbir toplumsal/siyasal değişim kendiliğinden olmayacaktır.