Etiket arşivi: Mustafa Kemal Paşa

ADD’den 23 Nisan 2022 Ulusal Egemenlik Şenliği ve Bildirgesi..

Dostlar,

ADD bu gün, 23 Nisan 2022 Cumartesi günü, çok kapsamlı bir etkinlik düzenlemekte..
Sabah 11:30’da ATO (Ankara Ticaret Odası) büyük kongre salonunda (Congressium) toplanacağız.

Ülkemizin her yerinden Derneğimiz üyeleri ve yoldaşları otobüslerle, trenle, araçları ile yola çıktılar bile… Program, aşağıdaki görselde de (posterde) yazıldığı üzere;


Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayacak.
Ardından, Genel Başkanımız Sn. Dr. M. Hüsnü Bozkurt,

  • ADD’nin ULUSAL EGEMENLİK BİLDİRGESİNİ (MANİFESTOSUNU) okuyarak
    ülkemize ve dünyamıza haykırışlarımızı, isteklerimizi ve kararlılığımızı,
  • Ulus Egemenliğine her koşulda ve sonsuza dek sahip çıkacağımızı herkeslere duyuracak.

Bando gösterisi izleyecek Bildirgenin paylaşılmasını.
Etkinlik, ADD web TV’de eşzamanlı yayınlanacak (youtube ve öbür sosyal medya hesapları)

Öğleden sonra 14:00’te ise, Aslanlı Yolun başında toplanarak Anıtkabir’e, Yüce ATATÜRK‘ü ziyarete gideceğiz.

Büyük Millet Meclisi, günümüzden 102 yıl önce 23 Nisan 1920 günü Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa‘nın uzun ve çok yoğun emekleriyle toplanabilmişti. 16 Mart 1920’de, Mustafa Kemal Paşa’ın uyardığı ve öngördüğü üzere İstanbul’da Meclis-i Mebusan işgalci İngilizlerce basılmış ve dağıtılmıştı. Yakalanan mebuslar Malta adasına sürgüne – zindana yollanmıştı. Kurtulabilenlerin bir bölümü Ankara’ya geldi, Büyük Millet Meclisine katıldı.

Mustafa Kemal Paşa 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresinde Heyet-i Temsiliye başkanı seçilmişti. 19 Mayıs 1919’da bağımsızlık savaşımızı örgütlemek üzere işgal altındaki İstanbul’dan yola çıkmış ve Samsun’dan başlayarak ilmek ilmek Kurtuluş Savaşı için Ulusu hazırlamıştı. Boynunda, son Osmanlı padişahı “hain – deni – soysuz” (Atatürk’ün SÖYLEV‘inde kullandığı sözler!) Vahdettin’in idam fermanı, “sine-i millette bir ferd-i mücahit” olarak Anadolu’da çok sayıda yerel Kongre toplanmıştı. 27 Aralık 1919’da Ankara’da coşku ile karşılanmıştı.

İstanbul Meclis-i Mebusanı’nın dağıtılmasını izleyen günlerde, boşluk oluşmasına izin vermeksizin Ankara’da olağanüstü yetkili bir Meclis toplanmasını istemişti. İşgal altındaki Anadolu’dan ancak 115 temsilci toplanabilmişti. Geceleri, kara çarşaflara bürünerek, saman balyaları arasında, kağnılarla gelebilmişlerdi. 23 Nisan 2020 günü Ankara’da umutsuzluk ve hüzün baskın görünüyordu. Paşa gürledi, Milletvekillerine şöyle seslendi :

“İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Milli Meclise davet etmedim.
Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu kutsal davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim.
Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağı’na çıkar, orada
tek kurşunum kalana kadar vatanı müdafaa ederim. Kurşunlarım bitince
bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna and içtim.”

Böyle konuşunca herkesi bir heyecan dalgası sardı. Hiçbiri gözyaşlarını zaptedemiyordu.

O şanlı 1. Meclis, Kurtuluş Savaşımızı Mustafa Kemal Paşa başkanlığında başarıyla yönetti.
1923 seçimleriyle yerini TBMM’ye bıraktı, o da Lozan Andlaşmasını onayladı…
Başkanlık Kürsüsünün üzerinde artık

  • “EGEMENLİK BAĞSIZ KOŞULSUZ ULUSUNDUR” yazmaktaydı.

O tabela 102 yıldır orada ve asla inmeyecek..

  • Artık egemenliğin kaynağı gaiplerde, göklerde, saraylarda, sultanlarda değil; ULUS’ta!

Adı üstünde; ULUS EGEMENLİĞİ, ULUSAL EGEMENLİK…

Ve bu görkemli devrim, çocuklarımızca da içselleştirilsin diye, yeryüzünde örneği olmaksızın, Mustafa Kemal Paşa tarafından onlara bir bayram olarak armağan edildi izleyen yıllarda.

Günümüzde çocuk şenlikleri – çocuk eğlencelerine indirgenerek ULUSAL EGEMENLİK DEVRİMİ görmezden gelinerek bu bilincin kuşaktan kuşağa aktarılması bilerek engellenmeye çalışılıyor. Ama boşuna… Artık insanlar uyanmışlardır ve kendilerini kendileri yöneteceklerdir dokunulmaz ve mutlak olan egemenlik haklarını doğrudan ya da dolaylı belirlediği temsilcileri eliyle.

Bu tarihsel olgunun ve gerçekliğin böylece kabulü ve demokratikleşme ekseni kabulü çok yerinde olur. İşte bu gün, 102 yıl sonra dünyaya ve ülkemize ADD olarak düşüncelerimizi sunacağız, sorunlara ve tehditlere dikkat çekeceğiz, çözüm önerileri ve kararlılığımızı koyacağız orta yere..

Herkes çağrılımızdır..

23 Nisan 2022 Cumartesi, 11:30, Ankara Ticaret Odası büyük kongre salonu..

Sevgi ve saygı ile. 23 Nisan 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc ADD Bilim Kurulu 2. Başkanı
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik   twitter : @profsaltik    

 

 

 

 

10 Nisan Laiklik Günü : ADD Basın Açıklaması

BASINA VE KAMUOYUNA

Demokrasinin olmazsa olmazıdır LAİKLİK !

AKLIN; doğmalara tutsaklıktan kurtulması, bilimsel düşünce ile donanması, özgürleşmesidir, yalnızca din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanamaz !

Uluslaşmanın, ulusal bağımsızlığın, birlikte yaşamanın, düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğünün, bilim, sanat ve kültürde üretkenlik ve yaratıcılığın, kadının insan olarak eşitliğinin, fikri hür irfanı hür vicdanı hür yurttaşlar toplumu olmanın, çocukların dünya çocukları ile yarışabilecekleri bilimsel bilgi ile yetiştirilmelerinin, topyekûn (bütüncül) kalkınmanın, emeğin en yüce değer olduğu bilincinin, üretmenin ve hakça bölüşmenin, hukuk devletinin, dünya uluslar ailesinin onurlu üyesi olmanın, kısacası İNSAN GİBİ YAŞAMANIN temel direğidir LAİKLİK !

Din ve devlet işlerinin değil, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır LAİKLİK !

10 Nisan 1928

On yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetme görevini üstlenenlerin görmek istemedikleri, unutturmak için ellerinden geleni yaptıkları Cumhuriyet tarihimizin en önemli günlerinden biri.

Cumhuriyetimiz’ in ve Aydınlanma Devrimleri’nin en yaşamsal adımının atıldığı gün.

Genç Cumhuriyet, hayatın değişik alanlarında devrimlerini hızla sürdürürken önüne her zaman bir engel çıkıyordu; LAİKLİK ilkesinin yaşama geçmemiş olması.

9 Nisan 1928’de, Başbakan İsmet İnönü ve 120 arkadaşının verdiği yasa önerisi ile 1924 Anayasası’nın “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslam’dır, Resmi Dili Türkçedir, Makarrı Ankara şehridir” diyen 2. maddesinden “Devletin dini, Din-i İslam’dır” tümcesi, 16. maddesindeki milletvekili yemini ile 38. maddesindeki Cumhurbaşkanı yemininden “Vallahi” sözcüğü ve 26. maddesinden de din işlerinin düzenlenmesini TBMM’nin görevleri arasında sayan cümle çıkartılıyordu. 9 Nisan 1928’de anayasanın bu dört maddesinde yapılan değişiklikler 264 üyenin oy birliği ile kabul edildi ve 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazetede 1220 sayılı yasa olarak yayınlanarak yürürlüğe girdi. 5 Şubat 1937’de bir adım daha atıldı ve LAİKLİK; ruh ve uygulama ile zaten var olduğu Anayasa’da ilke olarak da yer aldı.

  • Böylece artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir işi din kuralları ile, naslar ile görülemeyecekti.

Tarih boyunca insan topluluklarında; kaba kuvvet, aile, büyü, doğa güçleri ve benzerlerine dayanılarak kullanılan yönetme güç ve yetkisi, devletlerin ortaya çıkması ile birlikte ve zaman içinde TANRI adı verilen ilahi kaynaklar referansı ile kullanılır olmuştur. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere, değişik tapınma biçimlerine sahip pek çok devlette halen yönetme yetkisi bu dayanakla kullanılmaktadır.

İnsanlık tarihinde yönetme güç ve yetkisinin tanrısal olduğuna ilk güçlü itiraz 1789 Büyük Fransız Devrimi ile gelmiş, bu devrim esas olarak kilise ve kraliyet rejimini hedef almıştır. Fransız devrimine,  bütün krallık ve göksel inanç sistemlerine dayalı rejimlerin düşman olma nedeni budur.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisini açarken yetkiyi Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi (Halife-i rûy-i zemin) olarak görülen padişahtan değil, Ulusal İstenç’ten (Milli İrade’den) alarak, kurdukları Büyük Millet Meclisi İdaresinin niteliğini ilan eden çok önemli bir adım atmışlardır. Bu adım; salt işgal altındaki bir vatanı bağımsızlığına kavuşturmanın değil, bin yıllardır süren bir düzeni yıkarak kuldan özgür yurttaşa ulaşmanın da adımıdır. Nitekim Atatürk ve Cumhuriyet Devrimcileri “Hâkimiyet Bilâ Kaydü Şart Milletindir” tümcesini Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesine yazmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi duvarına da silinmemek üzere asmışlardır. Günümüzde EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR şeklinde simgeleşen bu temel ilke, kimi kesimleri çok rahatsız etmekte, farklı biçimde anlatılmaya çalışılmakta, daha acısı bu kesimler memleket dahilinde iktidara sahip olanlarca korunup kollanmaktadır.

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zafere ulaşmasından hemen sonra, güçlü bir devrimci irade ile 1 Kasım 1922’de 600 yıllık saltanat ve 3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırılarak MİLLET EGEMENLİĞİ kesinleştirilmiş, 10 Nisan 1928’de de devlet uygulamada laikleştirilmiştir. Böylelikle, Cumhuriyet Devrimcilerinin hep önünü kesen bu Anayasal çelişki; Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta, 16 Ocak 1923’te İzmit’te yapılan ve 12 saat süren ünlü gazeteciler buluşmasına atıfla (gönderme ile) uzun uzun anlattığı ve “devletin dini” konusunun ilk fırsatta çözüleceğini söylediği üzere, Büyük Nutuk’un okunmasının üzerinden 6 ay geçmeden ortadan kaldırılmıştır.

Bugün 10 Nisan LAİKLİK GÜNÜ kutlamalarına karşı çıkıp, unutturma çabası içinde olanların kutsal inançları nasıl istismar ettiklerini her gün yeni bir örnekle içimiz acıyarak izliyoruz. Bu aymazlar; meşruiyetlerinin kaynağını kurutmaya, bindikleri dalı kesmeye çalıştıklarının farkında değiller. Aldıkları kararları kutsal ve tartışılamaz inançlara dayalı hale getirerek itirazsız bir yönetim özlemi çekenlerin, demokrasinin özünün LAİKLİK olmasına tahammül edemedikleri ortadadır.

Biat kültürü, bu nedenle egemen kılınmak isteniyor. Bu nedenle  “lidere mutlak itaat” ile demokrasiye son veren anayasa değişiklikleri tereddütsüz onaylanıyor. Böylece kendi yetkilerine son veren bir meclis, kendi varlığına son veren anayasa değişikliklerinin reklamını yapan bir başbakan ortaya çıkabiliyor.

Demokrasinin özünün LAİKLİK olduğunu öğrenmenin en pahalı, en acılı yolu, laikliği ve dolayısıyla demokrasiyi yitirip teokratik bir diktanın tutsağı olmaktır. LAİKLİK ilkesini yaşamlarına ve devletlerine yerleştirememiş toplumların ne halde olduklarını görmek için uzaklara gitmeye gerek yok, kimi sınır komşularımıza, bölgemizdeki birçok ülkeye bakmak yeterlidir.

Hiç unutulmamalıdır; LAİKLİK, hepimizin altında güvenle yaşadığımız Cumhuriyet Kubbesi’ nin KİLİT TAŞIDIR, zinhar (kesinlikle) oynanmamalıdır !

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ; Ulusumuzun LAİKLİK GÜNÜ’nü kutlarken, Cumhuriyetimizin ve Türk Devrimi’nin bu vazgeçilmez ilkesini sonsuza dek koruma ve savunma azim ve kararlılığını bir kez daha kamuoyuna duyurmayı, ülkemizi yöneten ya da yönetmeye talip (istekli) olan herkesi de bu azim ve kararlılıkla hareket etmeye çağırmayı görevi saymaktadır.

Saygılarımızla… 10 Nisan 2022

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ
==============================================
Dostlar,

Batı, 114 yıl süren kanlı mezhep savaşları sonunda İstanbul’u yitirince, 1453’te Laik düzene geçti.

Batı Uygarlığını yarattı.

Emperyalizmin maşası Siyasal İslam 500 yıldır hala şeriat batağında.

Ne büyük talihsizlik!

Namuslu-yiğit Din Bilginleri öncülük etmeli İslam dünyasına..

Tabu can çekişiyor ama çok da can yakıyor hala..


Sevgi ve saygı ile. 10 Nisan 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik    

HIYANET AKADEMİSİ 

Suay Karaman

24 Şubat 2022 tarihinde AKP Konya Milletvekili Hacı Ahmet Özdemir ve 49 milletvekili tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile Devlet Memurları Kanununda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” sunulmuştur. Sunulan teklif TBMM Başkanlığınca aynı tarihte Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu’na havale edilmiştir. 3 Mart 2022’de komisyonda bu teklif üzerindeki görüşmeler 7 saat 3 dakika sürmüş ve teklif kabul edilerek, TBMM Genel Kurulu’na gönderilmiştir. Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu’nda kabul edilen teklife

  • CHP milletvekilleri Yıldırım Kaya (Ankara), Burcu Köksal (Afyonkarahisar), Serkan Topal (Hatay), Suat Özcan (Muğla), Mustafa Adıgüzel (Ordu) ve Ali Keven (Yozgat) muhalif olmuşlar, gerekçelerini yazmış ve imzalamışlardır. Gerekçelerinde son derece anlamlı bir vurgu yapmışlardır:
  • Teklif, doğrudan Cumhuriyet’in eğitim birliği ilkesiyle hesaplaşma zihniyetiyle hazırlanmış görünmektedir.” Bu anlamlı gerekçe durumun korkunçluğunu gözler önüne sermektedir.

15 ve 16 Mart 2022 tarihlerinde TBMM Genel Kurulu’nda görüşülen teklif, hiç red oyu verilmeden 277 kabul ve 10 çekimser oyla yasalaştı. 600 kişilik parlamentodaki görünümün bu şekilde olması düşündürücüdür. Genel Kurul’daki görüşmelerde suya sabuna dokunmayan birkaç eleştiri dışında, karşı çıkan olmadı. 22 CHP milletvekili ile 12 İYİ Parti milletvekili kabul oyu verdi. Birçok milletvekili oylamaya katılmadı. Üstelik komisyon raporuna muhalif olarak anlamlı gerekçe yazan 6 CHP milletvekilinin oylamaya katılmamış olması da korkunçtur. CHP için bu tutarsız durum, yeni CHP’ye devşirilen parti yönetiminin sağa açılmak için aldığı ilkesiz bir karardır ve Atatürk’ün partisine hiç yakışmamaktadır.

Ülkemizde 110 İlahiyat Fakültesi ve 56 İslami Bilimler Fakültesi varken, çıkarılan bu yasayla Diyanet Akademisi kurulmuştur. Yüksek ihtisas, dini ihtisas ve eğitim merkezlerinden oluşacak Diyanet Akademisi, sözde din adamı yetiştirecek, yeni dinsel merkezler açacak, toplantı ve kurslar düzenleyecek, diplomalar dağıtacaktır. Bu yüzden Diyanet Akademisi için çok fazla kadroya gereksinim doğacaktır. Böylece yaklaşık 150 binin üzerinde personeli bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, alınacak yeni kadrolarla gereğinden çok daha fazla büyütülecektir.

İçişleri, Dışişleri, Kültür ve Turizm, Sanayi ve Teknoloji, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği, Enerji ve Tabii Kaynaklar ile Ticaret Bakanlığı bütçelerinin toplamından daha büyük bütçesi olan Diyanet İşleri Başkanlığı, yaptığı yayınlar, etkinlikler ve toplantılarla laik sisteme baş kaldırmaktadır. Cumhuriyete ve demokrasiye karşı bir kurum olduğunu gösteren Diyanet İşleri Başkanlığı, böylece eğitimin de içine iyice girecek ve Öğretim Birliği Yasası delinecektir.

Diyanet Akademisi, YÖK ya da Milli Eğitim Bakanlığı’na değil de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olacaktır. Üstelik Diyanet İşleri Başkanlığı içinde Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü varken ve bu işleri zaten bu müdürlük yapmaktayken, Diyanet Akademisi kurulması ideolojiktir. Diyanet Akademisi ile medrese sistemi geri getirilmek istenmektedir. Bunun kanıtı ise Diyanet Akademisi’nde eğitim görecek erkek öğrencilerin “alacakları eğitimin kesintiye uğramaması” gerekçesiyle askerlikten muaf sayılmalarıdır. Bu da Anayasanın eşitlik ilkesine (m.10) aykırıdır.

Büyük Taarruz öncesi Mustafa Kemal Paşa, 1-4 Nisan 1922 arasında Konya ve ilçelerini ziyaret etmiş ve denetlemelerde bulunmuştur. Medrese ziyareti sırasında öğrencilerin askere alınmaması önerisi iletilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, bu öneriye şiddetle karşı çıkmış ve

  • “Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi yetişmiş evlatları cephede dövüşür, vatan için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim.”

sözleriyle tepkisini göstermiştir. Bu olaydan yüz yıl sonra Diyanet Akademisi adı ile medreselerin açılması ve erkek öğrencilerin askerlikten muaf sayılmasının istenmesi, Atatürk ve laik cumhuriyet ile hesaplaşmaktır. Bu yasa TBMM’de kabul edilirken ‘hayır’ oyu çıkmaması, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Üstelik ilkelerinden biri “laiklik” olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin laikliği çiğneyen, Öğretim Birliği Yasası’nı ortadan kaldıran bu yasaya ‘hayır’ oyu vermemesi, hatta 22 milletvekilinin ‘evet’ oyu vermesi karşısında toplum şaşkındır, üzüntülüdür. “Laiklik tehlikede değildir” diyen Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP, rotasından, kuruluş değerlerinden ve ilkelerinden sapmıştır. Atatürk ile ilgisi kalmamıştır ama seçmenleri kandırmaya devam etmektedir.

3 Mart Devrim Yasaları’nın 98. yıl dönümünü kutlamayacaksınız, okul öncesi 4-6 yaş çocuklarına din dersi verilmesine ses çıkarmayacaksınız, tarikat ve cemaat yurtlarındaki taciz, tecavüz, intiharlarla ilgilenmeyeceksiniz, dincileri partiye alacaksınız, türbanlılara rozet takacaksınız, laiklik ilkesi yok edilirken sessiz kalacaksınız ve sonra biz Atatürkçüyüz diyeceksiniz. Bu sahtekârlığa son vermenin zamanı gelmiştir. CHP’nin bilinçli ve duyarlı seçmenleri bu yapılanlar karşısında büyük öfke içindedirler. AKP’nin ülkemizi getirdiği durum ortadayken, şeriata doğru gidilirken CHP ve ortaklık yaptığı partilerden laikliğin korunması hakkında hiçbir açıklama yoktur.

Hilafete doğru hızlı adımlarla koştuğumuz bu günlerde, Diyanet Akademisi yasasına karşı tepki vermeyenler, Anayasa Mahkemesi’ne götürmeyenler, ihanete ortaktırlar. Demokrasinin olmazsa olmazı laiklik ilkesine sahip çıkmayanlar, karanlığa mahkûmdurlar.

Azim ve Karar, 28 Mart 2022
https://azimvekarar.net/hiyanet-akademisi/ 

CUMHURİYETİN SAĞLIK POLİTİKALARI ve NEO-LİBERAL ÇIKMAZ

Dostlar,

Dün akşam (14 Mart 2022) ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Merkezi Eğitim Kurulu’nun düzenlediği bir sanal açıkoturuma çağrılı idik. Düzenleyici, ADD  GYK (Genel Yönetim Kurulu) üyesi ve Eğitim Kurulu Başkanı Sn. Prof. Dr. Bige SÜKAN idi. Yine ADD GYK üyesi ve Gn. Skr. Yrd. Sn. Dr. Arif Güvenir (Aile Hekimi) öbür konuşmacıydı. Zoom ortamında yayınladı, youtube’a da yüklendi. Konumuz şuydu :

  • CUMHURİYETİN SAĞLIK POLİTİKALARI ve NEO-LİBERAL ÇIKMAZ


Dr. Güvenir, Cumhuriyetimizin kuruluşundan alarak 1970’lere dek gelişmeleri yaklaşık 40 dakikada yansılarla özetledi ve yaratılan destanı sergiledi. Gerçekten de Kurtuluş – Bağımsızlık Savaşı ardından Anadolu tam bir yıkıntı (harabe) durumdaydı. 12 milyon dolayında hasta, yaşlı, gençleri – erkekleri kırılmış, sanayileşememiş, din – tarım imparatorluğu artığı yoksul ve eğitimsiz bir kitle söz konusuydu. Bulaşıcı hastalıklar deyim yerinde ise “kol geziyordu”..

  • Batı yazınında, bu topluluğa “Kılıç artığı” denmekteydi.

Büyük ATATÜRK ve Cumhuriyet Devrimcileri pes etmediler ve onca yokluklar içinde gerçek anlamda bir tansık (mucize) yarattılar, tarihte tektir ve örnektir. Dr. Güvenir tam da bu destanı sundu. Yansıları görmek için lütfen tıklayınız :

Biz Tıbbiyelilerin ve sağlık emekçilerinin Mustafa Kemal Paşa, Dr. Refik Saydam… ve elleri öpülesi kahramanlar önderliğinde Türk Devrimine katkımızdır.

Tıbbiye (1827), Harbiye (1834) ve Mülkiye (1859) ülkemizin çelikten Aydınlanma sacayağıdır.

Biz de 1970’lerden alarak, küresel kapitalist sistemin tükenmeyen dönemsel bunalımları bağlamında 1980’ler başında başlaltılan KüreseleşTİRme = Yeni emperyalizmi ve onun  yeni yetme ideolojisi Neo-Liberalizmin özellikle sağlıkta ülkemizi sürüklediği çıkmazı sunduk. Çıkış önerilerimiz paylaştık (yaklaşık 45 dk.) Ardından 1 saate yakın canlı bir tartışma – katkı süreci yaşandı.

ADD yönetimini bu çabaları için kutlar, bizlere görev verdikleri için teşekkür ederiz.

Youtube kaydını izlemek için lütfen tıklayıınz…

https://youtu.be/cQHecOjxKkg

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereğinin yapılmasını dikeriz.

Unutulmasın                             :

  • Sağlık haktır meta değildir; bizler de müşteri değil,
    sağlık hizmetlerini doğuştan kazanan saygın ve onurlu insanlarız..

Ve;

  • “Sağlık hizmetleri, Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevidir.” 

  • Kendine Devrimin ve Devrimciliğin çeşitli ve yaşamsal görevler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak m1illi davamızdır. Çünkü Cumhuriyet; düşünsel, bilimsel ve bedensel bakımdan güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister.” 
    Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK (TBMM açış konuşmasından, 1935)

Sevgi ve saygı ile. 15 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

 

Türk Üroloji Derneği’nden

Değerli Meslektaşlarımız ve Tıpta Uzmanlık Öğrencileri,

1 – Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Cumhuriyetimiz, Anadolu’nun bir köyünde yaşayan küçük bir çobanın, bir kasaba terzisi kızının, yoksul bir ayakkabı tamircisi oğlunun hekim olup ülkesine hizmet edebileceği bir miras bırakmıştır. Bu mirasın eseri olan Türk hekimleri, kendilerini yetiştiren devlete bağlılığından ödün vermemektedir.

2 – Devletimiz hiçbir kişi ya da zümreye ait değildir, kişilerin üstündedir. Kişiler gelip geçici, devletimiz kalıcı olduğundan devlet karşısında hiç kimse vazgeçilmez değildir. Tarihimiz büyüklüğünün kaynağı ve göstergesi adalet olan bir devletin ve onun büyüklüğü karşısında kendini fakir ilan eden cihan hükümdarlarının tarihidir. Aynı hükümdarlar hasta yataklarında “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diyerek devletin büyüklüğüne bir de sağlığı eş koşut kılmışlardır.

3 – Tababetin amacı hastalıkları önlemek ve yaşam süresini uzatmaktır. İnsanların daha iyi yaşam koşullarına sahip olduğu, daha iyi beslendiği, daha az hasta olduğu bir ülke tüm yurttaşların ortak arzusudur. Ancak ne yazık ki hala sıhhat için istisnasız herkesin hekimlere, hatta çok iyi yetişmiş hekimlere ihtiyacı vardır. Türk tarihi, ülkenin kaderini ellerinde bulunduran kimselerin bizzat kendi kaderlerini Türk hekimlerine emanet ettiği örneklerle doludur.

4 – Sağlık yatırımı sadece devasa hastane binaları inşa etmekten ve bunları son teknoloji tıbbi cihazlarla doldurmaktan ibaret değildir. Kamu sağlığı açısından bunların önemi büyük olsa da, örnek bir sağlık sisteminin kurucu öğesi iyi yetişmiş hekimler ve sağlık personelleridir. Savaş ya da doğal felaket neticesinde bütün büyük hastane binaları yıkılmış, bütün pahalı cihazlar bozulmuş olsa bile ülkenin sağlık hizmeti devam eder. Çünkü hekim afette de, savaşta da, cephede de, çadırda da, bozkırda da, gündüzde de, gecede de hekimdir.

5 – Ülkemizin deneyimli hekimleri ve hocaları yalnızca sağlık hizmetinde değil, eğitim ve araştırmada da büyük öneme sahiptir. Onların eksikliği, geleceğin ustası olmaya aday genç hekimlerin yetişmelerini engelleyecektir.

6 – Türk hekimlerinin arzusu sağlığa verilen önemin ve yapılan sağlık yatırımlarının hedeflerine ulaşması, ülkemiz sağlık sisteminin hak ettiği düzeye kavuşmasıdır. Bu doğrultuda sağlık sisteminin kurucu unsuru olan hekimler mesleklerini icra edebilecekleri ideal koşulların sağlanmasını beklemektedir. Hekimlerin taleplerini dile getirmeleri de devlete hizmet düsturunun bir uzantısıdır.

İnsanlık tarihinin en kutsal, ezeli ve ebedi mesleğini icra eden hekimlere sağduyulu, yapıcı, çözüm odaklı ve siyaset üstü bir yaklaşım, muasır medeniyetler seviyesine erişmenin en önemli göstergelerinden biridir.

Türk Üroloji Derneği Yönetim Kurulu

3 Mart Devrim Yasaları 98. Yılda Yoğun Saldırı Altında!

3 Mart Devrim Yasaları 98. Yılda Yoğun Saldırı Altında!

Dostlar,

8 yıl önce, 3 Mart Devrim Yasaları hakkında yazdığımız 12 sayfalık kapsamlı değerlendirmeyi, ne yazık ki zamanın acı öngörülerimizi doğrulaması karşısında bir kez daha paylaşmak istiyoruz.
Bir fotoğraf ekleyeceğiz sürüklendiğimiz yere ilişkin tanık, belge…

Karşıdevrimin hızla durdurulması gerek…
6 Partinin MİLLET İTTİFAKI uzlaşma metninde bu yakıcı olgu, olası oy kaygıları bir yana bırakılarak net ve kararlılıkla mutlaka vurgulanmalı..

Sevgi ve saygı ile. 03 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik

Makaleler

**********

3_Mart_2014_90._Yil_BCP_Konf.

90 Yıl Sonra 3 Mart Devrim Yasaları : 

Onlar da Türkiye de Tam Bir Şeriatçı Kuşatmada ve Ne Yapmalı ??

“ Devrimin hedefini kavramış olanlar, daima onu koruyabilecek güçtedir.”
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

“3 Mart 1924”, 1923 Türk Devrimi’nin en önemli dönüşümlerinin gerçekleştirildiği kritik bir tarihtir. Osmanlı döneminde kadının ve eğitimin Ortaçağ karanlığına gömülü olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koyan sayısız belge arşivlerdedir. Kadınlar ve çocuklar.. Toplumun en temel 2 kesimi ve de en stratejik alanda; “Eğitim” sürecinde acımasızca gericiliğe mahkum edildikleri bir kıskaçta idiler..

Mustafa Kemal Paşa niçin Ulusal Kurtuluş Savaşı ortasında, Eğitim Kongresi topladı? (15-21 Temmuz 1921)

1 Mart 1922’de TBMM açış söylevinde;

Kadınlarımızın aynı öğretim devrelerinden geçerek yetiştirilmesine önem verilmesi” nden söz ederek, kız-erkek Türk çocuğunu birbirinden ayırmadığını gösterir. Benzer düşüncesini Ağustos 1924’te de dile getirmiş ve 3 Mart 1924’te “Öğretimin Birleştirilmesi” yasası ile kız ve erkek çocukların bir arada (karma)
ve çağdaş biçimde eğitimini sağlamıştır. 20 Nisan 1924’te, Anayasa’nın 87. maddesi değiştirilerek, Türk kızlarına eğitim-öğretim eşitliği sağlayan ilköğretim zorunluğu getirilmiştir.

T.C. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Devrimci kararlılıkla, 1 Kasım 1922‘de Saltanatın kaldırılmasında olduğu gibi, enerjik bir girişimle Halifelik yanlılarının yoğun engelleme girişimlerine karşın, 3 Mart 1924‘te Halifeliğin kaldırılmasını (Kurtuluş Savaşı’na ihanet eden, Sevr’e imza koyan Osmanlı Hanedanı’nın yurt dışına çıkarılmasını) TBMM’de büyük bir çoğunlukla gerçekleştirmiştir. Böylece Şeyhülislamlık, dinsel (şer’i) mahkemeler ve fetva usulü, dervişlik nişanı, medreseler de kaldırılmıştır.

Halifeliğin kaldırılmasıyla, dinsel devlet düzeninin son artığı yok ediliyor; devlet ve öğretim laik temeller üzerine oturtuluyordu. Atatürk, kendisine Halife olması önerildiğinde, Uygarlık Tarihine ışık tutacak değerlendirmeler yapmıştır :

  • “ Konusu, anlamı olmayan efsaneli bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”
  •  “…Tarihin herhangi bir döneminde, bir halife, zihninden bu ülkenin yazgısına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı derhal koparacağız….Yuvalanarak, hâlâ Türkiye’yi yok etmek için ‘Kutsal Ayaklanma’ adı altında haydut çeteleriyle, cana kıyma düzenleriyle bize karşı durmadan çılgınca çalışmaların amaçları gerçekten kutsal mıdır?”
  • “ Buna inanmak için gerçekten bilinçsiz ve aymaz olmak gerekir… Yüzyıllarca olduğu gibi, bugün de ulusların bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin türlü siyasal ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanmaya kalkışanların, ne yazık ki içerde ve dışarda var oluşu, bizi bu konuda söz söylemekten alıkoyamıyor. ”
  • “ İnsanlıkta din duygu ve bilgisi her türlü boş inanlardan (hurafelerden) sıyrılarak, gerçek bilim ve teknik ışığıyla arınıp olgunlaşıncaya değin, din oyunu oyuncularına her yerde rastlanacaktır… Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının artık kendi varlığından ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur.”

“… Halife’nin Devlet Başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan halkın, bana ulaştırdığınız dilek ve önerilerini ben nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem, o halkın başındaki kişiler bunu isterler mi? Halife’nin buyrukları ve yasakları yerine getirilir. Beni Halife  yapmak isteyenler buyruklarımı yerine getirebilecekler midir? Bu duruma göre, yapacak işi ve anlamı olmayan bir kuruntu sanını takınmak gülünç olmaz mı?”

“Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki; bugün var olan ve korunmakta bulunan Halife’nin ve makamının, gerçekte ne din, ne de siyasa bakımından varlığının hiçbir anlamı ve gerekçesi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti varlığını, boş lâf yüzünden tehlikeye atamaz… Amaç, yaldızlı ve gösterişli yaşamak değil, insanca yaşamak ve geçim sağlamaktır…” (Başbakan İsmet İnönü’ye, 23 Şubat 1924)

Gazi, 1 Mart 1924 TBMM Konuşmasında ise :

1)    Ulus, Cumhuriyetin, bugün ve gelecekte, her türlü saldırılardan kesinlikle ve sonsuzluğa dek korunmasını sağlayacak ilkelere dayandırılmasını istemektedir.
2)    
Kamuoyu, eğitim ve öğretimin birleştirilmesinden yanadır ve bunun hiç zaman geçirilmeden uygulanması gereklidir.
3)    
İslam dinini, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere, bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtararak yüceltmenin zorunlu olduğunu da görüyoruz.” sözleri ile Halifeliğin kaldırılacağı işaretlerini veriyordu.

90 yıl önce TBMM (seçimle gelen 2. Meclis), arka arkaya 3 yasa önerisini benimsedi. Bu yasalar onaylanış sırasına göre (429, 430 ve 431 sayılı yasalar) :

  1. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile Genelkurmay Bakanlığı’nın kaldırılması yasası,
  2. Öğretimin Birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat) yasası,
  3. Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı’nın Yurt dışına Çıkarılması..
    ile ilgili yasalardır. (Ne yazık ki, Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye’ye girişini yasaklayan maddeler, 50 yıl sonra kaldırıldı..)

1982 Anayasası, 174. maddesinde Devrim Yasalarını sıralamakta ve anayasal korumaya almaktadır :

  • “Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz :

3 Mart 1924 DEVRİM YASALAR NELER GETİRİYORDU ??

Bu yasalardan ilk ikisi 3 Mart 1924 günü TBMM’nin ilk oturumunda, hemen hemen hiç tartışılmadan 15-20 dakikada benimsenmişti. Oysa 1. yasanın ilk maddesi Devrim’in doğrultusunu belirleyen bir pusula gibiydi. Bu madde, Türkiye Cumhuriyeti’nde halkın dünyasal yaşamını düzenleme yetkisinin Meclis’e ve onun hükümetine ait olduğunu saptıyordu. Böylelikle, şeriat yasalarının dinsel kurallarının bu alanda artık bir işlerliği kalmıyordu.

Egemenliğin kaynağı; sözde gökyüzünden yeryüzüne indirilerek
Aydınlanma’nın en önemli adımı atılıyordu.

Türk Toplumu; Tanrısal (ilahi) değil, insanların yaptığı, çağın gereklerine yanıt veren laik (seküler; akla ve bilime dayalı) yasalarla yönetilecekti.. Dinsel inanç ve yaptırımların toplumsal yaşamı düzenlemede bundan böyle bir işlevi olamayacaktı.

“ Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânı günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakikî zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir…”

“… Onlar, kolaylıkla anlayacaklardır ki; çürümüş bir hanedanın, Halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına olanak kalmayacak biçimde korunmasını zorunlu kılan bir devlet şeklinde, Cumhuriyet yönetimi ilân olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir.” (Atatürk; SÖYLEV II, syf. 831)

Peygamber vekil bıraktı mı?

Hz. Muhammet Tanrı’nın elçisi idi (Resulullah). Ölümünden sonra herhangi bir kimseyi “vekil” bırakması söz konusu değildi. Tanrı ile Müslümanlar arasında aracı ruhban sınıfı yoktur. Dolayısıyla Peygamberden sonra başlatılan “Halifelik” uygulaması başlangıçta Peygamberi izleyen, O’nun ardılı “Yönetici” bağlamındadır.

4 Halife Devri kanlı geçmiş, Müslümanlar Peygamber yerine kendi seçtikleri
bu 4 Halifeden 3’ünü, nasılsa, öldürebilmişlerdir! Zaman içinde “Halifelik” kavramı çarpıtılarak Osmanlı Padişahlarınca “Zıllullah”, “Tanrı’nın gölgesi” düzeyine yükseltilmiştir!? Özünden saptırılmış, haşa “Tanrı vekilliği”ne yükseltilmiştir. Bunun nedeni Padişahların güçlerini mutlaklaştırmaktır;

  • Hilafet açıkça siyasete alet edilmiştir.

Böylelikle Osmanlı padişahları 4 yüz yıla yakın süre kadir-i mutlak olmuşlardır.

  • Atatürk’ün Halifeliği kaldırması, bu bağlamda İslam dinine de son derece büyük bir hizmettir.
  • “ Türkiye Cumhuriyeti’nde, her reşit dinini seçmekte hür olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani âyin hürriyeti korunmuştur. Tabiatıyla, âyinler asayiş ve umumî adaba aykırı olamaz; siyasî nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere artık, Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez. Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde bütün tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, Halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vb. yasaktır. Çünkü bunlar gericilik kaynakları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi.”
    (Afetinan, Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, syf. 471-72, 1930)

Laik Eğitimin Yaşamsal Önemi                                                     :

Şeriye (Dinişleri) ve Evkaf (Vakıflar) Bakanlığı kaldırıldı. Tevhidi Tedrisat (Ögretim Birliği) yasası kabul edildi. Sözde dinsel bilgiler, değerler ve alışkanlıklarla beyni sulanmış mollalar yetiştiren Medreseler, Mahalle mektepleri kapatıldı. Batı örneği okullar açıldı. Böylece, tüm öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandı ve öğretimde birlik sağlandı.. Atatürk; aydını, köylüyü ve kentliyi birbirine yakınlaştırmada; toplumsal değişmenin ve ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesinde, ulusal ve çağdaş bir eğitimin tüm yurt düzeyine yayılmasının önemini çok iyi biliyordu. Bu konu üzerinde çok durmuş ve özel ilgi göstermiştir. Bundan böyle tek tip ve laik eğitim yapılacaktır. Böylelikle çocuklar ve ilerde onların oluşturacağı toplum, artık;

– “Tütün ve kahve haram mıdır, değil midir?
– “Sineğin tek kanadı tabağın içindeyse, öbürünü de sokmak günah mı değil mi?”
– “Dünya öküzün boynuzunda mı hâlâ ?”

vb. ipsiz sapsız tartışmalarla; bilime, eleştiriye, tartışmaya kapalı bir ortamdan, Usun (aklın) özgürlüğünü kısıtlayan bağnazlıktan (taassuptan, fanatizmden) kurtulmuş olduk..

ÖĞRETİMDE İKİLİK                :

“Öğretimin birleştirilmesi,” laik öğrenime geçilmesi son yıllarda önemli yaralar almıştır. AKP hükümetlerince delik deşik edilerek, Devrim Yasası niteliğinin yok edilmesine çalışılmaktadır. Kamusal eğitim giderleri aşağı çekilmekte, özellikle Atlantik ötesi destekli Yeşil Sermayenin bu alana yatırım yapması, % 100 vergi bağışıklığı ile teşvik edilmektedir. Neden acaba ?!?

  • “Bir ulus ancak bir terbiye (eğitim) görebilir. İki türlü terbiye bir memlekette
    iki türlü insan yetiştirir. Bu ise -fikirde, duyguda- her türlü birliği yok eder.”

Ne yazık ki Türkiye, eğitimde bu tehlikeli “ikiliğe” savrulmuştur :
Sonuç, kaçınılmaz iç çatışmadır! Sivas’ta, Çorum’da, Kahramanmaraş’ta, Fatsa’da, Gaziosmanpaşa’da sergilenen toplu öldürüler (katliam) gibi.. Ya da fotoğrafta görüldüğü üzere, yaşam biçimleri ve temel değerleri birbirine tümüyle karşıt kuşaklar yetiştirerek.. Peki ulusal birlik nasıl sağlanacak?? Ortak toplumsal değerler nasıl üretilecek?

2_basli_egitimin_aci_sonucu

Ardından, “Us ve Bilim” in şaşmaz öncülüğünde -ki bu ikisi Büyük Atatürk’ün bizlere bıraktığı “biricik tinsel kalıt ”tır- ulusumuzun yüce ideali olan çağcıl uygarlık düzeyinin de ötesine erişim gerçekleştirilecektir. Bu yolda temel anahtarın EĞİTİM olduğu anlaşılmaktadır. Oysa

Atatürkçü eğitim sistemi ile; 

– Özgürlük
– Bağımsızlık
– Ulusal Egemenlik ..

ayakları üstünde yükselecek;

“Altı Ok” u bütüncül rehber edinerek
Anadolu Aydınlanması =  Türk Rönesansı 

yaşama geçirilecektir. Dolayısıyla, Başbakan R.T. Erdoğan’ın “Dindar – kindar nesil yetiştireceğiz” söylemi açıkça başta bu Devrim Yasalarına, Anayasa md. 174 ve laiklikle ilgili 24. maddeye ve Cumhuriyetin temel niteliklerini belirleyen 2. maddeye ve 42. maddeye açıkça aykırıdır. Anayasa Mahkemesince laikliğe karşı “eylemlerin” odağı olmuş bir siyasal parti, her nasılsa, kapatılmayarak “buyur, devam et..” denilmiştir. AKP iktidarı, Anayasa dahil hiçbir hukuksal düzenlemeyi dikkate almadan, ülkemizde laik rejimin ve dolayısıyla laik eğitim ve kamusal düzenin yıkımını sürdürmektedir.

4+4+4 ucube yasası, TBMM Komisyonlarında Anamuhalefet CHP vekilleri dövülerek geçirilmiş ve “Yeni” Anayasa Mahkemesi’nce -düşündürücüdür ki- iptal edilmemiştir!

Gerici kalkışmalar              :

  • Başbakanı Adnan Menderes; “ Arkadaşlarım beni diktatörlükle suçladılar.
    Benim sizin karşınızda diktatör olmama olanak var mıdır? Siz öylesine güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz Anayasayı bile değiştirebilir, Hilafeti bile geri getirebilirsiniz! ” der.. (22 Kasım 1955)

Ülkede Devrim karşıtlığı doruğa ulaşmıştır. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden yalnızca
1 ay sonra, 1932’den sonra 18 yıldır Türkçe okunan Ezan, yeniden Arapça okunmaya başlanır..

  • Halkevleri ve Halkodaları’na düşmanca tutum takınılır,
    dış kökenli 12 Eylül 1980 gerici darbesi sonrası kapatılır
  • Köy Enstitüleri 1954’te kapatılır; imam köyde kalır, öğretmen kasabaya / ilçeye çekilir..
  • 2002-2013 AKP iktidarları döneminde üniversiteler medreseleştirilir,
    yabancı üniversite açılması için yasal düzenlemeye girişilir..
  • Atatürk döneminde 1 tane açılan İlahiyat Fakültesi sayıları 30’ları aşar, ilçelere dek kurulur..

İmam Hatip Liselerinin açılmasına hız verilir.. O denli ki, bu rakam 28 Şubat 1997 öncesinde 610’a erişerek toplam liselerin ¼’ünü bulur. Tüm okullar İHL mi olacaktır!? Son verilerle (4+4+4 yasası ile) İHL’ler adeta mitoza girer.. Sayıları yüzlerce, öğrencileri yüzbinlercedir! Tüm yükseköğrenim kurumlarına girme hakkı verilir..

Kuran, Peygamberin yaşamı, Arapça dersleri yetişeke (müfredata) konur, öğrenciler ve öğretmenler giderek yaygınlaşan biçimde türbanla derslere girmeye başlarlar. İlköğretimde verilecek güdük Arapça bilgisiyle Kuranı anlamaya çalışan çocuklarımız, giderek toplumumuz dinden de çıkacaklar, sorumlusu AKP!

Bu böyle sürer gider.. Köylerden Cumhuriyet’in öğretmenleri çekilirken, tümüne imamlar yollanır.. 2011 sonrasında ise AKP hükümeti diplomasız mollaları da (Mele!) memur kadrosuna aldı. Diyanet İşleri Başkanı “sahaya iniyor..” kendi deyimleri ile. Başbakan “Dindar nesil” (Mücahit, Cihat savaşçısı?) yetiştirmeyi dayatıyor topluma iktidarını iyice pekiştirdiği 10. yılda.

Başbakan bir yandan “dindar nesil” yetiştirme hevesinde (!?), öbür yandan $ milyarderi yaratma rekoru kırıyoruz!

*  İşte laik, parasız, karma, uygulamalı, akla-bilime dayalı kamu sorumluluğunda eğitim, ülkenin geleceği de bu kırıma = yoksullaşTIRma politikasıyla feda ediliyor.. Bu tablo kurgu değil de rastlantı mı?

Sayıları beş bini aşan resmi Kuran Kursları yetmiyor, binlercesi kaçak açılıyor, bunlara göz yumuluyor ve çok rahat parasal kaynak sağlanıyor? Laik rejime ve Anayasa’nın 174. maddesiyle korunan Devrim Yasalarından Öğretim Birliği Yasası’na meydan okunarak, Kuran kursları Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanıyor ki; laik bir düzende İslam’ın Sünni mezhebine dayalı bu ucube yapının varlığı ve işlevleri başlı başına çıban başı. Çoğu Kuran kursları, haremlik-selamlık uyguluyor.

Dahası, çocuklar yerlere oturtularak ortak tabaklardan ELLERİYLE yemek yemeye zorlanıyor! Oysa Ulusal Eğitimin Ana Hedefi, Atatürk tarafından çok kesin ve keskin olarak belirlenmişti:

  • “ Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, her şeyden önce ve en evvel Türkiye’nin geleceğine, kendi benliğine, ulusal geleneklerine düşman olan tüm ögelerle mücadele etme gereği öğretilmelidir.”
  • “ Eğitimdir ki; bir ulusu özgür, bağımsız, şanlı yüksek bir toplum durumunda yaşatır veya bir ulusu kölelik ve yoksulluğa terk eder.”..

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e göre devrimlerin amacı..

  • “ Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağcıl (modern), bütün anlam ve görüntüsüyle uygar bir toplum olarak kurumlaştırmaktır. Devrimimizin temel ilkesi budur. Bu gerçeği kabul etmeyen zihniyetleri yerle bir etmek zorunludur. Bugüne dek, ulusun düşünme yeteneğini paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur.” değil miydi?

Şunları da eklemiyor muydu tamamlamak için :

  • “ O tür zihniyetlerde yuvalanan kara düşünceler,  boş inanlar (hurafeler) kökten yok edilecektir. Ölülerden medet ummak, umut dilenmek, uygar bir toplum için aşağılanmaktır. Bugün bilim ve tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın olanakları bizi beklerken; filan ya da falan şeyhin öncülüğünde özdeksel ve tinsel (maddi-manevi) mutluluk arayacak denli ilkel insanların varlığı, uygar Türkiye toplumu içinde asla kabul edilemez.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 2, syf. 217)

S o n u ç                                                        :

  • Ülkemizin, bu 3 Mart 1924 Devrim Yasalarıyla kazanımları yaşamsaldır
    ve vazgeçilemezdir.
  • Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıl öncesine, başa dönmesine asla izin verilemez.

Üstelik bu kez işbirlikçiler emperyalizmle birlikte çok daha örgütlü, araçları çok daha güçlü ve kinle-kör intikam güdüleriyle, bilenmiş olarak saldırmaktalar. Dolayısıyla buna göre konumlanmak ve hepimizin ortak anavatanı olan Türkiye’de bu kahir emperyalist saldırıya “topyekun” karşılık vermek zorunludur.

90 Yıl Sonra 3 Mart Devrim Yasaları :
Onlar da, Türkiye de Tam Bir Şeriatçı Kuşatmada ve Ne Yapmalı ??

Başlıklı 12 sayfalık kapsamlı makalemizi okumak için lütfen tıklar mısınız??

3_Mart_Devrim_Yasalari_90_Yil_Sonra

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 3.3.14
*****

Dostlar,

Bu gün 3 Mart 2015…

Kapsamlı dosyamız güncelliğini koruyor uyarıları, öngörüleri ve önerileri ile..
Bir kez daha paylaşıyoruz kaygı ile..
AKP’yi ve Türkiye’yi bir kez daha uyararak..

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TUNÇ ADAM: ATATÜRK

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ),
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı
05.11.2016, https://add.org.tr/tunc-adam-ataturk/

TUNÇ ADAM: ATATÜRK

Halkının büyük çoğunluğu “ölenin ardından kötü konuşulmaz” diyen bir inanca mensup insanların ülkesiyiz. Irz düşmanlarını, katilleri, hırsızları, vatan satıcılarını “iyi bilirdik” tanıklığı ile sonsuzluğa “uğurluyoruz” kimi kandırdığımızı sanıyorsak?

Böyle bir inancı, herkesten daha “güçlü” olduğunu iddia eden kimi nankörler, 84 yıl önce aramızdan ayrılmış bir büyük insana on yıllardır saldırıyor. Ulusuna vatan, yoksuluna aş, işsizine iş, çocuğuna okul, öğretmenine öğrenci, tüm halkına özgür, onurlu, umut dolu aydınlık bir gelecek armağan etmiş büyük Atatürk’e hayasızca saldırıyor.

Bu saldırılarını kimi zaman sinsice, kimi zaman kabaca, apaçık yapıyorlar. Kimi zaman tepki karşısında “meczup” adını verdiklerince, kimi zaman da Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin olanaklarını kullanarak devletin yücelerine gelebilmişlerce…

Sıra büyük Atatürk’ün inkar edilemeyecek (yadsınamayacak) kazanımlarına geldiğinde Osmanlıcılığa sarılarak Atatürk adını ağzına almadan “Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya Sultan Vahdettin gönderdi” teraneleri ile zaferin (utkunun) meyvelerine sahip çıkıyorlar.

Bu Osmanlıcılar bırakın tarih bilimini, Osmanlıyı, olayların kronolojik (zaman dizinsel) sıralamasını bile bilmiyorlar. Bizlerden çok inandıkları İngiliz belgelerindeki tarih sıralaması ile Mustafa Kemal Paşa‘nın Anadolu’ya geçiş kronolojisine bakalım.

Sultan Vahdettin, 30 Nisan 1919 günü Mustafa Kemal Paşayı İngilizlerin de onayını alarak 9. Ordu Müfettişi olarak tayin eder. Bu haber 6 Mayıs günlü gazetelerde yer alır. Yine 6 Mayısta Mustafa Kemal Paşa’nın kararnamesi yazılır. Bilindiği gibi Paşa, yanındaki 18 kişi ile birlikte 16 Mayıs günü Samsun’a hareket edip 19 Mayıs günü Samsun’a ayak basar. Ancak Paşa daha hareket etmeden İngilizler pirelenmiştir. 23 Mayıs günü İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurucusu Sait Molla bütün belediye reislerinden İngiliz Muhipleri Cemiyetlerini himaye etmelerini isteyince Mustafa Kemal Paşa 26 Mayıs tarihinde ilk önemli genelgesini yayınlar:

  • “İstiklâli milli ve siyasimizin kurtarılmasının ancak milletin yekvücut olarak müdafaası ile kabildir.”

Bu genelge İngilizlerin Karadeniz Bölge Komutanı General Milne’i harekete geçirir. 6 Haziran 1919’da Sultana ve Sadrazam Damat Ferit’e telgrafla başvurarak “Kemal Paşa ve heyetinin derhal İstanbul’a dönmesi için emir verilmesini” istediğinde  Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basıp göreve başlamasının üzerinden yalnızca 18 gün geçmişti.

Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’nın İngilizlerin baskısı sonucu 8 Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı Bakanlar Kurulu Kararı ile İstanbul’a çağırdığı sırada, Paşa’nın Samsun’a ayak basmasının üzerinden yalnızca 20 gün geçmiş ve Havza’ya gelebilmişti. Dahiliye Nazırı Ali Kemal’in 23 Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşanın görevden azil yazısını çıkarttığında, Samsun’a ayak basmasının üzerinden 35 gün geçmişti. Yani Vahdettin ve İngilizler Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da bulunmasına salt 35 gün tahammül edebildikleri (katlanabildikleri) halde, şimdilerde Osmanlıyı zafere ortak etmeye çalışıyorlar.

Bugünün Osmanlıcıları şunu da bilmiyor ki 9 Eylül 1922 tarihinde Türk orduları İzmir’e girdiğinde Sadrazam Tevfik Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya tebrik telgrafı göndermesine Sultan Vahdettin onay vermeyerek Mustafa Kemal’i ülkeyi kurtarma görevi ile Anadolu’ya gönderdiği yalanın baştan yok etti.

Osmanlıcılar, bütün bu çelişkili tutumlarına karşın açık ve sinsi Atatürk düşmanlığını hiç elden bırakmadı. AB talimatları ile Atatürk fotoğraflarının devlet dairelerinden indirilip çöp konteynerlerine (kaplarına) atılması ile başlayan süreç, ders kitaplarından Atatürk fotoğraflarının ve adının çıkarılması ile de bitmedi. Stadyumları yenilemek gerekçesi ile ülkenin her yerinde “arena” adı vererek yaptıkları yeni yapıları rüşvet gibi sunarak Atatürk statlarını yok ettiler.

Kimi işgüzar belediye başkanları Atatürk anıtını kaldırarak yerine çay bardağı heykeli dikme kararı aldı. Cesareti ise en tepedekilerin “iki ayyaş” sözlerinden ya da Lozan saldırılarından aldılar.

Günümüzden 72 yıl önce DP iktidara geldiğinde (14 Mayıs 1950), Ticani tarikatı Atatürk heykellerine kaba ve çirkin saldırılara başlamıştı. Bunun üzerine DP iktidarı Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkararak bu saldırıların önünü kesmeye çalıştı. İşte bu sırada şair Mithat Cemal Kuntay “O’nun Heykelini Kırana” başlıklı aşağıdaki şiiri yazdı.

Sen ki yoktun, seni halketti bu heykel yoktan
Yoksa yurdunla Buhara’ya dönerdin çoktan

Tunç adam binmemiş olsaydı eğer tunç atına
Yurdun inmişti bugün bir otelin bir katına

Suç mu masum eşinin ırzını kurtardıysa?
Suç mu tarihini bayraklaşarak sardıysa?

Suç mudur şarka eğer başka güneş verdiyse?
Suç mudur, Akdeniz’in sırrını gösterdiyse?

Yirmi milyon yüreğin vurduğu ateştir, kırma!
Böyle mihrabı baban görmedi el kaldırma!

Sanma taştır, seni hala düşünür baştır o baş!
Sana yekpare vatan toprağı vermiştir o taş!

Sen de lütfet, O’na bir abidelik toprak ver;
Yurdu kurtarması suçsa eğer, hoş görüver.

Bu ülkeyi yönetme savındakiler, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtardığı vatanda bir heykellik alanı O’na çok görse de, ezilen ülkeler başta olmak üzere, Dünyanın pek çok ülkesi O’na bir heykellik yer veriyor.

Aramızdan ayrılışının 84. yılında büyük devrimci Atatürk’ü saygı ve özlemle anıyoruz…

KİLİS’TE TAHRİBAT ÇOK BÜYÜK!

Türker Ertürk
(E) Tuğamiral, ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi
KILISTE-TAHRIBAT-COK-BUYUK.pdf (add.org.tr)

Bu gün (7 Aralık 2021), Kilis’in düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıldönümünü idrak ediyoruz ve kutluyoruz. Kilis, 1. Dünya Savaşı (1914-18) sonunda İngilizler tarafından 6 Aralık 1918’de işgal edilmiştir. İngilizler yerlerini 22 Ekim 1919 tarihinde, 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot gizli anlaşması gereğince Fransızlara bırakmışlardır. Kilis savunması henüz başlamadan önce, 28 Ekim 1918’de Halep’ten Kilis’e gelen büyük Mustafa Kemal Paşa;

  • Halep’te gördüğüm vaziyet karşısında sağlam bir Türk toprağına ayak basmadan düşmana karşı koymanın hemen hemen imkânsız olduğunu iyice anlamıştım. 40 asırlık Türk Yurdu düşman eline bırakılamazdı. Şimdi ilk ayak bastığım Türk şehrindeki bu uyanıklığa cidden hayran kaldım. Ve bir daha iman ettim ki; bu millet asla ölmeyecektir. Var olun Aziz Kilisliler…” demiştir.

Suriyelilerin Nüfus Üstünlüğü Artıyor

Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle Kilis’te Kuvayı Milliye daha etkin ve mücadeleci bir hale dönüştürülmüş, 24 ay Kilis sokaklarında işgalciye karşı direniş gösterilmiş ve kurtuluşa ulaşılmıştır. Kilis, toplam olarak iki yıl düşman işgalinde kalmış olmasına rağmen (AS : karşın) son 20 yılda gördüğü tahribatı ve zararı görmemiştir. 1918’de Atatürk’ün de ifadesiyle bir Türk toprağı görünümü veren Kilis’in nüfusunun çoğunluğu artık Suriyeli ve doğurganlık farklılığı nedeniyle Suriyelilerin nüfus üstünlüğü dramatik bir biçimde artıyor.

Dünyanın hiçbir yerinde, bir nebze bile vatan sevgisi olan ve ülkesine ve geleceğine karşı sorumluluk duyan bir iktidar böyle bir duruma rıza göstermez.

Kontrolsüz Kitlesel Göç

Bugün ülkeler için en büyük tehdit; kontrolsüz kitlesel göçtür. Bu tehdit değerlendirmesi, içinde
bulunduğumuz NATO için de böyle. Bu değerlendirmeye katılmış ve altını da imzalamışız. Çok zengin ülkeler bile sığınmacıları seçerek alıyor, bir program dahilinde topluma entegre ediyor ve dilini öğretiyor. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra!” anlayışı Türkiye hariç hiçbir ülkede yok! Türkiye’yi yöneten iktidar ise toplumun huzurunu ve bekasını düşünmek bir yana, gelecekte ne gibi problemler yaratacaklarını hesaba katmadan ülkemize sığınmacıları doldurdu!

Yalnız Suriye’den 5 milyona yakın insan ülkemize getirildi

Tabii ki resmi rakamlara inanmak güç. Bu iktidar döneminde açıklanan rakamlar kandırmaya ve manipülasyona (AS: oynanmaya) yönelik. Aynen enflasyon ve işsizlik rakamları gibi! Kilis’teki bu vahim durumu yerinde de gördük. Geçtiğimiz hafta sonu, 3-5 Aralık 2021 tarihleri arasında Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi’nin davetlisi olarak Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinliklerine katılmak ve

  • “Atatürk İlke ve Devrimleri Işığında Kurtuluşundan Günümüze Kilis”

konusunda bir konferans vermek üzere Kilis’teydik. Tüm şehri dolaştık, toplumun her kesimiyle
ve özellikle esnaf vatandaşlarımızla konuştuk ve dertleştik. Ekonomik olarak şehrin üzerine bir bomba düşmüş gibi. Esnaf perişandı ve siftah yapamadan günü geçirebildiklerini, sattıkları fiyata aynı malı alıp yerine koyamadıklarını anlattılar. Suriyelilerin vergi vermeden esnaflık yapabildiklerini ve haksız rekabeti örnekleriyle ifade ettiler. Yani iktidar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir anlamda cezalandırıyor.

Ateş Püskürüyorlar

Kilis’te bazı mahalleler, caddeler ve sokaklar tamamen (AS: tümüyle) Suriyelilerin yaşam alanı haline gelmiş. Dükkânlarında tüm yazılar Arapça ve yanlarına Türkçe karşılıklarını yazmaya ihtiyaç bile duymamışlar. Kendi aralarında getto kültürüyle yaşıyorlar, Türkçe’ye ihtiyaçları da yok. Çoğu okulda Suriyeli öğrenciler sayıca Türk öğrencilerden çok daha fazla. Bazı okulların 30-40 kişilik sınıflarında en fazla 5 veya 6 Türk öğrenci var. Bunları anlatanlar, bu okullarda öğretmenlik yapanlar.

  • Böyle giderse bu durum Türkiye’nin başına hem de çok yakın bir gelecekte büyük sorunlar açacak.

Bu arada CHP Kilis İl Başkanlığı’nı da ziyaret ettik; sohbet konumuz yine aynı sorunlar üzerineydi. Konferansa İyi Parti Kilis İl Başkanlığı da tam kadro olarak geldi. Aynı şikayetleri onlar da dile getirdi. Bu iktidara yandaşlık yapmayan ve nemalanma peşinde koşmayan, solcusuyla sağcısıyla tüm Kilisliler iktidarın ve sürdürdüğü politikaların Kilis’i mahvettiğini söylüyor. Ülkücü vatandaşlarımızı da dinledim; hepsi AKP’ye ve MHP’ye ateş püskürüyordu.

İktidar Taşeronluk Yaptı

Kilis’in bu hale (AS: duruma) gelmesinin başat sorumlusu iktidarın bizatihi (AS: doğrudan) kendisi ve yaşananlar da onun Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) taşeronluk yapmasının sonuçlarıdır.

  • BOP, Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı yeniden dizayn etmeye (AS: tasarlamaya) ve siyasal haritasını yeni baştan çizmeye çalışan projenin adı ve İktidar, bu projenin lehine yardım ve yataklık yaptı.

İktidar, BOP ve onun bir girişimi olan Arap Baharına balıklama daldı ve bu fırsatla çağdışı “Siyasal İslamcı” ideolojisi ve Ortaçağın aklı olan “Yeni Osmanlı” hayalini gerçekleştirebileceğini sandı. Bunun gerçekleştirilemeyecek boş bir hayalden öteye gidemeyeceğini Mart 2012’den bu yana köşe yazılarımızda yazdık ve ekranlarda anlattık. Ama iktidar bildiğini okudu ve Türkiye’ye tecavüz etmeyi planlayan projeye eş başkanlık etti. Bu yüzden Suriye’nin kuzeyine bir dönem egemen olan IŞİD, Ocak-Ekim 2016 arasında ağırlıklı hedef Kilis olmak üzere, 70’i aşkın sayıda roket ve havan saldırısında bulundu, 10 Türk vatandaşı ve 12 Suriyeli sığınmacıyı öldürdü, 80 sivilin de yaralanmasına neden oldu.

Kimden İzin Aldınız?

Bu affedilmez fahiş yanlış nedeniyle, 5 milyon sığınmacı ülkemize doluştu, Kilis’in demografik yapısı radikal bir biçimde değişti, Türkler azınlığa düştü ve bu durum Türkiye için güvenlik ve ekonomi konularında birçok sorun daha yarattı. Bugün ekonomik olarak iflas etmemizin nedenlerinden biri de yapılan bu yanlışlardır.

  • Hulusi Akar’ın ifadesiyle 9 milyon Suriyelinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır Türkiye.

Bunun için kimden izin aldınız? Seçim kampanyasında; “Sizi aç bırakacağız, kuyruklara mahkûm edeceğiz, paranızı pul yapıp zamlara maruz bırakacağız ama 9 milyon Suriyeliye bakacak ve onların hayır dualarını alarak size hizmet edeceğiz” dediniz mi?

2 Aralık 2021’de Suriye Parlamentosu yine Hatay‘ın Suriye toprağı olduğunu öne sürerek, geri almak için her şeyi yapacaklarını açıkladı. Suriye, bu cesareti Türkiye’deki iktidarın yaptıkları ve Hatay’da Suriyeliler lehine değişen demografik yapı nedeni ile buluyor. Resmi rakamlara göre Hatay’a 500 bin Suriyeli geldi.

Başkasının Parası ve Projeleriyle Olmaz!

Yarın aynı talebi (AS: istemi) Kilis için yapmayacaklarının bir garantisi var mı? “Nüfusun çoğunluğu bizden, zaten eskiden Kilis, Halep’e bağlı bir yerleşim merkeziydi” derlerse ve Kilis’te bu yönde eylemler yaparlarsa bu, bugünkü yanlış politikaların eseri olmayacak mı?

İktidarın anlamadığı şu                        :

Kiralık kapitalle kapitalizm olmaz, borç parayla ve yabancıların projeleriyle “Siyasal İslamcı” ve “Yeni Osmanlıcı” emperyalist girişimler başarıya ulaşmaz. Ancak BOP’un taşeronluğu yapılır, kaybeden biz, kazanan ise emperyalizm olur!

Oysa Atatürk;

Hangi istikbal vardır ki yabancıların planlarıyla ve nasihatleriyle yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir” demiş ve uyarmıştı!

Kilis’in Kurtuluşunun 100. Yılı etkinlikleri kapsamında bizi davet eden, Kilis’i yakından tanıma
ve Kilislilere hitap etme şansını veren Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kilis Şubesi Başkanı Mehtap Okatan ve Yönetim Kuruluna teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dilerim.

ALBAY REŞAT ÇİĞİLTEPE

Suay Karaman

26 Ağustos 1922 sabahı gürleyen top sesleri, özgürlüğü ve bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluşunu müjdeliyordu. Kocatepe’den Dumlupınar’a, Çiğiltepe’den Sincanlı Ovası’na akan taarruz kolları özgürlüğe giden yolu açmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde kazanılan 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı (AS: Muharebesi) sonucunda, 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’de, emperyalist güçler yurdumuzu terk etmek zorunda kalmıştı.

99 yıl önce çok zor koşullarda, büyük bir özveriyle dünyanın en haklı savaşlarından biri olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak, vatanımızı emperyalizmin işgalinden kurtaran, özgür ve başı dik olarak yaşamamızı sağlayan Kuvayi Milliye şehitlerini, gazilerini saygıyla anmaktayız. Yepyeni bir devlet kurup, az zamanda çok ve büyük işler yaparak, Türkiye Cumhuriyeti’nin her alanda dünyanın önemli ve saygın ülkeleri arasında yer almasını sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’e ve arkadaşlarına şükranlarımızı sunmaktayız.

İşte şükran sunmamız gerekenlerden biri olan Albay Reşat Çiğiltepe, Türk edebiyatının önemli isimlerinden devlet adamı Ziya Paşa’nın (1829-1880) oğlu olarak 1879 yılında İstanbul’da doğmuştur. 1896 yılında Harp Okulu’ndan mezun olarak Osmanlı ordusuna katılmış, Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile Yanya savunmasında görev almıştır.

  1. Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’nde görev almış ve gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle efsanevi komutanlar arasına girmiştir. 17. Alay Komutanı olarak Muş ve Bitlis’te Rus işgaline karşı savaşmış, Suriye Cephesi’nde 53. Tümen Komutanlığı’na atanmıştır. 1918 yılında İngilizlere esir düşmüş, esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919’da Milli Mücadele’ye katılmak üzere İnebolu’dan “İstiklal Yolu” üzerinden Ankara’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa tarafından 21. Tümen Komutanlığı’na getirilerek, Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya Meydan Savaşlarına katılmış ve bu savaşlarda ciddi başarılar göstermiştir. 1 Mart 1922 tarihinde Albay rütbesine terfi ederek, Büyük Taarruz’da 57. Tümen Komutanı olarak savaşa katılmış ve Çiğiltepe’nin ele geçirilmesi ile görevlendirilmiştir.

27 Ağustos 1922 sabahı Albay Reşat’ın komutasındaki 57. Tümen, Afyonkarahisar`ın güneybatısında yer alan, 1591 rakımlı (AS: yükseltili) Çiğiltepe’yi kuşatarak, düşmanı bu tepeden temizlemeye çalışmaktadır. Bu sırada Albay Reşat ile Başkomutan Mustafa Kemal Paşa arasında geçen telefon konuşmalarını anımsamalıyız.

Mustafa Kemal Paşa (10.30):
– Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız?
– Komutanım, yarım saat sonra alacağız.
– Başarılar diliyorum.
Mustafa Kemal Paşa (10.45):
– Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.
– Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız.
Mustafa Kemal Paşa (11.00):
– Reşat Bey’i istiyorum.
– Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım: “Yarım saat zarfında size bu tepeyi almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.”

Gözlerinden yaşlar boşanan Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri şöyledir: “Tanrı rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatanseverdir.”

Başkomutanın telefonu çalar (11.45):

– Çiğiltepe alınmıştır komutanım. Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincanlı Ovası’na doğru kaçmaktadır, arz ederim.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya söz verdiği saatte Çiğiltepe’yi alamayan Albay Reşat, 27 Ağustos 1922 günü saat 11.00’de intihar eder. Bu olay, onuru için yaşayanların verdiği bir derstir ancak Türk ordusu iyi yetişmiş önemli bir subayını yitirmiştir. Albay Reşat Bey’in cenazesi, Afyon’un Sandıklı ilçesindeki anıtlı mezarlıkta toprağa verilmişti. Cenazesi 1988 yılında Ankara Devlet Mezarlığı’na nakledilmiştir. Sandıklı’daki mezar boş olmasına karşın hala korunmaktadır.

Ölümünün ardından TBMM kendisi adına, ailesine Kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası takdim etmiştir. Soyadı Kanunu çıktığında Mustafa Kemal Atatürk tarafından Albay Reşat’a “Çiğiltepe” soyadını verilmiştir. Sandıklı’ya 18 kilometre uzaklıktaki Çiğiltepe’de Albay Reşat ve hayatını yitiren diğer askerlerin anısına yaptırılan şehitlik, 22 Haziran 1996 tarihinde hizmete açılmıştır. Büyük Atatürk‘ün yüreğinden kopan şu sözler, Albay Reşat Çiğiltepe Şehitliği’ndeki mermer kitabeye yazılmıştır:

  • “Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun.”

Hemen hemen hepimiz Afyon-Sandıklı karayolundan geçmişizdir. Ankara’dan, Antalya, Kemer, Kaş, Fethiye, Marmaris, Datça, Muğla, Milas, Bodrum, Denizli, Aydın, Didim, Söke, Kuşadası yönlerine giderken, vatansever Albay Reşat Çiğiltepe’yi ziyaret etmeyi unutmamalıyız. Her gün binlerce aracın geçtiği Afyon-Sandıklı karayolunda, “Albay Reşat Çiğiltepe Şehitliği (10 km)” tabelasını görürüz ama Albay Reşat’ı görmeyiz. Mutlaka gidip görmek gerekir bu şehitliği. Ülkemizin nasıl kurtulduğunu anlamamız için bu kutsal bir görevdir. Bugün yaşadığımız karanlık ortamda, o coşkulu günlerin heyecanını özümseyebilmek ve önemini kavrayabilmek için bu ziyareti yapmamız gerekir. Ulusal bilincimizin yenilenmesi ve emperyalizme karşı dimdik durabilmek için bu bir zorunluluktur.

Albay Reşat Çiğiltepe, iyi yetişmiş, yüreği vatan sevgisiyle dolu genç bir tümen komutanıydı. Kurtuluş Savaşı yıllarının değer yargısında, vatan sevgisi çok önemliydi. Günümüzde ise, vatan sevgisinden ve ulusallıktan vazgeçmenin normal sayıldığı, emperyalizmin ve dışa bağımlılığın övüldüğü bir değer yargısı geçerlik kazanmaktadır. Albay Reşat Çiğiltepe gibi kahramanların isimleri okullardan silinmektedir. İşte bu yüzden Kuvayi Milliye kahramanlarına sahip çıkılmalıdır, Albay Reşat Çiğiltepe Şehitliği görülmelidir, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın haklılığı ve önemi bir kez daha kavranmalıdır.


Azim ve Karar, 30 Ağustos 2021.

99. YILINDA 30 AĞUSTOS’un, 9 EYLÜL 1922’nin GÜNCEL ANLAMI

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net          profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Falih Rıfkı Atay 30 Ağustos utkusu (zaferi) için şunları yazdı :

  • Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batının pençesinden; vicdanımızı ve düşüncemizi Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.

Giriş                                        :

  • “Onlar (Yunanlar) zafer ve megalo idea için dövüştüler. Fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.” (A. H. Lybeyer, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” Halide Edip Adıvar, Atlas Kitabevi, İst., 1994, syf. 177)

Osmanlı’nın Milli Savunma Bakanı (Harbiye Nazırı) Enver Paşa ve arkadaşlarının son derece yanlış, serüvenci politik kararları ile 1. Dünya Savaşı’na Almanların yanında giren (1914) Osmanlı Devleti, bağlaşığı (müttefiki) Almanya’nın yenilmesiyle; Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Çanakkale gibi kimi savaşlarda ciddi askeri başarılarına karşın yenik sayılmış, ateşkes (mütareke, silah bırakışması) istemek zorunda kalmıştı. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın (Mütarekesi’nin)  kurallarını çiğneyen Batı’lı işgalciler, Megalo İdea veya Büyük İyonya düşleri ile kışkırttıkları Yunan komşumuzu silahlandırarak (silah satarak!) Batı Anadolu’ya sürmüşler ve 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilmişti.

Son Osmanlı Padişahı 6. Mehmet Vahidettin tarafından kabul edilen önce 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi (Mütarekesi), sonra da 10 Ağustos 1920’de bağıtlanan Sevr Andlaşması ile, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan en az bin yıllık anavatan toprakları Anadolu da Batılı emperyalistlerce hızla işgal edilmiştir!

Mütareke İstanbul’u Çaresiz / İşbirlikçi!

Mondros Ateşkesi sonrası İstanbul’da ülkenin kurtuluşu için büyük çabalar harcayan Mustafa Kemal Paşa, çıkış yolu bulamayınca, koşulların hızla parçalanmaya (Sevr’e!) gittiğini engin sezgisiyle kavramıştı. Bu bağlamda, kurtuluş Anadolu’daydı.. Anadolu halkına gidip işgali, yurdun parçalanışını, Saltanatın ise çaresizliğini ve hatta ihanetini anlatmalıydı. İzmir’in işgali, Anadolu halkı için çok ciddi bir uyarıcı olmuştu. Kemal Paşa, Anadolu halkına haklı olarak öylesine güveniyordu ki; 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul Boğazı’ndan hareket ederken, hem İstanbul’daki İngiliz ve Fransız donanmasını, hem de İzmir işgalcisi Yunanları adresleyerek,

Geldikleri gibi giderler..” diyordu.

Son Padişah Vahdettin, İstanbul’da “İngiliz Sevenler Derneği” ne üye olacak denli aymazlık, sapkınlık ve ihanet içindeydi. Yunan işgaline karşı savaşmak memleketin hayrına değildi, Vahdettin’in fermanlarına göre.. Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki Kuvvayı Milliyeci’lere katılmak suçtu, isyandı.. Hatta Şeyh-ül İslam efendiye (!?) göre işgalci Yunan ordusu Halife ordusu idi!!??

Mustafa Kemal Paşa, 3 gün süren çok tehlikeli bir deniz yolculuğunun ardından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarak Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye koyulmuştu. Bu arada Mondros Ateşkesi çiğnenerek ülke işgal ediliyor, ordu dağıtılıyor (terhis ediliyor), silahlarına el konuyordu. Kemal Paşa, 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak;

1. Ülkenin bütünlüğü ve ulusun geleceği tehdit altındadır.
2. Bu durumdan kurtuluş ancak Ulusun azim ve kararlılığı ile olanaklı olacaktır .. diyordu.

Bu amaçla Erzurum Kongresi’ne girerken (23 Temmuz 1919), Padişah Vahidettin Kemal Paşa’yı idama mahkum etmiş, Kemal Paşa da bütün askeri görevlerini, Paşa ve Ordu Denetçisi (Müfettişi) sanını (unvanını) bırakarak istifa etmişti (8 Temmuz 1919). Erzurum Kongresi’ne katılan bir avuç yurtseverin huzuruna, güçlükle bulunan bir sivil elbise ile çıkmış ve şöyle demişti :

Sine-i millette, ferd-i mücahidim.. (Ulusun bağrında tek başına bir savaşçıyım..)

Kurtuluş Savaşı Örgütleniyor

Erzurum Kongresi’ni Sivas Kongresi ve çok sayıda yerel kurtuluş kongreleri izler..
Mustafa Kemal Paşa’ya göre, “.. bu Ulus, tutsak olmaktansa ölsün, daha iyidir..” Anadolu halkı da aynı kanıdadır. İnanılmaz bir savaşıma (mücadeleye), örgütlenmeye girişilir. Anadolu’da bir “Kutsal İsyan” başlatılmıştır, Hasan İzzettin Dinamo‘ya göre.. ve yine aynı saygın yazarın ciltlerce yazdığı üzere Kutsal Barış‘a da uzanılacaktır sonunda…

Ankara’ya dönülür Kongreler sonrası 27 Aralık 1919’da…

İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ulusal direniş destanı yazılmaktadır. Akıllara durgunluk veren bir girişimle, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılır. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı işgalci İngilizlerin basarak kapatmasından (16 Mart 1920) 40 gün bile geçmemiştir, zamanlama çok ustacadır. Bu arada Anadolu’da, işgalcilere karşı yerel savaşlarla ilerleyen yaygın bir karşı koyuş yaşanmaktadır.

10 Ocak 1921’de, Albay İsmet Bey, 1. İnönü Utkusu’nu (Zaferi’ni) kazandı Yunan ordusu karşısında..

24 Ocak 1921’de, BMM, Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) çıkardı! (1924, 1961 ve 1982’de de yenilendi..) Kurtuluş Savaşı bile Hukuk içinde yapılacaktı Meclis öncülüğünde. İlk BMM, İngilizlerin basarak dağıttığı Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın da işlevini üstlenmişti adeta..

1 Nisan 1921’de, General İsmet Paşa, 2. İnönü Utkusu’nu (Zaferi’ni) kazanır Yunan ordusu karşısında..

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda bu utku, Mustafa Kemal Paşa’nın çok yerinde anlatımıyla,
“Milletin maküs talihini” (aksi giden talihini) de yenen bir utku olmuştu. Batı (Garp) Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği kutlama telgrafında aynen böyle diyordu Mustafa Kemal Paşa büyük bir değerbilirlikle :

  • Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa Hazretlerine!
    Siz orada yalnız düşmanı yenmekle kalmadınız, ulusun aksi giden talihini de çevirdiniz..”

Olağanüstü zor koşullarda, bin bir yoklukla, işgal altında, boynunda Padişah’ın idam fermanıyla,
Yunan uçaklarından atılan fetvalarla halkın Yunan işgaline direnmemesi, Kemal Paşa yandaşı Kuvvacıların cezalandırılacağı.. duyurularının baskısıyla.. Anadolu halkı direniyor, “Çılgın Türkler” teslim olmuyordu.. (Turgut Özakman’ın aynı adlı kitabı..)

Kurtuluş Savaşı için, işgale son vermek ve Sevr’i yırtarak anayurdu bağımsızlığına eriştirmek için hummalı bir hazırlık da sürdürülüyordu bir yandan.. 5 Ağustos 1921’de BMM, Mustafa Kemal Paşa’ya Başkomutanlık görevini verdi. 23 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa, 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı’nı başlattı. 13 Eylül 1921’de Mustafa Kemal Paşa Sakarya Zaferi’ni kazandı. Polatlı’ya dek gelen İngiliz emperyalizminin maşası Yunan ordusu Sakarya’nın batısına sürüldü.

19 Eylül 1921’de Mustafa Kemal Paşa’ya BMM tarafından, Sakarya Zaferini kazanması nedeniyle Mareşallik rütbesi ve Gazi sanı (unvanı) verildi.

“Büyük Taaruz”a Hazırlık :

İzmir ve Batı Anadolu, İstanbul.. Sakarya Utkusu’na (Zafer’ine) karşın hâlâ işgal altındaydı. İşgalci Yunan birlikleri Ege’de olmadık zulümleri işliyorlardı. Toplu öldürmeler, yakıp yıkmalar, sürgünler, ırza tecavüzler, hasta askerlerinin battaniyelerini halka dağıtarak frengi (sifiliz), çiçek vb. bulaşıcı hastalıkları halka yayan biyolojik savaş vd. (Yılmaz Özdil, Son Cür’et)

Büyük bir gizlilik ve diplomatik ustalıkla, gözlerden kaçırılarak, Sakarya Utkusu’nun ardından moral kazanan ulus, topyekun bir seferberlikle son saldırıya hazırlanıyordu; eşsiz komutan Mareşal Mustafa Kemal öncülüğünde.. Anadolu’nun “kılıç artığı” halkı, nesi var nesi yok, ulusal ordu için ölçüsüz bir özveri içindeydi. Batılı emperyalistler, Anadolu’da kalan halka, “Kılıç artığı” diyorlardı.. Yıllardır “doğraya doğraya” bitiremedikleri, gençlerini-subaylarını yitirmiş, kadın-yaşlı-çocuk ve hastalıklarla boğuşan yoksul, çaresiz Anadolu halkına.

İnebolu’dan geceleri kağnılar sabahlara dek silah ve cephane taşıyordu.. Kadınlar, çocuklar ilkel işliklerde (atelye) cephane üretiyorlardı narin elleri ve parmaklarıyla geceler boyu.. Top mermilerini bile yontuyorlardı namluya girsin diye! Büyük ulusal ozan Cahit Külebi’nin şiirlerinde inanılmaz ustalık ve duyarlıkla aktardığı üzere; hasta, bakımsız, cılız öküzler koşukta öldüğünde, kendilerini koşuyorlardı kağnı arabasına kadınlarımız!..

Elif kadın, gecenin ayazında top mermileri kağnıda ıslanmasın diye bebesinin örtüsünü cephanelerin üstüne kaydırıyor ve bir süre sonra bebeğinin donduğuna tanık oluyordu! 7 düvelin üstüne çullandığı ve yalnızca savaşta yenik saydığı bir ulusa anayurdunu parçalayarak Sevr
Andlaşması’ını dayatmakla yetinmeyip; Ulusu tarih sahnesinden de silmeyi yüzyıllardır tasarladığı bir tarihsel yok ediş, SOYKIRIM süreci (NUTUK’taki betimleme) yaşanıyordu Anadolu’da..

Sevr Andlaşması, “..Batılıların yüzyıllardan beri tasarladıkları bir suikast planı..” idi Kemal Paşa’ya göre. SÖYLEV’inde (NUTUK), Lozan ve Sevr’i karşılaştırırken bu acı değerlendirmenin altını çiziyor, tarihe not düşüyordu..

Doğu cephesinden silah ve cephane trenle Batı cephesine taşınırken, makinistlerin ensesinde silah dayalı idi; çünkü Türk makinist yok idi treni yürütecek!. Türkler salt asker ve çiftçi idi Osmanlı’nın zalım düzeninde.

Büyük Taarruz ve Sonuçları

Büyük Taarruz’un başlatıldığı 25/26 Ağustos 1922 gecesi, Yunan Orduları komutanı General Trikupis, İzmir’de kuştüyü yastıklarda sabahlarken; Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1874 m yükseltili (rakımlı) Kocatepe’de Mehmetçik’le omuz omuzadır. Tıpkı Mehmetçik gibi, kaputunu üstüne çekerek, haşin ayazda öylece sabahlar.

26 Ağustos 1922’de Gazi Mustafa Kemal Paşa, Afyon Kocatepe’de, sabah 04.30’da Büyük Taarruzu başlattı. Bütün seferberlik çabalarına karşın, Batı emperyalizminin donattığı Yunan ordusu ile ordumuzun donanımı pek çok bakımdan denk değildi. Azim ve özveri, ölçüsüz yurt sevgisi ve Kemal Paşa’nın üstün komutanlık yetenekleriyle, aleyhimize olan fark kapatılacaktı.. Lybeyer’in yerinde aktarımı ile, yazımızın Giriş bölümünde de verdiğimiz üzere;

  • “ Onlar (Yunanlılar) zafer ve megalo idea için dövüştüler. Fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.”

26 Ağustos tarihi rastlantısal değildi. Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i Muş / Malazgirt ovasında yenerek Anadolu’yu Türk yurdu yapma başlangıç günü idi. Ne yazık ki Osmanlı bu yurdu da düşmana bırakmıştı Sevr Andlaşmasını onaylayarak. İşte anavatan toprakları kurtarılacaktı 851 yıl sonra 1 kez daha!

Gerçek bir ölüm-kalım savaşı yaşanıyordu.. Çiğiltepe’yi, Başkomutan’a verdiği söz üzerine yarım saat içinde düşüremeyen Albay Reşat Bey, onuruna yediremeyerek beylik silahı ile canına kıyıyordu. Oysa 2 dakika sonra tepe Yunan’dan alınıyordu! İlk saldırıda, Yunan ordusunun elindeki tahkimli mevziler ele geçirildi ve 27 Ağustos’ta Afyon işgalden kurtarıldı. Yenik düşman, 27 Ağustos gecesi İzmir’e çekilmek istedi. Fakat, Fahrettin Altay Paşa komutasındaki süvariler düşmanın gerilerine sarkarak, çekilme yollarını kesmişti. 30 Ağustos günü, beş Yunan tümeni Dumlupınar’ın kuzeyinde kuşatılarak yok edildi. Bu kuşatmadan kurtulmayı başaran General Trikupis, 2 Eylül günü Uşak dolayında yakalandı. Süvarilerimiz düşmanın haberleşme olanaklarını ve demiryolu bağını kesmişti. Bu nedenle Trikupis, Hacı Anesti’nin görevden alınarak kendisinin “Küçük Asya Ordusu” Başkomutanlığına atandığını, tutsak düştüğü birliğin Türk komutanından öğrendi.

General Trikupis, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna getirildi, kılıcı alınmadı. Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal Paşa tutsaklara yer gösterip, kahve ısmarladı ve sonra; “Nasıl oldu, anlatın?” diyerek, düşman tarafında yaşananları sorguladı… General Trikupis, Büyük Taarruzun başladığı gece Afyon’da bir baloda eğlendiklerini; bir ucu Kütahya’da, öbür ucu Afyon’daki Türk saldırısının Yunan mevzilerini hızla ezip geçtiğini; sele kapılmış gibi Murat Dağı eteklerine sürüklendiklerini ve Kızıltaş Deresi yamaçlarında kapana kıstırıldıklarını, bütün çıplaklığı ile anlattı. Bundan sonrasını doğrudan General Trikupis’ten aktaralım :

“Durumu anlamaya, telgraf hatlarımızı kullanmaya ve Atina’daki Başkomutanımızla bağlantı kurmaya bile zaman bulamadık. 30 Ağustos gününe dek, toplarımızı az çok kullanarak, geri çekiliyorduk. Fakat, sırtımızı o yamaca (Kızlıtaş yamaçlarına) dayadıktan sonra, kıpırdamaya bile gücümüz kalmadı. Öğleden sonra, topçumuzu da kullanamaz duruma düştük. Ancak tüfeklerimizi kullanabiliyorduk. Bir an geldi ki, tüfeklerimizi bile ateşleyemeyecek biçimde, bir darlığa sıkıştırıldık. İşte o zaman, süngüleriniz parıldamaya başladı. Arkamız, önümüz, her yanımız süngü. Artık, sonumuz gelmişti. Atımı bile bulamadım. Ormanların içinde, yaya olarak yollara düştüm.”

Tutsak Yunan Generali, bozgunu böylece anlattıktan sonra, Gazi’ye sorar:

“Peki, siz bu savaşı nereden yönetiyordunuz?”

Mareşal Mustafa Kemal yanıt verir:

  • İşte, tam o süngülerin parladığı yerden!” (Şahap Osman Aras’tan..)

Tutsak Yunan Generali Trikupis şaşırır, müthiş bir heyecana kapılır ve saygı ile doğrulur;

“Savaş böyle kazanılır.” der. “Yoksa, yüzlerce kilometre uzaklıktaki bir yattan, harita üzerinde pergelle ölçüp biçerek, savaş yönetilmez..”

30 Ağustos 1922’de Gazi Mustafa Kemal Paşa Dumlupınar’da Başkomutan Meydan Savaşı’nı kazandı.. Başkomutan şu tarihsel buyruğu verdi :

  • Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!(Günümüz Ege denizini kastederek..)

Yengin (muzaffer) Ordu, Batı emperyalizminin maşası işgalci Yunan ordusunu İzmir’e dek 10 gün kovaladı! Kaçarken bile yolları, köprüleri, demiryollarını harap ettiler; evleri, köyleri, hayvanları, ormanları yaktılar.. Tarayıp öldürdükleri hayvan sürülerini su kuyularına doldurdular! Bunca kin – nefret – düşmanlık nasıl açıklanabilir? Osmanlı’nın çok övündüğü fetih ve vali atayarak vergiye bağlama ve yönetme geleneği (haydi küstahlığı demeyelim) nedeniyle yüzlerce yıl bağımsızlık ateşiyle tutuşan Yunan halkının intikamı mı acaba?!
…….
9 Eylül 1922 günü İzmir’de sevinç gözyaşları sel oldu. 16 Mayıs 1919’dan başlayarak 3,5 yıla yakın işgal, kan, zulüm altında inleyen Ege’nin incisi, özgürlüğüne kavuşmuştu. İşgalde Yunan’a ilk kurşunu sıkan ve oracıkta şehit edilen Gazeteci Hasan Tahsin’in ruhu şad edilmişti.
10 Eylül 1922’de Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa İzmir’e girdi. Hükümet konağına gelişinde ayaklarına Yunan bayrağı serilmişti..

  • Bayrak bir ulusun onurudur, kaldırın..” dedi ve insanlığa bir ders daha verdi.

Mondros (Silah Bırakışması) Mütarekesi, Sevr yırtıldı.. İşgalciler İstanbul’u ve Anadolu’yu zaman içinde terk ettiler.. Önceki yıl (2019) 30 Ağustos kutlamalarında toplu taşımanın ücretsiz olması önerisini, AKP’li Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, “30 Ağustos, halkın tamamını ilgilendiren bir bayram değil” diyerek sıkılmadan geri çevirmişti! Oysa 8 Temmuz 1920’den beri 2 yılı aşkın süredir Yunan işgali altında inleyen Bursa, 9 Eylül 1922’de Yunan ordusunu denize döken ordumuzun kuzeye yönelmesi ile 2 gün sonra 11 Eylül 1922’de işgalden kurtarılmıştı. Bu cehalet ya da kasıt, adı geçen kişiyi yerin dibine sokar mı acaba? AKP’ye ve bu kişiye oy veren iyiniyetli yurttaşlarımızın bilgisine özellikle sunmak isteriz bu utanç tablosunu.
***
1 Kasım 1922’de Saltanat (Padişahlık) kaldırıldı. Padişah 16 gün sonra İngilizlere sığınarak Malaya Zırhlısı ile kaçtı.. Mustafa Kemal Paşa Osmanlı hanedanının kanını dökmedi, yurt dışına sürgün edildiler. Zaten Türk / Atatürk Devrimi yeryüzünün en kansız devrilerinin başında gelir.
20 Kasım 1922’de Lozan barış görüşmeleri başladı ve çok zorlu bir süreç sonunda (2 ay kesintiyle 8 aya yakın) Türkiye, 24 Temmuz 1923’te, Misak-ı Milli sınırlarının uluslararası tapusunu aldı, uluslararası hukukça egemen bir devlet olarak tanındı. Lozan tabumuzdur!

  • 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi!

Ozanlar ozanı koca Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazdı :

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki, şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar : «Üç’ dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…

Yengin (muzaffer) Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa tarihe şu notları düştü 2 yıl sonra:

“…. 30 Ağustos Zaferi, Türk Tarihi’nin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur, ama Türk Ulusunun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki yeni Türk Devleti’nin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır …”

 “ .. Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.. ”

Yukarıdaki sözler, Yüce Önder ATATÜRK’ün 30 Ağustos 1922’de kazanılan olağanüstü utkunun 2. yıldönümünde (1924) Dumlupınar’da yaptığı konuşmadan alındı. Bu görkemli konuşmanın üzerinden 97 yıl geçti. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın dönüm noktası olan böylesi bir günde; aradan geçen 99 yıl, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü doğrulayan bir siyasal tarih laboratuvarı oldu. Nice devletler yıkıldı, nice devlet başkanlarının yontuları (heykelleri), hatta cesetleri yerlerde sürüklendi eli kanlı emperyalistlerce.

Ama Türk Devrimi tüm görkemiyle, son 19 yıldır AKP eliyle vefasızca, tarih bilincinden derin yoksunlukla, gaddarca, hatta düşmanca… epey yara almış olsa da, her şeye karşın ayakta, dimdik.. Bu karşıdevrim ayracı da kapatılacak elbette!

Pakistan Devlet Başkanı M. Ali Cinnah’ın 30 Ağustos utkusunun ardından Londra’da dile getirdikleri çok düşündürücü ve öğreticidir :

 “ .. Ne biz ne de her kıtada yaşamakta olan tutsak ve mazlum ulusları bundan sonra tutamayacaksınız. Mustafa Kemal ve Türkler ki, kendileri için hazırlanan tabutu yayılmacıların başına geçirmişlerdir; şimdi Dünyada başlarına tabutlar geçirilecek başkaları da benzer sonuçlara hazırlanmalıdırlar.” (11.09.1922, Londra)

Hindistan Devlet Başkanı Mahatma Ghandi’nin de 08.09.1922’de düzenlediği basın toplantısında, bağımsızlık ve özgürlük ateşini harlayan sözleri, tarihe ulusça övünmemiz gereken notlar düşüyor :

 “ Türkiye Orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, Dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.” Ve “Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz’in yanında zannediyordum.”

Sonuç                                                 :

Mustafa Kemal Paşa, 04 Ekim 1922’de TBMM’de Büyük Taarruz’u anlattığı konuşmasında, bir yıl önce Başkomutan atanırken söz verdiği gibi “Yunan Ordusunun harimi ismetimizde tamamen boğulduğunu” açıkladı. 1922 Büyük Taarruzu 30 Ağustos utkusu ise Türklerin Anadolu’da yeniden tutunmalarını sağladı.

Emperyalizmin sömürgeleri, Türk Ulusunun, UNESCO’nun 1979 kararıyla da onaylandığı üzere yeryüzünün ilk ve tek anti-emperyalist bağımsızlık savaşını başarmış olmasından cesaret alarak tutsaklığa başkaldırıyor ve Atatürk’ün savaşım yöntemini örnek alarak başarılı oluyorlar. Bu görkemli tarihsel dönüşüm ve başarının uluslararası tarihsel kıvancı, Yüce Atatürk’ün önderliğindeki Ulusumuzundur. Bu yüzdendir ki, hazımsız ve kinci, sömürgen emperyalizmin ülkemizle görülecek büyük hesabı vardır!

Geleceği, bize Yüce Atatürk’ün kutsal emaneti Türkiye Cumhuriyeti’nin parlak geleceğini, Cumhuriyet ordusunun aydınlık beyinli, yiğit yürekli ve yurtsever subayları ile biz Kemalist aydınlar el ele Ulusumuza öncülük ederek, “tüm ulusçu ve cumhuriyetçi güçleri bir araya getirerek” kuracağız.

Bu duygularla, 99 yıl sonra bir kez daha, ulusumuzun ve Ordumuzun 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı ve 9 Eylül’ü kutluyoruz!

Yüce Atatürk’ün ulusumuza kutsal emaneti Cumhuriyeti, 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde belirlenen temel özelliklerini –ulusal dayanışma ve adalet anlayışı içinde,

– insan haklarına saygılı,
– Atatürk ulusalcılığına bağlı,
– Başlangıçta (Anayasanın) belirtilen temel ilkelere dayanan,
– demokratik,
– lâik ve
– sosyal bir
– hukuk Devleti

koruyup daha da geliştirerek özgür ve tam bağımsız olarak sonsuza dek yaşatacağımızdan hiç kimsenin kuşkusu olmasın!

Bu arada 1 Eylül’ler, Dünyamıza barış getirsin.. Büyük asker Atatürk’ümüzün dileği, özlemi de buydu :

  • YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ!

Hemen ve sürekli, adil, onurlu, kalıcı barış istiyoruz tüm dünyada ve yurdumuzda! Savaşı, Önderimiz gibi, “ulusun yaşamı tehlikeye düşmedikçe cinayet” sayıyoruz!
Yaşadığımız kimi sıkıntılar geçici.. Binlerce yıllık ulusal tarihimizde elbette yer yer zor dönemler olabilir. Ancak Türk Ulusunun, kendisinin geleceğine kastetmeye niyetli tüm güçleri kahredecek gücü, birikimi, önderi ve kararlılığı, deneyimi hep oldu. Bunlara bugün, dünden daha çok sahip olduğumuzdan kesinlikle kuşku duyulmamalıdır.

Ama herhalde bu; AB’si ile, Gümrük Birliği ile NAFTA, APEC, IMF, DB, DTÖ, Bilderberg, TLC, CFR, BM’siyle… KüreselleşTİRme masalları ardına saklanan “yeni emperyalizm” ile; dinci – Batı işbirlikçisi / maşası iktidarlar ile asla değil!

Örgütlü ve uyanık olarak, akıl ve bilimle, günün değişen tehditleri ve fırsatları hızla ve doğru algılanarak, Cumhuriyetimiz sonsuza dek özgür ve tam bağımsız olarak yaşatılacaktır. Bizim adlandırmamızla “Post-modern”, Genelkurmay Başkanı merhum Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın nitelemesiyle “karanlık savaşlar“ın hedef ve yöntemlerinin ayırdında olarak..

Şu sözler, Atatürk’ten günümüze sağlam reçeteler olarak tarihsel bilincimizde yankı buluyor (4 Ekim 1922) :

 “ Arkadaşlar! Ulusumuz, tek bir insan gibi gösterdiği sarsılmaz birlik ve çaba sayesinde bu başarıyı hazırlamıştır. Ulusumuzun barış işlerinde de barıştan sonraki işlerde de aynı himmet ve çaba içinde, aynı birliği göstererek bu utkuyu tamamlayacağından kuşkum yoktur. ” (Söylev ve Demeçler syf. 247)

Türk halkı, Ata’sının uyarısının farkındadır ve gereğini dün olduğu gibi bugün de yarın da şaşmaz sağduyusu ve tarih bilinci ile, vefa ile yerine getirmesini bilecektir. Çağımızda küreselleşen emperyalizmin ve işbirlikçisi iktidarların da ayırdındadır. Sevgin (Aziz) şehit ve gazilerimizin kutsal anılarına ancak böyle hürmet edebileceğimizin, yaraşır (layık) olabileceğimizin ayırdındayız. Onları sonsuz bir şükran, minnet ve özlemle anıyoruz. Bağımsızlık, özgürlük, Vatan uğrunda canlarını veren tüm şehitlerimizin, Yüce Önderimizin hatıraları önünde bağlılık ve saygıyla eğiliyoruz. Atalarımız, ulusun-vatanın namusu için çoluk-çocuk demeden boşuna ölmediler, rahat uyusunlar.

AKP iktidarını; Cumhuriyet’i var eden değerlerle ve kutsallarımızla uğraşmayı bırakarak, gaflet, dalalet hatta hıyanetten sıyrılarak ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğümüze bağlı ve saygılı kalmaya çalışıyoruz. Anayasanın ilk 3 maddesi kesin ve net kırmızı çizgilerimizdir. Anayasaya sadakat borcu yemini etmişlerdir TBMM’de; ahde vefa boyunlarının borcudur. Son Türk Devleti asla kurda – kuşa yem edilmeyecektir, elbette gerekirse bu zihniyete karşı da! Bu ulusal kararlılığımız hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

30 Ağustos 1922 Utkusu, 1 Eylül Dünya Barış Günü (1945’te 1. Dünya Savaşı’nın bitimi nedeniyle) ve İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül 1922 Yurdumuza, Ulusumuza ve tüm insanlığa kutlu, mutlu ve ders olsun dileriz.

Aşağıdaki yazımıza da bakılmasını öneririz..

Söyleşi : 26 Ağustos – 9 Eylül 1922 Döneminin Yakın Tarihimizdeki Yeri..

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2021 

Not : Bu arada, 17 Ağustos 1999 depreminde yitirdiğimiz “resmen” 20 bin dolayında insanımızın acıları da yüreğimizde. Onları da özlemle anıyoruz.. Gerekli dersleri çıkararak, bundan böyle deprem vb. doğa olaylarına hazırlıklı olmamız zorunluğu çok açık ki, afetlere dönüşmesinler..