Etiket arşivi: Aydınlanma Devrimi

Cumhuriyetin serencamı (2002-2021)

Kemal ANADOL
29 Ekim 2021
Kemal ANADOL – Cumhuriyetin serencamı (2002-2021) (egedesonsoz.com)

3 Kasım 2002 gecesiydi. Genel seçimlerde seçmen merkez sağ partilerini cezalandırmış, kıl farkıyla DYP, az bir farkla MHP ve oldukça düşük oyla ANAP baraj altında kalmışlardı. Seçimlerde bize sürpriz yapan Cem Uzan’ın Genç Parti’si ise %7,25’e kadar yükselmişti. Gerçi o da baraj altında kalmıştı ama kendisiyle birlikte DYP ve MHP’yi de suyun dibine çekmişti. Başbakan Ecevit’in partisi DSP ise yüzde ikiyi bile bulamamıştı. Eğer DYP ve MHP Meclise girebilseler ülkenin tarihi değişecek ve koalisyon hükümeti kurulacaktı. Genç Parti İzmir’de CHP’nin arkasında ikinci partiydi. %17 oy almayı becermişti.

Toplumu şoka sokan bu sonuçların etkisi yurda dalga dalga yayılıyordu. Mili Nizam Partisi’nden Refah’a uzanan milli görüş çizgisini unutuveren toplum, yeni bir heyecanla AKP’ye sarılıyor, Türkiye siyasetinde yeni bir sayfa açılacağına inanıyordu. O günlerde İzmir’de en çok izlenen bölge televizyonu Ege TV akşam haber bülteninden sonra yeni seçilen milletvekillerine ekranlarını açıyordu. AKP ve CHP’den seçilen birkaç vekil programdaydık. AKP milletvekili arkadaş heyecanlanarak sonucu yorumladı: “Bu bir devrimdir!” Adeta bir refleksle müdahale ettim: “Doğru devrimdir ama karşı devrimdir!” Bu yargımda hiç yanılmadım. 1973 CHP-MSP koalisyonu sırasında Zonguldak Milletvekili ve MYK üyesiydim. Hareketi yürütenleri ve lider kadrosunu yakından tanıma olanağı bulmuştum.

İki partiden oluşan Meclis, ilginç tartışmalara sahne oluyordu. AKP sözcüleri “biz milli görüş gömleğini çıkardık” diyorlardı. Tutanaklara geçen yanıtımda “Gömlek değiştirmek kolay ama deri değiştirmek imkânsız” demiştim. “Gömleğinizi çıkarınca derilerinizin üstündeki dövmeler görünüyor!” Aslında AKP hiç değişmedi. Sadece Osmanlıca deyimle “takiyye” yapıyordu. AB’ye girdik diye İ. Melih’in arabasına binip saat 15.00’te Kızılay’da tur ve havai fişek atanlar bunlar değil mi? Şimdi nerede hangi kompartımandalar? Sözü uzatmaya gerek yok. AKP’nin önemli ismi Numan Kurulmuş, partisinin 25 Ocak 2021’de yapılan Üsküdar 7. Olağan kongresinde konuyu aydınlığa kavuşturmuş:

“Türkiye’de iki farklı siyaset yolu var. Bu yollardan biri Genç Türkler, İttihat ve Terakki, CHP ile bugünkü CHP’ye gelmiş siyasi çizgi. (…) Bundan 60 sene evvelki tartışma da hatta 150 sene evvelki tartışmalar da aynı. Diğer yol ise milletin inandığı yoldur. Milletin istikametidir.”

Aydınlığa kavuşturmuş ama noksan bırakmış. Diğer yolun temsilcileri kimler? Amerikan mandacılarının, İngiliz muhiplerinin, din adamı kılığı altında provokasyon yapan İngiliz casuslarının, Arap, Arnavut, Kürt, Rum ve Ermeni ayrılıkçılarının yuvalandığı melânet yuvası Hürriyet ve İtilâf Fırkası değil mi? Ordunun içinde cuntalar oluşturan ve darbe yapan Halâskâr Zabitan grubu değil mi?

Yunan kuvvetlerine karşı vatan savunması yapan ve her gün şehit üstüne şehit veren TBMM Orduları için “Siz Allah’ın emrine, halifenin fermanına uyarak bu canileri bu katil canavarları daha ziyade yaşatmamakla mükellefisiniz” diyen ve bu bildiriyi 30 Ağustos 1920 günü Yunan uçaklarıyla Anadolu köy ve kasabalarına attıran İskilipli Atıf’a son günlerde resmi makamlar başta olmak üzere bu kadar itibar gösterilmesi de aynı yolun yolcularının eseri değil mi?

Artık Atatürk düşmanlığı imalı, gizli kapaklı olmaktan çıkıp açık hale geldi. “İki ayyaş”“80 yıllık reklam arası”“150 yıldır başkasının hikâyesini yazdık, artık kendi hikâyemizi yazacağız” tanımlarını alt alta yazmaya kalksa buna sütunlar yetmez.

Bugün Cumhuriyete ve onun kurucularına karşı iki akım vardır piyasada. Birinci Hürriyet ve İtilâf Fırkasının bugünkü temsilcileri, Mustafa Sabrilerin, İskilipli Atıfların ve mütareke basını yazarlarının manevi torunları! İkincisi de numaracı cumhuriyetçiler! Bu ittifakın ideolojik yanını oluşturmak görevi eski solculara verilmişti. Onlara göre Cumhuriyet, asker ve sivil bürokratlar tarafından kurulmuştu.

Doğrudur, antiemperyalist mücadeleyi destekleyecek burjuvazi mi vardı? İstanbul’daki bir avuç burjuva da padişahın eteği dibinde İngiliz uşaklığı yapıyordu. Gerçekleştirilen aydınlanma devrimi demokratik değilmiş! Tarihe dünün değil bugünün gözlüğüyle bakan ve hep yanlış sonuçlar çıkaran bu takıma sormak gerek:

  • Gazi Mustafa Kemal ve TBMM, Cumhuriyet ilânını referanduma mı götürseydi?

Beyler yapılan işin adı devrimdi! 1789 Fransız ve 1917 Bolşevik devrimlerinden etkilenen ve mazlum dünyaya bağımsızlık yolunu açan Anadolu İhtilâliydi…

“Kemalizm resmî ideolojiydi. Atatürk resimleri devlet dairelerinin duvarlarında asılı duruyor” diyorlar. Bu da doğrudur. Ama günümüzde değil! 12 Eylül cuntası ve faşist Evren’in Atatürk’ün saygınlığına zarar veren uygulamaları geçmişte kaldı.

Ulusal bayramlarda Anıtkabir’e gitmemek için o güne mahsus hasta olan devlet ricali, yine ulusal bayramlarda Atatürk anıtlarına çelenk koymayı bile engellemek için konan acayip yasaklar hatta para cezaları. Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığının yurttaşı küstüren ve öfkelendiren konuşmaları…

Çarpıcı bir örnek vereyim: Karşıya ADD Başkanı Ufuk Yıldırım üyeleriyle birlikte Afyon’da 26 Ağustos Zafer törenlerine katılır. Milletvekilleri, valilik görevlileri, güvenlik güçleri oradadır. Bir din adamı şehitler için dua okur. Saydığı sıfatlar içinde Atatürk yoktur! Başkan hocaya “Niye Atatürk’ün adını anmadınız?” diye sorunca aldığı yanıt ilginçtir. “Şehitler için okudum. Onların içinde o da var!” ADD Başkanı “Olmadı” der. “Atatürk şehit değil gazi ve şimdi aramızda değil. Neden böyle yapıyorsunuz?”

Düşünebilir misiniz? Büyük Taarruzun komutanı ve zaferden sonra Mareşal rütbesi alan Atatürk yok sayılıyor! Bu zavallı tertiplerle halkımızın bağrındaki Mustafa Kemal’i unutturacaklarını mı sanıyorlar?

Ama ben bu örneklerden şikayetçi (AS: yakınmacı) değilim. Çünkü AKP sayesinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk devlet korumasından çıktı halkın, yığınların sevgi seli içine yerleşti. Anıtkabir’i her bayram dolduran yüz binlerce yurttaşın elinden bu sevgiyi almaya kimsenin gücü yetmez, yetmeyecek!

Tam bağımsız Türkiye diyenlerin, aydınlanmacıların, çağdaşların, Atatürkçülerin ve Kemalistlerin Cumhuriyet Bayramını yürekten kutluyorum.

 

Gazi, öğretmen, pusula…

Gazi, öğretmen, pusula...

Gazi, öğretmen, pusula…

Yeniçağ, 24 Kasım 2019

Atatürk Bursa’dadır ve onu İstanbul’dan ziyarete gelen bir küme öğretmene seslenirken şunları söyler;

“Bayanlar, baylar…
Ordularımızın kazandığı zafer, sizin ve sizin ordularınızın zaferi için, ortam hazırladı… Gerçek zaferi siz kazanacaksınız, yaşatacaksınız ve kesinlikle başarıya ulaşacaksınız… Ben ve sarsılmaz inançla bütün arkadaşlarım, sizi izleyeceğiz ve sizin karşılaşacağınız engelleri kıracağız…”Tarih 24 Mart 1923…

Büyük Önder, Kütahya lisesinde öğretmenlere seslenirken söyle konuşur;

“Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur… Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Bir millet, irfan ordusuna sahip olmadıkça savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferin köklü sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür… Bundan sonra yapacağımız yenilikler milletimize bir karanlık gibi çöken genel cehaleti mağlup etmek… İrfan ordusunun ruhu olan siz öğretmenlerin aynı yeteneği ortaya koyacağınıza eminim…”

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk işgalin, yağmanın yanı sıra gericiliğin- yoksulluğun ve geri kalmışlığın da yenildiği Kurtuluş Savaşı‘nın ardından bu kez Aydınlanma Devrimi‘nin başarıya ulaşması için çaba gösterirken, bu uğurda en çok mücadele eden insanların öğretmenler olduğunun bilincindeydi… Gazi, işte o yüzden sık sık okulları ziyaret eder, sınıflarda öğrenci ve öğretmenlerle sohbet eder, eğitim ve öğretimin Türkiye’nin geleceği için ne denli yaşamsal olduğunu anlatmaya çalışırdı… İşte bu yüzden Atatürk‘ün, bütçe görüşmeleri sırasında aldığı tavır da eğitim-öğretim- okul ve öğretmene ne denli önem verdiğini bir kez daha gözler önüne serer…

Yıl 1923… Meclis’te vekil maaşları tartışılırken dönemin Maliye Bakanı olan Gümüşhane Milletvekili Hasan Fehmi Ataç, Atatürk‘e, “Paşam vekil maaşlarını düzenleyeceğiz, ne kadar verelim?” diye sorar… Gazi Paşa kısaca düşünür ve şu yanıtı verir;

  • “Öğretmen maaşlarını geçmesin…”

Eğitimciler çıkmazda…

Ve yıl 2019… Türkiye, Aydınlanma mücadelesinin engellerle karşılaştığı bir süreçte sübyan mekteplerinden tarikat medreselerine dek eğitimin kuşatıldığı bir dönemi yaşarken, Tevhid-i Tedrisat Devrim Yasası üzerinde yaşanan erozyon da ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasını engellemeyi sürdürüyor… 600 bin öğretmen adayı iş beklerken, iktidar acilen atanması gereken 200 bin öğretmenle ilgili de bir şey yapmıyor… Ve tam da bu sırada Türk Eğitim-Sen‘in 6 bini aşkın öğretmenle yaptığı anketin sonuçları yalnızca öğretmenlerin içinde bulunduğu sarsıcı ortamı değil, eğitim-öğretim sürecinin nasıl darbe aldığının sonuçlarını da gösteriyor… Ankete katılan öğretmenler 3800 lira ile 5000 lira arasında aylık aldıklarını açıklamışlar…

Ankete katılanların %30.8’inin kredi kartlarıyla yaptığı harcamalar maaşlarının yarısına denk geliyor… Öğretmenlerin % 63’ünün bankalara kredi borcu var, %67’si birikim yapamıyor. Öğretmenlerin %49.2’si en çok gıda ürünlerine yapılan zamdan etkilendiğini ifade etmiş, %38’den çoğu kirada oturuyor. Ankete katılanların %95.4’ü toplu sözleşmede yapılan zam oranlarının ekonomik yitiklerini karşılamadığını söylemiş.

Son yıllarda okullarda yaşanan şiddet olaylarının sonuçları da ankete yansımış… Çünkü öğretmenlerin %56.9’u okulda kendini güvende duyumsamadığını söylemiş, %49’u bir ile 7 kez arasında şiddetle karşılaştığını açıklamış… Öğretmenlerin %11.9’unun psikolojik sorunlar  -sinirli olma durumundan yakındığı da ortaya çıkmış. İşte bu yüzden ankete katılanların %94.1’i mesleği nedeniyle yıprandığından yakınmış…

Ve tabi ki öğretmenlerin %84.6’sı iş güvencelerinin tehdit altında olduğunu ifade etmiş… Ankete katılanların %41.7’si Türkiye’nin en büyük sorunu olarak ekonomik sorunlarla işsizliği görürken; % 27.8’i yandaş kayırmacılık, liyakatsizlik, %21.1’i eğitimde yaşanan sorunlar, %8.1’i terör ve güvenlik tehdidi, % 0.1’i sağlıkta yaşanan sorunlar yanıtını vermiş. Anket sonuçlarını Yeniçağ’a değerlendiren Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı Talip Geylan, “Öğretmenlerimiz ehliyetsiz ve liyakatsiz insanların iş başına getirilmesinden büyük rahatsızlık duyuyor.” demiş…

Ata’nın gösterdiği hedef…

Evet; bu gün 24 Kasım… Yani Öğretmenler Günü… Çünkü Millet Mektepleri‘nde kara tahtanın başına geçerek dersler veren ve 1924 yılında Ankara’da toplanan öğretmenler kurultayında, “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” diye seslenen Atatürk’e Bakanlar Kurulu 11 Kasım 1928 günü yaptığı toplantıyla, “Ulus Okulları Başöğretmenliği” ünvanını verdi… Atatürk, Millet Mektepleri Başöğretmenliğini 24 Kasımda kabul etti…

Öğretmenlik mesleğinin ne denli yaşamsal olduğunu bilinciyle, Aydınlanma Devrimi‘ni yüceltmeye çalışan Atatürk, mesleğin vefalı çalışanlarından övgü ile söz etmiştir… Öğretmenlere seslenirken yaptığı şu konuşma da bunun önemli kanıtlarından biridir :

  • “Benim asıl anlatılacak yanım, öğretmenliğimdir… Topluma, milletime ben öğretmenlik yapabiliyorsam, beni onunla anlatın… Yoksa kazandığım, yaptığım öteki işlerle beni anlatmanız pek önemli değildir.”

Evet; Atatürk‘ün 100. doğum yıldönümü nedeniyle, 1981’den başlayarak 24 Kasımlar “Öğretmenler Günü” olarak kutlanıyor… Gazi‘nin aşağıdaki konuşması ise son yıllarda işsizlik, siyasal baskı, gericilik, geçim sıkıntısı ve en çok da can güvenliği tehdidi altında yaşamaya çalışan öğretmenlere yine de umut ve enerji veriyor :

  • “Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcileri, yeni nesli sizler yetiştireceksiniz… Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister… Yeni nesli, bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir… Sizin başarınız Cumhuriyetin başarısı olacaktır.”
  • “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”

Cumhuriyetin tüm öğretmenlerinin 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlu olsun…

ZAFER ÇIĞLIKLARI

ZAFER ÇIĞLIKLARI!?

Suay Karaman

En büyük bayramımız olan kimsesizlerin kimsesi cumhuriyetimizin 96. yılını içimiz buruk ama geleceğe ilişkin ümidimizle kutluyoruz. İçimiz buruk çünkü 10 Kasım 1938’den beri ülkemiz iyi yönetilememektedir. Atatürk ilke ve devrimleri çiğnenmektedir, ülkemiz ortaçağ karanlığına doğru savrulmaktadır.

Özellikle AKP iktidarı ile laik ve demokratik cumhuriyetimiz sorgulanmaktadır, hukuksuzluk bu dönemin ana karakteri durumuna getirilmiştir. Ekonomi çökmüş, işsizlik ve açlık büyük boyutlara ulaşmış, paramız yabancı paralar karşısında sürekli değer yitirmektedir. Denk bütçe yapmanın adı bile unutulmuştur. Eğitim her kademede imamlaştırılmış, sorgulamayan ve düşünmeyen bir kuşak yetiştirilmektedir. Eşsiz liderimiz Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” sözü bırakılarak, komşularımızla savaş ortamına girilmiş, ülkemizin saygınlığı ayaklar altına alınmıştır.

  • Sahte zafer çığlıklarıyla toplum uyutulmaktadır.

Sekiz yıl önce Suriye’yi yemek için el ele verenler, bugün yaptıkları yanlışları, zafer olarak topluma sunmak istemektedirler. Ancak zararla yerimize oturduğumuzu gözden kaçırmamak gerekir. Şam’da Cuma namazı ile başlayan Esad rejimini yıkma ve İhvan rejimi kurma hedefini gerçekleştirmek için PYD terör örgütüyle işbirliği arayanları, Suriye’nin kuzeyinde terör bölgesinin oluşmasına katkı yapanları, sınırlarını Esad’ı devirmeye gelen uluslararası teröristlere açanları unutmamalıyız.

Siyasal iktidarın Suriye’nin kuzeyinde Barış Pınarı Harekâtı için koyduğu hedefler şöyleydi: 440 km genişliğinde ve 32 km derinliğinde güvenli bir bölge oluşturulacak, PKK-PYD-YPG terör örgütleri temizlenecek ve Türkiye’deki Suriyeliler güvenli bölgeye yerleştirilecek. Barış Pınarı Harekâtı sürerken, ABD ile yapılan anlaşma sonucunda, harekâta ara verilmiştir. Verilen bu ara sırasında Rusya ile yapılan anlaşma sonucunda da, Rusya Dışişleri Bakanı harekâtın sona erdiğini bildirmiştir. Ancak siyasal iktidar ve yandaş basın büyük zafer elde edilmiş havasındadırlar.

Yapılan anlaşmalar sonucunda şu soruları sormak gerekir:

  • 4 milyon Suriyeli neden ülkemize geldi, 40 milyar $ neden harcandı?

On ülkeye yaptığımız dışsatım durduğu için neden 200 milyar $ yitirdik ve en önemlisi madem sekiz yıl önceki konuma geldik, o halde neden bu denli çok şehit verdiğimiz sorgulanmalıdır. Bunlar sorgulanmadan zafer çığlıkları atılamaz.

Bu arada hem ABD, hem de Rusya’nın PKK-PYD-YPG terör örgütüne verdikleri destekten vazgeçmeyecekleri görüldü. Bu iki devlet sayesinde terör örgütü, güvenlik bölgesinin güneyine yerleşti. Bunların yanında siyasal iktidarın, Suriye’nin bağımsızlığı ve siyasal birliğini korumak için tek yolun Suriye devletiyle görüşmekten geçtiğini geç de olsa anlaması, başarı sayılmalıdır. Güçlü ve üretken ekonomi olmayınca bağımsız dış politikanın mümkün olmadığını bilmeyenlerin, büyük önderimiz Atatürk’ün “iktisatsız, istiklalin olamayacağı” sözünü, belleklerine kazımaları gerekir. Türkiye’nin geçmişte yaptığı hataları bırakarak, bugünün koşullarında yeni ve gerçekçi bir politika uygulaması gerekmektedir. Kısacası; sekiz yıl sonra Esed, yeniden Esad olacaktır.

ABD Başkanı Donald Trump’ın, AKP Genel Başkanına yolladığı 9 Ekim 2019 tarihli tehdit ve şantaj dolu düzeysiz mektubu “çöp sepetine attık” demekle iş bitirilmez. Bu mektuba yanıt veremeyenlerin, ABD’ye giderek tepki vereceklerini söylemeleri de gerçeği yansıtmamaktadır.

Kırmızı bültenle aranan Suriye’deki PYD-PKK terör örgütünün başı Ferhat Abdi Şahin’in, ABD Başkanı tarafından el üstünde tutulması büyük bir skandaldır. Ancak buna tepki veren siyasal iktidar ciddiye alınmamaktadır. Çünkü kendilerinin de PKK terör örgütüyle Oslo’daki görüşmeleri, Habur çadır mahkemeleri belleklerdedir. Yerel seçimlerde PKK terör örgütünün bebek katili başının kırmızı bültenle aranan kardeşi Osman Öcalan’ı, devletin televizyonuna çıkartıp konuşturanların ABD’ye tepki vermesi inandırıcı değildir. Aynı şekilde Rusya Savunma Bakanı’nın da kırmızı bültenle aranan bu terörist ile görüşmesi sorgulanmalıdır.

Yıllardır tüm bu yaşananlar nedeniyle Cumhuriyetimizin 96. yılını içimiz buruk kutlamaktayız. Ama geleceğe dönük ümidimizi hep koruyoruz. Çünkü cumhuriyet yönetimi, Atatürk ilke ve devrimleriyle çağdaşlaşma hedefini gerçekleştirerek, Ortaçağ karanlığına son verdi. Osmanlının borçlarını da ödeyen cumhuriyet yönetimi hiç dış borç almadan, sürekli denk bütçe yaparak, her şeyi kendisi üretiyor ve büyük kalkınma sağlıyordu. Aydınlanma devrimi ile kalkınan ülkemizde, cumhuriyetimize sahip çıkarak, yine ışıltılı günlere döneceğimiz bilinmelidir.

Bu duygularla Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.

Zafer çığlıklarımızı

  • yaşasın Mustafa Kemal Atatürk, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti diye atıyoruz…

Mine Söğüt : Çocuk ve devlet

Çocuk ve devlet

Mine Söğüt 
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
Birileri… 
Gönderildikleri sübyan mekteplerinde öğretilenler yüzünden cennete gitmek için bir an önce ölmek isteyen bebeklere bir bakacaklar. 
Sonra üniversitelerde Kadın eli sıkmak ateş tutmaktan daha korkunç” diyen rektörlere bakacaklar. 
Ve kendi kıymetli çocuklarını bu devletten korumanın gittikçe zorlaşan hatta imkânsızlaşan yollarını arayacaklar. 
Becerebilirlerse belki onu bu ülkeden kaçıracaklar.
Bu sayede Müslüman bir Ortadoğu ülkesinin bir avuç kara bahtlı laik çocuğu kendisini, kendisine ait olmayan yabancı bir medeniyetin kollarında bulacak ve görece bir şekilde kurtulacak. 
Ya geri kalanlar… 
Kaçamayanlar ya da kaçmaya ihtiyaç duymayanlar… 
Onlar… 
Bu ülkede okumak, bu ülkede büyümek zorunda kalan ve artık “kayıp” olan çocuklar… 
Onlar… 
Ya yoksulların, o eğitimi almaktan başka çaresi olmayanların çocukları; 
Ya da din tacirliğinin ne anlama geldiğini hâlâ anlayamayanların çocukları. 
Sokaktaki simitçinin, yanınızdan geçen taksicinin, bir fabrika işçisinin, bir temizlik görevlisinin, postanedeki memurun, hastanedeki hemşirenin, otobüsteki şoförün, çarşıdaki kadının, yan dairedeki göçmenin… 
Yani artık sisteme uyum sağlamış, baş eğmiş, yılmış, ikna olmuş olan çoğunluğun çocukları. 
Yüz yıl önce kendi coğrafyasında devrimleri ve eğitim seferberliğiyle çağdaşlık yolunda benzerlerine fark atmış bu Cumhuriyeti yıkmayı kafasına koyanların hedefinde o çocuklar var
Eğitimi kabuğundan çekirdeğine kadar bunun için dinselleştiriyorlar. 
Yeni nesilleri korkunç bir projeye kasten ve hızla kurban ediyorlar. 
Osmanlı’nın aydınlanma çağlarını bile üç adımda gerisin geriye aşıp, ülkeyi tam teşekküllü bir İslami ortaçağa doğru itekliyorlar. 
Şu anda bu ülkede çöken, sadece bir rejim değil. 
İnşası ve tesiri zaman alan ve daha tam olgunlaşamadan barbarlar tarafından hunharca yağmalanan aydınlık bir akıl da çöktü, gitti. 
Düne kadar daha iyi bir sistem için çalışabilecek olan, aksaklıkları sorgulama becerisine sahip, istekleri ve hedefleri ve itirazları olan bu akıl bir an önce küllerinden yeniden doğmazsa… 
Yeni nesiller korkunç bir akılsızlık çağında yetişecekler. 
Ve tekrar bir aydınlanma yaşamak için işe çok ama çok geriden başlayacaklar. 
Çocukları daha neredeyse bebekken hayattan çalıp kalplerini günah korkusuyla mühürleyenler; 
Yetişmelerinin her aşamasında akıllarına kara kara düşünceler düşürenler… 
Hükmedecekleri insanların kalpleri hevesten ve meraktan ve sevinçten değil, sadece korkudan atsın isterler. 
O yüzden çocukların taze aklını okullarında tamamen hurafelerle beslerler. 
Sorgulayan, araştıran ve baş kaldıran nesillerin yeniden dirilme ihtimaline karşı… 
Çocukların kendilerine güvenini erkenden okullarda devlet emriyle ezerler. 
Bunlar daha iyi günler. 
Anaokulundan üniversitesine kadar cehalete bulanmış bir ülkede olacaklar daha olmadılar. 
Üstelik… 
Bugün bu ülkenin çocuklarının ve dolayısıyla geleceğinin üzerine düşen bu korkunç gölge;
Aslında ne iktidarın ticaretini yaptığı inançla ilgili, ne de cehaletle. 
Büyük ve kirli bir serveti paylaşmak uğruna savaşlarla tutuşturulan kanlı bir coğrafyanın tam ortasına çadır kurmuş kurnazların… 
Dünyayı çekip çeviren rezil servetten pay kapma kumarındaki ahlaksızlığı ve hadsizliğiyle ilgili. 
Evet, bütün devletler kirlidir. 
Ama bazıları daha da kirlidir.
===============================
Dostlar,

Ne yazık ki acı, çok acı saptamalar…
Bu koyu dinci hatta yobaz eğitim sisteminin 10-15 yıl sürdürüldüğünü düşünelim..
Türkiye herhalde “mollalar, mensuplar, meczuplar” ülkesine dönüştürülmüş olacaktır.
Bu çok ciddi saldırının durdurulması gerek. Hem de gecikmeden..
Danıştay’da görüşülmesi gereken Yönetmelik iptali başvurusunun oyalanmadan bitirilmesi gerek. AKP ısrar eder de dinci eğitimi yasalaştırırsa bu kez CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne taşıması gerek.. O da olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine..
Bir yol bulunmalı, bu karanlık yırtılmalı..
Aileler, okul aile birlikleri – veliler, öğrenciler, öğretmenler birlikte direnmeli AYDINLANMA DEVRİMİ’ne dönük karanlık saldırıya..

Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Hayasız – soysuz ve alçak!..

Hayasız – soysuz ve alçak!..

Ümit ZİLELİ
KORKUSUZ, 9 Mayıs 2017

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Büyük Devrimciye olan kin ve nefret dedelerinden yadigardır!..
O dedeleri ki, vicdanları en ufak şekilde sızlamadan, dinlerini, namuslarını, şereflerini satıp, İngiliz’in, Yunan’ın safında yer almış vatansız yobazlardı… İslam-Teali Cemiyeti‘ni kuran, Yunan ordusunu padişahın ordusu, İslam’ı kurtaracak ordu olarak selamlayan bu herif-i naşerifler hiç utanıp sıkılmadan Yunan Başbakan’ı Dimitrios Gunaris’e kendilerine yardım edilmesi yani altın verilmesi durumunda Bursa’da Yunan desteğinde bir devlet kurup, Kuvayı Millicilere karşı savaşma teklifinde dahi bulunmuşlardı…
-Tarihin görüp görebileceği en soysuz yobazlardı!..
İslam Teali Cemiyeti’nin kurucusu, Atatürk ve arkadaşları hakkında idam fermanında şeyhülislam olarak imzası bulunan, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra önce Yunanistan’a kaçıp çıkardığı gazetede Türklere kin kusan, “Türk olmaktan tiksinirim” diyen, sonra Mısır’da ölen hain Mustafa Sabri‘ydi… Yardımcısı ise kıyafet devrimi sırasında milleti Cumhuriyet’e karşı kışkırtmaya çalıştığı için idam edilen İskilipli Atıf isimli gerici yobazdı…
Yurtseverlerin kaybetmesi, Yunan ordusunun kazanması için ellerinden gelen her şeyi eksiksiz yaptılar; “Din elden gidiyor”, “Kuvayı Milliciler hayduttur, Bolşeviktir” yalanlarıyla Kurtuluş Savaşı’nı baltalamak için türlü hainlik ürettiler…
-Ancak başaramadılar!..
Aydın din adamları dahil, milletin her kesimiyle kucaklaşan Mustafa Kemal ve arkadaşları, bu soysuz ve hain güruhu tıpkı düşman ordusu gibi ezdi geçti!.. Kimi kaçtı, kimi aman diledi, kimi ise yeni hayınlıklar tasarlamak için yeraltına sığındı…
-Gerici hainlerin defteri uzunca bir süre için dürülmüştü!..
 

GÜNÜMÜZÜN MUSTAFA SABRİLERİ!..

Atatürk’ün ölümüyle yer altından çıkmaya başladılar…
Çok partili sisteme geçişle birlikte özellikle Aydınlanma Devrimi‘nin yeterince ulaşamadığı yerlerde örgütlendiler. Özellikle 1950’den itibaren (AS: başlayarak) güçlenmeye başladılar. Yaklaşık 20 yıl sağ partilerin kucağında palazlandıktan sonra bir bölümü kendi partisini kurdu.
30 yıllık bir süreç, biri post-modern diğer ikisi klasik darbe, istikrarsız bir süreç sonunda kendisine “Muhafazakar Demokrat” sıfatını yakıştıran ancak “İslamcı” çizgiye olan muhabbetini her fırsatta ortaya koyan bir parti iktidara geldi. Son 15 yıldır işte bu düşüncenin yönetiminde yaşıyor Türkiye…
Yıllar içinde “Yeni Türkiye” “Yeni Osmanlı” masallarından cesaret alan Mustafa Sabri ardılları tarihi ters yüz etmek, Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyeti karalamak için en soysuz, en alçak yalanlarla sahne aldılar… Bunlardan birini tanıyorsunuz; kerameti kendinden menkul bir
“derin tarihçi!” Adı Mustafa Armağan… Geçmişine baktığınızda gerçekten derin bir Fetullah hayranlığı, çöp kadar değeri olmayan bir yığın dedikodu, iflah olmaz bir Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı görürsünüz…
Ahmet Hakan dün köşesinde bu herife “Yavşak” diyerek bence paye vermiş; benim tercihim “Çukur” sözcüğüdür… İşte bu çukur zat önce “Derin Tarih” isimli dergi formundaki paçavrasında “tarihe düşen bomba” üst başlığı ile şu kapağa imza attı:

  • Latife Hanım’ın 91 yıldır gizlenen mektubu: “Kemal Paşa çakma Napolyon’dur.” 

HAYASIZ RUHLAR!..

Şimdii, Atatürk ile kısa bir süre evli kalan, ayrıldıktan sonra 1975’te vefat ettiği ana kadar ilişkisi ile ilgili tek kötü söz etmeyen Latife Hanım’ın böyle bir mektubu var mıdır, dilimize girişi epey yeni olan “Çakma” gibi bir argo sözcüğü kullanır mı gibi soruları bir yana bırakarak şöyle bir bakalım:
-Büyük devrimcinin yaşamını didik didik ettiler, olmadık iftiralara yeltendiler olmadı…
-Paşa’yı Vahdettin Anadolu’ya memleketi kurtarsın diye gönderdi. Bin altın da yanına verdi dediler, Kurtuluş Savaşı’nın hangi koşullarda yapıldığını bilen millet kahkahayla güldü…

-Mustafa Kemal’in yaptığı emperyalizme karşı savaş değil, yalnızca bir Türk-Yunan savaşıdır iddiasını öne sürdüler, Yurdun dört yanının işgal altında olduğunu, İngilizlerin yediği haltları bilen millet suratlarına tükürdü, sadece rezil olmakla kaldılar…
Öne sürdükleri hiçbir iddia doğru çıkmadı, yalnızca küçüldüler, soysuzlaştılar… Öyle ki, akılları fikirleri ancak apış arasına çalışan bu alçaklar sonunda Atatürk‘ün manevi kızı Afet İnan‘a çamur atacak denli zıvanadan çıktılar; Afet Hanım’ın Gazi’nin manevi kızı değil, sevgilisi olduğunu öne sürdüler!..
TVNet ekranında geçen şu zavallı konuşmaya bakın; program sunucularından, Akit yazarı Yavuz Bahadıroğlu Afet Hanım ile ilgili soruyor: “Güzel miydi?” Diğer sunucu Mustafa Armağan yanıtlıyor: “Gençliğinde güzeldi ancak sonradan şişmanlıyor!” Şu pespayeliğe, şu şeref yoksunluğuna bakar mısınız?
Ellerinde belge var mı? Yok! Yalnızca tahminler, rivayetler üzerinden bu ülkenin kurucusuna olabilecek en haysiyetsiz en alçakça şekilde iftira furyası var!.. Bırakın dini, imanı…
-İnsan olan böylesine hayasız, böylesine soysuz olabilir mi?..
Yanıt tabii ki sorunun içinde!.
===================================
Dostlar,

KORKUSUZ Gazetesi yazarı Sn. Ümit Zileli‘ye bu yazısı için teşekkür borçluyuz.
Müslüman, Hıristiyan, Musevi….. her kim olursa olsun, İNSAN OLMA’nın belki de ilk koşulu DÜRÜST olmak değil midir? Bu takıntılı zavallı ATATÜRK düşmanları attıkları iğrenç iftiralar için hangi geçerli kanıtı ileri sürebilirler?? Kaynak Yayınlarınca çıkarılan değer biçilmez ATATÜRK’ün BÜTÜN ESERLERİ adlı 30 ciltlik muazzam belgesel ansiklopediye biraz göz atsalar, belki de vicdanları uyanacak, bakıp görmeyen gözleri açılacak.. Belki VEFA‘yı anımsayacaklar.. Zavallılar..
Ancak sorun MİLLİ EĞİTİM’de değil mi?
Ülkemizin yakın tarihini nesnel olarak öğretmiyor, öğretemiyoruz.
AKP de son 15 yıldır bu yaşamsal işlevi engelleyip tersini yapıyor.
Türkiye ektiğini biçiyor ve hızla yozlaşarak köklerine yabancılaşıyor.
Bu akıl dışı gidişe son verme zamanı geldi, geçiyor..
“HAYIR” bileşenleri ilk yerel – genel seçimde bu lanetli gidişi “DUR” demeli..

  • AKP – RTE bu olayı açıkça kınayıp, “bedelini ödeyecekler” diyebilir mi?
    Demezse – diyemezse nedendir acep??
  • Bu yazımızı Cumhuriyetin savcıları suç duyurusu olarak kabul etsinler istiyoruz.

    Erdoğan’ı birazcık eleştirenler gece yarısı evlerine baskın yapılıp kelepçelenerek götürülüyor ve günlerce kollukta tutulup sulh ceza yargıçlarınca (Mahkemelerince değil!?) tutuklanarak yargılanıyor, hapis ve para cezası, güvenlik tedbirleri yaptırımı görüyor. AİHM‘nin istikrar kazanmış içtihatları dikkate alınmadan, gerçekte “zımnen ilga” TCK md. 299 uygulanarak.. Bu gerçek dışı küstah ve sefil saldırı, 5816 sayılı ATATÜRK ALEYHİNE İŞLENEN SUÇLAR YASASI (RG: 7872, 31.07.1951) kapsamında ne yaptırım görmeli, anımsatalım :

Md. 1 : Atatürk‘ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır….
Md. 2 : Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır…. (Yasa toplam 5 madde..)

Yüce ATATÜRK ve AYDINLANMA devrimi bu topraklarda sonsuza dek yaşayacak.
Tüm yarasaları da aydınlatıp ısıtarak, insanlaştırarak; mazlumlara örnek ve umut olarak!

Sevgi ve saygı ile. 10 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Not : Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, “Atatürk’ün hatırasına hakaret etme” suçundan Süleyman Yeşilyurt ve Hasan Akar hakkında iki ayrı soruşturma başlattı. Yeşilyurt ve Akar hakkında gözaltı kararı verildi. TVNET’te yayımlanan “Derin Tarih” adlı programda Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili sözleri nedeniyle Süleyman Yeşilyurt’a Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığınca “Atatürk’ün hatırasına hakaret etme” suçundan soruşturma başlatıldı. Öte yandan savcılıkça Hasan Akar’ın Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım hakkında sosyal medyada paylaşılan bir videoda söylediği sözler nedeniyle yine aynı suç kapsamında ayrı bir soruşturma daha açıldı. Savcılıkça Yeşilyurt ve Akar’ın gözaltına alınmaları için Emniyet’e talimat da verildi. (Cumhuriyet, 10.5.17)

Yandaş kanalda skandal sözler: Atatürk’ün manevi kızını sevgilisi yaptılar

Çarpıcı 5 Yansı İle 13 Ocak 2015 Türkiye Gündemi

Çarpıcı 5 Yansı İle 13 Ocak 2015 Türkiye Gündemi

Slide1
Slide2Slide3Slide4Slide5

AKP iktidarı irticayı – huraefyi beslemeyi sürüdürüyor..

Türkiye’yi geri götürmeye çabalıyor.. Nafile çaba..

Aslında AKP’nin kafasında köktenci bir şeriat düzeni de yok sanırız;
çünkü kendi alıştıkları lüks yaşam düzenine de uymaz..

Haa, Suudi Arabistan’da olduğu gibi yüksek surların içinde her türlü safahat sürdürülürken
halka sokakta zorla din polisiyle şeriat dayatılabilir mi; Türkiye oraya dek sürüklenebilir mi??

Hiç kusura bakmasınlar.. o denli uzun boylu asla değil..
Bu topraklarda laikleşme – sekülerleşme taa 1839’lardan beri sürüyor…
Yakınlarda tamamlanacak olan da şeriatçı darbe değil,
ATATÜRK’ün AYDINLANMA DEVRİMİDİR!..

Tabii devrimlerin “sürekli” olduğunu da aklımızdan çıkarmıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
13.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ataol BEHRAMOĞLU : UMUT YILI

UMUT YILI

ataolbehramoglu

Ataol BEHRAMOĞLU
03.01.2015, Cumhuriyet

Yeni bir yıla genellikle umutlu bir başlangıç yapılır…
Daha iyi bir yaşam için önceden alınmış kararların uygulamasına geçilir…
Gelecek günlerin ne getireceği bilinemese de, umut için nedenler vardır ya da bize öyle gelir…
Yaradılıştan kötümserleri ya da kötümser olmak için ciddi nedenleri bulunanları
bu genellemenin dışında tutuyorum…

***

Bireysel yaşamlar için geçerli olabilecek bu gibi genellemeler,
konu toplumsal sorunlar olduğunda zora girer…
Çünkü burada güvenilir değerlendirme ölçütü, kişisel yaşamlar için olması gerekenden
çok daha fazla, bu sorunları irdeleyip anlamaya çalışırken ne ölçüde bilgisel donanıma
sahip olduğumuzdur…
Bizimki gibi temel eğitimde ciddi açıkları bulunan ve “enformasyon kirlenmesi”nin
son sınırlarda olduğu ülkelerde, büyük çoğunluk bu alanda da sağlam bilgilerden
çok dedikodularla, duygularıyla, mizaç özellikleriyle hareket eder…
Gelelim yazının başlığının da çağrıştırabileceği asıl konuya…

***

İlk günleri yaşanmakta olan 2015 nasıl bir yıl olacak?
Ben, bu “yeni” yılın, 2015’in bir umut yılı olacağını, olması gerektiğini düşünüyorum
Bunu söylerken hem duygularıma ve sezgilerime, hem bilgilerime dayanıyorum…
2015 yalnızca bir umut yılı da değil; özgüven, silkiniş ve ayağa kalkış dönemi olacak…
Bunu içimin derinlerinde hissediyorum…
Neden mi?
Ak Saray denilen mekânda birkaç gün önce yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından
bir görüntü, demek istediğimi yalın biçimde anlatıyor…

***

Toplantı masasının başında, göstermelik olarak sarkıtıldığı besbelli iki bayrak arasında, cumhurbaşkanı sıfatı taşıyan asık yüzlü kişi oturmakta.
Sağında, oldukça uzağında başbakan sıfatı taşıyan kişi…
Masa başındakinin zorlama olduğu besbelli kaskatı duruşunun tersine,
bu ikincinin, her an kaçacakmış gibi eğreti, tedirgin bir oturuşu var…
Sanki oraya zorla oturtulmuş, ilk uygun zamanda tüymeyi bekliyor…
Solda, cumhurbaşkanı sıfatını taşıyanın yine epeyce uzağında,
en yüksek rütbelinin oturmakta olduğu görülüyor.
Oturuşundan ve yüzündeki anlamdan ne düşündüğünü kestirmek kolay değil.
Fakat sanki hem orada, hem o toplantının dışında.
Duruşundan ve yüzdeki anlatımdan, tedirginlik ve sıkıntı okunuyor…
Başbakan kadar kıpırdak olmasa da, o da sanki tası tarağı toplayıp bu sıkıntılı ortamdan kurtulmak için gün sayıyor ya da içinden ya sabır çekiyor….
Masa başındakinin arkasında, esas duruşta sopa gibi dikilmekte olan bir başka üniformalı…
Onun arkasında da ortamın kasvetine uygun olarak griye ya da benzer bir renge boyanmış bomboş bir duvar…
Bu duvarda, bu gibi toplantılarda, Cumhuriyetin kurucusu ve simgesi güzel insanın
(AS: ATATÜRK‘ün!) ışıl ışıl bir portresi olurdu…
Şimdi yok. İyi ki de yok. Çünkü bu kasvete hiç mi hiç yakışmazdı…
Bu kasvetli ortamın kendisinin de güzelim ülkemize yakışmadığı gibi…

***

İçimin derinlerinde hissettiğimi söylediğim şeye geliyorum…
Ülkemizin dinamizmini, yaratıcı enerjisini, büyük ve derin kültürünü, çağdaşlığa ulaşma yolunda verilen nice özverili çabayı hiç mi hiç yansıtmayan bu iç karartıcı fotoğrafın
parça parça edilip layık olduğu yere atılacağından en ufak bir kuşkum yok…
Kim mi yapacak bunu?
Duygularımdan ya da sezgilerimden çok, bilgilerimin sonucu olan yanıtım şöyle:

Emekleri yağmalanan, yaşamları karartılan milyonlarca işçi…
Doğayla birlikte kimlikleri de yok edilmekte olan milyonlarca köylü…
Ezilen, horlanan milyonlarca kadın…
İşsiz, umutsuz milyonlarca genç…
Yerli, daha da çok yabancı sermayeye kurban edilen milyonlarca esnaf…
Her toplumsal tabakadan, her yaştan, laik yaşamı,
Aydınlanma değerlerini
benimseyip içselleştirmiş milyonlarca insan…
Yalana, hırsızlığa, arsızlığa karşı giderek yükselmekte olan toplumsal nefret

***

Söz konusu kasvetin dağılması an meselesidir…
İnanın…
Toplumbilim emrediyor bunu…

===========================================

Dostlar,

Çok değerli şair – yazar – aydınlanmacı – bilim insanı
Sayın Prof. Dr. Ataol Behramoğlu’nun nefis yazısını sunduk yukarıda..

İçerik olarak da bütünüyle katıldığımızı belirtmek istiyoruz..

*****

Emekleri yağmalanan, yaşamları karartılan milyonlarca işçi…
Doğayla birlikte kimlikleri de yok edilmekte olan milyonlarca köylü…
Ezilen, horlanan milyonlarca kadın…
İşsiz, umutsuz milyonlarca genç…
Yerli, daha da çok yabancı sermayeye kurban edilen milyonlarca esnaf…
Her toplumsal tabakadan, her yaştan, laik yaşamı,
Aydınlanma değerlerini
benimseyip içselleştirmiş milyonlarca insan…
Yalana, hırsızlığa, arsızlığa karşı giderek yükselmekte olan toplumsal nefret…

******

Bu haramzade bezirgan düzenine son verecek…
Tarihsel – yasal hesabı sorulacak ve Türkiye aşılanmışçasına yoluna devam edecek..

Büyük ATATÜRK ile dava – silah arkadaşı devrimcilerin insanımıza altın tepsi içinde sunduğu AYDINLANMA DEVRİMİ‘nin ölçülmez değerini bu kez iyice kavramış olarak,
onları savunma savaşımı vermiş ve uğruna epey bedel ödemiş olarak..

Ne diyordu ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee ??

Arnold_Toynbee_Darwin_tavuk_toplum

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile,
05.01.2015

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TTB : Evrensel Hekimlik Değerlerine Gerici Müdahalelerin Karşısındayız


Dostlar
,

Bizimde üyesi olduğumuz Türk Tabipleri Birliği’nin (Ankara Tabip Odası)
yukarıdaki basın açıklamasını aynen paylaşıyoruz..

Meslektaşımız olmasından çok da haz duyAmadığımız Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Bay Prof. Dr. Haydar Şahinoğlu‘nu kınıyoruz.

Kendisine Anayasa’nın 24. maddesini anımsatıyor ve bir yurttaş olarak
Anayasaya sadakat borcu olduğunu, dahası bir Devlet memuru olarak da
Anayasaya uygun yönetim sergilemek zorunda olduğunu anımsatıyoruz.

AY md. 24 / son :

  • Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. 

Ayrıca YÖK‘ün ve Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörlüğü’nün,
Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Haydar Şahinoğlu hakkında Anayasanın başta 24 olmak üzere 2. maddesi (Değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek Devletin 6 temel niteliğinden biri olarak LAİKLİK) vd. ne aykırı davranmaktan yasal işlem yapmasını diliyoruz.

Samsun Cumhuriyet Başsavcılığı‘nın oluşları veri kabul ederek kendiliğinden (res’en) bu kişi hakkında soruşturma başlatarak ceza davası açmasını istiyoruz. 

TTB yönetiminin de bu yönlerde yasal girişim başlatmasını bekliyoruz.

Yazıklar olsun…

Yaşamda en gerçek yol göstericinin akıl ve bilim (Bilimsel akılcılık!) olduğu
evrensel gerçeğini kavramaktan uzak kalmış bir Tıp Profesörü…

Oysa Batı, bu evrensel gerçeği kavrayalı birkaç yüzyıl oldu..
Bu yüzden AYDINLANMA Devrimini yaşadı.
Dinde reform yaptı, Endüstri (Sanayi) Devrimini başardı ve Dünyaya egemen oldu.
57 İslam Ülkesini de apaçık sömürgeleştirdi.
Türkiye iyi kötü yol aldı, yarı buçuk Laik rejimiyle..

Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Haydar Şahinoğlu 

hangi devirde yaşıyor? Zaman tunelinde kendisini bunca geriye savuran olgu nedir?

Dekan, zaman – mekan algısını mı yitirmiştir ki, Hipokrat’ın da gerisine savrulmuştur?

*****
Akıllarını – fikirlerini DİNCİLİK (Din ya da dindarlık değil!) sarmış..
İflah olmaz gibi görünüyor..

Ama Anadolu AYDINLANMASI, bu çetin cevizleri de eğitecek güç ve birikimde..
Tarihin şaşmaz diyalektiğinin buyruğu böyle, Dekanın işgüzarlığı da nafile

Sevgi ve saygı ile.
27.6.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

TTB_logo

Türk Tabipleri Birliği :

Evrensel Hekimlik Değerlerine Gerici Müdahalelerin Karşısındayız

Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Haydar Şahinoğlu‘nun tıp fakültesi mezuniyetinde öğrencilere Hipokrat Andı’nı değiştirerek okuttuğunu basındaki haber ve haberi belgeleyen videolardan öğrenmiş bulunuyoruz.

Evrensel hekimlik değerlerine bağlılık yemini olarak içilen Hipokrat Andı, hekimlerin meslek yaşamları boyunca bağlı kaldıkları etik değerler bütününün bir simgesidir. Mesleksel değerlerine sahip çıkan hekimlerin yargılandığı ülkemizde en yüksek sesle söylenmesi gereken tümce, yani

  • “Din, Milliyet, Irk, siyasi eğilim ya da toplumsal sınıf ayrımlarının
    görevimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğime” 

cümlesi anddan çıkarılmış ve “şerefim üzerine yemin ederim” bitiriş cümlesi
“Allah’ın huzurunda yemin ederim” diye değiştirilmiştir.

Hekimlik üzerine hem yasal düzenlemelerle hem de pratik dayatmalarla uygulanan
gerici saldırılar yoğunlaşmış, dinin hekimlik değerleri arasına girmesi için
müdahaleler ciddi boyuta ulaşmıştır.

Üzücü olan, bilim ve aydınlanmanın yuvası olarak bilinen üniversite bünyesinde de
bu saldırıların görünür olmasıdır ve hatta bizzat bir hekim tarafından yapılmasıdır.

Her ne olursa olsun hekimlik mesleği, bilimsellikten asla ödün vermeyecek,
gerici saldırılara boyun eğmeyecek, etik değerlerine her koşulda sahip çıkacaktır.

Hastalarımızı, birileri andı değiştirmeye çalışsa da, “din, millet, ırk, siyasal eğilim
ya da toplumsal sınıf ayrımlarını” gözetmeksizin eşit göreceğimize
ve öyle davranacağımıza bir kez daha şerefimiz üzerine and içeriz.

Saygılarımızla.
24.6.2014

Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi

Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri


Yeni Yıla Girerken Cumhuriyetimizin Değerleri

portresijpg

Prof. Dr. Kemal Arı

2013 yılını bitirmek üzereyiz… Bir yıl içinde olanlara baktığımız zaman; Türkiye’de yaşanan hızlı dönüştürme ve evirme politikalarının; Türkiye’nin kuruluş felsefesi, amacı ve hedeflerinden nerelere geldiğimizi açıkça görebiliriz.


Cumhuriyetimiz niçin ve nasıl kuruldu?

Hemen bir durum saptaması yapalım:
Türkiye Cumhuriyeti, Sanayi Devrimi sonucu palazlanan yayılmacı kapitalist-emperyalist politikaların, Türk Ulusal varlığını ortadan kaldırmak için, Sevr Projesi’ni
(10 Ağustos 1920) Osmanlı Devleti’ne dayatması üzerine Türkleri bu
yok oluş projesine razı etmek için Anadolu’ya sürülen işgal ordularına karşı, Büyük Atatürk’ün önderliğinde Türk Ulusu’nun bir bağımsızlık savaşı vermesi sonucunda kuruldu. Bu bağımsızlık savaşı, Türk Ulusu’na modern anlamda bir ulus/ millet bilincini kazandırdı. Bu bilincin temelinde

– kökleri binlerce yıl geriye uzanan ortak yaşanılmış tarih;
– horlanıp dışlanmış olmasına karşın varlığını sürdürebilmiş Türkçe;
– ortak bir bilinç etrafında kümelenmiş Türkiye halkının, gelecekte de birlikte,
bütünleşik ve kaynaşık biçimde yaşama istenci bulunuyordu.

Bu zorlu süreç; Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü dehasıyla savaşın kazanılmasından sonra; önce “Yurtta Barış Dünyada Barış” felsefesiyle biçimlenen dış politikaya dayandırıldı. Buna koşut olarak;

– ulusal kimliğin güçlendirilmesi,
– tarihsel zamanda kaçırılmış olan Aydınlanma sürecine yönelerek bir Aydınlanma
Devrimi
ne dönüştürülmesi,
– tarım toplumlarının bir göstergesi olan feodal yapının dağıtılarak
ulus kimliğinin güçlendirilmesi..

gibi bir dizi çalışma içine girildi. Aydınlanma Devrimi’nin öz değerleri ve kurumları olan

– Millet mektepleri,
– Halkevleri,
– Köy enstitüleri,
– Devrim ocakları,
– Üniversiteler ve öbür eğitim kurumları ile
– Dünya klasiklerinin yaygın çevirisi ve dağıtımı..

gibi birçok işler başarıldı. Temel amaç, önce bireyin ilk başta kendisinin değerli olduğunu kabullenmiş bir Rönesans (Yeniden doğuş) yaşaması; sonra Aydınlanma değerleriyle aklı ve bilimi yaşamın bütünü içinde kullanması;
bu algılar dünyasında modern anlamda önce birey, ardından feodal ilişkilerin yıkılmasıyla gerçekleşmeye başlayan uluslaşma sürecinde kendini yurttaş olarak görmesini sağlamaktı.

Çünkü gerçek ulus devletleri; ancak akılcı ve bilimin üstünlüğünü benimsemiş; dogmalara ve feodal ilişkilere kendini kaptırmamış bireylerle oluşturulabilirdi.
Bunun için de laiklik ön koşuldu.

– Yurttaşlar topluluğu ulusu oluşturacak;
– Ulus kendi istencine ve egemenliğine dayanarak Cumhuriyeti en yüksek değer olarak görecek onu demokrasiye taşıyacak ve öte yandan da
– ulusal ve üniter yapısını koruyacak ve geleceğe öylece yürüyecekti.

Cumhuriyet tarihi boyunca, Türk Aydınlanma Devrimi’nin getirdiği kazanımlardan sayısız ödünler verildi. 2013 yılı içinde yaşananlara bakıldığında; önce Türkiye’nin yaşadığı terör sorununun bir uzantısı olarak, bu zamana değin hiçbir ülkede görülmemiş ölçüde, devleti oluşturan resmi kurumlar ile terör odakları arasında bir diyalog süreci yaşandı. Terörün ortaya çıkmasında baş sorumlu olan Abdullah Öcalan’la oraya gönderilen kurullar arasında kimi mutabakat metinleri oluşturuldu. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini oluşturacak temel dayanaklar doğrudan terör örgütünün kaleminden çıktı ve bu kamuoyunun bilgisine sunulduğu gibi; Diyarbakır’da düzenlenen büyük bir toplantıda, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosunda Türkiye milletvekili olan kişiler tarafından, farklı bir dil ve lehçe ile okundu.

Buna koşut olarak; çözüm süreci adına, modern ve demokratik anayasa masallarıyla, Türkiye’nin üniter yapısını ortadan kaldıracak anayasa çalışmaları yapıldı. Türk Ulusu/ Milleti; Türk, Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürü, hatta Türk bayrağı ve Türk Vatanı gibi kavramlar tartışmaya açıldı. Sözde akil adamlar korosu, değişik görüşmeler yaparak, milletin genel arzusunu hiç de yansıtmayan raporlar hazırlayarak, bu sürece temel oluşturma çabası içine girdiler. Kamuoyunda Atatürk’ü, ulus kimliğini ve bu kimliğin değer ve simgelerine karşı yoğun bir nefret kampanyası başlatıldı.

Atatürk heykellerine saldırılar arttı; çöplerden Atatürk poster ve çerçeveli resimleri toplandı. Sivil toplum hareketlerinde iş, üzerinde Atatürk’ün resmi olan flama ve bayrakların toplanmasına kadar gitti. Türkiye Cumhuriyeti’nin
en temel kurumlarından “T.C.” logosu çıkarıldı. Devlet kurumları, resmi bayramlara ve kutlamalara gereken ilgiyi göstermediği gibi; sivil kurumların ve sivil toplumsal örgütlerin öncülüğünde toplumun kendi kutlama ve anma toplantılarına fütursuzca müdahaleler söz konusu oldu. Ulus devleti ve onun değerlerini savunan kişilere ve kurumlara yoğun baskılar gözlemlendi. Okullardan Atatürk Dönemi’nden beri okutulan “Andımız” yasaklandı. Okullarda din derslerinin sayısı arttığı gibi; 4 + 4 + 4 eğitim politikasıyla; bilinçli biçimde İmam Hatip Liseleri’nin sayısı alabildiğine çoğaltılarak, okul yaşındaki çocukların bu okula gitmesi için yönlendirmeler yapıldı.

Düzenlenen Kuran okuma yarışlarıyla çocuklara bilgisayar dağıtımları;
Hac ziyaretleri gibi ödüller resmi ve yarı resmi kurumlar tarafından konuldu.
Yazılan ders kitaplarında ve Milli Eğitim Bakanlığınca önerilen yardımcı kitaplarda
ulusal kimliği küçümseyici; buna karşın cihadı, laik devlet ilkesine aykırı olarak,
bir dinin tek bir mezhebinin inanç kalıpları yer aldı.

Onca Anayasa Mahkemesi kararına karşın, türban bütün kamu kurumlarında serbest bırakıldı. İş, kişilerin özel yaşamlarının gizliliğine kadar uzatılarak,
bir toplumsal psikoloji ve nefret duygusu yaratıldı. Gezi Olayları’na karşı aşırı polis gücü kullanılarak; toplum kesimlerini karşı karşıya getirecek;

“Yüzde elliyi zor zaptediyorum”..

gibi sözler en üst makamlarca dile getirildi. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan olayların temelinde ne gibi etkenler olduğunu araştırmak yerine; bu olaylara katı bir ideolojik duruşla ve polisiye tepkilerle karşılık verildi. Cemaatçilik ruhu, devletin
en mahrem kurumlarının en üst düzeylerine dek örgütlenmeyi başardı.

Bütün bu olaylar zinciri içinde 2013 yılı sonunda ulaşılan sonuç da şudur:

Millet, bütün bu olan bitenler karşısında, şiddetli bir yanıltma politika ve yandaş basının yoğun biçimde bu yönde kullanılmasına karşın, olayların nereye gittiğinin büyük ölçüde farkına vardı. Milli günler milyonlarca kişinin katılımıyla anılmaya ve kutlanmaya; cumhuriyetçi güçlerin dayanışmasına yol açtı. Ulus/ Millet, yaşanan olaylara bakarak, Atatürk’ün ve cumhuriyetin değerlerini daha iyi kavramaya başladı.
Terör gruplarının savunduğu düşüncelerin, milli değerler üzerine oturtulduğunu görerek; Atatürkçülük bilinci daha yaygın bir durum aldı. Resmi günleri anma törenlerine, örneğin 10 Kasım 2013 günü düzenlenen Atatürk’ü anma toplantı ve yürüyüşlerine milyonlarca kişi katılarak, toplum bu olup bitenler karşısında huzursuzluğunu açık biçimde ortaya koydu. Toplum bir yandan ayrıştırılırken;
öte yandan yine toplumun kendi öz istencinden kaynaklanan etkenlerle,
ulusal güçlerin birliği gibi arayışlara yöneldi.

Bütün bu olup bitenler karşısında,

  • 2014 yılının bir derlenme ve toparlanma yılı olacağı; 
  • Cumhuriyetimizin kendi öz değerlerine yeniden dönüş süreci yaşanacağı 

umudu artmıştır.

TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?


TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?

İzzet Polat AROLAT
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Atatürk devrimlerinin özü; bağımsızlığını yitirmiş, bilimde, sanatta, teknikte,, ekonomide, yaşamın hiçbir alanında başarı göstermemiş koskoca bir
Osmanlı İmparatorluğu. Okuma-yazma oranı erkeklerde %10, kadınlarda %4.
Yıkılmış viran olmuş bir ülkeden, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmış,
halkı mutluluk içinde çağdaş bir ulus yaratmaktır.

Durumu kısaca özetlemek gerekirse; yükselme dönemi dahil, yönetim padişahların elindeydi, yasaları o koyardı. Dünya işlerine vezirler, din işlerine şeyhülislam bakardı. Hilafetin kabulü ile (1517) ve sonraki yıllarda din yönetim içinde gittikçe ağırlık kazandı. Bilim ve teknikten gittikçe uzaklaşıldı. Devlet din kurallarına göre yönetilmeye başlandı.
Oysa Batı toplumları, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağ karanlığından kurtuldular. Bilim ve akıl tek yol gösterici olarak kabul edildi. Din giderek dünya işlerinden elini çekti. İnsanların vicdanlarında yüce yerini aldı. Aklın ve bilimin yol göstericiliği, beraberinde, bilimde, teknikte, sanatta, ekonomide yeni ufuklar açtı. Derebeyliklerin, imparatorlukların yerini cumhuriyetler aldı. Demokrasiye giden yolun önü açıldı.

Osmanlı Devletinde ise; matbaa 1450’li yıllarda icat edildiği halde Osmanlı Devletine 278 yıl sonra ancak girebildi. Osmanlı tebası Rumlar ve Ermeniler, kendi matbaalarını kurdular. İncil’i ve Tevrat’ı kendi dillerine çevirdiler. Kuran-ı Kerim 1931 yılında Atatürk’ün sayesinde Türkçe’ye çevrilebildi. Ezan halen Arapça okunuyor.
1450’li yıllarda İtalya’da üniversite kuruldu.

Fatih Sultan Mehmet ise Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev’i medrese kurmakla görevlendirdi.
Yani 1500’lü yıllardan başlayarak Batı, din ve devlet işlerini ayırırken, aklı ve bilimi yaşamın bütün alanlarında yol gösterici olarak kabul ederken, bizim toplumumuz giderek taassubun pençesinde geriledi, durakladı, parçalandı.
Sanayide hiçbir başarı gösteremedi. Ticaret büyük ölçüde Rum ve Ermeni tüccarların elindeydi. Para ve güç Galata bankerlerinin eline geçmişti.
Devlet dış borçların faizini bile ödeyemez durumuna düşmüş,
vergilerini Duyun-u Umumiye aracılığı ile topluyordu.

Emperyalist ülkeler çökmüş devleti soymakla yetinmiyor, topraklarını da elerlinden alarak Türkleri Anadolu’dan sürmek istiyorlardı.

Birinci Dünya Paylaşım Savaşından yenik çıkmıştık. Sıra topraklarımızın paylaşılmasına gelmişti. İşte tam bu sırada Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal ortaya çıktı. Paşalar ve Türk halkı O’nun arkasındaydı. Dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan’da sınırları çizilmiş bağımsız bir Türk Devleti kurulmuştu.
Sıra daha büyük, daha zor bir savaşa gelmişti. Çağdaş dünya milletlerinin eşit, çağdaş, saygın bir üyesi olmak.

Bu hedef daha büyük Devrimi gerçekleştiriyordu.
Büyük Atatürk işte bu devrimi gerçekleştirdi.

Batı toplumu Rönesans ve reform hareketleriyle sürekli ve hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Derebeylikler yıkılmış, Kilisenin dinci taassubu, yani ortaçağ karanlığı yerini Aydınlanma devrimine bırakmıştır. İmparatorluklar Cumhuriyet’e giderek Demokrasiyle yönetilen Devletlere dönüşmüştür.

Bilimde, sanatta, teknikte hızlı bir gelişme olmuş kıtalar keşfedilmiş, deniz ticareti
başta olmak üzere, ekonomide büyük gelişmeler olmuştur.

1789 Fransız İhtilali kardeşlik – eşitlik – özgürlük hareketlerinin ateşleyicisi olmuştur.

Fakat bütün bu gelişmeler yıllarca süren savaşları da beraberinde getirmiştir. Yüzbinlerce insanın ölümüne neden olmuştur.
Eşitlik ve özgürlük sloganıyla başlayan aydınlanma hareketi,
aynı zamanda sömürgeciliği de beraberinde getirmiştir.

Ancak hiçbir bilgi birikimi olmayan yanmış yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş bir ülke kurma girişimi gerçekçi olabilir miydi?
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Batı’nın 500 yıla yakın sürede on binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan, bilim, sanat adamlarının ağır bedeller ödeyerek gerçekleştirdiği aydınlanma devrimini başarmak olanaklı olabilecek miydi?

  • Halk bilerek, isteyerek cahil bırakılmıştı.

Medreseler, tekkeler, zaviyeler elinde insanlar köleleşmişti. 13 milyon olan nüfusun yaklaşık yarısı sıtma, verem gibi salgın hastalıkların pençesine düşmüştü.
Genç nüfus büyük ölçüde savaş meydanlarında ölmüştü.
Nüfus çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan oluşuyordu.

Kalkınmanın önündeki en büyük engel Saltanat kaldırılmıştı. Cumhuriyet ilan edilmişti.

Fakat en büyük hedef olan çağdaşlaşma nasıl gerçekleşecekti?
Kalkınmanın eşitlik ve özgürlük hedefini gerçekleştirecek sihirli sözcük “Laiklik” ti.
Cumhuriyet’in ayakta kalması beklenen amaçlara ulaşmada akıl ve bilim yol gösterici olacaktı ama sağlıklı kararlar verebilmek için kör inançlardan kurtularak,
aklın özgürleşmesi gerekiyordu.

İşte bu özgürleşmenin sigortası Laiklik olabilirdi.

Din işleriyle dünya işlerinin ayrılması, dinin insan vicdanındaki yüce yerini alması
ve dünya işlerini ise akıl ve bilimin yol göstericiliğiyle çözmek gerekiyordu.

400 yıl hilafetle yönetilmiş, geri kalmış yoksulluğun yazgı gibi kabul edildiği bir toplumda, aklı ve bilimi yol gösterici olarak kabul etmek pek de kolay değildi.
Toplumun yarısını oluşturan kadınların %4’ü okuma yazma biliyor ve sofradaki yeri öküzden sonra geliyordu. Çok kadınla evlilik, mirastan 1/2 oranında pay alma
yasal olmakla birlikte kadınların mirastan pay almaması dinin buyruğu algılanıyordu.

Kadınları yasa karşısında eşit duruma getiren Medeni Kanun kabul edilmişti. Mecelle’nin kaldırılarak İsviçre’den alınan medeni kanunun kabulü
çok büyük bir değişimdi.

Ekonomik kalkınma büyük başarıyla sürüyordu. Gerici ve bölücü güçlerin desteklediği başkaldırılar Devrimin kararlı yaptırımı ile önleniyordu.

Latin harflerinin kabulü Kültür Devrimi’nin dev adımlarından biriydi.
Kılık kıyafette yapılan değişiklikler bile gerici dirençle karşılanıyordu.
Fesin kaldırılmasında bile güçlükler çıkarılmıştı.

Takvim değişti. Ağırlık ölçüleri, çağdaş milletlerle aynı oldu.

  • Devrimin aydınlatma feneri laiklik, 1931’de Altı Ok‘un önemli bir ilkesi oldu.

Laiklik yalnız, din ve devlet işlerinin ayrılması değildir.
Aynı zamanda inanç özgürlüğünün bir güvencesidir.
Ayrıca tüm yaşamı kapsayan bir yaşam biçimidir.
Sanatta, bilimde özgürlüktür.
Sosyal yaşamda ayatta yol gösterici akıl ve bilimin dayandığı temel ilkedir.
Şeriata karşı Medeni Yasadır. Padişahlığa karşı Cumhuriyet, ümmete karşı millettir. Sosyal yaşamda kadın erkek eşitliğidir.
Kulluğa karşı, bireyin özgürlüğüdür.

Yani insanı insan yapan tüm girdilerin ana kaynağı, besleyicisidir.

Ulus olmanın olmazsa olmazıdır.
Laik olmadan bir ülke bağımsız olabilir mi?
Laik bir toplum mutlaka bağımsızdır.

Demokrasi, her anlamda gelişmiş toplumların yönetim biçimidir.
Bir ülke laikliği tüm bireyleriyle içselleştirmemişse o ülkede Demokrasiden
söz edilemez. Toplum ümmetten millete geçememişse o tür toplumlarda demokrasi olamaz.

Demokrasi fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür insanlar ister.

Özgür insan da ancak laik bir toplumda gelişir.

  • Ülkeyi yeniden ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlerin, en çok saldırdıkları, Devrimin laiklik ilkesidir.

Laik düşünce toplumda egemen değilse o toplum her türlü gerici akımın cirit attığı bir ortam oluşturur.

Cumhuriyet’in, Devrimciliğin, Halkçılığın, Milliyetçiliğin, Demokrasi’nin yaslandığı temel ilke Laikliktir.

Laiklik, İslam dinin yücelmesinin de temel ögelerinden biridir.
Atatürk, 1 Mart 1924’te TBMM’nin 2. dönem 1. toplanma yılını açarken,
sözü dine getirerek, bunun gibi mensubu olmakla içimizin rahat olduğu ve
mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri olabildiği gibi bir siyasa aracı olmaktan kurtarmak ve yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini işlediğini gözlemliyoruz.

Büyük Atatürk hurafeler elinde tutsak olmuş bir ümmet toplumundan;
medeni, çağdaş bir ulus yaratmak istiyordu. Kendi kararlarını kendilerinin verdiği,
özgür bireylerden oluşan bir toplum, elbette ki çağdaş ulus olmanın önkoşulu
laik eğitimden geçer. Şeyhler dervişler ülkesinde çağdaşlıktan söz edilemez.
Onun içindir ki, 29 Ekim Cumhuriyet’in ilanından dört ay sonra Tevhid-i Tedrisat adlı Öğretimin Birleştirilmesi yasasını çıkarmıştır.

Öğretimde birliği sağlamak amacıyla, daha sonra gerici kültür kaynakları medreseler, tekkeler, zaviyeler kapatılmıştır. Bu yolla çağdaşlaşmanın önündeki engeller kaldırılmıştır.

Din işlerine bakmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı durulmuştur.

Sonraki yıllarda Latin harflerinin kabulü ile okuma ve yazma kolaylaştırılmış,
geniş halk kitlelerine ulaşma olanağı doğmuştur.

Devrimlerin hemen hepsi dikkatle incelendiğinde, demokrasiye giden hedef
mutlaka görülecektir.

Demokrasi ise, başka girdilerle birlikte Laiklik ilkesine yaslanmaktadır.
Bir ülkede laiklik ilkesi içselleştirilmeden uygulanan demokrasi eksiklidir.
Giderek sömürge demokrasisine dönüşür.

Laiklik; her türlü inanç, gelenek ve toplumsal baskıdan kurtulmak ve
özgür davranmak demektir.

Her türlü gelişmenin büyülü anahtarı Devrimlerle birlikte Laiklik ilkesidir.