Etiket arşivi: Prof. Dr. BİGE SÜKAN

CUMHURİYETİN SAĞLIK POLİTİKALARI ve NEO-LİBERAL ÇIKMAZ

Dostlar,

Dün akşam (14 Mart 2022) ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) Genel Merkezi Eğitim Kurulu’nun düzenlediği bir sanal açıkoturuma çağrılı idik. Düzenleyici, ADD  GYK (Genel Yönetim Kurulu) üyesi ve Eğitim Kurulu Başkanı Sn. Prof. Dr. Bige SÜKAN idi. Yine ADD GYK üyesi ve Gn. Skr. Yrd. Sn. Dr. Arif Güvenir (Aile Hekimi) öbür konuşmacıydı. Zoom ortamında yayınladı, youtube’a da yüklendi. Konumuz şuydu :

  • CUMHURİYETİN SAĞLIK POLİTİKALARI ve NEO-LİBERAL ÇIKMAZ


Dr. Güvenir, Cumhuriyetimizin kuruluşundan alarak 1970’lere dek gelişmeleri yaklaşık 40 dakikada yansılarla özetledi ve yaratılan destanı sergiledi. Gerçekten de Kurtuluş – Bağımsızlık Savaşı ardından Anadolu tam bir yıkıntı (harabe) durumdaydı. 12 milyon dolayında hasta, yaşlı, gençleri – erkekleri kırılmış, sanayileşememiş, din – tarım imparatorluğu artığı yoksul ve eğitimsiz bir kitle söz konusuydu. Bulaşıcı hastalıklar deyim yerinde ise “kol geziyordu”..

  • Batı yazınında, bu topluluğa “Kılıç artığı” denmekteydi.

Büyük ATATÜRK ve Cumhuriyet Devrimcileri pes etmediler ve onca yokluklar içinde gerçek anlamda bir tansık (mucize) yarattılar, tarihte tektir ve örnektir. Dr. Güvenir tam da bu destanı sundu. Yansıları görmek için lütfen tıklayınız :

Biz Tıbbiyelilerin ve sağlık emekçilerinin Mustafa Kemal Paşa, Dr. Refik Saydam… ve elleri öpülesi kahramanlar önderliğinde Türk Devrimine katkımızdır.

Tıbbiye (1827), Harbiye (1834) ve Mülkiye (1859) ülkemizin çelikten Aydınlanma sacayağıdır.

Biz de 1970’lerden alarak, küresel kapitalist sistemin tükenmeyen dönemsel bunalımları bağlamında 1980’ler başında başlaltılan KüreseleşTİRme = Yeni emperyalizmi ve onun  yeni yetme ideolojisi Neo-Liberalizmin özellikle sağlıkta ülkemizi sürüklediği çıkmazı sunduk. Çıkış önerilerimiz paylaştık (yaklaşık 45 dk.) Ardından 1 saate yakın canlı bir tartışma – katkı süreci yaşandı.

ADD yönetimini bu çabaları için kutlar, bizlere görev verdikleri için teşekkür ederiz.

Youtube kaydını izlemek için lütfen tıklayıınz…

https://youtu.be/cQHecOjxKkg

İzlenmesini, paylaşılmasını ve gereğinin yapılmasını dikeriz.

Unutulmasın                             :

  • Sağlık haktır meta değildir; bizler de müşteri değil,
    sağlık hizmetlerini doğuştan kazanan saygın ve onurlu insanlarız..

Ve;

  • “Sağlık hizmetleri, Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevidir.” 

  • Kendine Devrimin ve Devrimciliğin çeşitli ve yaşamsal görevler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak m1illi davamızdır. Çünkü Cumhuriyet; düşünsel, bilimsel ve bedensel bakımdan güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister.” 
    Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK (TBMM açış konuşmasından, 1935)

Sevgi ve saygı ile. 15 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

 

Ermeni Açılımı’nda Yeni Dönemeç


Dostlar,

Sevgili arkadaşımız, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü hocalarından Prof. Bige Sükan oldukça önemli bir makale kaleme aldı. Türkiye bir hengame içinde ulusal çıkarlarını koruyamaz durumda.. Ekonomideki yangın neredeyse ülke ekonomisinin 1/5’ini yuttu.. Ama AKP hükğmeti bu korkunç bedeli ülkeye ödetme pahasına iktidardan çekilmiyor.. Ancak uluslararası takvim ve gündem işliyor..
24 Nisan 1915 yaklaşıyor ve sözde Ermeni Soykırımı‘nın 100. yılında bilinen çevreler atak yapma planları içindeler.. Türkiye ise kritik savsaklamalar (ihmaller) ve hatalar içinde.. Ermenistan’a bir dizi karşılıksız ödün, Karabağ işgali konusunda zerre ödün vermeyen bir Ermenistan ve topraklarının 1/5’i 22 yıldır işgalde, yurttaşlarının yaklaşık 1,5 milyonunun sürgünde – işgal yönetiminde olduğu küstürülen kardeş ülke Azerbaycan..

Sayın Prof. Sükan, bir yakın tarih uzmanı ve doktora tezini Fransa’da Ermeni arşivlerinden hazırlayan çok değerli bir uzman olarak yetkinlik ve ağırbaşlılıkla
AKP hükümetine yol gösteriyor. Kendisi de akademisyen olan Bakan Davutoğlu’nun artık bu inanılmaz gafları, yalpalamaları bir yana bırakarak (!?) haklı ulusal çıkarları koruyan bir normalleşmeye gelmesi kaçınılmaz görünüyor.

Sevgili arkadaşımız Prof. Sükan’a teşekkür ederiz..

Bir de elde Dr. Doğu Perinçek’in görkemli başarısı AİHM kararı var :

“Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır!” tezinin savunulmasını suç sayan
ilkel İsviçre – Fransa vb. ülkelere esaslı bir hukuk dersi..

Türkiye’nin eli yeterince güçlü ama bu konjektürü kullan(a)mıyorsanız ya gafil
ya da dış güdümlü olmalısınız..

Çok hazin..

Sevgi ve saygı ile.
24 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Ermeni Açılımı’nda Yeni Dönemeç

portresi

Prof. Dr. Bige SÜKAN
www.add.org.tr, 23.1.14

 

 

2013, Türk dış politikasında Atatürk’ün “yurtta barış dünyada barış” ilkesinin
rafa kaldırıldığı bir yıl özelliğini taşımaktadır. Türk Hükümeti’nin özellikle Suriye ve Mısır’a yönelik dış politikası bu gerçeğin en önemli göstergelerindendir. 2013 yılının
son günlerinde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun gerçekleştirdiği Ermenistan ziyareti ise, Türkiye’nin Ermenistan politikasında yeni bir dönemece girdiğinin işaretçisi gibi gözükmektedir.

Davutoğlu’nun 12 Aralık 2013’te yaptığı Erivan ziyareti, Türk kamuoyunun neredeyse unuttuğu bir konuyu yeniden gündeme getirmiştir: Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi ve diplomatik ilişkilerin kurulması amacıyla 10 Ekim 2009’da
Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti arasında Zürih’te imzalanan,
ancak onaylanmadıkları için yürürlüğe konulamayan protokoller. İşte Davutoğlu’nun Erivan ziyareti, her ne kadar Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısı çerçevesinde gerçekleşmiş olsa da, Türk kamuoyunda “acaba rafa kaldırılan protokollerle ilgili
yeni bir süreç mi başlıyor?” sorusunun sorulmasını birlikte getirmektedir.
“Ermeni Açılımı” olarak Türk kamuoyuna sunulan bu iki protokolde ana hatlarıyla şunlar öngörülmüştü:

– Ermenistan ile Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin kurulması,
-Türkiye-Ermenistan sınırının açılması,
-Tarihsel kaynak ve arşivlerin tarafsız bilimsel incelemesini de içerecek şekilde bir diyaloğun uygulamaya konulması,
– Kara, hava ve demiryolu ulaşım bağlantılarının kurulması vb.

İki ülke Dışişleri Bakanları (Davutoğlu ve Nalbandyan) tarafından dört yıl önce imzalanan bu protokoller, imza aşamasından sonra Türkiye’de TBMM’nin onayına sunulurken, Ermenistan’da Anayasa’ya uygunluğunun denetlenmesi için Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmişti. Ne var ki, 12 Ocak 2010’da kararını açıklayan Ermenistan Anayasa Mahkemesi, Türkiye-Ermenistan protokollerini Ermenistan Anayasası’na uygun bulurken, gerekçeli kararında protokollerin yürürlüğe girmesini sözde Ermeni soykırımının tanınması şartına bağlamıştı. İşte Ermeni soykırım iddialarının Türkiye tarafından tanınmasının bir ön koşul gibi ileri sürülmesi, o günlerde Ankara’nın hoşuna gitmemişti.
O dönemde Türk Hükümeti’ni kızdıran Ermenistan Anayasası Mahkemesi’nin yukarıdaki gerekçeli kararı acaba Türkiye için bir sürpriz miydi? Öbür yandan bu karara karşın Türk Dışişleri’nin protokollerle ilgili olarak Ermenistan’la yeniden ilişkileri başlatması
bile bile lades değil midir? Dolayısıyla protokollerin onaylanmaması ve de yürürlüğe girmemesi nedeniyle Ankara ile Erivan arasında bütün ilişkilerin kesildiğinin sanılmasına karşın Türk tarafının Erivan’da yeni bir diplomatik atağa geçmesinin gerçek nedenleri gün ışığına çıkarılmalıdır.

Birinci sorunun yanıtı tabii ki “hayır”dır. Zira bilindiği üzere Ermenistan, Sovyetler Birliği’nden ayrılma sürecinde, 1990’da yayınladığı Bağımsızlık Bildirgesi’nde
“Batı Ermenistan” olarak adlandırdığı Doğu Anadolu toprakları üzerinde
emelleri olduğunu açıklamış ve bu bildirgede yer alan esasları daha sonra Anayasa hükmü haline getirmiştir. Bağımsızlık Bildirgesi’nde, ayrıca, soykırım iddiaları da
yer almaktadır.

Dolayısıyla 10 Ekim 2009 tarihli protokollerin yürürlüğe girmesini engelleyen Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararı Türkiye açısından bir sürpriz değildir;

  • kaldı ki Türkiye, protokolleri Doğu Anadolu’yu topraklarıa katma hedefini Anayasası’nda koruyan bir Ermenistan ile imzalamıştır.

İkinci sorunun yanıtı ise “evet”tir. Şöyle ki; 2009 tarihli protokoller, Ermenistan ile diplomatik ilişkilerin kurulması konusunda Türkiye’nin 2000’li yıllara dek ileri sürdüğü koşullara aykırı imzalanmıştır.

Geleneksel Türk diplomasisinin koşulları şunlardı:

1. Ermenistan soykırım iddialarından vazgeçmeli ve uluslararası platformda
    gündeme getirmekten kaçınmalı,
2. Ermenistan Anayasası’ndan “Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi”ne yapılan
    atıf çıkarılmalı,
3. Ermenistan Karabağ işgalini sona erdirmeli.

Ne var ki Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan iki protokolde, özellikle AB ve ABD’nin Türkiye’ye yaptığı baskılardan ve Rusya’nın desteğinden yararlanan Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarından çekileceğine ilişkin hiçbir açıklama bulunmuyordu. Öte yandan Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Türkiye ile varılan uzlaşmayı değerlendirirken “soykırım konusunda ödün vermediklerini” açıklamıştı.

  • Doğu Anadolu’yu topraklarına katma hedefini Anayasası’ndan çıkartmak konusunda ise Ermenistan Hükümeti herhangi bir girişimde bulunmamıştı.

Görüldüğü üzere, Türkiye’nin 2000’li yıllara dek ileri sürdüğü koşulların hiçbirini
yerine getirmeyen bir Ermenistan ile “ilişkilerin normalleştirilmesi ve diplomatik ilişkilerin kurulması” amacıyla iki protokol imzalanmıştır. Gerek Azerbaycan’ın yakınlaşma konusundaki tepkisi ve Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesi durumunda Ermenilerin işgal ettikleri Azeri topraklarından hiç çekilmeyecekleri kaygısı (Azeri topraklarının yaklaşık %20’si Ermenilerin işgali altında!) gerekse Ermenistan Anayasa Mahkemesi’ nin kararı bu protokollerin uygulanmasını engelleyen temel etkenlerdendi .

Davutoğlu henüz Ermenistan’a gitmeden önce Türk, Rus, Ermeni ve Azerbaycan basınında ziyaretin gerçek amacıyla ilgili haberler yer aldı. Bu haberlere göre Türk Dışişleri Bakanı Erivan’a “Dağlık Karabağ etrafındaki işgal olunmuş yedi bölgenin en az ikisinde işgali kaldırın, biz de sınırları açalım.” önerisinde bulunmak amacıyla gidiyordu. Ancak Davutoğlu bu haberleri yalanladı ve hedeflerinin öncelikle Ermenistan sınırının açılması değil, Kafkasya’da kapsamlı barışın önünü açacak bir konjonktürün oluşması olduğunu belirtti. Dışişleri Bakanı’nın bu açıklamalarının dışında,
Türk yayın organlarında Erivan ziyaretinin amacının yalnızca Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi ve Karabağ sorununun çözümüne ivme kazandırmak değil;
sözde Ermeni soykırımının 100.yılı öncesi, yani 2015’ten önce Ermeni diasporasının girişeceği soykırım kampanyasının zararlarını en aza indirmek olduğu yönünde yorumlar yer aldı

12 Aralık 2013 tarihli Davutoğlu-Nalbandyan görüşmesini yerinde izleyen
Agos Gazetesi ise, ziyaretin anlamını aynı zamanda Ermenistan açısından irdeledi. Gazeteye göre, 2009’da imzalanan protokollerin uğradığı akıbetten sonra,
o gün Türkiye’deki muhataplarından daha büyük bir siyasal risk aldığını düşünen Ermenistan iktidarı, bu yeni girişim karşısında yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih ediyordu. Gazeteye göre, iki bakanın görüşmeden sonra ortak basın açıklaması yapmaması, içeride konuşulan konularda uzlaşmadan uzak olunduğunu gösteriyordu. Dolayısıyla Davutoğlu’nun Erivan ziyareti, dört yıldan beri görüşmeyen iki bakanın birbirlerine pozisyonlarını aktarması anlamını taşıyordu ve önümüzdeki dönemde bu tip pek çok görüşmeye tanık olunacağı açıktı.

Davutoğlu’nun ziyarete ilişkin değerlendirmesine gelince; Türk Dışişleri Bakanı,
bir seferde tüm sorunların çözülmesini beklemenin doğru olmadığını vurgulayarak, Erivan ziyaretini “psikolojik eşiğin aşılması” olarak nitelendirdi. Bununla birlikte
bu ziyaret Erivan’da tepkilere neden oldu. Daha Davutoğlu Erivan’a gitmeden önce,
9 Aralık’ta, Ermenistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Şavarş Koçaryan “eğer Türkiye ülkelerimiz arasında medeni ilişkiler kurulmasını arzu ediyorsa Osmanlı İmparatorluğu’ nun işlediği Ermeni soykırımını kabul etmeli ve kapattığı sınırı açmalı” yönünde bir açıklama yaptı. 12 Aralık’ta ise, Erivan’da toplantının yapıldığı otelin önünde bir grup eylemci, “Türkiye’nin Ermeni soykırımını kabul etmesi” gerektiğine ilişkin pankartlar taşıyıp, sloganlar atarak Davutoğlu’nu protesto ettiler. Türkiye’de ise, özellikle Dışişleri Bakanı’nın Erivan’a giderken uçakta gazetecilere söylediği “tehciri benimsemiyoruz, gayri insani bir uygulama. ‘Adil hafıza’ ile taraflardaki dirençli kolektif bilinci yıkabiliriz. Buzu çözeyim derken altında kalabilirsiniz.” sözleri muhalefet tarafından tepkiyle karşılandı.

Türkiye ile Ermenistan arasında yaşanan tüm bu gelişmelere karşın Ahmet Davutoğlu “komşularla sıfır sorun” politikasının yanlış olmadığını, yalnızca “kimi komşuların yanlışlarından kaynaklanan olumsuzluklardan söz edilebileceğini” ileri sürmektedir.

Sonuç      :

Her ne denli protokoller onaylanmamış olsa da, Türk Hükümeti’nin Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesi konusundaki tavrında değişiklik yapmadığı Türk kamuoyunun dikkatinden kaçmamaktadır. Öbür yandan bu normalleşmeyi bölgesel barış sürecinin bütününden soyutlayarak gerçekleştirmenin siyaseten doğru olmadığını,
dolayısıyla Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki sorunların çözülmesini arzuladığını söyleyen bir Ankara vardır. Dolayısıyla Ankara, Güney Kafkasya’daki sorunların çözümü için bölge üzerindeki yadsınamaz etkileri nedeniyle ABD, Rusya,
AB gibi küresel aktörlerle de temasların kesintisiz sürdürülmesinden yanadır.

Ne var ki bu süreçte Türkiye tarafından göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek vardır:

AB ve Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için başvurduğu tarih olan 1987’den başlayarak Ermeni davasının ısrarlı savunucuları olmuşlar ve Türkiye’den

  • “sözde Ermeni soykırımının Türkiye tarafından resmen tanınmasını,
    Ermenistan Cumhuriyeti ile diplomatik ilişki kurulmasını ve
    Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını” 

talep etmişlerdi. Türkiye ise, bu doğrultuda Ermenistan’la 2009’da iki protokol imzalamıştı. Ne var ki bu protokoller, Türk Kurtuluş Savaşı döneminde TBMM Hükümeti ile imzaladığı Gümrü, Moskova ve Kars Antlaşmaları’nda Sevr’i geçersiz sayan,
ancak günümüzde

– Sevr emellerinden vazgeçmeyen,
– Ermeni soykırım iddialarını sürdüren ve
– Karabağ işgalini sona erdirmeyen bir Ermenistan

ile imzalanmıştır.

Öte yandan Türkiye ile Ermenistan arasında protokoller imzalanırken çekilen fotoğrafta arkada duranlar, Ermeni Sorunu’nun ortaya çıkmasında ve gelişmesinde rol oynayan Rusya, Fransa ve ABD’nin Dışişleri Bakanları idi; bir başka deyişle 1992’de Karabağ Sorunu’nu çözmek üzere kurulmuş olan AGİT Minsk Grubu’nun eş başkanlarıydı. Dolayısıyla Ermeni Sorunu’nu uluslararası bir sorun durumuna getirerek Türkiye’nin başına bela eden bu ülkeler mi Karabağ Sorunu’nu çözecekler ve Güney Kafkasya’ya barış getirecekler?

Kaldı ki, Minsk Grubu’nun kurulduğu tarihten bu yana Karabağ Sorunu’nun çözümünde hiçbir ilerleme sağlanamamış olması da unutulmamalıdır.

Davutoğlu’nun Erivan ziyareti, yukarıda gözler önüne serilen tüm olumsuzluklara, özellikle Ermenistan’ın ödünsüz politikalarına karşın, Türk Hükümeti’nin rafa kaldırılan protokollerin uygulanmasını sağlamak amacıyla Ermeni Açılımı olarak adlandırdığı
dış politika vizyonu çerçevesinde başlattığı yeni bir girişim olarak değerlendirilebilir. Esasen protokoller, 19. yüzyılın başlarında Doğu Sorunu” olarak adlandırılan Türk topraklarının parçalanması ve paylaşılması projesinin bir parçası olan Ermeni Sorunu çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu nedenle Türkiye’nin 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak karşı karşıya kaldığı Ermeni Sorunu karşısında izlemesi gereken
dış politikanın bir “hükümet politikası” değil, bir “devlet politikası” olması gerekir.

Dolayısıyla Türk diplomasisinin Ermenistan ile diplomatik ilişkilerin kurulması konusunda 2000’li yıllara dek sürdürdüğü geleneksel tavır korunmalı ve Türkiye tarafından ileri sürülen koşulların Ermenistan tarafından yerine getirilmesi konusunda ısrarcı ve kararlı davranılmalıdır. Çünkü Ermenistan, başta Karabağ işgalinin sona erdirilmesi ve
Ermeni soykırım iddiaları olmak üzere, günümüze dek Türkiye’nin ileri sürdüğü koşulların hiçbirini yerine getirmemiştir.

Esasında Türkiye, Ermenistan’ın 1992’den bu yana Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ bölgesini ve yedi Azerbaycan ilini işgal etmesi nedeniyle 1993’te ortak sınırını kapatmış, ancak bu neden (işgal) ortadan kalkmadan Türk-Ermeni sınırının açılmasını öngören protokolleri imzalayarak uluslararası arenada saygınlık (prestij) yitiğine uğramıştır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde, Protokollerin onaylanmamış olması Türkiye açısından diplomatik bir fırsat olarak değerlendirilebilir.

Şöyle ki; Türkiye’nin ulusal çıkarları gereği geleneksel Türk dış politikasına geri dönülerek ödünsüz bir tavır sergilenebilir ve bunun için hâlâ geç kalınmış değildir. Unutulmamalıdır ki Ermenistan, şimdiye dek Türkiye’ye yönelik geleneksel
dış politikasından hiçbir ödün vermemiştir.

Prof. Dr. Bige SÜKAN
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
Ankara, 20.01.2014

YARARLANILAN KAYNAKLAR

– dunya.milliyet.com.tr/davutoglu-erivan-da-psikolojik/…/default.htm‎
– http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=davutoglu…ermenistan
– http://www.medyagunlugu.com/…/674-davutoglu-ermeniler.
– http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/türkiye-ermenistan-turkce.pdf
– ‎http://www.1news.com.tr/yazarlar/20131216063347942.html
‎- http://www.trtturk.com.tr/haber/davutoglu-erivan.html
– SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, C.I, 3.B, Ank., TTK, 2000

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Bige SÜKAN ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi,
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim üyesidir.

“Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi”

başlıklı önemli ve özlü yazısını okuyalım. okutalım..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi

portresi

Prof. Dr. BİGE SÜKAN

 

 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet; ulusal devlet, tam bağımsızlık ve
ulusal egemenlik
temelleri üzerinde yükselen bir Cumhuriyet’tir.
Çağımızın devleti ulusal devlettir ve bu devletin insan unsuru “ulus” niteliğinde bir topluluktur. Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllarda özellikle Osmanlılık, bazen de İslamlık bağından medet umarak varlığını sürdürmeye çalışmış, ne var ki bunda başarılı olamamıştır. Atatürk’ün kurduğu yeni Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti ise Türklük bilinciyle, Türk ulusallığı (milliyeti) bağıyla varlığını sürdürmeyi ilke edinmiş bir ulusal devlettir. Atatürk’ün de işaret ettiği gibi, ulusu bir arada tutan unsur din ve mezhep bağı değil, Türk ulusallığı bağıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal bir vatan yoktu; bünyesinde ırk, din, dil, tarih ve kültür bakımında farklı toplulukları barındırıyordu. İstanbul, Bağdat, Selanik, Şam, Kudüs, Tunus, aynı devlet içinde ayrı ayrı milliyetlerin vatanlarıydı. İşte Cumhuriyet, bu duruma son vererek ulusal bir vatan, bir Türk vatanı yaratmıştır. Dolayısıyla sınırları belli olan bu ulusal vatan üzerinde ulusal devletin yaratılması Cumhuriyet sayesinde gerçekleşmiştir. Vatan topraklarının her köşesi ortaklaşa yurttur, her parçası birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Türk ulusu temeline dayalı yeni ulusal devletin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan bir diğer temel özelliği “tam bağımsızlık” tır. Yarı bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı devletlerin yarı sömürgesi haline geldiği bir dönemde dünyaya gelen, tarihten ders alınması gerektiğini söyleyen Atatürk’ün ısrarla vurguladığı tam bağımsızlık anlayışının büyük rolü vardır. O’na göre bağımsızlık, her alanda tam ve gerçek bağımsızlıktır; yani siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel alanlarda tam bağımsızlık ve serbestliktir.
Atatürk’ün, ulusal devlet ve tam bağımsızlık ilkelerinin dışında, kurduğu yeni devlet düzeninin temel taşlarından biri olarak gördüğü bir diğer ilke “ulusal egemenlik”ti. Ulusal egemenlik ilkesini ve onun zorunlu sonucu olan Cumhuriyetçilik ilkesini binlerce yıllık tarihi olan Türk ulusuna benimseten kişi tabii ki O’ndan başkası olamazdı.
Fransız Devrimi ile birlikte dünyaya yayılan en önemli kavramlardan olan “ulusal egemenlik”, Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman uygulama alanı bulamamıştı. Osmanlı aydınları hiçbir zaman egemenlik hakkını Osmanlı ailesinden alıp tümüyle ulusa vermek düşüncesinde olmamışlar, sadece padişahın yetkilerinin sınırlandırılarak ulusa bazı hakların verilmesini istemişlerdi.

Özgürlük ve demokrasi hayranı Atatürk, Milli Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren, yani Amasya Genelgesi’nden Sivas Kongresi’ne uzanan o zorlu süreçte Türk halkına kendi kendini yönetme bilincini vermeye çalışmıştır.

23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması, “ulusal egemenlik” ilkesinin yeni Türk Devleti’nin 1921 tarihli ilk anayasasında yerini alması ve halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’nin saltanatı kaldırması (1/2 Kasım1922), ulusal egemenlik ilkesinin gerçek anlamda benimsendiğinin göstergeleridir. Bu sürecin sonucu olarak ise, 29 Ekim 1923’te ulusal egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şekli olan, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği Cumhuriyet kabul edilmiştir.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti; Atatürk’ün tasarladığı, uygulamaya koyduğu ve arkasına Türk ulusunu alarak başarıya ulaştırdığı Türk Devrimi’nin ürünüdür. Türk Devrimi ya da Atatürk Devrimi ise, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak Türk devlet ve toplum yaşamında gerçekleştirilen çağdaş ve uygar boyutlu ani ve köklü değişiklikler (devrimler) olarak tanımlanabilir. Atatürk, Türk Devrimi’nin temel amacı konusunda şöyle diyordu: “Yapılan ve yapılmakta olan devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş, bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline getirmektir.”

İşte Ulu Önderimizin bu amaca uygun olarak kurduğu ve bizlere emanet ettiği yeni düzen laik, demokratik, çağdaş bir düzendir; bu düzenin yönetim biçimi ise Cumhuriyettir.
Ancak günümüzde O’nun sayesinde sahip olduğumuz Cumhuriyet’i, laikliği, demokrasiyi, dolayısıyla çağdaş devlet ve toplum düzenini hedef alan yoğun bir kampanya sürdürülmektedir. Bu kampanyanın odağını ise, Atatürk ve Atatürkçülüğe yönelik yıkıcı eleştiriler oluşturmaktadır.

Türkiye’de Cumhuriyetin laik ve demokratik niteliklerine yönelik eleştiri getiren grupların başında herkesin bildiği gibi II. Cumhuriyetçiler ve dine dayalı düzen yanlıları bulunmaktadır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra bazı çevrelerin paniğe kapılarak liberalizme doğru kaydıkları ve bu çerçevede Atatürk’ü ve O’nun eseri Cumhuriyet’i yoğun bir eleştiri bombardımanına tutarak II. Cumhuriyet’i gündeme getirdikleri bilinmektedir. Bunların arasında gazetecilerin, bilim adamlarının, bürokratların, işadamlarının, siyasetçilerin bulunduğu da bilinen bir başka gerçek.
II. Cumhuriyetçiler, kendi ifadeleriyle “I. Cumhuriyet”i niçin beğenmemektedirler? II. Cumhuriyetçilerin genel anlamda eleştirdikleri Atatürk’ün kurduğu düzendir. Onlara göre bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından kurulan Cumhuriyet demokratik değildir;
o dönemde demokrasi olmadığı gibi, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesi bulunmamaktadır. Devrimler ise, halka rağmen hazırlanarak yukarıdan aşağıya bir hareket olarak zorla kabul ettirilmiştir. Dolayısıyla bu çerçevede Atatürk diktatördür.
Tüm bu asılsız, bilimsellikten uzak ve kasıtlı iddialara karşın Atatürk, 1930 yılında yazdığı ve 1932-1939 yılları arasında ortaöğretimde Yurttaşlık Bilgisi kitabı olarak okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında “demokrasi”, “insan hakları”, “hürriyet”, “vatandaşlık”, “devlet”, “ulus” kavramlarını işlemektedir. Görülüyor ki, Avrupa’da Nazizmin ve Faşizmin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde demokrasi el kitabı niteliğinde bir kitap yazarak Türk halkını bu kavramlarla tanıştıran Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildir. Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında demokrasiyi şöyle tanımlıyordu: “Demokrasi prensibi, esas olarak ulusun egemenliğe sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir.” Bu durumda, egemenliği padişahın elinden alıp Türk halkına veren, böylece demokrasinin temel koşulu olan “ulusal egemenlik” ilkesini daha Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin açılmasını sağlayarak uygulama alanına koyan Atatürk değil de kimdir?
Bu gerçekler tabii ki yadsınamaz; diğer yandan yoğun eleştirilere hedef olan Atatürk dönemindeki tek parti uygulamasının da Cumhuriyet rejimini koruma, devrimleri gerçekleştirme ve yerleştirme ihtiyacından doğan bir zorunluluk olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Atatürk’e göre demokrasi ile Cumhuriyet arasında zorunlu olan öncelik Cumhuriyet’tedir. Çünkü O’nun “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında da belirttiği gibi, “Demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli Cumhuriyettir.”

Atatürk’ün de belirttiği üzere, Laiklik ilkesini benimsemeyen, saltanat ve hilafet özlemi çeken Cumhuriyet karşıtlarının gerek 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda gerekse 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda odaklanmaları, bu partilerin kapatılmasında veya kendi kendini feshetmesinde etken olmuştur. Dünyada hiçbir rejim kendi antitezini yaşatmaz veya hiçbir rejim kendisini ortadan kaldırmaya yönelik hareketlere izin vermez. Türkiye’de de doğal olarak böyle olmuştur. Ünlü Fransız siyaset bilimcisi Maurice Duverger’ye göre, Türkiye’de 1945’e kadar tek parti olgusu olmuş, fakat tek parti ideolojisi veya doktrini mevcut olmamıştır. Dolayısıyla tek parti, zorunluluklar nedeniyle başvurulan geçici bir rejim olarak görülmüştür.

II. Cumhuriyetçiler’in şiddetle eleştirdikleri diğer konu ise, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesinin bulunmayışıdır. Böylesine haksız bir eleştirinin cehaletten mi yoksa gafletten mi kaynaklandığını bilmek güç! Ancak yadsınamayacak gerçek, altı ilkenin özünde demokrasi ilkesinin bulunduğudur. Bu durumda, “6 Ok” ile simgeleşen ve 1931’de CHP’nin ana nitelikleri olarak tüzüğe alınan, 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle de Anayasaya giren Kemalizmin dayanağı ilkelerle demokrasi ilkesi arasındaki ilişkinin irdelenmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Demokrasi-Cumhuriyetçilik                :

Cumhuriyet, yönetenlerin yönetme yetkisini halktan aldıkları bir rejimdir. Dolayısıyla Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen Cumhuriyetçilik değil, esas olarak demokratik Cumhuriyetçiliktir. Atatürk’e göre “demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından seçilmiş meclistedir.”

Demokrasi-Milliyetçilik                       :

Ulusal bir devlet olan yeni Türk devleti içinde en üstün iktidar olan egemenlik, yalnız Türk ulusuna aittir. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ”tanımlamasıyla hiçbir şekilde etnik köken, dil, din, mezhep ayırımı yapmadan yurtiçi birlik ve ulusal beraberliği gerçekleştirerek demokrasi ortamının önemli bir koşulunu yerine getirmeyi amaçlıyordu.

Demokrasi-Halkçılık                          :

Atatürk, kendi eseri olan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Halkçılıkla demokrasi prensibini aynı anlamda kullanmıştır: “…Demokrasi esasına dayanan hükûmetlerde, hakimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir…” Bunun yanı sıra O’nun halkçılıktan kastettiği geleneksel anlamda özgürlükçü siyasi demokrasidir, yani temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı rejimdir. Kaldı ki, yasalar önünde eşitliği öngören, sınıf ayırımını ve mücadelesini reddeden, sosyal adalete, sosyal güvenliğe, adaletli gelir dağılımına dayanan Halkçılık ilkesinin demokrasiyle ilgisi yok demek herhalde cehaletten başka bir şey değildir.

Demokrasi-Devletçilik                    :

Atatürk’ün arzu ettiği eşitlikçi, adil bir sosyal düzenin kurulması devletin sosyal ve ekonomik yaşamdaki rolünü asgariye indiren bir anlayışla tabii ki mümkün olamazdı. Dolayısıyla Devletçiliğin içeriğinde de demokrasi prensibini görüyoruz.

Demokrasi-Laiklik                           :

Laiklik olmadan demokrasi olamaz. Laik düzenlerde, yönetenler yönetme yetkilerini Tanrı’dan ya da dinden değil, halktan alırlar. Dolayısıyla egemenliğin halkta bulunmadığı düzenlerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Laiklik, demokrasi içinde devlet tarafından korunacak bir düzen biçimidir. Bu nedenle demokrasinin nimetlerinden yararlanarak demokrasiyi ortadan kaldırma özgürlüğü, dolayısıyla demokrasi içinde
laik düzeni yok etme özgürlüğü olamaz.

Demokrasi-Devrimcilik                 :

Atatürk Devrimi’nin temel hedefi çağdaşlaşmadır; ancak devrim gerçekleşirken bir aydın kadronun toplumu ilerleme ve yenileşme yolunda aydınlatması zorunludur. Ne var ki, kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevreler, devrimlerin bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından hazırlandığını, yukarıdan aşağıya bir hareket olarak halka zorla kabul ettirildiğini ve bu nedenlerden ötürü halk tarafından benimsenmediğini iddia ederek Atatürk’ün kurduğu devlet düzenini eleştirmekte ve Atatürk’ün Cumhuriyeti yerine II. Cumhuriyet’i gündeme getirmektedirler. Her halde bu iddialarda bulunanlar, Atatürk’ün tüm devrimlerini gerçekleştirirken yaptığı yurt içi gezileriyle, halka hitaben konuşmalarıyla kamuoyunu hazırlamaya ve ulusunun ayağına giderek ona devrimlerin gerekliliğini anlatmaya çalıştığını unutuyorlar. Dolayısıyla Atatürk, devrimlerini gerçekleştirirken halkı ikna yöntemini kullanmıştı. Halkın bunları benimsemesinde ise, Türk ulusunun Atatürk’e olan sevgi ve güveni büyük rol oynamıştır. Diğer yandan Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan çevreler herhalde şu gerçeği de görmezden geliyorlar: Atatürk nasıl bir diktatördür ki, tüm devrimlerini gerçekleştirirken TBMM’nin onayını almıştır, başka bir anlatımla Atatürk döneminde devlet ve toplum yaşamındaki köklü değişiklikler yasalarla sağlanmıştır.

Sonuç olarak; Atatürk devrimlerinin halka zorla kabul ettirilmiş olduğu iddiaları eğer doğru olsaydı, devrim karşıtlarının tüm yıkıcı çabalarına karşın Atatürk devrimleri bugün hâlâ dimdik ayakta duramazdı. Bunun da ötesinde Atatürk devrimlerini sürekli kılan olgu, ilkelerinin akla ve bilime dayalı oluşudur.

Prof. Dr. Bige SÜKAN
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü