Etiket arşivi: atatürk

Tarihten silinmek istenen bir milletin öcü

Tarihten silinmek istenen bir milletin öcü

Atatürk’te Cumhuriyet ve devrim fikri bir gecede oluşmadı kuşkusuz. Emperyalist Batı’nın dayattığı Sevr’i reddederek, onlara Lozan’ı kabul ettirdi ve ulusal ve çağdaş bir devlet kurdu. Adına “Cumhuriyet” dedi.

Tarihten silinmek istenen bir milletin öcü

Bu tarihi dönemeci ve başardığı bu devrimi, 9 Mart 1935’te şöyle özetledi:
  • “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar, ondan sonra içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için aralıksız devrimler. İşte Türk genel devriminin en kısa tarifi.”
Bu sözlerinden yıllar önce, henüz 26 yaşında genç bir kurmay yüzbaşı iken 1907 yılında Selanik’te Bulgar Türkoloğu Manolof’a da ifade etmişti:
  • “Düşündüklerim demagoji ürünü değildir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı, kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek Batı uygarlığına aktarılmalıyız. Latin kökenli bir alfabe seçilmeli, kılık kıyafetimize kadar her şeyimizle Batılılara uymalıyız. Yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi bir gün olacaktır…”
ATATÜRK’ÜN CUMHURİYETE İNANCI
Atatürk, Samsun’a çıkmadan çok önce bir karar almıştı:
  • “Milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!”
İşte, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başlanan karar bu karar olmuştur. Karizması, sabır ve zekâ ile ikna gücünden beslenen Atatürk, Cumhuriyet’e olan inancını yurdun çeşitli yörelerinde halkla olan konuşmalarında hep dile getirdi.
Gerçekleştirdiği devrimi,
  • “Az zamanda çok ve büyük isler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
sözleriyle vurguluyordu. Cumhuriyet rejiminin temelini oluşturan laikliğe verdiği önemi de 20 Aralık 1930’da Kırklareli’nde
  • “…Cumhuriyetin temelinin laik bir dünya görüşüne dayalı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve bu gerçek gözden kaçmamalıdır. Zira Türk halkı teokratik yönetimden çok ıstırap çekmiştir. Geri kalışının nedenleri arasında bunun önemli bir yeri vardır.”
sözleriyle vurguluyordu. Çok partili döneme geçişle başlayan, giderek artan ve son zamanlarda ivme kazanan ve rejimin temeli olan laiklik, başta eğitim olmak üzere diğer alanlarda da ayaklar altına alınarak çiğnendi.
CUMHURİYETİN TARİHİNİ SEÇERKEN BİLE…
Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1918’de imzalanmış, Vatan istilaya uğramıştı. 30 Ekim 1918’ den, İzmir’e girdiğimiz 9 Eylül 1922’ye dek dört yıl geçti. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Beş yıla sığdırılan bu büyük devrim, Türk milletinin yaşadığı koşullara duçar olmuş hiçbir milletin tarihinde yoktur.
Mütareke koşullarına şiddetli itirazını ve o günkü ıstırabını ve çektiği azabını çok iyi bilen Fahrettin Altay’ın, Ekim 1925’te Çankaya’da Cumhuriyetin niçin 29 Ekim günü ilan edildiğini sorması üzerine, şunları söyler:
  • “Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”
Bir an elini masanın üzerine vurarak:
  • “Deyiniz ki bu, tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…”
Atatürk, Cumhuriyetin tarihini seçerken bile, dünyaya ve Türk ulusuna bir deha örneği daha göstermiş oluyordu.
30 Ağustos 1925 günü Kastamonu Türk Ocağı’nda bir konuşma yapar ve
  • “Ey millet, biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” der.
Cumhuriyeti gençliğe emanet eden Atatürk, Dumlupınar’da 30 Ağustos 1924 günü
“Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.” diyordu.
Türk milleti ve Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni bütün olumsuzluklara karşın daima koruyacak ve eserlerini sonsuza kadar yaşatacaktır.

Atatürk, Kemalizm ve Cumhuriyet

Atatürk, Kemalizm ve Cumhuriyet

CHP Konya Milletvekili Dr. M. Hüsnü BOZKURT'un 9 Eylül MesajıDr. M. Hüsnü BOZKURT
25-26. Dönem Konya Milletvekili
Cumhuriyet, 12 Ekim 2020

  1. yüzyıl başında fiili işgal, iç kargaşa ve savaşla siyasetsizleştirilip, devletsizleştirilerek yok edilmek istenen Anadolu insanı, bugün de zihinsel işgal, Oklu Terör ve Emperyal saldırılarla yine ülke ve ulus olarak bölünme tehdidi ile karşı karşıya.

Batı Emperyalizmi yüzyıllardır sömürdüğü İslam dünyası’nda (petrol coğrafyasında) kötü (!) örnek Laik bir Cumhuriyet, düzenine çomak sokacak Antiemperyalist bir devlet ve bağımsızlığından ödün vermeyen bir ulus istemiyor.

Tuzak aynı tuzak; dün SEVRdi adı, bugün BOP!

1918 de Mondros Mütarekesi ile siyasetsizleştirilen, işgal edilip orduları dağıtılarak fiilen devletsizleştirilen Türkiye Halkı (ki Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bu halka Türk Milleti diyor), boynuna dolanan esaret ve zillet zincirlerini Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde 3 yıl 3 ay 22 gün süren Milli Mücadele ile kırarak bağımsızlığını kazanmış, Lozan’da dünyaya kabul ettirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Kasım 1918’de İstanbul’a dönüşünden, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışına kadarki 6 ay ve Samsun, Havza, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara güzergâhındaki 1 yılı bulan akıl almaz zorluklarla dolu çalışmaları çok önemlidir.

Ulusal Bağımsızlık Savaşımızın bu hazırlık dönemi iyi bilinmeli, çok iyi anlaşılmalıdır. Bu dönem incelendiğinde; Atatürk’ün Devrimciliği, örgütçülüğü, akıl ve bilim yolundan şaşmayan kararlılığı ve dehası görülmektedir.

Mustafa Kemal, İstanbul’daki 6 ayı; yüzlerce görüşme yaparak, ülke ve dünya koşullarını, işgal kuvvetleri ile Saray ve hükümetinin niyet, olanak ve yeteneklerini anlamaya çalışarak, neleri, ne zaman, nasıl, kimlerle yapabileceğini araştırarak değerlendirmiştir.

Samsun’a 9. Ordu Müfettişi olarak çıkmış, bu görevin olanaklarını çok kısa süre kullanabilmiş, Temmuz 1919’dan itibaren – kendi deyişi ile – bir ferd-i millet olarak çalışmıştır.

Milletin azim ve kararını harekete geçirme amaçlı kongreler (örgütlenme) süreci olan bu hazırlık dönemi sonunda 23 Nisan 1920’de TBMM açılmış, ardından düzenli ordu kurulmuştur

Atatürk Samsun’da göreve başlar başlamaz bütün Komutanlık, Mutasarrıflık ve Valiliklere birliklerin terhis ve silahlarının işgalcilere teslim edilmemesini  emretmiş, böylelikle kurmayı planladığı düzenli ordunun çekirdeğinin korunmasını sağlamıştır.

Havza Genelgesi ile işgale direnileceğini duyurmuş, Amasya Tamimi ile “milletin istiklalini yine milletin azim ve kararının (Ulusal Egemenlik) kurtaracağını “yurda ve dünyaya ilan etmiştir.

Erzurum Kongresi’nde Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini bir araya getirerek Sivas’ ta toplanacak büyük kongreye katılma kararı aldırmış, Sivas’ta bütün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini tek çatı altında toplayarak Heyet-i Temsiliye’sini oluşturmuş, böylelikle – daha başlarken -Milli Mücadele’nin meşruiyet kaynağının Millet İradesi olduğunu tarihe kaydetmiştir.

“ÜSTİNSAN”

Mustafa Kemal bir bilge’dir, Nietzsche’nin deyişiyle bir “Üstinsan”’dır.

Selanik’in orta halli ailesinin yetim çocuğunu bir kaya kütlesi gibi almış; Rüştiye, İdadi, Harbiye, Manastır, Şam, Trablus, Çanakkale, Bitlis, Muş, Halep, Diyarbakır, Adana, İstanbul taşımış, okudukları, gördükleri ve yaşadıklarından öğrendikleriyle yıllar boyunca milim milim yontmuş, 19 Mayıs 1919’da Samsun rıhtımına görünürde ‘Sarı Paşa’yı, ama aslında kendi inşa ettiği – adı henüz konmamış – Atatürk’ü çıkarmıştır.

Adeta Michelangelo’ nun Floransa Akademi Galerisi’ nde hayranlıkla seyredilen Rönesans başyapıtı Davut heykeli gibi, kendi heykelini dikmiştir o rıhtıma, heykelleri yurt ve dünya meydanlarına dikilmeden yıllar önce…

Atatürk “Benim iki büyük eserim vardır…” demiştir, doğrudur ama en büyük eseri tartışmasız kendi yaptığı kendisidir!

Savaş alanlarından hasta yatağına ömrü boyunca 4 bine yakın kitap okuyan bu üstinsan; Truva savaşının Agamemnon ve Hektor’unu, Atilla’nın Roma’yı nasıl dize getirdiğini, Hannibal’in Kartaca muharebelerini de bilir, Reform’u, 30 ve 100 yıl savaşlarını, Amerikan bağımsızlık mücadelesini, Büyük Fransız İhtilalini, Napolyon’un Waterloo yenilgisinin nedenlerini, Fatih’in İstanbul surlarını yıkacak top çizimlerini ve İstanbul’u fethettikten sonra Papa II. Pius’a yazdığı mektubu da…

Platon’ un Devlet’ini, T. More’un Ütopya’ sını da okumuştur, J.J. Russo’yu, Voltaire’i, Montesquieu’yu, Tevfik Fikret’ in Sis’ini, Ferda’sını, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’ sini, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’nu da…

HER ŞEYİN FARKINDA

İngiltere ile Fransa ve İtalya arasındaki çıkar çatışmalarını da incelemiş, kullanmıştır, Bolşevik Rusya (SSCB)’nın İngiliz emperyalizminin Kafkas Seddi planlarını engellemek için Milli Mücadele’yi desteklemek zorunda olduğunun da farkındadır…

Attığı her adım tüm olasılıklar ve ayrıntılar düşünülerek yapılmış usta işi birer satranç hamlesidir. En büyük şanssızlığımız, en büyük şansımız Atatürk’ün 20 – 25 yıl daha yaşayamamış olmasıdır belki, kim bilir?

Erzurum Kongresi 5 ilden gelen 56 delege ile toplanmıştır.

Sivas Kongresi 4 Eylül 1919’da sadece 31 delegenin katılımı ile (İstanbul heyetinin gelmesiyle 41) açılmıştır.

23 Nisan 1920’de Meclis, ulaşım zorluklarını aşıp Ankara’ya gelebilen 115 milletvekili ile çalışmaya başlamıştır.

Ve onları bir araya getirmeyi, bir arada tutmayı beceren Sarı Paşa…

Hepsi budur!

Milletten başka SEVGİLİ, vatandan başka AŞK bilmeyen bir avuç insan…

TARİHSEL GERÇEKLİK

Bugün milyonlar “MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİYİZ“ diyorsa nedeni budur.

Ve hiç unutulmamalıdır; Atatürk olmasaydı ne Kurtuluş Savaşı olurdu, ne bağımsız Türkiye Cumhuriyeti…

Tarihin gerçeği budur. Tarih; hamaset, hurafe, kafasında fesle dolaşan meczupların hezeyanları ya da profesör unvanlı çakma tarihçilerin zırvaları değildir.

Tarih Bilimdir! Bilim; nankörlük etmez, yanıltmaz, aldanmaz ve aldatmaz. Nitekim Ali Fuat (Cebesoy) Paşa yıllar sonra bir röportajında “ Biz olmasaydık da Atatürk yine birilerini bulup yapardı, ama O olmasaydı hiçbirimiz yapamazdık” diyerek bu gerçeği teslim etmiştir.

Tarih; ibret almayanı, çarpıtmaya kalkanı, yalan tarih yaratmaya çalışanı eninde (AS: önünde) sonunda ve mutlaka çarpar, rezil eder.

Milli Mücadele; güçlü ve varsıl olunduğu için değil, tarih doğru değerlendirildiği, bilgi ile hareket edildiği ve haklı olunduğu için kazanılmıştır.

İstanbul’da Padişah ve hükümeti varken, Anadolu’nun dört bir yanı düşman çizmesi altındayken Atatürk ve bu bir avuç insan dünyaya da İstanbul’a da işbirlikçi hainlere de meydan okumuş, esareti kabul etmeyeceklerini haykırmış, tamamını denize dökmüştür.

Ahmed Arif’in dediği gibi yahut “kitap ile / iş ile / tırnak ile diş ile / umut ile sevda ile düş ile“ dayanmışlar, rüsva etmemişlerdir Anadolu’ yu.

KURTULUŞ’U TAMAMLAYAN KURULUŞ

Mustafa Kemal; 9 Eylül 1922 akşamı Belkahve’den dumanlar içindeki İzmir’e bakıp İsmet Paşa’ya “Bir rüya görmüş gibiyim İsmet” derken, o kutlu rüyayı milletiyle birlikte görmeyi hak etmiş olmanın gururu içindedir elbette!

Ama hiçbir şeyin bitmediğinin, aslında yeni başladığının, işgalin (6 Ekim 1923’e kadar 13 ay daha) devam ettiğinin farkında, nasıl sonlandıracağının hesabındadır.

Daha önemlisi, asıl büyük savaşın (cehaletle savaşın), Kurtuluş’u tamamlayacak kuruluş mücadelesinin kendilerini beklediğini bilmektedir.

“Ateşi ve ihaneti” görmüşlerdir.

Boyunlarında Dürrizade fetvalı, Damat Ferit imzalı, Vahdettin onaylı idam fermanları ile kelle koltukta yaşamışlar, çalışmışlar, savaşmışlardır.

Bağımsızlıkları, ırz, namus ve onurları için canlarını feda etmeye and içtikleri halkın, yer yer aldatılarak çıkardığı 23 isyanla boğuşmuşlardır.

EN HAKLI, EN NAMUSLU MÜCADELE

Doğuda Ermeni ve Ruslar, Kuzeyde Pontuslar, Güneyde Fransız ve İtalyanlar, Batıda Yunanlar ve her yerde İngilizlerle savaştıkları yetmezmiş gibi, bir de Kuvayı İnzibatiye gibi Saray’ın İngiliz altınları ile topladığı işbirlikçi alçaklarla çarpışmak zorunda kalmışlardır.

Kurtuluş’u Kuruluş’a, Kuruluş’u Aydınlanma devrimleriyle Ulus Devlet’e ve demokrasiyi hedeflemiş hukuk devletine ulaştırmayı başarmışlar, 600 yıllık bir din – tarım imparatorluğu enkazından Çağdaş – Laik bir Cumhuriyet vücuda getirmişlerdir.

1924 3 Mart’ından başlayarak Aydınlanma devrimleriyle; ümmeti millet, kulu yurttaş, mülkü vatan eylemişler, ulusu sürü, kendini çoban sayan gafilleri defetmişler, her yaştan 15 milyon genç yaratmışlar, anayurdu demir ağlarla (o demir ağlar sadece demiryolları değil, yapılanların tümüdür) örmüşler, salgın hastalıkları yok etmişler, eğitimde çağ atlamışlar, karma ekonomi ve denk bütçe ile tek dolar borç almadan, Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye borçlarını da ödeyerek, milletin her kuruşunu yerine harcayıp, israf ve yolsuzluğa asla izin vermeyerek 15 yılda % 115 büyüyen bir ülke, uçak üreten bir sanayi devleti yaratmışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti; tarihin en haklı, en namuslu, en ahlaklı Kuruluş Felsefesi’ne sahip devletidir. Bu özelliğiyle bütün mazlum milletlere umut olmuştur.

‘KEMALİZM PRENSİPLERİ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 19 Mayıs 1919’dan itibaren ilmek ilmek örülmüş Tam Bağımsızlıkçı Antiemperyalist kuruluş felsefesinin adı Kemalizm’dir.

Kemalizm (Atatürkçülük) geçmişin övüncü, Kurtuluşun ve Kuruluşun ideolojisi olduğu kadar, bugün de ulusal çıkarları korumanın, bilimsel eğitime, adalete, kadın erkek eşitliğine, topyekûn kalkınmaya ve refah devletine ulaşmanın Yol Haritası olarak görülmelidir.

100 yıl sonra yine emperyal saldırı ile tehdit ediliyorsak, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet dört bir yanda kol geziyorsa bütün bunları hatırlamak ve “Atatürk gibi düşünmek”tir gereken.

Atatürk gibi düşüneceğiz. Milletimize güveneceğiz. Kendimize, ideolojimize, başaracağımıza inanacağız. Neoliberal rüzgârlarla savrulmayacağız.

  • Laiklik olmadan demokrasi olmayacağını bileceğiz.

Tek adam sultasında siyaseti çürütülmüş ülkemizde, Atatürk’ün kongreler sürecinde yaptığı gibi yeni bir Tarz-ı Siyaset kuracağız.

“Umutsuz durum yoktur, Umutsuz insan vardır, ben umudumu hiçbir zaman kaybetmedim” diyen o ses hep kulaklarımızda olacak.

İl il, ilçe ilçe; parti, inanç, etnik köken ayırt etmeksizin bütün halkımızla kucaklaşacağız, dinleyeceğiz, öğreneceğiz, anlayacağız, anlatacağız, hep birlikte yeniden Ulus olacağız, İç Cephe Birliğini mutlaka sağlayacağız.

Birbirimizle değil, hepimizi boğmak isteyen emperyalizm ve işbirlikçileriyle mücadele edeceğiz. Atatürk’ün her iki eserini de yeniden kurucu felsefe ile buluşturacağız. YAPABİLİRİZ! YAPACAĞIZ!

MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT
25-26. DÖNEM KONYA MİLLETVEKİLİ

FİNCANCI, TÜRK HEKİMLERİNİ TEMSİL EDEMEZ

ŞEBNEM KORUR FİNCANCI,
TÜRK HEKİMLERİNİ TEMSİL EDEMEZ!

İzmir Tabip Odası yönetimindeki “Demokratik Katılımcı Hekimler” işe, 14 Mart Onur Plaketlerinden ATATÜRK‘ün resmini kaldırarak başlamışlardı..

Sonunda, “Öcalan’a Özgürlük Platformu” üyesi Şebnem Korur Fincancı‘yı TTB MK Başkanı yaptılar..

KABULLENMEYECEĞİZ!!!

 

TUNCELİ’YE DERSİM DİYENLER…

TUNCELİ’YE DERSİM DİYENLER…

Özü sözü doğru ADAM Televizyon programındaki 4 konuktan ikisi, Sırrı Sakık ile Murat Bozlak’tı. Öbür ikisi ise Kamer Genç ile Mehmet Gül‘dü.
Programın ortasında Sırrı Sakık, Kamer Genç’e hücum eder:

-”Siz Atatürk’ü savunarak soykırıma uğrayan Dersimli Kürtlere ihanet ediyorsunuz.”

Kamer Genç anında şu karşılığı verir:

-”O kullandığınız cümlede birkaç tane büyük yalan var.”

Sırrı Sakık: Ne imiş o?

Kamer Genç: “Birincisi Dersim bir ilin değil bölgenin adıdır ve benim ilim Cumhuriyetle birlikte Tunceli olmuştur.”

Kamer Bey devam eder:

  • “İkinci husus Dersim’de olanlar soykırım değil, yeni kurulan bir devletin başkaldıranlara karşı önlem almasıdır.

Bir başka yanlışınız ise Tunceli asla Kürt değildir.

Biz Hazar kökenliyiz. Dilimiz de sizden farklı yani ne Kırmançi ne de Zazaca konuşuyoruz.”

Sırrı Sakık: Seyid Rıza’ya ne diyeceksin?

Kamer Genç: “İngilizlerin oyununa gelmiştir. Tuncelililerin o dönem önderi, Atatürk’ün yoldaşı olan Diyap Ağadır…

  • O yıllarda Şeyh Said ve Seyid Rıza’yı kullananlar şimdi PKK’yı kullanıyor.”

İşte Kamer Genç’i bu milli duruşu için seviyor ve saygı duyuyoruz.

Kamer Bey’in şu sözü de alkışlanacak güzelliktedir:

  • Ben Atatürk ve Cumhuriyet sayesinde okuyup milletvekili oldum. Cumhuriyet olmasa kuldum.”
    Seni hiç unutmayacağız KAMER GENÇ…

AÜTF Dönem 3 Dersi : Alan (Saha) Araştırmaları (Field Surveys)


Sevgili AÜTF Dönem 3 Öğrencilerimiz.
.

 

SAHA  – ALAN ARAŞTIRMALARI konulu dersimizin yansıları pdf olarak aşağıdadır.

Güncellenmiştir..

Ders, COVID-19 salgını nedeniyle sanal ortamda, Ankara Üniversitesi ANKÜZEM
web ortamında işlenmektedir.

Yansıları okumak, dosyayı indirmek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Saha_Arastirmalari_Dr.Ahmet_SALTIK

Sevgi ve saygı ile. 25.09.2020

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Uzman,
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 19 Ağustos 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

İNCE
Muharrem İnce, kendini Atatürk’e benzeterek 4 Eylül’de Sivas’tan “1000 Günde Memleket Hareketi” yürüyüşünü başlatacağını açıkladı.
Atatürk milleti birleştirmek için yola çıkmıştı…

ATATÜRKÇÜ
Devlet Bahçeli ‘Muharrem İnce CHP içinde Atatürk’e dönüşü başlatacaktır’ dedi.
Kendisi AKP içinde başlattı da…

AMAÇ
Amacını açıklayamayan İnce, Millet İttifakı’nda olduğunu söyledi.
Karıştırıcı olarak…

FRANSIZ
Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlarımız çerçevesinde sürdürdüğümüz girişimlere karşı Fransa, Yunanistan’a destek amaçlı askeri güç gönderdi. Ortak tatbikat yaptı.
Yüz yıl önce de Yunan’ı Anadolu’ya bu emperyalistler sürmüştü.
Tarih ders almak içindir…

DOLAR
Damat Bakan Dolardan endişe duyduğunu söyleyen çanakçı gazeteciye soruyor, ”Maaşını dolarla mı alıyorsun?”
Bu kadar nükte gücü ve zeka bir kişiye fazla,
Tanrım bu adamı bizden uzak tut, Tayyip’ten ayırma…

ÇÖZÜM
5,4 metrekarelik Hücredeki Murat Ağırel’e 112 TL elektrik faturası kesilmiş.
Hücreden de yalı fiyatına kira alırlarsa ekonomiye çare olur…

BİDEN
Biden yedi ay önce, “Erdoğan’ı mağlup edin. Darbeyle değil, seçim süreciyle” demiş.
Halt etmiş.
Erdoğan’a gündemlik can simidi atmış…

SARAY
Bilal Erdoğan, Nagehan Alçı’ya Ahlat’taki sarayı göstermiş. Nagehan,”Çok uzun ve unutulmaz bir gün geçirdim” demiş.
Hayırlısı…

YAPTIKLARI
RTE, 18 yıllık iktidarları için, “Yaptıklarımız say say bitmiyor” dedi.
Hesabını verirsiniz…

MİLLİ
Trump, RTE için,”Ben onunla anlaşıyorum. Beni dinliyor” dedi.
Bağımsız, yerli ve milli…

MİZAÇ
Uşşaki Tarikatı şeyhi Fatih Nurullah, müritlerine “Devletin kontrol mekanizmaları içerisinde olalım… Tayyip Reisimiz aynı bizim mizacımızda”
Benzer mizaçtakilerin Cumhuriyet sevgisinden geçilmiyor…

GÜÇ
Berat Albayrak, ekonomik krizden güçlenerek çıkılacağını söyledi.
Her seferinde birileri güçleniyor ama Türkiye ve Türk milleti değil…

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Temmuz 2020

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 29 Temmuz 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

SORU

 AKP’li gazeteci Süleyman Özışık, “Diyoruz ki ‘Bu gençlik nereye gidiyor?’ Gençlik de diyor ki, ‘Sen neredesin ki ben sana geleyim? Hırsızlık sende, yolsuzluk sende, namussuzluk sende. Biz bu gençlere ne veriyoruz?” 

Sorusu sorunumuz…

VATAN

Vatan Partisi’nden son iki yılda 9,275 üye resmen istifa etmiş. Kalan üye 20,900.

Anlaşılır…

FETÖ

FETÖ’den tutuklanıp itirafçı olan üç vali yardımcısı ve iki kaymakam göreve iade edildi.

“FETÖ ile mücadelemiz bitmez” diyorlar ya, bitmez…

İSTİFA

Pişman olan FETÖ’cülerin affedilmesini isteyen TTK Başkanı Ensarcı A. Yaramış istifa etti/rildi. (Cumhurbaşkanı isterse ederim demişti)

İtirafçı ol yine gel…

DAVET

24 Temmuz’da Ayasofya’da kılınan toplu gösteri namazı için DİB Erbaş, “Bütün Müslümanlar davetlidir. İsim, isim davet olmaz” demişti.

İsim isim 500 kişiye davetiye çıkardı.

Alnı secdeye değiyor, sözüne güvenilir!…

YASAK

Türkiye sosyal medyaya sansür uygulamada dünya birincisi oldu.

Bu şampiyonluk onuru da AKP’nin!…

LANET

Ali Erbaş Ayasofya’daki Cuma hutbesinde “vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar! Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar” diyerek Atatürk’e göndermede bulundu.

Lanet kadir kıymet bilmeyenlere olsun!…

İNANÇ

Erbaş tepkiler üzerine yaptığı açıklamada, “…bizim millet olarak vakıf mallarını koruma konusunda çok titiz olmamız gerekir. Bunu sağlamanın tek yolu kanunlarla korkutarak olmamalı. Farklı yollarla vicdanlar harekete geçirilmeli ve inanç ilkeleri de devreye sokulmalı” dedi.

Yasa kenarda dursun din öne geçsin.

Oluuuur, sen önden buyur!…

ZAFER

AKP MKYK üyesi ve Aydın Milletvekili Metin Yavuz, Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili “Bu kalabalık, 86 yıldır mukaddesata susamış kahraman Türk Milletinin vuslat anıydı. Mabedimizi müzeye çeviren vesayetçi zihniyetle 86 yıllık hesaplaşmamızda kazandığımız zaferden dolayı şükredişimizdir” dedi.

Alttan alırlar samanı, üstten çıkarırlar dumanı, zaman sallama zamanı…

CORONA

Lozan Antlaşmasının yıldönümünü kutlamaları salgın nedeniyle tüm illerde yasaklandı.

Ayasofya’ya 350 bin kişinin katılması övünç nedeni yapıldı.

Virüs işbirlikçileri…

YAŞ

YAŞ toplantısı 45 dakika sürmüş.

Sarayda pişen aş için o kadar zaman harcamaya değer mi?…

DİSİPLİN

MHP Ordu milletvekili Cemal Enginyurt, “Fındık üreticisinin hakkını savunmak vatanı savunmaktır” diye feryat etti. Bunun üzerine MHP yönetimi milletvekilini kesin ihraç talebiyle disiplin kuruluna sevk etti.

Halkın hakkını arama/ma disiplini…

İŞKEMBE

Yalova Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Gökhan Genel,

“Sözde ülkenin fiziki bağımsızlığını düzenleyen; gizli maddeleriyle Müslüman Türk milletinin koca bir tarihi, dini ve kültürel müktesabatının ölüm fermanı olan #Lozan antlaşmasının ilk gediğini açtık”

Neymiş gizli madde? Bilim insanı işkembeden atmaz, belgeyle konuşur…

YOL

Yol yapmakla övünen AKP iktidarının 15 yılda yaptığı 11 km’lik Amasya çevre yolunun kilometresi 125 milyon TL’ye mal oldu.

Yollarını böyle buluyorlar…

BÖLÜCÜ

Hilafet yanlıları ile bölücü terör örgütünün yayın organı aynı başlıkla (Şimdi değilse ne zaman? Sen değilsen kim?) çıktı.

Amaç bir yol farklı…

FOTO

Yenikapı’da Hulusi Akar Cüppeli ile poz vermişti. Ayasofya’da da Gnkur. Bşk. Yaşar Güler,
Nur Cemaati liderlerinden Hüsnü Bayramoğlu ile poz verdi.

Yaşar Paşa, Gnkur.Bşk. oldun, bakan da olursun ama…

UYUM

Gnkur. Bşk. ve Kuvvet Komutanları Ayasofya’daki namaza resmi kıyafetle katıldılar. Atatürk’e lanet okuyan Erbaş’ın ardında saf tuttular.

İmama uydular…

BAHÇELİ

Bahçeli, DİB Erbaş’ı destekleyerek onu tenkit edenleri ağır bir dille eleştirdi.

Görevi…

TARTIŞMA

CB Sözcüsü Kalın, Meis yakınlarındaki gaz-petrol aramalarımızı durdurma kararı ile ilgili RTE’nin, “Yunanistan bizim önemli bir komşumuz. Yunanistan ile biz bütün bu konuları konuşmaya hazırız. Herkes kendi kıta sahanlığında çalışmalara devam etsin, tartışmalı bölgelerde de ortak çalışmalar yapılsın.” dediğini aktardı.

100 yıl daha çalışılsa/tartışılsa sonuç çıkmaz.

Yunan laftan anlamaz…

SORUN

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, “Baskı veya tehdit olmadan Türkiye ile diyaloğa hazırız. Türkiye ile tek sorunumuz, kıta sahanlığı ve deniz yetki alanlarının belirlenmesidir.”

Kıbrıs, işgal edilen adalar, silahlandırılan adalar, göçmenlerin geri atılması (deport), FIR hattı, hava sahası, karasuları, güvenlik koridoru, arama-kurtarma yetki sahası sorunlarını Japonya ile yaşıyoruz herhalde.

Severim seni Nikos!…

TAVUK

AKP İstanbul Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı, “Kadın ve erkeği eşitliğe zorlayanlar en büyük kötülüğü yapanlardır, tavuğa horozluk yaptıramazsın.” dedi.

Eşitlik konusunda insanla hayvanı kıyaslayan, milyonlarca kadının kendisinden daha işlevsel beyin taşıdığını anlayamaz…

HARF

Bilal Erdoğan, Harf Devrimi‘ne karşıtlık sergilemiş.

Efendim babacım, hangi harfler babacım…

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Hangi CHP, Ayasofya’ya tepki vermeyi unuttu?

Bedri Baykam
bedri.baykam@gmail.com 
Cumhuriyet, 16 Temmuz 2020
CHP’nin çoğu üyesini üzen, neredeyse sadece yöneticiler ve seçilmesi istenen adayların katılacağı kurultayla Ayasofya olayı birbirinden ayrılabilir mi?

Kılıçdaroğlu, partide Atatürkçülüğün ve laikliğin savunulması üstüne önemli bir cephe oluşturmadı. Kritik noktalara yerleştirdiği siyasetçilerin yarısı liberal, bir kısmı 10 Aralık hareketinden gelen, belki bir kısmı TESEV günlerinden beri dostluğunu sürdürdüğü isimler. Laiklik, Lozan, Kemalizm, Atatürk’ün kararları konusunda hassas bir CHP Genel Başkanı olsa, herhalde Ayasofya konusunda, “dine saygıyı” elden bırakmadan yeri göğü inletirdi. Bütün dünyanın hümanizmi, diplomatlığı ve filozofluğunu öve öve bitiremediği Mustafa Kemal’in, kültürlerin, dinlerin ve medeniyetlerin kesişme noktası İstanbul’da dâhiyane bir şekilde dengelediği bu hareketin kalıcı evrensel değerini CHP Genel Başkanı’nın algılayamaması hayret verici. Erdoğan’ın, Atatürk ve Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararı algılayamayıp kendini tutamayarak “Esasında tek parti döneminde alınan bu karar tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı, çünkü Ayasofya ne devletin ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür” demiş olması üzücü ama pek şaşırtıcı değil. Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun “Açıyorsanız açarsınız. Bunu siyasi rant alanına dönüştürmek kadar büyük bir yanlış yok” sözleriyle yetinmesi ve CHP’nin parlamentoda hiçbir açık muhalefet yürütmemesi pes dedirtiyor.

90’ların ortasına kadar SHP ve özellikle Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, Atatürk’ün izlerine ve laikliğe yönelen tehlikeleri görmezden gelme üzerine kurulmuştur. 1989’da, Türk Ceza Kanunu’ndan şeriatçı propagandayı engelleyen 163. maddenin kaldırılması, SHP’nin Özal döneminde Atatürkçü sola attığı en büyük kazıktır.

Kılıçdaroğlu’nun seçtiği yol

Göreve gelişinin henüz 4. gününde verdiği demeçlerde “27 Mayıs’ı yapanlar şimdi utanıyor” demişti. Aynı şekilde “Dersim” olayına bakışı, “farklı” yaklaşımı, 2010 yılında verdiği “laiklik tehlikede değil” ve 2012’deki “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” demeçleri, Kemalist bir CHP Genel Başkanı’ndan uzak bir profilin izdüşümleriydi. Öte yandan, Cumhurbaşkanı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, Abdullah Gül’ü uygun görebilmek, 2018 seçimlerinde Haluk Pekşen ve Hüsnü Bozkurt gibi Atatürkçü çıkışlarıyla o dönem halkın gönlünü fetheden milletvekillerini tasfiye etmek, Hüseyin Aygün, Sezgin Tanrıkulu, Mehmet Bekâroğlu, Muhammet Çakmak gibi etnik siyaset yapan veya İslamcı kimlikleriyle bilinen insanları ana listelere almak, kesin bir ters kadro mühendisliğine işaret ediyor. Benzer birçok sebep, Sayın Kılıçdaroğlu’nun yakın tarihimizi, 20. yüzyıl CHP tarihini ve partinin soyağacını iyi bilmediğini, Türk siyasetinin köşe başlarına hâkim olmadığını ve sürekli tekrarladığı şekilde CHP’yi 1930’ lardaki, 40’lardaki kimliğinden koparmaya çalıştığını göstermiştir.

Ayasofya konusunda CHP’nin veremediği tepkiler, geçmişte gösterdiği duruşlarla maalesef uyumlu! Atatürk’ün partisinde genel başkanlık yapan biri, büyük önderin en alkışlanacak evrensel boyutlu siyasi ve diplomatik hamlelerinden biri üstünden haddini aşan ve onu “tarihe ihanet etmekle” suçlayanlara karşı elini masaya vurup ayağa kalkamıyorsa, grup toplantısında Erdoğan’ı Danıştay’da yaşananlar konusunda ikiyüzlülükle suçlamakla yetinip, Meclis’te somut karşı duruş sergileyememişse, ne halkın nabzını tutabilmektedir ne de hangi koltukta oturduğunun farkındadır!

Meral Akşener ise camiye dönüştürme tartışmasında olumlu görüş sunmasına karşın, Erdoğan’ın bu sözlerine karşı gereken yanıtları en sert şekilde verebilmiştir. Bu, -başta Kılıçdaroğlu- herkes adına düşündürücüdür. Atatürk’ün Ayasofya’yı Cami-i Şerif olarak tescil ettiğini vurgulayan Akşener, “Bu gerçek ortadayken öyle hukuki hatadan söz etmek, daha da ötesi utanmadan tarihe ihanet yakıştırması yapmak, makamı ne olursa olsun kimsenin haddi değildir” diyerek, Atatürk kızına yakışan bir ders vermiştir.

Kılıçdaroğlu’nu ilgilendiren tek konu “Ben bu, konuda karşı durursam, daha sonra bu seçimlerde fatura olarak önüme konur mu, bana din düşmanı denir mi?” olmuştur. Aynen yakın geçmişte ne zaman alkol ve cinsel içerikli sansür, heykel saldırıları vesaire olduğunda CHP üç maymunu oynadıysa “Aman bana alkol veya çıplaklık düşkünü demesinler” diye çağdaş toplumda üzerine düşen tavırları göstermemişse, burada da CHP’nin oynadığı rol hiç farklı değildir.

Ali Rıza Öztürk’ün kritik ikazları

Eski CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, Danıştay kararının üç açıdan gayri hukuki olduğunu, (davacı derneğin dava açma ehliyeti bulunmaması, davanın 60 günlük süresinin geçmiş olması -evet, çünkü geçen süre 86 yıl!- ve aynı konuda daha önce açılmış davalarda verilmiş emsal ve kesinleşmiş hükümler bulunması) ve burada esas hedefin Atatürk Cumhuriyeti’nin Danıştay üzerinden tasfiye edilmesi olduğunu vurguluyor.

  • “Bu karar ile karşıdevrimi pekiştirmenin, Lozan’dan rövanş almanın yolu açılmıştır. Atatürk’ün imzasının çöpe atılması değildir tek sorun. Sorun, Atatürk’ün kurduğu demokratik laik hukuk devleti olan Cumhuriyetin tasfiye ediliyor olmasıdır. Sorun, herkesin gaflet ve dalalet içinde seyrediyor olmasıdır.”

Bir hukukçu olmadığım için, Sayın Öztürk’ün önemli sözlerini iki kaynaktan içerik olarak doğrulattım: Biri Sayın Yekta Güngör Özden, diğeri Sayın Sabih Kanadoğlu. 92 yaşındaki annem, Öztürk’ün çarpıcı yorumunu okuduktan sonra uyuyamıyorsa ve bu ortamda CHP Genel Başkanı bütün enerjisini kendisine muhalif hiç kimsenin giremeyeceği bir kurultay düzenlemeye verebiliyorsa, burada muhalefette ağır ve ciddi bir sorun var demektir. Şu ortamda, Atatürkçü duruş sergileyen her CHP’linin ısrarla kadro dışı bırakıldığı bir anlayış, bu insanların içeri girip muhalif duruş bile sergileyemedikleri bir kurultay ile çiftleşiyorsa, durum çok vahim demektir!

Behramoğlu’nun tarihe tokat gibi bıraktığı satırlar…

En son, Ayasofya konusunda işin tarihsel özüne dönersek: Gerçekten bugün kime neyi kanıtlamaya çalıştığımızı anlayamıyorum. Bizans’ı 567 yıl önce fethetmiş olduğumuz konusunda şüphe duyan mı var? Atatürk’ün evrensel “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen duruşuna hiç mi hiç uymayan bu Danıştay kararıyla dünyanın tepkisi üzerimize çevrilmişken, Ataol Behramoğlu’nun dünkü makalesinden şu satırlara dikkat:

  • “Kutsal olan evrenseldir. Herkesin eşi, çocuğu, mabedi, sadece onun değil bütün insanlığın kutsalıdır. Savaş hukuku bile, yenilenin en temel insan olma haklarını korumaya yönelik ilkelere sahiptir.. Yaşadığımız çağda, insanlığın bugününde, savaşta ya da barışta, kimden ve kime karşı olursa olsun, kutsalları çarpıştırmak, bir kutsal adına bir başka kutsala tecavüz, ayıptır, günahtır, suçtur, küçüklüktür.”

Hükümran esaret  

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 17.7.2020

Hükümran esaret  

Başlıktaki “Oximoronic” tabiri kullanmak için çok düşündüm. Ama içinden geçmekte olduğumuz bu süreçte, ülkemizi yönetiyor gibi yapan (savrulan diyelim) iradenin halini daha iyi tanımlayacak başka bir söz bulamadım.

Hani derler ya: “Cuk oturuyor” diye.

Düşünsenize, ağızlarını her açtıklarında sadece ülke içinde değil ülke dışında da “fevkalade duruma hâkim ve her istediğini başaran, kimsenin itiraz edemiyor ve hukuken alt edemiyor olmasının da avantajı ile ipleri istediği gibi çekebilme olanağına sahip” görüntüsü veriyorlar ya.

Oysa, işlerin hiç de öyle yürümediğinin, kazın ayağının da göründüğü gibi olmadığının farkına bile varamayacak noktayı çoktan geçtiler. Bu noktadan onra (yakınlarındaki) kimse de onlara söyleyemiyor sanırım. Bizler, yani “çooook uzaklarında” olanlar da bir şeyin değişeceğine ilişkin umudumuzdan değil de sırf tarihe not düşmek adına söylemekten çekinmiyoruz. Çekinmedik, çekinmeyeceğiz de. Çünkü hiç olmazsa tarih, adaletin ve hukukun yanında, doğrunun yanında olanlara bir şekilde, bir aşamada hakkını verir diye umduğumuzdan yapıyoruz bunu.

Hükümranlık diye avaz avaz bağırarak, dünyayı hayrete düşürecek bir kararla “Kiliseyi cami olarak kullanmaya” karar verirken, hiç hesap etmediler ki kendilerinden önce “Kiliseyi camiye değil, müzeye dönüştürme” kararını alan akil irade, yani Cumhuriyetin kurucu iradesi, bu konuda alınabilecek en aklıselim içeren kararı almıştır. Üstelik işgalci “Yedi Düvel”i bu topraklardan kovalayarak bu “Devlet”i kuran o “Kurucu irade” sayesinde bu ülkede 72 millet ve dinden insan özgürce ibadet edebilmekte ve bu “emanet”, bu ülkenin temel taşlarını bağlayan en güçlü harcı oluşturmaktaydı..

Hükümranlık diye çığırırken, kendi ülkesinin Bakanlar Kurulu’nun 86 yıl önce aldığı kararın üzerini çizerek sadece saygısızlık etmekle kalmıyor (Kurucu Yüce Önder ATATÜRK’ün ihanetle suçlanması küstahlığına girmek bile istemiyorum) aynı zamanda, “Bir devletin kendi aldığı bir kararın altındaki mührü söküp atarak” devletin mührünün yüceliğini, (hükümranlık diyelim mi?) kendi elleriyle berhava ettiğinin farkında bile değil.

Hükümranlık diye gerim gerim gerinirken, bir yandan kendi milletinin vergileri ile satın aldığı milyarlarca liralık silah sistemlerini, el âlemin parmak sallaması üzerine  “depoya kapatmak zorunda kaldığını”, yine başka bir ülkeden parasını ödeyerek aldığı uçakların “Vermiyorum işte. Var mı diyeceğiniz?” diye terslendiğini, daha da ötesi, bunu sineye çektiğini (Don’t be a fool mektuplarına filan girmiyorum bile) unuttuk sanıyor.

Hükümranlık diye ortalığı kasıp kavururken, bu ülkenin bir mahkeme heyeti karar için toplanmaya hazırlanırken, aynı kentin bir havaalanında motorları çalışmaya başlayan bir uçağın, “uzaklardan gelen bir telefonla serbest bırakılıveren bir papazı alıp uçtuğu” gerçeği buharlaşıp uçuverdi sanıyor.

Hükümranlık diye gerinirken, kendimiz “Devlet” olarak ilk imzacılarından biri olduğumuz ve “Parlamento”dan (Yüce Meclis diyelim – daha iyi gider) onaylattığımız İstanbul Sözleşmesi’nin altındaki imzayı geri çekerek ele güne rezil olmamızın hazırlıklarını yapıyor.

Hükümranlık diye meydanlarda haykırırken Ege Adaları’nın tüm uluslararası sözleşmelere aykırı biçimde komşu bir ülkenin silahlı kuvvetleri tarafından bir bir işgal ve tahkim edilmesine ses çıkaramıyor olmamızın üzerini örtmeye çalışıyor.

Hükümranlık diye övünçle gezinirken, Birleşmiş Milletler nezdinde hükümran bir devlet olarak tanınan bir komşunun topraklarına topla, tankla, tüfekle dayanarak o devleti “rejim” diye küçümseyerek, başkentinin en önemli camisinde cuma namazı kılma niyetlerini ortalık yerde seslendirmekten sıkılmıyor.

Hükümranlık diye fiyaka satarken, en büyük kentinin tam orta yerindeki bir konsolosluk binasına ellerini kollarını sallayarak (havalimanından beri adım adım izlendikleri halde) giren 15 yabancı eşkıyanın, içeride adam öldürüp kıtır kıtır doğradıktan sonra, yine ellerini kollarını sallayarak çıkıp gittiklerini, arkalarından “çemkirmekten” başka bir şey yapmaya gücünün yetmediğini kimsecikler duymadı, görmedi, bilmiyor sanıyor.

Hükümranlık diye avazı çıktığı kadar bağırırken bu ülkenin yaşadığı en menfur, en alçakça, en hain darbe girişimlerinden birinin arkasında olduğunu sağır sultanın da duyduğu, herkesin de bildiği FETÖ elebaşı Ağlak Vaiz’i yüz bilmem kaç kez talep ettiğimiz halde adeta “nanik” yapılarak iade etmeyi reddettiklerini ve hâlâ kucakta beslediklerini bilmiyoruz, hepimiz salağız sanıyor.

“Hükümranlık” derken, bütün bu hatırlattığım komple yönetici acziyetinin “esiri” olmayı, ancak ülkeyi bu hale getiren kadrolar becerebilirdi.

Bu “esareti” kendi çabası ile yaratabilmek de bir “beceri” midir?

Bilemiyorum.

AYASOFYA

AYASOFYA

Suay Karaman 

29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, onbir yüzyıldır Hıristiyanlığın en büyük kilisesi olan Ayasofya’yı, cami olarak ibadete açmış ve beş yüzyıl boyunca cami olarak hizmet vermiştir. 1453 yılında fethedilen İstanbul, 1918-1923 yılları arasında işgal edilmiştir. Son Osmanlı padişahı Vahdettin’in ülkesini bırakıp kaçmasıyla, Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesi son bulmuştur. Eşsiz liderimiz Atatürk’ün öncülüğünde kazanılan bağımsızlık savaşı sonrasında İstanbul, 6 Ekim 1923’te işgalden (AS: yaklaşık 5 yıl!) kurtulmuştur. 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya müze olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Ayasofya’nın müze yapılmasına yönelik ilk karşı çıkış, Said Nursi yandaşlarından Osman Yüksel Serdengeçti’nin çıkarttığı Serdengeçti adlı derginin Ağustos 1952 tarihli sayısındaki “Ayasofya” yazısıyla başlamıştır. Yazıda Ayasofya’yı müzeye dönüştürenlere ağır saldırılarda bulunulmasına karşılık, açılan dava sonucunda ceza verilmemiştir. Daha sonraları 1986-2016 arasında Zaman gazetesi ve 1994-2016 arasında Aksiyon dergisi bu konuyu gündeme getirmiştir. Bazı siyasal partiler de oy toplamak amacıyla Ayasofya’yı yeniden camiye dönüştürme propagandası yapmaya başlamışlar, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren Bakanlar Kurulu kararının altındaki Atatürk’ün imzasının sahte olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği, Ayasofya’nın cami olarak kullanılması için ilk olarak 2005 yılında Danıştay’a dava açarak, 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali ve yürütmenin durdurulmasını istemişti. Danıştay 10. Dairesi, 24 Haziran 2005’te söz konusu Bakanlar Kurulu kararının yürütmesini durdurma istemini reddetmişti. Daire, 31 Mart 2008’de ise Ayasofya’nın müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığına işaret ederek, davayı reddetmişti.

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 10 Aralık 2012’de, Danıştay 10. Dairesi’nin bu kararını onamıştı. Karar düzeltme isteği de 6 Nisan 2015’te reddedilmişti. Dernek, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulundu. 2018 yılında Anayasa Mahkemesi, Ayasofya’nın namaz kılınması için ibadete açılması yönündeki istemin reddedilmesi nedeniyle din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasıyla yapılan başvuruyu, “incelenmeksizin kişi bakımından yetkisizlik” nedeniyle kabul edilemez bulmuştu. Kısaca bugün Ayasofya’nın açılmasına neden olan kararın hukuksal sürecini başlatan bu Dernek, tüm davaları yitirmişti.

Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği, Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesine ilişkin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle 20 Aralık 2016’da yeniden Danıştay’da dava açtı. Danıştay 10. Dairesinin, öncelikle süre ve kesin hüküm nedenleriyle esasa girmeden usulden reddetmesi gerekirken, eski kararlarının aksine bu kez davayı görüşmeyi kabul etti. 2 Temmuz 2020 tarihindeki duruşmada Cumhurbaşkanlığı, bu derneğin açtığı davanın reddedilmesi gerektiğini, konuyla ilgili önceki kararlara ve hukuka verdiği referanslarla savundu. Ancak Danıştay 10. Dairesi 10 Temmuz 2020 tarihinde Ayasofya’nın cami olarak açılmasına karar verdi. Böylece siyasal iktidar Ayasofya’nın cami haline getirilmesi için siyasal sorumluluk almak yerine, Danıştay’ı ileri sürdü. Danıştay da, bir skandala imza atarak, padişahın mülkü olduğu ve cami olarak vakfettiği gerekçesiyle Atatürk’ün imzası bulunan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti.

  • Siyasallaşan yargının verdiği bu karar çok tartışılacaktır.
  • Çünkü yargı eliyle Atatürk Cumhuriyeti tasfiye edilmektedir.

İstanbul’u en son fetheden Mareşal Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı, Ayasofya bugün kilise olarak hizmet verecekti. Danıştay’ın iptal ettiği 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının altında Atatürk’ün de imzası vardır ve iptal edilen aslında o imzadır. Sorunu ortaya iyi koymak gerekir:

  • Sorun ibadet değildir, siyasal İslam’ın Atatürk’le kapanmayan hesabıdır,
  • demokratik ve laik cumhuriyetten rövanş alma isteğidir.

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinden önce 16 Mart 2019’da Tekirdağ’da düzenlediği mitingde Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla ilgili olarak şunları söylemişti:

  • “Bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, ‘Ayasofya’yı dolduralım’ diyeceksin. Büyük Çamlıca Camii’ni yaptık, 4-5 tane Ayasofya eder. Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgâh. Biz ne zaman neyin nasıl yapılacağını çok iyi biliyoruz. Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız.”

    Yine seçim öncesinde gençlerle yaptığı televizyon programında şunları söylemişti:

  • “Ayasofya’nın belirli bir bölümünde namaz kılınıyor. Ayasofya’yı açmanın bir götürüsü var. O bizim için daha ağırdır. Ayasofya’nın açılmasını isteyenler, yurt dışındaki camilerimizin başına ne gelir hiç düşünüyor mu? Ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim.”

Bu sözlerini unutan AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan, Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmesinin ardından yaptığı değerlendirme konuşmasında, 24 Kasım 1934 tarihli Mustafa Kemal Atatürk imzalı karar için “Tek parti döneminde alınan bu karar, tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı.” ifadelerini kullanmıştır.

Ülkemizin kurtarıcısına, cumhuriyetimizin kurucusuna, eşsiz liderimiz büyük Atatürk’e hain diyenlerin aynaya bakmaları gerekir.

Her durumda uyuyan Türk Milleti, büyük kurtarıcımız Atatürk’ün ihanetle suçlanması karşısında tepki vermemeye ve sessizliğini korumaya devam etmektedir. Bunun yanında siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri ve sendikalar da uyumaya ortaktırlar. Bu “hain” sözü için özellikle Cumhuriyeti kuran partinin yöneticilerinin yeri göğü inletmesi gerekirken, cılız tepkilerle geçiştirdikleri görülmektedir.

Bugün Atatürk‘ün imzaladığı kararnameyi iptal edenler, yarın Atatürk’ün imzaladığı başka kararları da iptal edeceklerdir. Atatürk’ün kurduğu fabrikalar kapatıldı, Atatürk’ün kapattığı tarikat ve cemaatler ardına dek açıldı. Yarın Danıştay, laik cumhuriyeti ve devrimleri iptal eden kararlar aldığında, Ayasofya kararına sevinenler ne yapacaktır? Ayasofya’yı egemenlik kullanımı olarak görenler, Ege Denizi’nde 18 adamızın Yunanistan tarafından işgal edildiğini bilmiyorlar mı? Sivil darbe yapanları alkışlayanlar, Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyeti yıkmak isteyen siyasilere yol verdiklerinin, destek olduklarının farkında mıdırlar?

Ayasofya’nın ibadete açılması Türkiye’ye ne kazandıracak? İbadet için cami eksiği mi var? Şimdi daha mı iyi Müslüman olundu? Türkiye’nin gündeminde bulunan ekonomik çöküş, açlık, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve terör unutturulmak istenmektedir. Bunların yanında Atatürk ve laik cumhuriyete düşmanlık büyük boyutlardadır. Ayasofya’nın ibadete açılmasının ardından yurt dışında yaşayan milyonlarca Müslümanın ibadet ettiği camilerin kiliseye çevrildiğini görürsek, söyleyecek sözümüz olmayacaktır.

Ayasofya’da ilk namaz 24 Temmuz Cuma günü kılınacak. 24 Temmuz Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit ve egemen bir devlet olarak tarih sahnesine çıktığı Lozan Antlaşması‘nın yıldönümüdür. Buradaki amaç bellidir: Cumhuriyetimizin kurucu belgelerine ve felsefesine meydan okunmaktadır. Muhalefeti ve Türk Milletini derin uykulardan uyandırmak için hepimiz el ele vererek, örgütlü çalışmalar yaparak, yeni yeni çoban ateşleri yakmalıyız. Yoksa artık Selanik’ten yeni bir harekât ordusunu beklemek hayalciliktir. (13 Temmuz 1920)