Etiket arşivi: laiklik

Teslim olmayacağız

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 30 Nisan 2021

 

Mesele rakı, şarap, viski, bira, votka filan değil.
Mesele lanet olasıca zehir deposu tütün de değil.
Mesele, yaşama hakkına sahip çıkabilmek.
Mesele, kimseye zarar vermeden kendi yaşam tercihleri ile yaşayabilme hakkına sahip çıkabilmek, dedem…

Zaten 2020 yılının mart ayından bu yana aldıkları yanlış kararlar, öncelikleri yanlış belirledikleri için almadıkları veya alamadıkları kararlar nedeniyle bir avuç ayrıcalıklı kesim haricinde on milyonlarca vatandaşı mağdur ettikleri yetmiyormuş gibi, şimdi de “kapanma” bahanesiyle ilave “ideolojik zulüm” peşindeler.

Evet. “Zulüm”den söz ediyoruz burada.
Kimse yanlış anlamasın ya da yanlış anlaşılmasına, çarpıtılmasına çalışmasın.
“İçki – alkol – sigara – keyif verici maddeler” meselesi değil bu.
Yaşam tercihi meselesi.

Evimde, balkonumda oturup istediğimi yiyip istediğimi içme, istediğimi tüketme hakkı da “başkasının belirleyeceği bir listeyi değil, kendi tercihlerimi kullanarak tüketme hakkı” da bir temel insan hakkı değil mi?

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yürürlükteki tüm yasalar ve dahi insan olmaktan kaynaklanan temel haklarımızın gereğinden söz ediyorum.

Bu ülkeyi yönetmek üzere yetkiyi aldıkları ve tam 19 yıldır kimi zaman da seçim hileleri dahil çeşitli yöntemlerle ellerinde tutmayı başardıkları süre içinde kim bilir kaç kez denediler bunu. “Bizim gibi düşünmeyene, bizim dinimizden olmayana, bizim mezhebimizden olmayana, bizim gibi yaşamayana yaşam hakkı yok” diye özetlenebilecek hoyrat, nobran, kibirli, küstah, tepeden bakan politikalar izlemekten asla vazgeçmediler.

Bu ülkenin kurucularının dünyaya örnek olacak biçimde, Cumhuriyetimizin harcına kattıkları en önemli hammadde olan “laiklik” ilkesini her fırsatta ayaklar altına aldılar.

Dini bayramları, milli bayramlara alternatif duruma getirerek her dini bayramda bunu insanlara hissettirdiler. Ramazan aylarında, kamu ve hatta etkili olabildikleri özel kurumlarda bile yemekhaneleri türlü çeşitli gerekçelerle “bakıma alma” kurnazlığı ile insanlara sanki zorla oruç tutturabileceklerini sandılar. Oruç yeme “suçlaması” ile insanlara orada burada uygulanan şiddete sessiz kaldılar. Elinde bir şişe su ya da bir simit olana bile adeta “kâfir – şeytan” gözü ile bakılmasına cevaz verdiler.

Bugün gelinen noktada, pandemi önlemleri, evlere kapanma bahanesi ile ilgili ilgisiz pek çok alanda faaliyet göstermek, sokağa çıkıp dolaşmak, satış yapmak serbest bırakılırken içki satışına yasak getiriyorlar. Bunun tek bir izahı vardır: “Aylardan ramazan. Biz dinimizce ibadet ediyoruz. Biz oruç tutuyoruz. Aç kalıyoruz. Siz de bizimle aynı şeyleri yapacaksınız. En azından içki vs. tüketmenize izin vermeyiz. Bizim gibi yaşayacaksınız…” demektir bu.

Üstelik de bunu “delikanlı gibi” net ve açık bir kararname ile ya da genelge ile yapmıyorlar. “Arka kapıdan dolanarak ima yoluyla utangaçça” yaparak iyice tepki çekiyorlar. Neymiş efendim? “Tekel bayilerine, yani sadece içki ve sigara satan yerlere yasak geliyormuş. Ama bakkal, market, süpermarket vs. gibi yerler bu mamulleri satarsa, haksız rekabet olur…” muş.

İyi de adı geçen yerler (Tekel bayii) leblebi çekirdek, cips filan da satıyor. Onlar da o malları satamadıkları, market satabileceği için bu kez “tersten” haksız rekabet olmayacak mı?  Neresinden baksanız izah edilir bir şey değil.

  • İnsanların yaşam tarzına, yaşam tercihlerine müdahale uygulamasıdır bu ve çok tehlikelidir.

Buna sessiz kalınırsa, buna karşı çıkılmazsa, bir sonraki ramazan ayında “oruç tutulan saatler içinde” tüm yiyecek içecek satan yerlere yasak getireceklerdir. Su ve ekmek bile alamayacak duruma getirirler insanları. Kimse yalan söylemesin, sahtekârlık yapmasın. Sizin ruhunuzu tanıyoruz artık. Zaten tanıyorduk ve geldiğiniz günden beri söylüyorduk da. Artık sağır sultan bile duydu. Kendinizden olmayana yaşam hakkı tanımayan bir türsünüz.

Bu tavrın, bu kafanın, bu ideolojinin, “demokrasinin reddi ve demokrasinin zıddı” olduğunu söylemeye gerek yok.

  • En ileri derecede Faşizmdir bu.

Yasalarla ve anayasa ile güvence altına alınmış görünse de düşünceyi, ifadeyi, yazmayı, çizmeyi, okumayı, itiraz etmeyi, protesto etmeyi, toplanmayı, yürümeyi her şeyi yasaklayan kafanın ürünüdür bu.

Şimdi de yemeyi içmeyi. Mesele içki-alkol filan değil.

Mesele yaşam hakkı. Mesele nefes almak.

Teslim olmayacağız. Böyle biline. 

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 14 Nisan 2021

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

DARBECİ

RTE, “Bildiriyi küçümseyenler darbecidir”

Küçümsemiyorum. Önemsiyorum.

Öküzün altında buzağı arayanları küçümsüyorum…

POLAT

Değerli silah arkadaşım ve sevgili kardeşim rahmetli Soner Polat’ın eşi Sevim Polat Hanımefendi,  “Kardeşlerimizin yaşadığı mağduriyette Polat amiralin adının polemik konusu yapılmasını istemediğini” açıkladı.

Polat’ın adını reklam unsuru yapan, O’nu kardeşlerinin / silah arkadaşlarının karşısına koyan siyasi partililer utanır mı?…

BİRİNCİ

Salgındaki vaka sayısında Avrupa’da ve dünyada birinciyiz.

Nüfusa oranla en fazla tutuklu ve mahkûmiyet ile Avrupa’da birinci sıradayız.

Yalnızca Almanya değil tüm dünya bizi (tabii başarının gerçek sahibi AKP iktidarını) kıskanıyor…

ENFLASYON

Vatandaş enflasyonu %16 gösteren TÜİK’i çarşıya davet ediyor.

Boş çaba. Başvuru adresi Beştepe…

FİŞLEME

İçişleri Bakanı gece boyu çalıştı. Amirallerden ve yakınlarından CHP ile ilgisi olanlar tespit edildi. Hürriyet Gazetesi de üstüne atlayıp yayımladı.

Yargıtay’dan kişisel verileri alan kendini ajan,  haber yapan amiral gemisi sanmıştır…

KALIN

Görevden affını isteyerek üniversiteye dönen Ayasofya İmamı Boynukalın, ayrılış nedenlerinden birini amirallerin açıklamasına bağlayarak “Milli iradeye karşı pervasızca yayınlanan malum bildiriyle ilgili yorumlarda yalan yanlış kıyaslamalara gidilerek ‘Ayasofya imamı konuşuyor da biz niye konuşmayalım’ gibi hezeyanlara meydan vermemektir” dedi.

İncelme…

DİKTATÖR

İtalya Başbakanı Dragh“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Avrupa Komisyon Başkanı Ursula’ya davranışına katılmıyorum. Bu diktatörlere açık sözlü olmalıyız ama aynı zamanda ülkelerimizin çıkarları için işbirliği yapmalıyız.” dedi

Seviyesiz adam. Mussolini’yi ne çabuk unuttun. Bu saygısızlığı Türk vatandaşı olarak kabul etmiyor, sahibine iade ediyorum.

Bizim Cumhurbaşkanımızın diğer devlet başkanlarına hitaplarını bir incele, nezaket öğren…

BAŞIBOZUK

Doğu Perinçek, “104 emekli amiral denen başıbozukların bildirisi Türk ordusunu hedef alıyor. Türk ordusu savaşıyor, savaşan orduya çamur atılıyor. ” dedi.

Başıbozuk dediklerinin peşinde az koşmamıştı (Anımsayamazsa S. Bolluk’a sorabilir).

Çamur savaşı uzmanları iş başında…

KİM?

Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova, Montrö Boğazlar Sözleşmesi‘nin alternatifi (AS: seçeneği) bulunmadığını ve Türkiye’nin bu Sözleşmeye uyum konusunda sorumlu bir yaklaşım sergileyeceğini umduklarını söyledi.

Rusya’yı amiraller mi konuşturdu?

Amirallere kan kin-kan kusan demokrasi kahramanları haydi gösterin tepkinizi…

DESTEK

Amirallerin açıklamasına bir destek de Putin’den geldi.

RTE ile görüşmesinde Putin, bölgesel istikrar ve güvenliğin sağlanması için 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin hükümleri uyarınca belirlenen Boğazlar rejiminin korunmasının önemini vurguladı.

Putin darbeyi destekliyor!…

İTFAİYE

Cumhurbaşkanlığı’ndan Rize’nin Çayeli Belediyesi’ne itfaiye hizmetleri için 750 bin lira hibe edildi. MHP’li Belediye Başkanı İsmail Hakkı Çiftçi bu parayla kendisine lüks makam aracı aldı ve üzerine “İtfaiye öncü aracı” yazdırdı.

Alavere, dalavere;  itfaiyeden perde…

REFORM

Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD), MSB’nın “Amirallerin bildirisini kınadılar” açıklamasının yalan olduğunu açıkladı. Dernek incelenmeye alındı.

CHP’li belediyeler “128 milyar dolar nerede?” afişleri astı.

Belediyelere “cumhurbaşkanına hakaretten” soruşturma başlatıldı.

  1. Savcılar kayıp milyarlarla cumhurbaşkanını neden ilişkilendirdi? Sevdiklerinden ve korumak istediklerinden mi, tersi mi?
  2. AKP/RTE “yargı reformu” hazırlıyordu. Reform açıklanmadan uygulamaya mı geçildi?…

BOZUK

Kemalizm karşıtlığıyla bilinen Yeni Şafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan “Düşünsenize, laiklik, ‘değiştirilmesi bile teklif edilemez‘ bir madde olarak yer alıyor bu ülkenin anayasasında. Laiklik bizi bozar.”

Yeteri kadar bozulmadığını sanıyor…

SÖKÜN!.

Yeni Şafak amirallerin rütbelerinin idari kararla sökülmesi konusunda inceleme yapıldığını yazdı. Mevcut uygulamada emekli askerlerin rütbeleri kesinleşmiş yargı kararı uyarınca sökülebiliyor.

Şahsım hükümetinin her türlü yetkisi olmalıdır. Vardır da.  Yargı gereksizdir…

AKİL

Hakan Ural, bir TV kanalında Kanal İstanbul’u destekleyen konuşmalar yaptı.

“Açılım” sürecinde de bazı sanatçılar “akil” olarak kullanılmıştı.

Modadır…

İHBAR

Çin’de, iktidardaki Çin Komünist Partisi’ni ve yöneticilerini eleştirenlerin bildirilmesi için özel ihbar hattı kurulmuş.

Bizimkiler neden yapmadı?

  1. Gerek yok, ihbarcılara her yol açık.
  2. O kadar çok eleştiri var ki hat yetişmez.
  3. Eleştirinin ne demek olduğu bilinmiyor…

YARGIÇLARIMIZ

Açıklama nedeniyle gözaltına alınan amirallerimizin hepsi serbest bırakıldı.

RTE/İktidar baskısına, Yargıtay’ın taraf olduğunu açıklamasına karşın, ANKARA’DA YARGIÇLAR VAR (Suç belirlenmeden gözaltına alan ve süreyi uzatanlar hariçtir)

GERÇEKLER KONUŞULSUN ARTIK

GERÇEKLER KONUŞULSUN ARTIK

Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı

Müslümanları ve Türk Devletini soyan Tarikatlar, Cemaatler, onların hamisi AKP, yani iki kelime ile söylemek gerekirse “İhvancı Bademler” algı operasyonu yapmakta çok ustadır.
28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararları, sonrası yaşanan olayları gerçeğinden saptırdılar ve Türk Milletine yalan söylediler.

Önce 28 Şubat 1997’de MGK’da alınan kararlarının en önemlilerini bir daha hatırlayalım ve Türk Milletine soralım; Sizler bu kararlara karşı mısınız?

-Anayasamızda Cumhuriyetin Temel Nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasanın 4’üncü maddesi ile teminat (AS: güvence) altına alınan “Laiklik İlkesi” büyük bir titizlik ve hassasiyetle (AS: duyarlıkla) korunmalıdır.
-Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği, Milli Eğitim Bakanlığına devri sağlanmalıdır. (Şimdi bu yurtlarda her türlü taciz, tecavüz yaşanıyor. Kimse müdahale edemiyor. Çocuklar, sağlıksız binalarda cayır-cayır yanıyor!)
-Genç kuşakların körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve Millet sevgisi, Türk Milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından;
a) 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı.
b) Temel eğitimi almış çocukların ailelerinin isteğine bağlı olarak devam edebileceği Kur’an kurslarının, Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve denetiminde etkinlik göstermeleri.
-Varlıkları 677 sayılı yasa ile men edilmiş, Anayasanın 174’üncü maddesinde yazılı, tarikatların ve bu yasada belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli;
toplumun demokratik, siyasal ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
-Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
Büyük kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı yasanın istismarına fırsat verilmemelidir…

28 Şubat’a “Darbe” diyen Bademler ve konuyu derinliğine incelemeden aynı kanaatte olduklarını söyleyen aydınlara kimi şeyler anımsatmak gerek;

28 Şubat darbe midir?

Bu nasıl bir darbedir ki, Cumhurbaşkanı – Başbakan – Bakanlar yerlerinde, TBMM açık ve görevde – Anayasa ve yasalar yürürlükte – Partiler kapatılmamış – Sıkıyönetim ve Olağanüstü hal ilan edilmemiş, Sıkıyönetim Mahkemeleri kurulmamış – Askeri Konsey yok… yönetim seçilmiş sivillerin elinde.
Basın hür ve özgür. Hiçbir yayın organına baskı, tehdit yok.
28 Şubat’ta, hepsi Yargı Kararlarına bağlanarak yalnızca 3225 kişi işten çıkarılmıştır. Ordu’dan 243’ü FETÖ’cü olmak üzere toplam 753 kişi atılmıştır.
(Şimdi, haklarında mahkeme kararı olmadan, KHK ile 150 binden çok kişi işinden çıkarılmış, açlığa mahkum edilmiştir. Esas FETÖ’cüler ise AKP’dedir.)

  • 28 Şubat, Laik Cumhuriyetin-demokrasinin-hukuk devletinin korunmasını sağlamış, karşı devrimci yobazların tekerine çomak sokmuştur.

Dönemin Başbakanı Erbakan, 28 Şubat MGK toplantısından sonra aynen şunları söylemektedir:

  • “Duyduğum büyük sevinci ifade etmek istiyorum. MGK toplantısında saatlerce Türkiye’mizin her türlü meselesini baştan sona gözden geçirdik. Bütün konularda tam bir görüşbirliği içinde olduğumuzu gördük. Hükümetiyle, Askeriyle devletin zirvesi birlik ve beraberlik içindedir.”

Erbakan, 28 Şubat’tan sonra 14 yıl yaşadı. Aktif siyaset yaptı, Genel Başkan oldu. Bir tek gün, “Bana zorla imzalattılar, istifaya zorladılar” demedi!

Laiklik ilkesi bugün ayaklar altında!

  • Kaçak Kuran kursu açmak AKP tarafından suç olmaktan çıkarıldı.
  • Milyondan fazla bebe, 10 binden çok kaçak kursta, tarikat yurtlarında “Cumhuriyet Düşmanı” olarak yetiştiriliyor.
  • Büyükleri ise silahlanıyor! Geçen yıl 2 milyon pompalı tüfek satıldı.
  • Emniyet Genel Müdürlüğü zimmetinde olan 106 bin silah kayıp!

B u   s i l a h l a r   k i m e   k a r ş ı   k u l l a n ı l a c a k ?

“Refahyol hükümeti, Asker istediği için veya Milletvekilleri satın alındığı için yıkıldı” yalanını söyleyen, ailece yolsuzluğa ve rüşvete bulaşmış Çiller’e de sözümüz şudur :

Refahyol Hükümeti kurulmadan Çiller’i TBMM Grup toplantısında ve GİK toplantısında ikaz etmiş ve demiştik ki; “Türk Milleti size ‘Ben Atatürk’ün ürünüyüm’ dediğiniz için oy verdi. Siz, Erbakan’ı yani İhvan’ı Başbakan koltuğuna oturtamazsınız. Oturtursanız, bu partiyi başınıza yıkarız!”

Bir avuç Vatansever Atatürkçü Milletvekili bir araya geldik ve Refahyol’u yıktık. Tıpkı şimdi AKP’yi yıkacağımız gibi! (İhvan’ın ne olduğunu bilmeyen Çiller, bize “İlhan da kim? Ben onu tanımıyorum” dedi!)

8 yıllık kesintisiz eğitim Refahyol Hükümetinin programında vardı!

Erbakan bu programı TBMM’de okudu! Dönemin Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam (DYP) daha sonra AKP’ye geçti ve 8 yıllık kesintisiz eğitime son veren ve tüm okullarımızı İmam Hatip’e çeviren yasaların hazırlığını yapmak üzere TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı yapıldı…

Bugün, 28 Şubat’a “Darbe” diyen, Çiller’in mallarını şehit analarına bağışlatacağına söz veren dönemin İçişleri Bakanı Akşener’e gelince;

MGK Toplantısında ağzını dahi açmamış, ertesi gün MGK kararlarını anında imzalamış ve (070674) sayılı Bakanlık Genelgesini tüm Vali ve Emniyet Müdürlerine göndererek, MGK kararlarının derhal uygulanması emrini vermişti.
***
Aziz Türk Milleti;

Siyasette hiçbir şey gizli kalmaz. Bugünün muktedirleri yarının mahkumları olabilir. Bugünün ezilenleri yarın iktidar olup “Devr-i Sabık” yaratabilir.
DOĞRU Partililer olarak, biz Cumhuriyetimizin ve Demokrasimizin gönüllü koruyucularıyız.
Fakat siz de lütfen kaderinize el koyun ve DOĞRU Partiyi, milyarlarca Dolar sahibi tarikat ve cemaat artıklarının şerrinden koruyun.

Her zaman sivil Kuvayı Milliye mücadelesi verecek DOĞRU Partilileri bulamayabilirsiniz…

  • Ne Mutlu Türküm Diyene ve Sözünden Dönmeyene…

Sağlık ve başarı dileklerimle, 28 Şubat 2021

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 02 Aralık 2020

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 02 Aralık 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

LAİKLİK
Şanlıurfa Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü, çocuk yaşta evliliklerin önlenmesi için Harran, Akçakale ve Siverek ilçelerinde 4 aşiret lideriyle protokol imzaladı.

Laiklik!…

SALGIN
 Türkiye, günlük vaka (Korona) sayısında dünyada 5., Avrupa’da ise 1. sırada yer aldı.
Yalancıların mumu söndü…

GÖRGÜSÜZ
AKP İstanbul Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı, İstanbul’da tarihi 1. Mahmut çeşmesini restore ettirip babasının adını verdi.
Görmemişin oğlu olmuş…

YARGI
Çorum’da, epilepsi hastası 15 yaşındaki kıza iki yıl boyunca 25 kez cinsel tacizde bulunan kişiye ‘sarkıntılık’ suçundan 3 yıl 9 ay hapis cezası verildi ve tahliye edildi.
Reformu geçin, vicdanlı yargıç yetiştirin…

TARTIŞMA
SP lideri Karamollaoğlu Anayasa’nın ilk 3 maddesinin tartışılabileceğini söyledi.
Karamollaoğlu’nun neye hizmet ettiği tartışılabilir…

NOTA
Yunan komutasındaki Alman askerleri uluslararası hukuka aykırı olarak Türk gemisini basıp aradı. Devletimiz nota verdi.
Bu işler notalı şakımayla çözülmüyor. Güçlü-onurlu devlet karşılığını (ayniyle mukabele) verir…

ZARAR
CHP’li Fındıklı Belediye Başkanı millet parkına 7.400 TL’ye “Atatürk Parkı” levhası taktı diye hakkında soruşturma açıldı. AKP’li Konya Belediyesi yardım ihalesinde 9 milyon TL kamu zararına sebep oldu tık yok.
Partizanlığın zararı…

LEBLEBİCİ
Çorum leblebisinin yer aldığı sahne için 40 bin TL reklam ücreti ödeyen Çorum Belediyesi, park ve sokak aydınlatması için bütçe ayırmadığından aydınlatma ihalesini iptal etti.
Leblebiyi gündüz  yer…

İHL
Sayıları çığ gibi artırılan İH Liseleri ÖSYM sınavlarında sonuncu oldu.
Fark etmez, iş yaşamında önleri açık…

MİLLİ
RTE, “CHP başlı başına milli güvenlik meselesidir”
Milliyeti ayaklar altına alan söylüyorsa boş laftır…
****

ÖMER HAYYAM’dan

Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi
Neden ölüme mahkum eder hepsini?
Yaptığı güzelse neden kırar atar
Çirkinse suçu kim kime yüklemeli?… 

 

 

 

 

CHP NASIL İKTİDAR OLABİLİR?

CHP NASIL İKTİDAR OLABİLİR?

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com, 04.08.2020

Muharrem İnce hırsına yenilip yeni bir parti kurar ve CHP’den bir dilimi koparırsa bu partinin iktidar olma hayalleri şimdilik suya düşer. Oysa Parti,  son kongresinin adını “İktidar Kurultayı” koymuştu. İktidara geleceği vaadi ve bunun çabası yeni değilse de bu kurultayın iktidar hedefine bağlanması, Parti yöneticilerinin bu konuda iyice umutlandığını gösteriyor.

CHP’yi umutlandıran gelişmeler de yok değil. AKP’nin 18 yılda uğradığı kendi ifadesiyle “metal yorgunluğu”, CHP’nin Büyük kentlerdeki yerel seçimlerde, hele İstanbul’da gösterdiği başarı bu umutları artıran olgulardır. Üstüne son ekonomik erimeyi, partizanlığın açtığı sosyal yarayı ve Tek Adam kibrinin yarattığı tepkiyi de koyun. Bunlar en büyük muhalefet partisinin iktidar iştahını açmaz da ne yapar?

Bütün bu gelişmelere karşın, CHP tek başına iktidara gelemeyeceğini biliyor. Bu nedenle son seçimlerde kurduğu Millet İttifakı’na güveniyor. Kamuoyu araştırmalarında partilerin oy oranları inip çıkıyor. Dolayısıyla iktidarın bu yolla ele geçirileceğinin de garantisi yok. AKP, seçimlerde çoğunluğu kaybetmemek için sürekli yeni çareler üretme peşinde. Seçimleri yitirse bile iktidarı bırakmayacağı kuşkuları da zihinlerde gitgide daha çok yer buluyor. AKP (Erdoğan), şimdiye kadar Türkiye’nin gördüğü partilerden çok farklı. Bu partinin yöneticileri, kendilerini İslam’ın hamisi olarak görüyorlar. Böyle yüz yılda bir doğan fırsatı seçim, millî irade, demokrasi gibi kavramlara rıza gösterip kaçırmak istemiyorlar. Bunun için sürekli politikalar üretiyorlar.

CHP’NİN TARİHSEL ŞANSSIZLIĞI

CHP günümüz ihtiyaçlarına yanıt veren Politikalar üretmeye çalışıyor.  Bazılarının sandığının aksine Partide liderlik sorunu da bulunmuyor. Genel Başkan Kılıçdaroğlu görevini bir başkasına bıraksa, CHP’nin bu kadar bile oy alabileceğinin garantisi yok.

CHP’nin şanssızlığı bagajıdır. Geniş halk kitlelerinde, yani yoksullarda Tek Parti Döneminden kalan olumsuz izlenimlerdir. Devletin partisi olarak CHP o dönemde Türk ve Kürt eşraf ve ağalarının çıkarlarını korumuş, onların zenginliklerinin artmasına ve topraklarının genişlemesine yardım etmiştir. Demokrasi ve kuvvetler ayrılığı konusunda o döneme ilişkin sicili de parlak değildir. Gerçi ülkemiz aydınlarının bir kısmında o döneme hayranlık duyanlar az değildir. Bunları Tek Parti Dönemi’nde devlet görevlerinde bulunanlar (memurlar), devletle özdeşleşmiş kentli zenginler teşkil eder. Yoksulluk çekmiş hatta kendi dergâhları kapatılmış olmakla birlikte, Sünnî gericiliğe karşı tutum aldığı için CHP ile bütünleşen Aleviler de onun doğal seçmeni durumundalar. Fakat bu kesimlerin sayısı, CHP’yi iktidara taşımaya yetmiyor. Oran, %30’a %70, haydi haydi % 35’e %65 olarak kendini gösteriyor.

SAĞA MI AÇILSIN SOLA MI?

Bu dengeler nasıl değiştirilecektir? Bir merkez veya merkez sol partisi olan CHP, Sağa açılarak mı oylarını artırabilir, yoksa biraz daha sola yaklaşarak mı?

Sağa açılmak bir süreden beri deneniyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhurbaşkanı seçimlerinde İttifakın da oyunu alabilmesi için muhafazakâr bir aday gösterilmesi, Meclis grubunu eski sağcı veya liberal şahsiyetlerle takviye etmesi, laiklik tanımında ve uygulamasındaki yumuşama “sağa açılma” politikası olarak kabul ediliyor.

Fakat iktidar olmak için bunların yeterli olmadığı da görüldü. Çünkü sağın sahibi var ve tarihsel geçmiş nedeniyle bu bloklaşmayı bozmayı neredeyse olanaksız duruma getirmiş.

CHP sola daha çok yaklaşsa, örneğin Sol Parti veya TKP’nin programını benimsese iktidar olabilir mi? Bu partilerin programları oy getirseydi, önce kendileri ayağa kalkarlardı. Bir süreden beri zaten bütün dünyada sağcılık ve popülizm revaçtadır. Kitlelerin ayağa kalktığı 1960 ve 1990’larda değiliz.

UMUT Z KUŞAĞINDA MI?

Çaresizlik kokan bu arayışlar arasında, bazı politikacılar ve araştırmacıların “Z Kuşağı” denen gençlere umut bağladığı görülüyor. Aksine, dünya yansa bir kalbur samanı yanmayan apolitik bu kuşağın da kendine hayrı yok.

Askerî ve sivil bürokrasinin, yargının, basının artık iktidarı dengeleyici bir rolü kalmadı. Bunlar aksine, günümüzde Tek Parti Rejimini ayakta tutmanın araçlarıdır.

  • CHP’nin iktidar için elinde tutabileceği en güçlü koz, yoksulların yaşamını ekonomik olarak iyileştirilecek bir programı içtenlikle savunmak ve kitleleri bu konuda ikna etmektir.

Unutulmamalıdır ki, AKP, bu politikalarıyla seçimleri kazandı ve artık yoksullara verecek bir şeyi kalmadıysa da uyguladığı o eski politikanın ekmeğini yemeye devam ediyor. Yoksullar, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen Tek Parti döneminin yoksulluk ve hürriyetsizliğini nasıl unutmuyorlarsa, AKP’nin uyguladığı sosyal politikaları da unutmuyorlar.

CHP’yi güçlendirecek olan böyle bir programdır ve asıl sola açılma budur. Parlamentarizme geri dönme, özgürlük ve demokrasinin gerçekleşmesi, din ve devletin ayrılması bu politikanın üzerine bina edilebilir. Bunu fark edemeyen bir CHP’nin iktidar şansı yok ve son kurultay nedeniyle parti merkezine yöneltilen eleştiriler, bunu anlayamayanların parti içinde ve dışında varlığını gösteriyor. Eğer bir parti kurup seçime girerse, Muharrem İnce ve ekibinin yaşayacağı da büyük bir hayal kırıklığıdır.

Son olarak    : AKP nasıl Celal Bayar’ın, Adnan Menderes’in partisi değilse; CHP de doğal olarak artık Atatürk ve İnönü’nün partisi değildir. Köprülerin altından çok sular aktı. Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarına saygıda kusur etmeden Tek Parti döneminin uygulamalarını tartışmaya bırakmak, hatta bunların içinde olumsuz olanları bizzat CHP’nin eleştirmesinde yarar var. Bunları gözü kapalı olarak savunmak, CHP’ye oy getirmeyeceği gibi onun şimdiki özgürlükçü karakterini de gölgeler.

 

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Bedri Baykam
bedri.baykam@gmail.com 
Cumhuriyet, 16 Temmuz 2020
CHP’nin çoğu üyesini üzen, neredeyse sadece yöneticiler ve seçilmesi istenen adayların katılacağı kurultayla Ayasofya olayı birbirinden ayrılabilir mi?

Kılıçdaroğlu, partide Atatürkçülüğün ve laikliğin savunulması üstüne önemli bir cephe oluşturmadı. Kritik noktalara yerleştirdiği siyasetçilerin yarısı liberal, bir kısmı 10 Aralık hareketinden gelen, belki bir kısmı TESEV günlerinden beri dostluğunu sürdürdüğü isimler. Laiklik, Lozan, Kemalizm, Atatürk’ün kararları konusunda hassas bir CHP Genel Başkanı olsa, herhalde Ayasofya konusunda, “dine saygıyı” elden bırakmadan yeri göğü inletirdi. Bütün dünyanın hümanizmi, diplomatlığı ve filozofluğunu öve öve bitiremediği Mustafa Kemal’in, kültürlerin, dinlerin ve medeniyetlerin kesişme noktası İstanbul’da dâhiyane bir şekilde dengelediği bu hareketin kalıcı evrensel değerini CHP Genel Başkanı’nın algılayamaması hayret verici. Erdoğan’ın, Atatürk ve Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararı algılayamayıp kendini tutamayarak “Esasında tek parti döneminde alınan bu karar tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı, çünkü Ayasofya ne devletin ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür” demiş olması üzücü ama pek şaşırtıcı değil. Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun “Açıyorsanız açarsınız. Bunu siyasi rant alanına dönüştürmek kadar büyük bir yanlış yok” sözleriyle yetinmesi ve CHP’nin parlamentoda hiçbir açık muhalefet yürütmemesi pes dedirtiyor.

90’ların ortasına kadar SHP ve özellikle Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, Atatürk’ün izlerine ve laikliğe yönelen tehlikeleri görmezden gelme üzerine kurulmuştur. 1989’da, Türk Ceza Kanunu’ndan şeriatçı propagandayı engelleyen 163. maddenin kaldırılması, SHP’nin Özal döneminde Atatürkçü sola attığı en büyük kazıktır.

Kılıçdaroğlu’nun seçtiği yol

Göreve gelişinin henüz 4. gününde verdiği demeçlerde “27 Mayıs’ı yapanlar şimdi utanıyor” demişti. Aynı şekilde “Dersim” olayına bakışı, “farklı” yaklaşımı, 2010 yılında verdiği “laiklik tehlikede değil” ve 2012’deki “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” demeçleri, Kemalist bir CHP Genel Başkanı’ndan uzak bir profilin izdüşümleriydi. Öte yandan, Cumhurbaşkanı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, Abdullah Gül’ü uygun görebilmek, 2018 seçimlerinde Haluk Pekşen ve Hüsnü Bozkurt gibi Atatürkçü çıkışlarıyla o dönem halkın gönlünü fetheden milletvekillerini tasfiye etmek, Hüseyin Aygün, Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekâroğlu, Muhammet Çakmak gibi etnik siyaset yapan veya İslamcı kimlikleriyle bilinen insanları ana listelere almak, kesin bir ters kadro mühendisliğine işaret ediyor. Benzer birçok sebep, Sayın Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi, 20. yüzyıl CHP tarihini ve partinin soyağacını iyi bilmediğini, Türk siyasetinin köşe başlarına hâkim olmadığını ve sürekli tekrarladığı şekilde CHP’yi 1930’ lardaki, 40’lardaki kimliğinden koparmaya çalıştığını göstermiştir.

Ayasofya konusunda CHP’nin veremediği tepkiler, geçmişte gösterdiği duruşlarla maalesef uyumlu! Atatürk’ün partisinde genel başkanlık yapan biri, büyük önderin en alkışlanacak evrensel boyutlu siyasi ve diplomatik hamlelerinden biri üstünden haddini aşan ve onu “tarihe ihanet etmekle” suçlayanlara karşı elini masaya vurup ayağa kalkamıyorsa, grup toplantısında Erdoğan’ı Danıştay’da yaşananlar konusunda ikiyüzlülükle suçlamakla yetinip, Meclis’te somut karşı duruş sergileyememişse, ne halkın nabzını tutabilmektedir ne de hangi koltukta oturduğunun farkındadır!

Meral Akşener ise camiye dönüştürme tartışmasında olumlu görüş sunmasına karşın, Erdoğan’ın bu sözlerine karşı gereken yanıtları en sert şekilde verebilmiştir. Bu, -başta Kılıçdaroğlu- herkes adına düşündürücüdür. Atatürk’ün Ayasofya’yı Cami-i Şerif olarak tescil ettiğini vurgulayan Akşener, “Bu gerçek ortadayken öyle hukuki hatadan söz etmek, daha da ötesi utanmadan tarihe ihanet yakıştırması yapmak, makamı ne olursa olsun kimsenin haddi değildir” diyerek, Atatürk kızına yakışan bir ders vermiştir.

Kılıçdaroğlu’nu ilgilendiren tek konu “Ben bu, konuda karşı durursam, daha sonra bu seçimlerde fatura olarak önüme konur mu, bana din düşmanı denir mi?” olmuştur. Aynen yakın geçmişte ne zaman alkol ve cinsel içerikli sansür, heykel saldırıları vesaire olduğunda CHP üç maymunu oynadıysa “Aman bana alkol veya çıplaklık düşkünü demesinler” diye çağdaş toplumda üzerine düşen tavırları göstermemişse, burada da CHP’nin oynadığı rol hiç farklı değildir.

Ali Rıza Öztürk’ün kritik ikazları

Eski CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, Danıştay kararının üç açıdan gayri hukuki olduğunu, (davacı derneğin dava açma ehliyeti bulunmaması, davanın 60 günlük süresinin geçmiş olması -evet, çünkü geçen süre 86 yıl!- ve aynı konuda daha önce açılmış davalarda verilmiş emsal ve kesinleşmiş hükümler bulunması) ve burada esas hedefin Atatürk Cumhuriyeti’nin Danıştay üzerinden tasfiye edilmesi olduğunu vurguluyor.

  • “Bu karar ile karşıdevrimi pekiştirmenin, Lozan’dan rövanş almanın yolu açılmıştır. Atatürk’ün imzasının çöpe atılması değildir tek sorun. Sorun, Atatürk’ün kurduğu demokratik laik hukuk devleti olan Cumhuriyetin tasfiye ediliyor olmasıdır. Sorun, herkesin gaflet ve dalalet içinde seyrediyor olmasıdır.”

Bir hukukçu olmadığım için, Sayın Öztürk’ün önemli sözlerini iki kaynaktan içerik olarak doğrulattım: Biri Sayın Yekta Güngör Özden, diğeri Sayın Sabih Kanadoğlu. 92 yaşındaki annem, Öztürk’ün çarpıcı yorumunu okuduktan sonra uyuyamıyorsa ve bu ortamda CHP Genel Başkanı bütün enerjisini kendisine muhalif hiç kimsenin giremeyeceği bir kurultay düzenlemeye verebiliyorsa, burada muhalefette ağır ve ciddi bir sorun var demektir. Şu ortamda, Atatürkçü duruş sergileyen her CHP’linin ısrarla kadro dışı bırakıldığı bir anlayış, bu insanların içeri girip muhalif duruş bile sergileyemedikleri bir kurultay ile çiftleşiyorsa, durum çok vahim demektir!

Behramoğlu’nun tarihe tokat gibi bıraktığı satırlar…

En son, Ayasofya konusunda işin tarihsel özüne dönersek: Gerçekten bugün kime neyi kanıtlamaya çalıştığımızı anlayamıyorum. Bizans’ı 567 yıl önce fethetmiş olduğumuz konusunda şüphe duyan mı var? Atatürk’ün evrensel “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen duruşuna hiç mi hiç uymayan bu Danıştay kararıyla dünyanın tepkisi üzerimize çevrilmişken, Ataol Behramoğlu’nun dünkü makalesinden şu satırlara dikkat:

  • “Kutsal olan evrenseldir. Herkesin eşi, çocuğu, mabedi, sadece onun değil bütün insanlığın kutsalıdır. Savaş hukuku bile, yenilenin en temel insan olma haklarını korumaya yönelik ilkelere sahiptir.. Yaşadığımız çağda, insanlığın bugününde, savaşta ya da barışta, kimden ve kime karşı olursa olsun, kutsalları çarpıştırmak, bir kutsal adına bir başka kutsala tecavüz, ayıptır, günahtır, suçtur, küçüklüktür.”

DEMOKRASİ SAKIZI

DEMOKRASİ SAKIZI


(Not : Yazıdaki görüşler sayın yazarı bağlar. İsmet İnönü ve sosyal demokrasi hakkındaki görüşlere biz katılamıyoruz.. Atatürk Sosyal demokrasiye karşı idi.. Şu 3 kaynakta yeterli bilgi var.. http://ahmetsaltik.net/tag/ataturk-sosyal-demokrat-partiyi-kapatti/

İleri, Hasan, Türkiye’de Sosyal Demokrasi, 1908-1998,s.44-45
https://www.aydinlik.com.tr/ataturk-sosyal-demokrat-partiye-karsiydi  A. Saltık)

Güzide Filiz TUZCU

Makalemin “Demokrasi Sakızı” adlı başlığı okuyucuları şaşırtmış olabilir. Bu başlığı koymamın nedeni şudur: 1938’den günümüze Türkiye’de demokrasi sözcüğü, başta hükümet üyeleri, siyasiler ve partiler olmak üzere, genel olarak aydınların, akademisyenlerin, gazetecilerin, TV program yapımcısı ve sunucuların, oturum tartışmacıların dillerinde sakız olmaktan öteye ne yazık ki gidememiştir! TıpkıCumhuriyetçiliğin, Milliyetçiliğin, Devletçiliğin, Halkçılığın, Laikliğin, Devrimciliğin, Sosyalizmin, Türk Tarihi’nin, hatta Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’ın” Türk Ulusuna doğru anlatılmadığı gibi, Demokrasi Kavramı da Türk Milletine, 82 yıldır ne yazık ki doğru anlatılmamış, tanıtılmamış ve Ulus bu konuda kasıtlı bilinçlendirilmemiştir!

       Onun içindir ki çeşitli kentlerimizde, çeşitli meslek ve eğitim düzeyindeki kesimler veya kişiler üzerinde günümüzde (21. Yüzyıl – Yıl: 2020) bir anket yapılsa ve ankette Demokrasiyi tanımlar mısınız? – Demokrasinin ölçütleri, yani olmazsa olmaz koşulları nelerdir? Demokrasi hangi koşullarda işlerlik kazanabilir diye sorular sorulsa, kanım şudur ki; bu sorulara doğru yanıt verebilecek insan oranı %10’u veya en iyi kestirimle %15’i geçemezdi! Özetle ifade edersek, genel olarak Türkler yaşamını ve geleceğini yakından ilgilendiren – yukarda sözünü ettiğimiz –  son derece önemli kavramlar ve bilgiler hakkında ne yazık ki tümüyle cahil bırakılmışlardır: Evet, altını çizerek ve önemle vurgulayarak ifade ediyorum ki; yaşamsal konularda Türk Ulusu kasten ve kurgulu olarak “cahil” bırakılmıştır! [1923 – 1938 arası dönemde Genç Cumhuriyetimizin ülke çapında eğitim ve aydınlanma seferberliği kapsamında başarıyla uygulanmaya konulan, son derece yararlı ve özgün tasarımları olan Köy Enstitülerinin, Halkevlerinin ve Halkodalarının 1938 sonrası uydurma bir gerekçeyle (sözde komünizm tehlikesiyle) kapatılışları, halkı cahil bırakma kastının en dikkat çeken – en belirgin kanıtıdır.)

       BM’nin UNESCO örgütü bile gelişmemiş ülkelere “ideal eğitim ve kalkınma modeli” olarak önerdiği Genç Cumhuriyetin bu değerli eğitim ve aydınlanma kurumlarının 1938 sonrasında da görevlerini yapmasına izin verilseydi, Türk Ulusu sözünü ettiğimiz bu yaşamsal kavramları doğru öğrenmiş olacak, genel anlamda eğitimli – bilinçli, düşünen, sorgulayan, kendine güvenen bireyler olacaklar ve demokrasinin olmazsa olmazı olan “ulusun yönetimi denetleme ve düşürme hakkını” yerine getirebilecekti.  Böylece ulusun başına yönetici olarak gelenler de ülkeye ve ulusa hizmetle yükümlü birer görevli olduklarını unutup, kendilerini “ulusun efendisi – kralı” gibi göremeyeceklerdi! Ya da bunlar, tümüyle iktidar – güç ve saltanat hırsıyla hareket ederek, yalnızca seçim dönemlerinde ulusu oy deposu olarak görüp, söz konusu bu yaşamsal kavramların arkasına sığınıp, halkı kandırmaları elbette olanaklı olmayacaktı. Ancak ne yazık ki böyle olamamıştır!

       İşte bu yüzden genel olarak Türk Ulusu, içtenlikle sevdiği, derin minnet duygularıyla bağlı olduğu ve izinde yürümekte kararlı olduğu Büyük Atatürk’ün izinden eylemli olarak gidememiştir: Onun Kutsal Cumhuriyet Emanetlerini (ki demokrasi için atılan sağlam temel de bu emanetlerin başında gelir) koruyamamış, hatta iman ettiği İslâm Din inancını bile Yüce Allah’ın Kuran’da buyurduğu biçimde yaşayamamıştır! Bunun içindir ki genel anlamda Türk Ulusu – aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi – 21. Yüzyılda da koyu bir cehaletin karanlığında yaşamayı sürdürmektedir! Böylece Ulus, “sahte şeyhlerin – tarikatların – din maskeli siyasilerin tuzağına düşmekte, doğruyu – yanlışı birbirinden ayırt edememekte, bilgisiz – bilinçsiz davranarak, ülkenin yazgısını belirleyen siyasal seçimlerde hata üstüne hata yapmakta, yönetici diye başına kimi – kimleri getirdiğini bilmemekte, sürekli yanlışlar yaparak, giderimi çok zor büyük yıkımlar ve zarar görmektedir”! Hatta Türk Ulusu böyle davranarak, geleceğini de tehlikeye atmaktadır. Sorunu “Tarih Biliminin” ışığında doğru görmek ve doğru saptamak gerekir ki, doğru çözüm bulunabilinsin. Yoksa tüm sözler, tartışmalar, makaleler, akademik çalışmalar ve tezler vs… hepsi de ancak havanda su dövmek olur!  Pek çoğunun olduğu gibi!

1923 – 38 Altın Dönemimiz dışında olmak üzere, Osmanlının son yüzyıllarında (özellikle taklitçi – çıkarcı – İngiliz güdümlü Batıcı – Tanzimat yanlısı zihniyetliler sayesinde) ve 1938 – 2020 arası 82 yıl Cumhuriyet devrinde, yani toplamda 300+ yıldır iktidara gelenler “Batılılaştıklarını – demokrasiyi getireceklerini – hatta Atatürk’ün izinde olduklarını vs…” iddia etmektedirler!  Bunların, batının kılavuzluğunda reformlar yapıyoruz – Batılı oluyoruz – çağdaşlaşıyoruz, kalkınıyoruz, modernleşiyoruz – uygar oluyoruz – Avrupalılaşıyoruz, çağ atlıyoruz, Avrupa Birliğine giriyoruz, demokrasi getiriyoruz vs…” gibi altyapısı ve içi tümüyle boş “siyasal söylevleriyle boşa geçen yüzyıllar söz konusudur! Sonuçta 82 yıldır “DEMOKRASİNİN” geldiği yoktur; yalnızca adı vardır, ağızlarda sakız gibi çiğnenmektedir, ancak kendisinden iz bile YOKTUR!

Bir bilim insanı sorumluluğu ile ifade etmemiz gerekir ki bu uzun yıllar (82 yıl), Türk Ulusunun aleyhine büyük zararlar getirmiş, hatta Türk Ulusunu zamanda oldukça geriye götürmüş yitik yıllardır… Bunun içindir ki dünyada kendi kendine yetebilen, yer-üstü ve petrol dahil yer-altı – her türlü zenginliklere, verimli topraklara – ideal iklim koşullarına ve büyük işgücü potansiyeline sahip önemli bir ülke olan Türkiye, bırakın demokratikleşmeyi, uluslararası ölçütlere göre geri kalmış bir ülke olma konumundan bile 82 yıldır kurtulamamıştır! (Uluslararası Hukuk terminolojisinde daha kibar olsun diye ve teselli amacıyla kullanılan “gelişmekte olan ülkeler” ifadesi, tam bir aldatmacadır!) Ayrıca Türkiye dışında öbür tüm “gelişmekte olan ülkelerin” ortak özelliği – bir zamanlar hepsinin de “sömürgeler” oldukları özelliklerini de özellikle vurgulamamız gerekir. Binlerce yıllık tarihinde büyük devletler – krallıklar – imparatorluklar kurmuş – dünya uygarlıklarının temelinde yer almış, bu bağlamda hiçbir dönemde sömürge olmamış Türk Devleti, eski sömürgelerle aynı ayara düşmüş, hatta kimilerinden geri bile kalmıştır!

Oysaki Türkiye’nin sahip olduklarının çeyreğine bile sahip olmayan Avrupa ülkeleri – örneğin Almanya, hatta Japonya bile! Üstelik Almanya her iki Dünya Savaşında da yenilmiş – yıkılmış – yerle bir olmuş, Japonya ise 2. Dünya Savaşında ağır yenilgiye uğramış ve iki atom bombası yemiş, yanmış yıkılmıştır! Yani her iki ülke de yerle bir edilmiş iki ülkedir: Bunlar bile demokrasiye kavuşmuş, 75 yılda kalkınmış, uluslarının eğitim ve gönenç düzeyini en üst düzeylere yükseltmiş, dünya pazarlarında ve Birleşmiş Milletler (BM) örgütünde söz sahibi olmuş, ileri derecede uygar ülkeler konumundadırlar! Üstelik bu ulusların (Almanların – Japonların) Türk Ulusu gibi binlerce yıllık – köklü geçmişleri, büyük uygarlıklar – devletler kurma gelenekleri, geniş ve verimli toprakları, yerüstü ve yeraltı varsıllıkları da yoktur. Eğer biraz düşünme zahmetinde bulunursak, bizlerin 82 yıldır halâ “gelişmemiş – hatta düpedüz geri kalmış bir ülke konumunda” olmamızın oldukça büyük bir utanç kaynağı olduğunu  anlardık!

Oysaki bizler milletçe, “Atatürk’ü ve demokrasiyi ağzına SAKIZ yapanlara” körü körüne inanıp, onların peşlerine gitmek yerine, “600+ yüzyıl Osmanlı devrinde başımıza neler geldi, biz neden kendi vatanımızda yüzyıllarca aşağılandık – ezildik? Nasıl bu denli yoksul ve cahil kaldık? Biz nerede yanlış yaptık? Destansı Kurtuluş Savaşımız yalnızca dış düşmanlara karşı mı yapıldı?  Atatürk kimdir – bizler için neleri başarmıştır? Gerçek Atatürkçüler kimlerdir – O’nun düşüncelerine ve ilkelerine kimler gerçekten sahip çıkmaktadır? Cumhuriyet – Demokrasi – Hukuk Devleti gerçekte nedir” diye sorgulasaydık ve gerçek demokrasiyi yaşama geçirmekte içtenlikli, istekli ve kararlı olanların ardından gitmiş olsaydık ve onları destekleseydik, kanımca bugün Büyük Atatürk’ün hedeflediği “demokrasiye ve en ileri uygarlık düzeyine” çoktan kavuşmuş olurduk.

O halde içten Atatürkçüler kimdi? Bu konuda bilmemiz gereken en önemli – en yaşamsal öge şudur : Her şeyden önce içtengerçek Atatürkçüler, Ölümsüz Önderleri Atatürk gibi, birer Türk Evlâdıydılar – yani Türk Ulusuna bağlıydılar. Türk Ulusunu uyutmak isteyen pek çok kripto aydın, bu son derece önemli konuyu kasıtla görmezlikten gelir! (Oysaki ayrımsız tüm Türk Devletleri – Krallıkları – İmparatorlukları, bu yaşamsal ögeye dikkat etmedikleri için yıkılmışlardır. En son örnekler de Anadolu Selçuk Devleti ve Osmanlı Devletidir. Bir başka deyişle Türk Kaleleri / Devletleri, dışarıdan gelen düşman saldırılarıyla – topla tüfekle değil, her zaman içten gelen kripto ihanetleriyle fethedilmiş ve yıkılmıştır.)

İçten Atatürkçüler, Büyük Atatürk’ün engin ulus ve vatan sevgisini içtenlikle paylaşan, Ona en yakın insanlardı; Onlar her hususta tam bağımsızlığımızın yaşamsal öneme sahip olduğuna inanmış, Türk Ulusunu ve Türklerin Vatanı Türkiye’yi kalkındırmak ve en ileri uygarlık düzeyine yükseltmek isteyen devlet adamlarıydı. Onlar, Büyük Atatürk’ün düşüncelerini, amaç ve hedeflerini oldukça iyi anlamış, bu hedefleri ciddiyetle benimsemiş, bu bağlamda “Büyük Atatürk’ün iç ve dış ulusal politikalarını” titizlikle izleyen, bu hedefleri gerçekleştirmek kararlığında olan devlet adamlarıydılar. Peki, 10 Kasım 1938 sonrasında bu gerçek Atatürkçülere ne oldu?

Büyük Atatürk’ün güvendiği, devletin iç ve dış işlerini onlara emanet ettiği bu İçten VatanseverTürk Siyasiler / Devlet Adamları, ne yazık ki 11 Kasım 1938’den başlayarak korkunç saldırılar ve engellemelerle karşılaşmışlardır! Dış güdümlü Tanzimatçı Osmanlı anlayışı yeniden hortlamıştır… Atatürk karşıtı, gerçekte Türk karşıtı olanlar, ancak ulusa karşı her zaman Atatürkçü ve Türk gibi görünmeye özen gösterenler, her yerde “Atatürk’e bağlılıklarını dile getirip, ulusun gözünü boyayan takiyyeciler” ne yazık ki T.C. Devleti’nin yönetimine gelmişlerdir. Aslında bu ögeler, en başından beri Cumhuriyet karıştı olan,  “padişah ve saltanat yanlısı, dış güdümcü – mandacı – yani Batı yanlısı” Tanzimatçılardır.  Atatürk karşıtı söz konusu bu ögeleri benimseyen ve destekleyen İ. İnönü, tümüyle Büyük Atatürk sayesinde sahip olduğu ün ve saygınlıkla 11 Kasım 1938 günü ivedilikle kendini “Cumhurbaşkanı” seçtirmiş ve hiç zaman yitirmeden Büyük Atatürk’ün koltuğuna kurulmuştur. Türkiye’nin iktidar gücünü ele geçiren bu kişinin ilk işi, yukarda ifade etiğimiz söz konusu içten Atatürkçüleri hükümetten – hatta TBMM’nden uzaklaştırmak olmuştur. İşte Türk Milleti ve vatanları Türkiye için korkunç kırılma noktası, yani tüm yıkımların başlangıç noktası da bu talihsiz olayla başlamış ve artarak günümüze dek gelmiştir. İşte Türkiye, 81 yıldır neden halâ ”geri kalmış ülke konumundadır”, sorusunun yanıtı da bu tarihsel gerçekle açığa kavuşmaktadır.

Büyük Atatürk Dolmabahçe Sarayında ölümle pençeleşirken, başta İ. İnönü olmak üzere, “iktidar – güç ve saltanat” derdine düşenler, korkunç bir vefasızlık örneği sergileyerek Atatürk’ü öylece Dolmabahçe’de bırakıp, Ankara’ya TBMM’ne koşmuşlar, makam ve güç elde etme hırs ve planlarını hemen uygulamaya koymuşlardır. 11 Kasım 1938 günü, çevresine topladığı yandaşlarına kendini alelacele Cumhurbaşkanı seçtiren, hatta bununla da yetinmeyerek, kendini CHP’nin değişmez “ebedi başkanı” da seçtiren İ. İnönü, Atatürk’ün güvendiği tüm içten Atatürkçüleri dışlayarak,1923’de Cumhuriyetin ilânına – Türk Ulusunun İradesine – Demokrasiye – Hukukun Üstünlüğüne karşı çıkan, koyu birer saltanat – halifelik ve padişah yandaşı olanları” TBMM’ye doldurmuştur!  Böylece Atatürk karşıtı yeni iktidarın “Atatürk İlkeleri ve Milli Devlet Politikalarını aşama aşama terk etmesi ve bir karşı devrim başlatması” oldukça kolay olmuştur. Oysaki İsmet İnönü ve yandaşlarından oluşan iktidar üyeleri TBMM’nde, Atatürk İlkelerine – Devrimlerine, Tam Bağımsız Milli Politikalarına ve Türk Ulusuna bağlı kalacaklarına ilişkin, Atatürk’ün yolunda kararlılıkla yürüyeceklerine ilişkin” sevgin (aziz) Türk Ulusuna tek tek söz verip, tek tek yeminler ettikleri halde !!

Türk atasözümüz ne güzel söylemiştir; “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz.” O halde “ben cumhuriyetçiyim, ben demokratım, ben milliyetçiyim, ben Atatürkçüyüm, ben Müslümanım vs…” demekle ya da bunları “parti programına – tüzüğüne yazmakla”  x kişi, ya da  x parti öyle olmuyor!!! Türk Tarihi, ne yazık ki bu ikiyüzlülüğün pek çok örneği ile doludur. Özellikle 2. Meşrutiyet Dönemi (1908-18). Akademik çevrelerde sözbirliği edilerek, “efendim ilk kez çok partili yaşama geçiş 1945 yılında İ. İnönü tarafından gerçekleşmiştir” masalı yinelenip durulur! Oysaki bu doğru değildir! Çok partili yaşam daha önce denenmiştir.

  1. Meşrutiyetle yeni bir rejime geçilmiş, 1876 Anayasası  1909’da yenilenmiş, yeni yasalar çıkarılmış, temsili sisteme dayanan Meclis oluşturulmuş, padişahın kimi yetkileri kısıtlanmış, ancak bu yeni rejim, yasalar ve kurumlar yerli yerine oturtulmadan – anlaşılması sağlanmadan birden getirilen özgürlük ortamı ve çok partili yaşama geçiş, ülkeye ancak karmaşa, hatta iç savaş (31 Mart irtica isyanı) getirmiştir; yani çok partili yaşam denenmiş, ancak sağlam altyapı temelleri oluşturulmadığı için başarılı olamamıştır. Türkiye’deki siyasal partilerle ilgili kapsamlı araştırmalar yapan değerli Hocamız Tarık Zafer Tunaya 2. Meşrutiyet dönemi için “Tarihimizde en çok sayıda siyasal partinin, cemiyet ve derneğin kurulduğu dönem, 2. Meşrutiyet dönemi olmuştur…” diyerek, bu konuya dikkat çekmiştir. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859 – 1952, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1952, s. 75)

Aklını işleten  – vatanını içtenlikle seven her vatandaş, “sürekli demokrasiden – insan haklarından vs…” söz açan – bu konuda iddiada bulunan siyasileri – siyasal partileri – parti başkanlarını mutlaka sınava tabi tutmalıdır: Şöyle ki; bunların söylevleri ile eylem ve uygulamaları birbirini tutuyor mu? Bunlar verdikleri sözleri yerine getiriyorlar mı? Bu hususlar denetlenmeli ve bu kişilerin ülkeleri için ne gibi yararlı hizmetlerde bulundukları – neleri başardıkları analiz edilmelidir. Kısacası siyasileri mihenk taşına vurmak, gerçek kimliklerini, düşüncelerini, niyet ve eylemlerini ortaya çıkarmak gerekmektedir.

O HALDE ŞİMDİ SIRA “GERÇEKTEN DEMOKRASİ” NEDİR? SORUSUNU SORMAYA GELMİŞTİR:

İlk olarak Birinci Akademik Anabilim Dalımın “Siyasal Bilimler” olduğunu ifade etmekle başlamak istiyorum. Demokrasinin en açık – en anlaşılır ve en doğru tanımını ünlü Fransız Siyasal Bilimler Uzmanı (hatta bu konuda dünyada hatırı sayılır bir uzman sayılan) Hocamız Maurice Duverger’in yaptığını vurgulamam gerekir. Dünya bilim çevrelerinde değerli Hocamız Sayın Halil İnalcık, nasıl ki Osmanlı Tarihinde bir yetke (otorite) sayılıyorsa; benzer biçimde Siyasal Bilimlerde de Maurice Duverger bir dünya otoritesi sayılmaktadır. Dikkatinizi çekmek isterim ki; Türkiye’de genel olarak akademik çevreler, Büyük Atatürk’ün kararlı demokrasi misyonuna işaret eden bu önemli bilim adamından pek söz etmek istemezler! Hatta O’nun adından rahatsız bile olurlar; çünkü bunlar Atatürk için “O bir diktatördü” diyerek, Atatürk hakkında olumsuz – yanlış algı yaratma peşindedirler! Çünkü bunlar  bilimi temel alarak, tarihsel gerçeklerin doğrultusunda değil, belli bir siyasal güdümün doğrultusunda çalışmaktadırlar! (Yani bu sözde akademisyenler, gözümü kaparım, buyruklara uyarım, koltuğumu korurum, aylığımı alır, keyfime bakarım hesabındadır.) Ben pek çok kez buna doğrudan tanık oldum! İşte tam da bu nedenle bunlar, “Türkiye’de demokrasinin temelleri Mustafa Kemal Atatürk eliyle atılmıştır” saptamasında bulunan değerli BİLİM İNSANI Maurice Duverger’den oldukça rahatsız olurlar! (Maurice Duverger, The Idea of Politics: The Uses of Power in Society, Henry Regnery Company Press, Chicago, 1970, s. 124.)

M. Duverger diyor ki; “Demokrasi, 2 temel ögeden oluşmaktadır; 1) Siyasal Demokrasi, 2) Sosyal Demokrasi. Gerçek Demokrasinin oluşabilmesi ve yaşama uygulanabilmesi için – çok zor da olsa – bu iki parçanın bir araya gelmesi gerekmektedir. Şunu da ifade etmek gerekir ki dünyada böyle iki öğeyi de birleştirmiş “mükemmel demokrasiye” sahip hiçbir ülke yoktur! O halde mükemmel demokrasi ancak bir ütopyadır – yani hayâldir. Ancak Mükemmel Demokrasiye en yakın demokratik sistemin uygulandığı, demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarıyla yaşama geçirildiği ülkeler vardır.

1.) Siyasal Demokrasi nedir? Siyasal Demokrasi, ülke yönetimine gelecek olanların “özgür ve dürüst seçimlerle” iş başına gelmeleri esasına dayanır. Bunun gerçekleşebilmesi için tüm zorunlu koşulların titizlikle yerine getirilmesi gerekir. Bu zorunlu koşullar nedir? Her vatandaşın kendi özgür iradesiyle – düşüncesiyle, tanıdığı – inandığı ve güvendiği kişiye veya partiye oy vermesidir; bunun gerçekleşebilmesi içinde her bireyin belli bir eğitim düzeyine sahip olması, ayrıca siyasal ve ekonomik olarak da özgür olması koşuldur. (Hemen Türkiye’den örnek verelim; Türkiye’de “siyasal demokrasi” ne yazık ki nerdeyse yok hükmündedir. Çünkü vatandaşların günümüzde yaklaşık % 50’den çoğu, 1940’lı yıllardan – 1990’lı yıllara dek yaklaşık % 70’i eğitim ve ekonomik özgürlük açısından “siyasal demokrasi için gerekli olan eğitim, ulusal vatandaşlık bilinci ve ekonomik bağımsızlık düzeyinde” değildir. Pek çok vatandaş, özellikle köylerde – kasabalarda –  kırsal kesimlerde köy ağalarına, muhtarlara, şeyhlere, imamlara vs… bağlıdırlar. Kentlerde de patronlara, siyasal partilere, parti başkanlarına, şeyhlere, tarikatlara bağlıdırlar. Yani bunların siyasal seçimlerde “bağımsız – özgür iradeleri” yoktur.)

2.) Sosyal Demokrasi nedir? Sosyal Demokrasi, özgürlüğün temini, belli sınıfların ayrıcalığı, üstünlüğü veya egemenliği yerine, TÜM VATANDAŞLAR ARASINDA EŞİTLİĞİ GERÇEKLEŞTİRMEYİ AMAÇLAR.  Çünkü “özgürlük ve bağımsızlık” ancak ve ancak eşit bireyler arasında olanaklıdır. Köyde ağaya, şehirde belirli siyasal oluşumlara, derneklere, partilere, vakıflara ya da tarikatlara “işini, konumunu, geçimini, çocuğunun yurdunu – eğitimini vs…” borçlu olan biri, elbette özgür ve bağımsız değildir!  Türkiye’de bunun sayısız örnekleri vardır… Pek çok kişi siyasal bir güce, partiye, vakfa, tarikata, varlıklı patronlara yakın olarak, onların siyasal görüşlerini ve çıkarlarını destekleyerek, aslında tutsak yaşamaktadır!

Geçimini sağlayamayan, ekonomik sorunları yüzünden borçlanan, yeterli beslenemeyen, akıl ve ruhsal sağlığı için gerekli olan hiçbir etkinliğe katılamayan, sinema – tiyatro – ayda bir kez de olsa bir lokantaya gitmek gibi, yılda 1 kez – 1 hafta da olsa dinlenceye (tatile) gitmek vs… gibi eğlence ve dinlenceyi, ekonomik sorunları yüzünden gerçekleştiremeyen birisi için “özgürlüğün” hiçbir anlamı yoktur! O halde Sosyal Demokraside bireyin özgürlüğü yerine, onun eğitimi / bilimi, siyasal, ekonomik, adli ve sosyal eşitliği çok daha önemlidir. Yani SOSYAL DEMOKRASİDE birey, kendi özgür aklıyla – düşüncesiyle, duygularıyla, inançlarıyla ve temel yaşamsal gereksinimleriyle “İNSAN” yerine konmaktadır. Bu bağlamda Sosyal Demokrasi, bir hademe, bir garson, bir öğretmen, bir mühendis, bir doktor, bir çöpçü, bir bakkal, bir ev hanımı, hatta bir milletvekili, bir başbakan ya da cumhurbaşkanı arasında tam bir EŞİTLİK öngörmektedir.   

Böylece Sosyal Demokrasinin var olduğu bir ülkede her kişi, kendi meslek kulvarında – yaşam alanında, toplumda ve bürokraside eşit değer ve saygınlık görecektir; bir başka deyişle herkes eşit haklara sahip olacaktır; devletin ve hukukun önünde her vatandaş eşit sayılarak, özgür, onurlu ve saygın bir yaşam hakkına sahip olacaktır. Hiç kimse, ama hiç kimse, makamı – mesleği – siyasal ve ekonomik gücü karşılığında ayrıcalıklı işlem görmeyecektir. Büyük Atatürk’ün düşünceleri ve söylevleri incelendiğinde görülecektir ki, O’nun Türk Ulusu için öngördüğü en insancıl siyasal sistem tam da budur; yani SOSYAL DEMOKRASİDİR.

     Bir kez daha altını çiziyorum; Sosyal Demokraside en önemli hedef, eşitliğin kurulmasıdır yani bolluk içinde – gönenç içinde yaşayan, ayrıcalıklı, güçlü, varsıl kişilerin, bu olanaklara sahip olamayanları ezmesini ve sömürmesini önlemektir. Sosyal Demokrasi insanın insanı sömürmesini – yalnızca güçlülerin – varsılların sözünün geçtiği, yoksul ve güçsüz vatandaşların ise sesini duyuramadığı, adalete ulaşamadığı bir yaşamı kabul etmez.

     Sosyal Demokrasinin çeşitli nispetlerde söz konusu olduğu ülkelerden kimi örnekler şöyledir: İngiltere, Fransa, Kanada, Avusturya, İsviçre, Almanya, ABD vs… Söz konusu bu ülkelere dikkat edilirse  “eğitim ve gönenç düzeyinin yüksek olması – yasaların önünde tüm bireylerin eşit haklara sahip olmaları” elbette rastlantı değildir. O halde demokrasinin bir ülkede var olabilmesi, işlerlik kazanabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için ulusun eğitim ve gönenç düzeyinin mutlaka ama mutlaka yüksek olması gerekmektedir. Sosyal Demokrasinin ön koşulu budur; bu söz konusu olmadan Sosyal Demokrasi olamaz. (Onun içindir ki Büyük Atatürk’ün en öncelikli hedefi de buydu; Türk Ulusunun eğitim ve refah seviyesini yükseltmekti…) Çünkü arzu edilen Gerçek Demokrasiye yaşamda işlerlik ve süreklilik kazandıracak olan ve onu sürekli koruyacak olan temel  öge, “eğitimli – bilgili –  bilinçli, ulusal ahlâk sahibi, gönenç düzeyi yüksek kişilerden oluşan güçlü bir ulusun” varlığıdır.

Söz konusu böyle milletlere sahip olan ülkelerde “Anayasa – Yasalar ve Demokrasinin Olmazsa Olmaz Ölçüteri”,  aynı güneşin düzenli doğuşu ve batışı gibi – tümüyledoğal – bir işlerlik kazanmıştır: Onun içindir ki bu ülkelerde hiç kimse, yani hiçbir siyasal önder, hiçbir parti, veya iktidar / hükümet, hatta kral bile olsa kendi keyfine göre hareket edemez, Anayasayı veya Yasaları değiştiremez, Bağımsız Yargıyı Sorgulayamaz, başta akademisyenler ve basın üyeleri olmak üzere, hiçbir vatandaşının ifade özgürlüğünü kısıtlayamaz; Demokrasinin Kalesi –  Bilim Yuvaları Olmaları Gereken Üniversitelere karışamaz. Özetle demokratik ülkelerde bir “saat gibi işleyen demokratik sistemin işlemesini” hiçbir siyasal iktidar, önder, parti vs… aksatamaz – engelleyemez.

İşte Demokratik Sistemin tüm kurumlarıyla yerli yerine oturduğu – kökleştiği ve sürekli işlerlik kazandığı bir ülkede olmazsa olmaz GÖSTERGELER: (ki Büyük Atatürk’ün hedefi de böyle bir Demokratik Sistemi Türkiye’de kökleştirmekti…)

  1. Anayasasının – Hukukun – Yasaların Üstünlüğü temel esas alınmaktadır: Yargı tam bağımsızlığa sahiptir. Bu da şu demektir, hiç kimse, ama hiç kimse, bu başbakan da olsa, bakan da olsa, ünlü bir parti başkanı da olsa, ülkenin kralı – kraliçesi de olsa, yasalardan üstün olamaz! Onlar da tümüyle Anayasa ve Yasalara bağlıdır. Her kim olursa olsun, üstün olan kişiler değil, yalnızca ve yalnızca yasalardır. 
  2. Ülkedeki herkes arasında eşitlik vardır; yani piramit örneği en üst – tepe basamaktan – hükümet üyelerinden – en altlara, tabana dek tüm resmi devlet görevlileri ve tüm vatandaşlar arasında, haklar (AS: ve özgürlükler) açısından tam bir eşitlik vardır; (A.D. Lindsay, The Modern Democratic State, Oxford University Press, London, 1969, s. 11.) Bu da şu demektir, hiç kimse, “Ben parti başkanıyım, ben genel müdürüm, ben başbakanım, ben holding sahibiyim, ben milletvekiliyim, bakanım vs…” diyerek devletten farklı işlem – ayrıcalık bekleyemez, asla ayrıcalık isteyemez. Her vatandaş, bu başbakan da olsa, suç işlediği zaman yargıya / yasalara hesap vermek zorundadır. Yasaların önünde sıradan bir vatandaş, örneğin bir garson, bir çiftçi, bir inşaat ustası, bir ev hanımı, bir öğretmen vs…” ne ise, bir milletvekili, bir bakan veya bir başbakan da odur. 
  3. Ülkede, özellikle üniversitelerde – bilim alanında, düşünce ve ifade açıklamada tam bir bağımsızlık ve özgürlük vardır: Bir başka deyişle bir ulusu – ülkeyi bilimin ışığında – en yararlı biçimde yönlendirecek olan “en üst düzeyde BİLİM yuvaları” üniversitelerdir; onun için bilim ve bilim insanı tümüyle özgür olmalıdır; böylece bir bilim insanı kısıtlanamaz, baskı altına alınmaz, siyasete alet edilemez, bilim yapıtları olan çalışmaları – tezleri sansürlenemez – engellenemez!

Bakalım Büyük Atatürk bu konuda ne demiştir: “Benden sonra beni benimsemek isteyenler, aklın ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, benim tinsel (manevi) mirasçılarım olurlar. Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir. Öğretmenler, ordularımızın kazandığı utku, sizin ve sizin bilim ordularımızın utkusu için yalnız zemin hazırladı; gerçek utkuyu sizler kazanacaksınız, sürdüreceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız. Ben ve arkadaşlarım, sarsılmaz imanla SİZİ İZLEYECEĞİZ VE SİZİN KARŞILAŞACAĞINIZ ENGELLERİ KIRACAĞIZ – ORTADAN KALDIRACAĞIZ.” (Kaynak: Atatürkçülük: Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 2001, Eğitim ile ilgili bölüm, s. 291 – 305.)

Büyük Atatürk kendi ulusuna, komşu ve öbür uluslara verdiği tüm  sözleri  tutmuştur; Onun için dünyada O, doğruluğun, insanlığın, eşitliğin, barışın, ulusal ve uluslararası hak ve hukukun örneği durumuna gelmiştir. Dünyada tüm yabancı devlet ve bilim adamları Büyük Atatürk’ü oldukça iyi tanımakta, O’na büyük saygı ve hayranlık duymaktadır. Hatta Büyük Atatürk dünyada nerdeyse tüm uluslarca o denli iyi tanınmaktadır ki, o denli çok sayılmaktadır ki, O’nun adı Türk ve Türkiye ile özdeşleşmiştir.

Ancak ne yazık ki kendi kurduğu T.C. Devletinde kimi kendini bilmez sözde aydın – sözde ileri gelenler (yani cahiller, dinciler ve hainler ordusu) O’nu yabancılar ölçüsünde bile tanımamaktadır! Örneğin İslâm Bilgini yabancı bir akademisyen bakın Büyük Atatürk ile ilgili ne diyor (özetle); “İslâm ülkeleri arasında yalnızca ve yalnızca Türkiye, Büyük Atatürk sayesinde (“Great Atatürk” ifadesini kullanmıştır) modernleşme doğrultusunda köklü reformlarla, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmış – yani laikliği kurarak, çağdaş ve uygar bir devlet ve toplum yapısına kavuşmuştur; böylece Türk Ulusu da ortaçağ karanlığından kurtulmuştur.” (Kenneth Cragg, The House of İslam, Dickenson Publishing Company Inc., Belmont California, 1975, s. 120.) Büyük Atatürk ile ilgili bu ve buna benzer yabancıların tarihsel gerçekleri ortaya koymuş olduğu daha pek çok yazıları, kitapları, övgüleri vs… vardır, bunlar ansiklopedileri dolduracak ölçüde çoktur…

Görüldüğü üzere Büyük Atatürk’ün hem destansı Kurtuluş Savaşımızda başardıkları, hem de T.C. Devleti’nin Kuruluşu ve 15 yıl gibi son derece kısa bir zaman diliminde ülkenin kalkındırılması konusunda başardıkları, üstelik korkunç yokluklar, yoksulluklar içinde, hatta iç ve dış karşıtların saldırıları altında O Büyük İnsanın başardıkları tek sözcükle tansık (mucize) olarak nitelendirilmektedir. Bu da şu demektir; Türkiye 1938 sonrasında da O’nun çizdiği aydınlık, uygarlık yolunda ilerlemiş olsaydı, bugün Türkiye’miz dünyanın en gelişmiş – en ileri uygarlık düzeyine ulaşmış, hukukun üstün olduğu – gerçek DEMOKRASİYE kavuşmuş bir ülke olacaktı. Bu, aklı ve bilgisi olan herkesçe doğrulanacak gerçek bir öngörüdür.

Onun içindir ki; dünyada Atatürk’ün adı aklın, bilimin, yürekliliğin, azmin, asaletin, adaletin ve dünya barışının simgesi olmuştur. O’nun adı, insanın insanı ezmediği – sömürmediği – canına – malına – toprağına göz dikmediği,  insanca ve kardeşçe yaşadığı güzel bir dünya ile özdeşleşmiştir. Onun için Büyük Atatürk vatanımızda ve dünyada her gün artan bir saygı, sevgi ve minnetle anılmaya devam etmektedir…

Atatürk’ün en hayranlık uyandıran niteliklerinden biri de efsanelere – destanlara konu olacak ölçüde büyük ve tansıksal (mucizevi) işler başardığı halde, son derece alçakgönüllü bir İNSAN olmasaydı. O Büyük Kahraman, kendilerinden başkalarına hak – hukuk ve insanca yaşam hakkı tanımayan, dünyanın en güçlü – en saldırgan – en yağmacı birleşik emperyalist güçlerini dize getirmişti, onlara hadlerini bildirmişti; milletini ve vatanını onların kanlı ve demir pençelerinden çekip almıştı; böylece bir insanın dünyada erişebileceği en şerefli – en yüksek mertebeye ulaşmıştı. Büyük Atatürk, isteseydi “halife – kral – hükümdar – hakan vs…” olabilecek iken, görkemli saraylarda – binlerce hizmetliler arasında gösterişli saltanat sürebilecekken, O bunların hiçbirini istememiş, hepsini elinin tersiyle itmiştir; onların yerine oldukça alçakgönüllü bir yaşam biçimini seçmiş, ulusuna  “doğru yolu – yani bilimin yolunu göstererek, onları eğitmek, kalkındırmak ve en saygın – en ileri uygarlık düzeyine ulaştırmak” için ölene dek çalışmıştır.

Bu yüzden Türk çocukları ve gençlerinin de, ATA’SINI örnek alarak, Onun gibi Yüksek Türk Ahlâkıyla ve Ulusal Eğitim ile yetiştirilmeleri gerekmektedir. Bizim O’na ödenemez borçlarımız vardır; vatanımız gibi, şerefimiz gibi, namusumuz gibi, canımız gibi, onurumuz ve özgürlüğümüz gibi… “DEMOKRASİNİN” gerçekte ne anlama geldiğini ulusa açıklamak gibi… Doğaldır ki demokrasiyi açıklamak başta öğretmenler olmak üzere, hepimizin görevidir.

      Bu yüzden O, Türk Öğretmenlerine “Sizler, bizim rehberimiz olacaksınız, biz, sizlerin arkanızdan yürüyeceğiz ve önünüze çıkan tüm engelleri yok edeceğiz…deme alçakgönüllülüğünü ve büyüklüğünü göstermiştir. Bu son derece anlamlı sözlerin üstüne herhalde başka söz söylenemez.

Saygılarımla, 27 Ocak 2020.

Kerbela: Müslümanların büyük utancı

Kerbela:
Müslümanların büyük utancı

Müftü A. Gani Aşık ile ilgili görsel sonucu

A. Gani Aşık
E. Müftü / Kayseri CHP Mv.
Cumhuriyet, 18.09.19
Kerbela, İslam tarihinde en kanlı, en vahşi ve en utanılası bir savaşın yapıldığı yerin adıdır. Halife Ömer’in Suriye Valiliği’ne atadığı Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, akrabası da olan Halife Osman’ı etkileyerek mensubu bulunduğu Emevi ailesinden pek çok kimseyi bürokraside önemli yerlere getirtti ve Osman’ın öldürülmesinden de Hz. Ali’yi sorumlu tuttu.
Bu, bir tertip ve iftiraydı. Çünkü Ali, Osman’ın ölümüne engel olmak isteyenlerin ve şehadetine üzülenlerin başında geliyordu. Muaviye’nin amacı ise, böyle bir yalan ve bahaneye sığınarak Ali ile kendi arasındaki uyuşmazlığı oğlu Yezid ile Ali’nin oğlu Hüseyin’e devreden, Cemel Savaşı’yla başlayıp Sıffin ve Kerbela’yla devam eden bir süreçte yüce peygamberin temiz neslini hile, gaddarlık ve vahşet yöntemleriyle ortadan kaldırmak ve hilafeti babadan oğula geçen bir monarşiye dönüştürmekti, bunu da başardı.
Hz. Ali’nin hilafetine genele yakın bir görüş birliği oluşmasına karşın Muaviye’nin başlattığı ve oğlu Yezid’in sürdürdüğü hilafet kavgası özü itibarıyla siyasal bir nitelik taşıdığı halde, olay dinsel bir görüntüye büründürülerek İslami inanç sistematiği planında çeşitli ekollerin doğmasına zemin yaratarak günümüze dek uzanan ayrılıklara neden olmakla kalmamış, Müslümanların vicdanlarında 14. yüzyılın kapatamadığı derin sosyal yaralar açmıştır.
Başta Atatürk, Cumhuriyeti kuran kadroların devletin çağdaş yasalarla yönetilmesi, inançların ise devlet düzenine müdahale etmeksizin kendi dünyasında özgür, bağımsız, engelsiz olmasını hukuksal sistemlere bağlamışlardır: “laiklik.”
Hz. Hüseyin’in yazgısı
Hz. Hüseyin’in Yezid’in hilafetini kabul etmediğini öğrenen Küfeliler, kendisine biat etmek üzere peygamber torununu davet ettiler. Abdullah bin Abbas, Küfe halkının babası Ali’ye yaptıklarını hatırlatarak Hz. Hüseyin’e “Sözüne güvenilmeyen bu insanların, davetini ciddiye almamasını ve Küfe’ye gitmemesini” tavsiye etmiş ise de, Hüseyin bu öğüdü dikkate almadı. Ailesi ve 70 dolayında taraftarıyla Küfe’ye doğru ilerlerken şair Ferezdak ile karşılaşan Hüseyin, O’na Küfe’deki ortamı sordu. Ferezdak’ın
“Halkın kalbi seninle ama kılıcı Beni Ümeyye -Emeviler- ile”
demesi de Hüseyin’i kararından caydıramadı, buna ancak yazgı denebilir. Küfe valisi Ubeydullah, Yezid’in talimatı gereği bin kişilik bir kuvvetle kafileyi izletiyordu. Hüseyin’in Kerbela’ya ulaştığını öğrenince sarp yerlere konumlanmasının engellenmesi, susuz ve savunmasız bir yere yönlendirilmeleri talimatını verdi ve Rey valisine de emrindeki kuvvetlerle Hüseyin’in üstüne yürüyüp işi bitirmesini söyledi.
Tam da bu sırada, döneklik ve kalleşliğin tarihine çok iğrenç bir yenisi eklendi. Şöyle ki; Hüseyin’i Küfe’ye davet edenlerin başında gelen Amr bin Haccac, Hüseyin’in kafilesinin su ile bağlantısını kesti. İşin vahametini fark eden Hüseyin savaşa başlamadan önce Yezid cephesinin önde gelenlerine “Küfelilerin davetiyle geldiğini 18 binin üstünde biat verenlerin sözlerinden caydıklarını” gerekçe göstererek “Bu nedenle bırakın dönüp gideyim.” teklifini Yezid’in vali ve komutanları aralarında tartıştıktan sonra reddettiler.
1339 yıldır yanan ateş
Güçlü ve donanımlı Yezid ordusunun karşısında Hz. Hüseyin safında yalnızca 23 süvari ve 40 piyade (kimi söylentilere göre bu sayı daha da az) bulunuyordu. Sinan bin Enes en Nehai (Allah’ın laneti üzerine olsun) cehennem sıcağından ve susuzluktan bitkin düşen askerlerinin başında kahramanca vuruşan Hz. Hüseyin’e bir harbe saplayıp atından düşürdü, önce saçlarını sonra mübarek başını kesti (10 Muharrem 61 – 10 Ekim 680), oğlu Zeynel Abidin’i kılıçtan Ömer bin Sa’d kurtardı.
Hüseyin’in kesik başı Şam’da Yezid’e iletildiğinde sahte üzüntü rolleri oynadığı kaynaklarda rivayet edilir. Kerbela şehitlerimizin naaşları ertesi gün Beni Esed mensuplarının ikamet ettiği Gadiriye köylülerince toprağa verildi.
1339 yıldır Alevisi-Sünnisi ile Müslümanların bağrında yanan bu ateşin küllenmemesinin temel nedeni; aslında siyasal nitelikli bir iktidar kavgasının topluma din ambalajıyla sunulmasıdır.
Vatanına bağlılıkta ve Cumhuriyete sadakatte öncü olan Anadolu Aleviliği,
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının mevalisi durumundadır.
Devlet aygıtının (bürokrasisinin) önemli hiçbir pozisyonunda kendisine
yer bulamayışı yanında, Sünni inanç değil İslamın tümünü kapsayacak biçimde kurulduğu halde Diyanet İşleri Başkanlığı’nda da temsil edilmeyişi,
Alevi-Muaviye kavgasının, Atatürk- AKP kavgası biçiminde sürdüğünü,
bunun da dini ve milli birliğimiz için riskler taşıdığını vurgulamak isterim.
İktidar 17 yıldan bu yana İhvancı ve Muaviyeci bir çizgide halk iradesiyle kendisinin sorumluluk duygusuna ve siyasal namusuna emanet edilen Cumhuriyet’le büyük bir kavga içinde ise de, yitirecek olan Cumhuriyet değil AKP’dir.
Bu politika eşyanın doğasına aykırı olup, sular sonsuza dek tersine akıtılamaz.
“Düştü Hüseyin atından

Şehid-i Kerbela’ya.
Cibril, yetiş haber ver
Sultan-ı Enbiya’ya.”

Tarihsel ömür ve toplumsal ömür

Tarihsel ömür ve toplumsal ömür

Semih Koray

Semih Koray
Aydınlık Gazetesi, 6.11.2018

Geçmiş, toplumsal ömrünü tüketmiş tortuların yanı sıra, geleceğin önünü açan tarihsel bir birikimi de içinde barındırır. Onun için her devrim, hem geçmişten köklü bir kopuşu, hem de geçmişin bütün insanlığa malomuş kazanımlarına yeniden can suyu verilmesini içerir. Kopuş, toplumu tortulardan arındırarak ilerlemenin yolunu döşerken, geçmiş, kazanımlarıyla ilerlemenin taşıyıcılığını üstlenecek toplumsal gücün oluşumuna katkıda bulunur.

GEÇMİŞİN KAZANIMLARI HANGİ SAFTA YER ALIR?

  • Atatürk Devrimi, hem ümmetin yerine milleti geçirerek, hem de saltanatı yıkıp Cumhuriyeti kurarak Osmanlı’dan köklü bir kopuşu gerçekleştirmiştir.

Ama aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu da dahil Türk tarihinin bütününü milletleşme sürecinin bir güç kaynağı haline getirmiştir. Aslında Türk milleti, Türk-İslâm Uygarlığı’nın insanlığa getirmiş olduğu aydınlığı Osmanlı idaresi altında değil, Atatürk Devrimi sayesinde öğrenmiştir. Çünkü bu feodal uygarlığın kazanımları da, artık tarihsel ömrünü doldurmuş olan feodalizmin Osmanlıcılık ya da İslâmcılığının değil, milletleşmeyi tek çıkış yolu olarak gören Atatürk Devrimi’nin safındadır.

AMERİKAN ‘İSLAMCILIĞI’

Emperyalizmin Ortaçağ’dan artakalmış yakın dostları, çöküşün ürünü olarak ortaya çıkmış en bağnaz ve en vahşi güçlerdir. Bunlar, “Soğuk Savaş Dönemi”nin Yeşil Kuşağı’ndan başlayarak, El Kaide ve DEAŞ’a, Çeçen ve Uygur teröristlerinden FETÖ’nün İslâmcılığına uzanan yelpazeyi kapsamaktadır. Bu, tasarımı, biçkisi ve imalatı ABD tarafından yapılmış bir “İslâmcılık”tır. Bu terör çeteleri, hem emperyalizm adına yıkıcı birer koçbaşı olarak kullanılmakta, ama aynı zamanda Amerikan emperyalizminin “Medeniyetler Çatışması” adı altında İslâm Dünyası’nı hedef tahtasına oturtmasınnın bahaneleri olarak kullanılmaktadır.

İSLAM DÜNYASINDA ABD KARŞITI CEREYANLAR

* Lâikliğin çiğnenmesinin, milletin birliğinin sağlanmasında zaaflara yol açtığına kuşku yoktur.
* Ama lâiklik, emperyalizmle bütünleşmenin değil, emperyalizme karşı milletin birliğini sağlamanın aracıdır.
* Lâiklik adına emperyalizme dayanmak ve ondan medet ummak, dünyada tarihi, ülkemizde de Atatürk Devrimi’ni tersine çevirmek demektir.

TARİHSEL ÖMÜR VE TOPLUMSAL ÖMÜR

Toplumsal sistemlerin “tarihsel ömür”leri ile “toplumsal ömür”leri arasında bir “zaman kayması” vardır. 20. yüzyılın başlarında emperyalist sistemin asalaklığı ve yıkıcılığının ulaştığı boyutlar, böyle bir sistemin tarihsel olarak sürdürülemezliği çıkarımını beraberinde getirmiştir. Lenin, emperyalizmi “can çekişen kapitalizm” olarak nitelerken, Mehmet Akif onu “tek dişi kalmış canavar” olarak betimlemiştir. Mao’nun dilinde ise, emperyalizm “kâğıttan kaplan”dır. Ama emperyalist sistemin yıkılışının tarihsel kaçınılmazlığı ile bu sistemin toplumsal ömrünü doldurarak ortadan kalkması arasındaki “zaman kayması”, halen yaşamakta olduğumuz bir olgudur.

Günümüzde benzer bir “zaman kayması”, Ezilen-Gelişen Dünya için de söz konusudur. Ezilen milletler, milletleşme sürecinin değişik aşamalarında bulunmaktadır. Bu süreç tamamlanmadığı sürece, feodal kalıntılar şu ya da bu ölçüde bu milletlerin içindeki varlıklarını sürdürmeye devam edecektir. Tarihsel ömürleri tükenmiş olsa bile, onların da toplumsal ömürleri henüz sona ermemiştir.

FEODAL KALINTILARI DÖNÜŞTÜRECEK OLAN EMPERYALİZMİN YENİLMESİDİR

Dünyanın bu iki kutbundaki “zaman kaymaları”, aynı sürecin ortak bir sonucu olarak son bulacaktır. Çünkü Ezilen-Gelişen Dünya’da feodalizmi tasfiye edecek olan milletleşme sürecinin ilerletilmesi, emperyalist sistemin geriletilmesine bağlıdır. Üstelik gelişmekte olan bir milletin emperyalizme karşı mücadelesinde kendi içinde sağlayacağı geniş birliktelik, aynı zamanda milleti feodal öğelerden arındırmaya katkıda bulunan bir toplumsal dönüşümü de beraberinde getirecektir.

Günümüzde devrimi vatan savunmasına bağlı hale getiren emperyalizm çağının gerçeği, budur.
===================================
Dostlar,

Olağanüstü akıllıca bir makale bu..
Zaten Prof. Semih Hocanın Matematik zekası dillere destan..
Yazı birkaç kez dikkatle okunsa ve aklı başında dostlarla tartışılsa yeridir..
Çoook öğretici ve yol göstericidir..
Özellikle dinci – islamcılara ve etnik ayrımcı – Kürtçülere..

Sevgi  ve saygı ile. 08 Kasım 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

TÜRBAN NEYİ ÖRTÜYOR?


Dostlar,

“Türban” kamuya giydirildi ve
Dinci iktidar muhkem bir mevzi daha elde etti.

Üstelik “basit” bir mevzuat düzenlemesi ile..
Bakanlar Kurulu eliyle bir yönetmelik değişikliği ile..
Onca yasa, Anayasa, AYM (Anayasa Mahkemesi) kararı, Danıştay ve Yargıtay kararı ve de
AİHM’nin temyiz kararları ortada iken..
İçtihatlaşmış yargı metinleri elde iken..
Hiç biri, zerrece “takılmadı” ve
apaçık bir dinci – sivil darbe ile bu “engel” (!?) de aşıldı..

Sonra ne oldu ??
Yönetsel yargıya taşınan Yönetmelik iptali istemleri ne sonuç verdi??

  • Bizler unuttuk ama Dinci devlet mücahitleri yeni mevzilere kilitlendiler..

Sayın Nusret Kebapçı’nın yazısını bu bağlamda arşivimizden aktarıyoruz..

Balık bellekli toplum olmayalım..

Sevgi ve saygıyla
07.02.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

TÜRBAN NEYİ ÖRTÜYOR?

Nusret KEBAPÇI

Durun, hemen “saçımızı” diyerek tepki göstermeyin…

Kesinlikle değil!

İsterseniz bu yani türban konusunda iktidarla muhalefet arasında herhangi bir fark
var mı önce ona bakalım…

İktidar anlaşılıyor ki kararlı…
Yani hükümetten gitmeden başkanlık, pardon…
Padişahlık sistemini getirmek için çabalıyor…
Bunun için ülkeyi yavaş yavaş din devleti yapmak yönünde gerekli tüm adımları da atıyor…

Peki, tüm bunlar yapılırken…
Ya kendisine muhalefet rolü verilenler, onlar ne yapıyor?
Asıl işin püf noktası burası…
Hem zaten muhalefet ederken hiç kimse ulus devletin parçalanmak istendiğinden…

Atatürk ilkelerinden…
Laiklikten…
Bu konuda yapılmış devrimlerden de söz etmiyor…
Ya ne deniyor?

  • “Benim annem de türbanlıydı…”

“Bu dinde yok!”
“Bu dinsel değil siyasal…”
Yani tam da ”istemem yan cebime koy durumu…”
Peki, işin gerçeği ne??
Hadi şöyle soralım…

Hükümetin demokrasi paketine önce kim destek verdi??
Biliyorsunuz ki AB…
Onun parlamentosu…
Temsilcileri…
Sözcüleri falan…

Nedenini sormanıza gerek yok AB ve ABD bölgede güçlü bir ulus devlet istemiyor
Bu nedenle ülkeleri etnik ve dinsel temelde olabildiğince ayrıştırmaya çalışıyorlar…
Yani ne denli  çok etnik ve dinsel kimliklere ayırabilirlerse o denli iyi…
Kendileri de bir o denli rahatlayacaklar…

İşte T.C.’yi hemen her yerden kaldırmaya çalışmaları bu yüzden…
Biliyorsunuz öncesinde de ulus devletin temel taşı olan ekonomisi yerle bir edilmişti…
Hemen her dilde eğitimin önünün açılmasının kıymeti harbiyesi de yine bu…

*****

Türbana gelince                          :

Bunu isteyenler, istedikleri düzende, kadınların yerinin olmadığını bilmiyorlar mı?
Pekâlâ biliyorlar…
Aslında o düzende yalnızca kadınların değil…
İşçinin de…
Halkın da…
Köylünün de yeri yok…
Peki din devleti olunduğunda…
Ulusal bilinç olur mu?
Ya bayrak…
Vatan…
Bağımsızlık…
Ya Türkçe…

O kalır mı?
İşte tüm bu ulusal değerler adım adım kaldırılırken, bunu görmemizi ne engelliyor dersiniz…

Elbette türban, başka ne olabilir ki!…