Etiket arşivi: Mustafa Kemal Paşa

83 Yıl Sonra Kubilay’ı Anmak…


83 Yıl Sonra Kubilay’ı Anmak…
 

Evet dostlar,

23 Aralık 1930’da, günümüzden 83 yıl önce, Memenen’de ayaklanan kanlı irtica,
genç öğretmen asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay‘ın boğazını bağ bıçağı ile keserek
şehit etmişti… Katil Derviş Mehmet şürekası robotlaştırdığı müritleri ile
bununla da yetinmeyip Kubilay’ın kafasını gövdesinden ayırarak bir sopaya geçirmiş
ve Menemen sokaklarında yeşil irtica bayrağı ile dolaştırmışlardı.

1374 yıl önce de Kerbela‘da da Muhammet Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin’in başını kesen Yezit’in askerleri, çölde O’nun başı ile ayak topu oynamışlardı!
(Alevilerin bir bölümü, bu nedenle futbola sıcak bakmaz..)

Mustafa Kemal Paşa Kırklareli’nden Edirne’ye geçtiğinde Menemen’deki acı olayı öğrenmiş ve duyduğu tarifsiz acı ile, Başbakan İsmet Paşa‘ya Menemen’in yerle bir edilmesi buyruğunu vermişti. İsmet Paşa çooook deneyimli bir devlet adamıydı..
Dava ve silah arkadaşını çoook yakından tanıyor, yüreğindeki yangını derin empati ile
kavrıyordu.. Buyruğu birkaç gün askıya almış ve Cumhurbaşkaı Kemal Paşa‘yı yatıştırmıştı.

İstiklal Mahkemesi kuruldu ve 1 aya varmadan yargılamayı bitirerek 30’a yakın
katil sürüsü (28 kişi) olay yerinde idam edildi.. Devrim, meşru savunmada idi..

*****

Bu elleri kanlı sefil katillerin torunları günümüzde milletin vekili  görevindeler..

Sivas katliamında insanları Madımak otelde tasarlayarak yakarken (2 Temmuz 1993)

  • “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu; burada yıkılacak!”

diye nara atarak seyredenlerin avukatlığını üstlenen kimilerinin Bakan olması gibi..

Acaba İNSANLIĞA KARŞI İŞLENEN SUÇLARDA da -üstelik tasarlayarak
35 insanı yakanlar için de- savunmanlık üstlenmek avukatlık meslek etik kurallarında
var mı? Yoksa Baro, kutsal savunma hakkı adına zoraki görevlendirdiğinde
zorunluluk nedeniyle mi üstlenilir böylesi bir görev?

Bugün AKP kabinesinde Bakan olan zat, nasıl üstlenmiştir katillerin savunmanlığını??

ADD, önceki yıllarda olduğu gibi, bu yıl da Devrim Şehidi öğretmen asteğmen
Mustafa Fehmi Kubilay’ı ve şehit bekçiler Şevket ve Hasan’ı yerinde anacak
tören düzenliyor..

Program aşağıda..

menemen2013

Derdimiz acıları ve toplumsal travmayı tazelemek değil..

Tersine, meslektaşımız Dr. Erich Fromm’dan bu yana çölün suya özlemi gibi nedenlerini arayageldiğimiz insanın içinde hemcinsine karşı yer alan
sevginin de şiddetin de bilimsel kaynaklarını anlamak ve yönetmek..

Erich_Fromm_Sevginin_ve_Siddetin_Kaynagi
İkinci olarak tarih bilinci geliştirmek.. Kin ve intikam dürtülerini dışlayıp denetleyerek dünü öğrenmek ve bugünü irdeleyebilmek; ardından da geleceği yordayabilmek..

Başbakan R.T. Erdoğan’ın dediği gibi “dininizi ve kininiz eksik etmeyin! asla değil..

Bu söylem, dar anlamda yasalara karşı ayrımcılık ve insanları düşmanlığa sevk etme suçu!

Geniş anlamda ise bir başka insanlık suçu.. Her türlü akıl ve izandan yoksun
çok sakıncalı bir söz.. Aklı başında hiç kimsenin ağzından çıkmaması gerekir..
Ne yazık ki öznesinin dokunulmazlığı var..
Dileriz ileride bu çook tehlikeli söyleminin de hukuksal hesabını verir..

Geçen yıl bugünlerde Kubilay için birkaç dosya koymuştuk web sitemize..

Bakılması uygun olur.. Adları ve erişkeleri (linkleri) aşağıda..

1. KUBİLAY’dan GÜNÜMÜZE DEVRİM ŞEHİTLERİMİZ
http://ahmetsaltik.net/2012/12/23/kubilaydan-gunumuze-devrim-sehitlerimiz/

2. 82. YILINDA KUBİLAY OLAYI ve DERVİŞ MEHMET’İN ARABASI
http://ahmetsaltik.net/2012/12/23/82-yilinda-kubilay-olayi-ve-dervis-mehmetin-arabasi/

3. MENEMEN OLAYI ve ŞEHİT ASTEĞMEN KUBİLAY
http://ahmetsaltik.net/2012/12/23/menemen-olayi-ve-sehit-astegmen-kubilay/

Sevgi ve saygı ile.
23 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin TBMM Grup Konuşması – 19.11.13

Dostlar,

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu gün, partisinin grup toplantısında
haftalık konuşmasını yaptı ve deyim yerinde ise epey ama epey esti, estirdi, gürledi..
Sanırız şimdiye dek yaptığı en sert konuşmalardan biri idi.

Başbakan R.T.  Erdoğan’ın 16.11.13 günü Diyarbakır’da yapıp ettikleri gerçekten yenilir yutulur içerikte değildi.

Başbakan, üstlendiği / kendisine yükletilen misyonun gereğini, kendi ağzıyla kezlerce kamuoyu önünde itiraf ve kabul ettiği BOP Eşbaşkanlığı görevinin kaçınamayacağı gereklerini yerine getiriyor adım adım. Sıkı ise yapmasın, hemen deliğe süpürüleceğini biliyor. Bu bakımdan hem dışarıyı oyalayıp tepkisini almamak, hem PKK- BDP – KCK – HDP’nin isteklerini gıdım gıdım da olsa yerine getirmek hem de içerideki ulusalcı kesimleri “isyan ettirmemek” gerekiyor..

Kabul ve itiraf edelim ki ciddi biçimde zorda Erdoğan.. Bu siyasal satrancı çook ustaca sürgit götürme olanağı artık kalmadı. Görece önemsiz sayılabilecek küçük,
dahası orta boy ve hatta büyücek boy ödünler tükendi.. Artık bıçak kemiği kesiyor..

Apaçık özerklik aşamasına, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimi resmen sayılacak düzeyde eylemli (fiilen – de facto) olarak tanıma aşamasına gelindi. Telaffuz da edildi “Irak Kürdistan’ı” diye.. Hemen ardından bu gün de bir TV programında
Diyarbakır (yakında Amed!?) Belediye Başkanı Osman Baydemir de
“Türkiye Kürdistan’ı” deyiverdi.. Her şey planlı ve kabul edelim ki
ustalıkla götürülüyor.

Başbakan, çarpıta çarpıta Mustafa Kemal Paşa‘nın ağzından çıkan Kürdistan sözlerini istismar ediyor ve Türkiye’yi önce özerk bölgeye, sonra federal bölgeye ardından konfederasyona – bölgeli devlete ve sonunda bağımsız Kürt devletine =
2. İsrail’e ülkemizin güneydoğu bölgesini vermek üzere adım adım, göz göre göre hazırlıyor.

Bahçeli de bunlara isyan ediyor galiba.. Ama eylemde ne olacak göreceğiz.
Bahçeli içtenlikli ise, öncelikle 9 Kasım 2013 günü Ankara’da yaptıkları mitingde MHP’lilerin yürüyüş kollarında neden “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demeyip
“Alparslan Türkeş’in askerleriyiz” diye slogan attıklarını açıklamalıdır.
Bu paye öbüründen daha mı yüksektir?

Hadi bunu geçtik; CHP ve İP başta olmak üzere TBMM dışı ulusalcı kesimlerle uygulamalı seçim işbirliğine girişmelidir.

  • Eskisi gibi ayrı ayrı adaylar çıkartılır ve bölgelere göre en güçlü tek adayda ortaklaşılmazsa AKP her şeye karşın gene ipi göğüsleyebilir.
    O zaman da adama sorarlar :

– Kuru gürültünün anlamı ne??
– Sen kimden yanasın?
AKP her sıkıştıkça payanda olmanın anlamı ne ?
(Türban, Cumhurbaşkanı seçimi, 4+4+4 vd.)

  • Sayın Bahçeli içtenlikli ise, yarın CHP’ye seçim işbirliği çağrısı yapmalıdır.

Haydi bu seçimde de ayakta kaldı MHP, sonrasında savunacağı bir şey kalmayacağına göre silinip gidecektir.

Haydi Bahçeli, haydi MHP; seçim işbirliği tek ama tek çare, sakın unutmayın,
gerisi boş laf!

Devlet beyin konuşmasının satırbaşları aşağıda, okunmalı..

Sevgi ve saygı ile.
19 Kasım 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================

MHP Grup Toplantısı Konuşması, TBMM, 19.11.13

(Özet, SÖZCÜ Gazetesi, http://sozcu.com.tr/2013/genel/bahceli-konusuyor-3-409367/, 19.11.13)

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Diyarbakır’da gerçekleşen
Erdoğan-Barzani görüşmesine sert tepki gösterdi.

portresi

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin
grup toplantısında milletvekillerine seslendi.

Bahçeli, konuşmasına usta tiyatro sanatçısı Nejat Uygur’un vefatını hatırlatarak başsağlığı dilekleri ile başladı.

MHP Lideri, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü de unutmadı ve tüm öğretmenlerin yaklaşan öğretmenler gününü kutladı.

Bahçeli’nin konuşmasından satır başları şöyle:

DERSHANE TARTIŞMASI

Hükümet adına reform ve devrim denilerek milli eğitim sisteminin posası çıkarılmakta derisi yüzülmektedir. Şimdi de dershane meselesi çıkarılmıştır. Ailelerin istekleri
kökten çözülmüştür de bir tek halledilmesi gereken dershaneler kalmıştır.
İlke olarak dershanelerin özel okula dönüşmesi gerektiğini önceden gündeme getirmiştik. Dershanelerin kaldırılması yerinde bir uygulamadır.
Dershane sahiplerini mağdur etmeyecek çare de bulmak lazımdır.

Öğrencilerin dershaneye mecbur bırakılması acizlik. Dershaneye mecbur bırakan nedenler masaya yatırılmalı. Öğrencilerin okulda bulamayıp da dershanelerde aldığı nedir? Oradaki öğretmenlerle milli eğitim sistemindeki öğretmenler aynı tedrisatın öğretmenleridir. Başbakan ve hükümetinin dershane üzerinden yürüttüğü politikanın esasen nedeni nedir? İşler şimdi mi sarpa sarmıştır?

BARZANİ-BAŞBAKAN BULUŞMASI

Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıllık tarihinde bugünkü kadar ihanet görülmemiştir.

ALMANYA ZİYARETİ

14 Kasım’da Almanya’ya hareket ettik. Avrupa Türklüğü’nün sorunlarına
Türk Federasyonu çözüm aramaktadır.

Almanya’daki Türkler’in en büyük beklentisi çifte vatandaşlıktır. Din adamı, Türkçe öğretmeni gibi eksiklikler acilen tamamlanmalıdır. Başbakan Erdoğan acilen gözünü açmalıdır. Türk aileleri asimile olmamak için çok direnmiştir. Deniz Feneri’nin ucunun nerelere uzandığı sır değildir. İki kültür, iki dil, iki din arasında bocalayan
Türk kardeşlerimize özellikle hükümetin duyarlı olması gerekmektedir.

DİYARBAKIR ZİYARETİ

Hainlerin tarihine bakarsanız, satılmışların çarşaf çarşaf ifşa edildiğ kitaplara bakarsanız aradığınızı bulursunuz. Geçen Cumartesi günü yaşananlar kimsenin hoşnuna
gitmemiştir. Cani ile Başbakan’ın fotoğrafları aynı pankarta konulmuştur.
Biz millet olduk olalı içimizden hiç bu kadar hançerlenmedik.
Hiç bu kadar köşeye sıkışmamıştır. Cehaletin bu kadar mevki ettiği başka bir dönem olmamıştır. Düşmanlığın bu kadar iltifat gördüğü bir dönem yoktur. Mazideki isyancılar gözlerini açmış, Ali Kemal yattığı yerden kalmış, Haçlılar tekrar ayaklanmış ve hükümetle bütünleşmiştir. Başbakan Erdoğan olmayan meşrebine uygun davranmıştır. Peşmerge başı bu ihamet buluşmasına gelirken, 19 Ekim’de PKK’nın takip ettiği Habur Yolu’nu takip etmiştir. Şivan Perver ile gövde gösterisi yapmıştır. Başbakan Erdoğan’ın dost dediği bu terör destekçisi sanki babasının çiftliğine gelir gibi
Türkiye’ye girmiştir.

Öcalan terörist değil, T.C. devleti teröristtir diyerek İsveç’te konuşan rezil bu kişidir.

Allah Kahretsin!

Türk dilini başımızdan def edelim diyen densiz bu kişidir.

Sıfır sorun mucidi Dışişleri Bakanı özür dilemiştir. Tüm değerlerimize
dirsek çevirmiş bir eşkiyaya bu denli sıcaklığın anlaşılabilir bir tarafı yoktur.
PKK’lılara gösterdiği çoşkun, aşkın sevginin kendi içinde tutarlı bir yanı vardır.

  • Erdoğan ya Kandil yetiştirmesidir ya Türk düşmanıdır ya da
    Türk milletinin kanını emmeye yeminli özel çevrelerin özel görevlisidir.

Diyarbakır’daki açılış törenini 28 Ekim’de ödül alan başka bir PKK’lının
ölüm yıldönümüne getirmiştir.
Türk milleti için kıyamet alameti değil midir? Bu nasıl bir iştir ki, birisi ödül verecek kadar şuur kaybı yaşar, biri anma düzenleyecek kadar gözü kararır.

Ahmet Kaya’dan şiir namına zırvalar sıralarken protokolde gözyaşları sel olmuştur. Şehit için ağlamayanlar teröristler için ağlamıştır. Ahmet Kaya’ya bu kadar matemlidir o zaman en kısa zamanda bir anıt yaptırıp yakınlarında bir ev tutup anıtı seyretmelidir. Bu PKK’lının suçu saz çalmaktır. Öldürmek için ille de
tabanca mı kullanmalıdır. Senin gibi zihniyetler canlı bomba olamaz mı?

MALAZGİRT RUHU CANLANIR

Zamanı gelince Malazgir ruhu da canlanır, İzmir’de denize dökülenlerin torunları da yeniden dökülür.

Teröristlerin yanında olanlar ancak hainliğin tarihini yazarlar.
Diyarbakır’da Barzani’yi konuk etmek, Kürdistan’ı meşru göstermek en büyük hainlik. Başbakan Erdoğan Kürdistan için umut mu verecek sorusu kısa sürede
cevap buldu.

Türkmen kardeşlerimizi peş peşe katleden, Türkmen şehirlerinin ismini değiştiren, teröristleri giydiren bir alçak, Başbakan’da hayalini bulmuştur.

ALLAH’TAN CEZANIZI BULACAKSINIZ

Allah’tan cezanızı bulacaksınız.
Diyarbakır’ın belediye başkanı çıkıp Kuzey Kürdistan demektedir.
Senin elinden tuttuğun bu belediye başkanı ne demektir.

Hukuk insanları nerede?
Bu ülkenin savcıları nerede?

KURTULUŞ YAKINDIR

Başbakan vatanı yalnız görmemelidir.
Türk milleti hainleri tarihin çöplüğüne atmaya hazırlıklıdır.
Milli mücadele yıllarında kurtarıcı Türk milleti olmuşsa, yine aynısı olacak,
gökkubeyi hainlerin başına getirecektir.

Kimse ümitsiz olmasın kurtuluş yakındır.

Erdoğan’ın Yüce Divan’a çıkması yakındır.

Bahçeli sözlerini “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözüyle tamamladı.

31 Ekim 2013 – TBMM eli ile Türk Devriminin sonu ilan edilmiştir!


31 Ekim 2013 – TBMM eli ile Türk Devriminin sonu ilan edilmiştir!
 Devrimci laikliğin değerini anlayamayıp, türbanın özgürlüğün simgesi olduğuna kanan hemcinslerimi kınıyorum. İlk kez danışıklı  başkaldırı ile türbanlı olarak
Meclis’e  girme gafleti  büyük bir ihanettir.
Bütün bu tuzaklar yıllar boyu gerçek sorgulamanın içselleştirilememesinden kaynaklanmış ve  gelinen noktada sapla saman karıştırılarak
sömürünün özgürlük diye yutturulduğu noktaya varılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa‘nın  “Kadın, bizatihi bir değerdir.” özsavını yalancı
çıkarırcasına kendi değerini ve hedefini anlayamamış o kadınlara yazıklar olsun.
  • İslamcılık, uluslararası emperyalizmin  aracıdır.
Kürsüden Türk Milletinin temsicisi olarak yemin eden o vekiller, kendilerini var eden T.C.’ne karşı suç işlemişlerdir.
Laik olmayan toplumlar ayrışmaya çanak tutar, önce giyim kuşamla başlar,
sonra kanlı kör döğüşe gider.
  • Dinciliğin sonu yoktur!
O başını örtenler, daha çok dincilik isteyenlerin elinde oyuncak olmaya hazır olmalıdır. Beyinlerinin nasıl çalıştığını gözlemlemeli, sorgulamalı, neyi neden yaptıklarının hesabını vicdanlarına vermelidirler.
Türk Devrimi’nin takipçisi olarak, bu gidişe boyun eğmeyecek,
aydınlığın karanlığa yenilmesine izin vermeyeceğiz.

Müge GÜLSES
BCP Genel Yazmanı
2.11.13, Ankara

CUMHURİYETİN 150 YILLIK SERÜVENİ


CUMHURİYETİN 150 YILLIK SERÜVENİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Klasik bir bilgidir ama bu yazının girişi bölümü için yinelemekte yarar var:
Bir ülkeyi kral, imparator, şah, çar, şeyh gibi tek bir adam yönetiyorsa böyle rejimlere mutlakıyet, onun yetkilerinin bir meclis tarafından kısıtlanmasına meşrutiyet,
ülkenin yalnız bir meclis tarafından yönetilmesine ise cumhuriyet denir. Bu tarihsel sıralamada cumhuriyet en demokratik rejim gibi görünüyorsa da bu her zaman geçerli değildir. Ortada bir padişah olmadığı halde ülkeyi demir pençesiyle yöneten ve halka nefes aldırmayan tek parti veya bir askeri cunta tarafından yönetilen cumhuriyetler de vardır. Bunların bir bölümünde seçim bile yapılmaz, yapılsa da halkın iktidara gelmemesi için bütün önlemler alınmıştır. Buna karşılık, kralların simgesel duruma getirildiği,
serbest seçimlerin geçerli olduğu meşrutiyetler, daha çoğulcu ve demokratiktir.
Ülkeyi yöneten tek parti, halkın en geniş kesimlerini temsil ediyorsa, böyle bir yönetim de anti-demokratik değildir.

İlk çağdaki köleci cumhuriyetleri saymazsak, modern dünyada parlamentoculuk, demokrasi ve cumhuriyet, kapitalizmin anavatanı olan Avrupa’da ortaya çıktı. Amerika’ya ve dünyanın öbür bölgelerine buradan yayıldı. Burjuvalar, feodalizmin kurumlarını yıkarak kendi kurumlarını yarattılar ve toplumsal zenginlikten aslan payını bu yolla almaya başladılar.

Osmanlı aydınları, Türk ve İslam olmayan unsurların imparatorluktan ayrılmasını önlemek, bunların, Türk ve İslam unsurunun kısıtlı da olsa yönetimde söz sahibi olmasını sağlamak için bir anayasa hazırladılar ve bunu 1876’da 2. Abdülhamit’e
kabul
ettirdiler. Toplanan parlamento (Meclis-i Mebusan), 1877/1878 Osmanlı-Rus savaşında hükümetin tutumunu eleştirince, ülkeyi tek başına yönetmek isteyen Abdülhamit, Meclisi dağıttı ve anayasayı askıya aldı. Batıdaki gibi güçlü bir burjuva sınıfı oluşmadığı için onun bu tutumuna direnişler yeterli olmadı ve Türkiye, 1908’e kadar
30 yıl bu padişahın keyfi yönetimi (istibdatı) altında kaldı.

Aydınların özgürlük mücadelesi, gitgide halk katmanlarına yayıldı ve 1908’de patladı. Abdülhamit, anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. 23 Temmuz, Türkiye’nin ilk millî bayramı olarak ilan edildi.  Basından sansür kalktı, dernekler, partiler kuruldu. Bütün unsurlar, özgürlüğün tadını çıkarmaya başladılar.

Ne var ki, bu rüya uzun sürmedi. Meşrutiyet’in ilanına giden yolda en başta rol oynayan İttihat ve Terakki Partisi, birkaç yıl içinde kendini yönetimin tek sahibi ilan etti.
Öbür örgütleri yasakladı. Kendisi ve Türkiye için büyük bir kumar oynayarak
Almanların isteği ile Türkiye’yi 1. Dünya Paylaşım Savaşı’na soktu. Padişahlar, İngiltere’deki gibi artık hükümetin önlerine getirdiği kararları imzalamaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Ülkenin iyi veya kötü yönetilmesinden artık padişah değil, seçimle veya darbeyle iktidara gelen sivil ekipler sorumluydu.

1918’de savaştan yenik çıkan Osmanlı ülkesinde, çok sesli bir demokratik yaşamın yeniden kurulacağı umuldu. Yeniden siyasal partiler kuruldu. Çok geçmeden istilacıların gölgesi altında bir demokrasi olamayacağı anlaşıldı. Basına yeniden sansür konuldu. Padişah Meclis’i kapattı. Anayasaya aykırı olarak seçim yapılmadı. Anadolu’da gelişen millî bağımsızlık ve demokrasi hareketi, Damat Ferit Hükümeti’ni yıkmayı ve seçim yaptırmayı başardıysa da Son Osmanlı Mebuslar Meclisi Misakı Milli’yi ilan edince, İtilaf Devletleri Kuvayı Milliye’yi sindirmek için başkent İstanbul’u işgal ettiler, parlamentoyu dağıttılar ve kuklaları olan Damat Ferit Paşa’yı yeniden başa geçirdiler.

Cumhuriyet’in kuruluşu: 23 Nisan 1920

1. Dünya Paylaşım Savaşı içinde 1917 Rus Devrimi‘nden başlayarak monarşilerden birçoğu yıkıldı, yeni devletler doğdu ve bunlar cumhuriyetle yönetilmeye başladılar. Türkiye’de birçok aydının kafasında artık cumhuriyete geçme düşüncesi vardı.
Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Sivas’tan Ankara’ya gelirken uğradığı (23 Aralık) Hacıbektaş’ta Alevi dedesi, ondan cumhuriyet idaresinin kurulmasını istiyordu.
Ancak savaş içinde cumhuriyetin ilanı, bağımsızlıkçı muhafazakârlarla yenilikçi önderlerin arasını açabilir, zafer tehlikeye düşebilirdi.

Türkiye’de cumhuriyet, adı konulmadan 23 Nisan 1920’de, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla kuruldu. Meclis üzerinde artık Padişah’ın gölgesi yoktu. Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve köylüler Meclis’e vekillerini gönderememiş olsalar da, mebusların çoğunluğu bunun yokluğunu hissediyor,
bu açığı kapatmak için bu yönetimin Sovyetlerde olduğu gibi bir “Şûrâ” (Kurultay) yönetimi olduğunu söylüyordu. Halkçılık ilkesi bu dönemin ürünüdür. Kemalizm’in
6 ilkesinden biri olarak sonradan anayasaya alınmışsa da, o artık milliyetçilikle
eş anlamda kullanılmıştır. Çeşitli eğilimlerden aydınların ve eşrafın temsil edildiği
Büyük Millet Meclisi idaresi, Türkiye’nin o güne dek gördüğü en geniş katılımlı ve demokratik idaresiydi. Devletin adı Türkiye Devleti, hükümetin adı ise TBMM Hükümeti oldu. 1960 yılına kadar da ondan daha çok sesli, daha demokratik bir yönetim kurulamayacaktı.

Büyük Zafer’den (30 Ağustos 1922) sonra toplanan Lozan Konferansı’na İtilaf Devletleri İstanbul Hükümeti’ni de davet etmeye kalkışınca Meclis’te Padişahlığın ve Halifeliğin kaldırılması gündeme geldi. Muhafazakâr mebusların direnmesi üzerine padişahlıkla halifeliğin ayrılması kararlaştırıldı ve padişahlık kaldırıldı. 1 Kasım 1922 günü Hâkimiyet-i Milliye Bayramı olarak ilan edildi. Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindi artık.

Cumhuriyet neden ve nasıl ilan edildi?

1920 Meclisi, bakanları tek tek  seçerek hükümet kuruyordu. Büyük Zaferle,
Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın saygınlığı (prestiji) en yüksek noktasına çıkmış olsa da, Meclis’te hâlâ zaman zaman O’nun göstereceği adayları seçmeyen
bir çoğunluk vardı. 1923 Ekim’inde bu nedenle bir hükümet bunalımı patlak verdi. Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği adaylar seçilemiyordu. O’nun isteğini; Başbakanı ataması, başbakanın da bakanlar listesini hazırlayıp O’nun onayına sunması,
sonra Meclis’ten güvenoyu isteme yöntemi karşılayabilirdi. Yakın arkadaşlarını
buna razı etti ve salt çoğunluk sağlanarak kısa bir anayasa değişikliği ile yeni sisteme geçildi. Yeni rejimin adı cumhuriyet konuldu. Mebusların yarıya yakınının (158/286 katılım) katılmadığı oturumda Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçildi.
Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım (1922) tarihinde kutlanacak Hâkimiyeti Milliye bayramının yerini 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı aldı. 23 Temmuz Hürriyet Bayramı da terk edildi.

Cumhuriyetin Meclis’te yeterince tartışılmadan ve kamuoyundan habersiz birden ilanı, kimi çevrelerde Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini artıracağı gerekçesiyle tedirginlik yarattı. Hatta hürriyetin suya düştüğünü resmeden “Cum-hürriyet” yazılı karikatür bile yayımlandı.

Bir hükümet kurma biçimi olarak basit görünse de cumhuriyetin ilanı ile Türkiye,
yeni bir rejime güçlü bir adım atmış sayıldı. Yeni dönemin hedefi, Türkiye’yi Batılılaştırmak ve eski rejim ve kültürle bağlarını koparmaktı. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden kadro ve kişilerden Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesini kabul etmeyenler tasfiye edildi. 1924’te Halifelik kaldırıldı. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti lağvedilerek medreseler kapatıldı. 1925 Doğu isyanı (Şeyh Saitgerekçe gösterilerek
bütün ülkede bir çeşit sıkıyönetim olan Takrir-i Sükûn Kanunu uygulanmaya başlandı. Basın denetim altına alındı. Ülkede yeniden tek partili bir rejim kuruldu.
1926’da İzmir suikastı girişimi gerekçesiyle son kalan muhalifler de saf dışı edildi.

Başlangıçta orta sınıfları, ticaret burjuvazisi ve aydınları temsil eden Cumhuriyet Halk Fırkası (9 Eylül 1923), Türkiye’yi Batılı bir ülke yapmak için heyecanla işe başladı. 1926’da (4 Ekim) Medeni Kanun, 1928’de (1 Kasım) yeni Türk alfabesi kabul edildi.
Bu olumlu gelişmelere karşın yönetimin sınıfsal tabanı giderek daraldı. Hiçbir muhalefete izin verilmedi. Baştan beri reformları desteklemiş öğretmenlerin, kadınların, gençlerin örgütleri bile kapatıldı. Kamuoyuna izin verilmediği için yönetimde keyfilik arttı. Parti ve hükümet çevresinde kümelenmiş birtakım insanlar varsıl (zengin) olurken,
halk kitlelerinin sosyal refahında umulan gelişme olmadı. Bu durum, kitleleri patlama noktasına getirdi. 1930’da denenmek istenen iki partili sistemde yönetim seçimleri yitirebileceğini anlayınca yeniden tek partili yaşama ve şeflik sistemine dönüldü. Mebuslar gerçekte atama sistemiyle belirlendi. Hemen bütün yasa tasarıları Meclis’te oybirliği ile geçiyordu. Her seçimde mebusların yaş ortalamaları yükseldi. Genç cumhuriyet, fiziki olarak da ideal olarak da yaşlandı. Devletle parti birleştirildiği için Cumhuriyet Halk Partisi de işlevini yitirdi.

Tek partili yerine iki partili cumhuriyet

Bu rejim, İnönü’nün Millî Şefliği zamanında da sürdürüldü. Yönetimin en büyük iyiliği, 1. Dünya Savaşı’ndan çıkarılan dersle ülkeyi 2. Dünya Savaşı’na sokmamaktır.
Savaş sonunda hükümet, kapitalist dünya ile Sovyet Bloğu arasındaki denge rolünü
terk ederek kapitalist dünyanın müttefiki olmayı tercih etti. Bu bloğun yönetim biçimi,
çok partili parlamenter demokrasi olduğu için Türkiye de bu sisteme geçmek zorunda kaldı. Ancak sol partilerin kurulmasına izin verilmedi ve kurulanlar da kapatıldı.
AB ve NATO, bu yeni rejimin denetçileriydiler.  1946’da yapılan seçimlerde
iktidar partisi sonuçlara müdahale etti ve dört yıl daha ülkeyi yönetti. 1950’de yapılan serbest seçimlerde, yoksulluk ve hürriyetsizlikten bunalan kitleler, emekçi partiler de yasak olduğundan Demokrat Parti’ye aktılar. İktidarın yeni sahipleri, eski rejimden de sorumlu oldukları için “Devri sabık” yaratmayacaklarını söylediler ancak tek parti döneminin kimi uygulamalarını törpülediler.

Demokrat Parti döneminde ülkeye yabancı sermaye girdi, tarımda makineleşme hızlandı, Köylü kitleleri kentlere akmaya başladı. Tek dereceli seçim,
kitleleri politikleştirdi. Ancak Demokrat Parti, Meclis’te kazandığı çoğunluğa dayanarak, muhalefet üzerinde diktatörlük uygulamaya başladı.

27 Mayıs Devrimi, Cumhuriyet’in yeni koşullarda bir restorasyonuydu. Hem tek partili rejimin, hem de çoğunluk partisinin yaratabileceği sıkıntılar göz önüne alınarak
1961 Anayasası, egemenliği çeşitli kurumlar arasında paylaştırdı. Yasama, yürütme, yargıyı birbirinden ayırdı, özerk kurumlar oluşturdu ve parlamento çoğunluğunu senato ile dengelemek istedi. Böyle bir ortamda emekçi kitlelerin örgütlenme ve mücadele
yolu da açılmış oldu. İşçi, memur, gençlik, kadın kesimleri hızla örgütlendiler ve mücadeleye atıldılar. Ülke birkaç yıl koalisyonlarla yönetildikten sonra iktidar, sağcı ve Amerikancı güçlerin eline geçti. Yükselen halk muhalefeti başarıya ulaşabilseydi, Türkiye emperyalist sistemden kopabilirdi. Türkiye gibi Ortadoğu’da çok önemli bir konumda bulunan ülkeyi yitirmek istemeyen ABD, bağımsızlık ve halkçılık akımlarının karşısına din ve milliyetçilikle çıkan güçleri örgütledi. NATO içinde örgütlenmiş Gladyo’yu devreye soktu. Yaratılan kargaşaya bir son vermek ve orta sınıfların kaybedilen iktidarını yeniden kurmak için Ordu içinde kimi subaylar darbe yapmak için harekete geçtilerse de (9 Mart 1971), Ordu’nun Amerikancı üst yönetimi bunu önleyerek darbeyi kendisi yaptı (12 Mart 1971). Atatürkçülüğü egemen kılmak söylemiyle
sol Kemalistleri ve emekçi hareketini tasfiye etti. Amerika ile bağlar güçlendirildi.

Türkiye serbest seçimsiz yapamazdı. 1973’te yapılan seçimlerde artık ortanın solunda bir konum alan Ecevit’in başında bulunduğu CHP 1. parti olarak çıktı. CHP kendini yenilemeye çalıştı. Buna ayak uyduramayanlar partiden ayrılarak yeni bir parti kurdular (Güven Partisi), ancak bir varlık gösteremediler. 1961-65 arasında uygulanan koalisyonlar dönemi 1973’te yeniden başladı. Halk muhalefeti de yeniden yükseldi. Gladyo’nun emrindeki milliyetçilerin saldırılarıyla ülke gene karıştırıldı.
Bunu bahane eden Ordunun üst yönetimi, emir ve komutayla 1980’de (12 Eylül) Amerikancı bir darbe yaptı ve ülkenin anayasal, siyasi ve toplumsal yapısında
köklü bir değişikliğe gitti.

Halk iktidarının yollarını açmak

Tarihsel özetlemeyi burada keserek bundan sonuç çıkaralım:

Dünyada tabanı çok dar ve oldukça geniş çeşitli cumhuriyetler vardır.
Bu nedenle “cumhuriyet” kutsal bir kavram değildir. Türkiye için cumhuriyet, başlangıçta Batılılaşmanın adı olmuştur; günümüzde de geniş bir kesim tarafından modern hayat tarzı, laik bir düzenle eş anlamda kullanılmaktadır.   Tam da bu nedenle, iktidar çevreleri, bu cumhuriyete soğuktur. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Osmanlıdan kalan feodal kurumların tasfiyesini sorun yapmakta ve muhafazakâr bir toplumu yeniden
inşa etmeye çalışmaktadır.

Günümüzde cumhuriyet kavramı, modernizmle muhafazakârlık tartışmaları arasına sıkıştırılmış bulunmaktadır. Sosyalizmin 1990’dan sonra büyük bir değer kaybına uğramasından ötürü, cumhuriyeti halk iktidarı olarak anlama düşüncesi de oldukça zayıflamıştır.  Cumhuriyetin yıkıldığını ileri sürmek yerine ona hükmedenlerin değiştiğini, yeni iktidar sahiplerinin ona kendi renklerini vermeye çalıştığını söylemek
daha doğrudur. İktidar, Tanzimat’tan beri toplumun yöneldiği Batılı yaşam tarzından geleneksel-muhafazakâr bir yaşam tarzına dönülmesini özendirmektedir.
AKP iktidarı altında cumhuriyetin bir zenginler cumhuriyeti, ABD’ye bağımlı bir cumhuriyet niteliği değişmemiştir. 12 Eylül rejimi, devletin ideolojisini “Türk-İslam Sentezi” olarak belirlemişti. AKP iktidarı, bu ideolojiyi Sünni İslam muhafazakârlığı olarak değiştirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin buraya kadarki serüvenine bakarak yapılması gereken,
bütün halk sınıflarının ortak çıkarlarını gözeten, bu nedenle de “Demokrasi” nitelemesini hak eden yeni bir yönetim kurmaktır. Muhafazakârlıkla mücadele ederken 1930’lu yılların simgelerine sarılmak, onları kutsamak, istenilen sonuçları vermez.
Bir ırmakta iki kez yıkanmak olanaklı değildir.

  • Halkı örgütleyerek ve onu kendi çıkarları doğrultusunda bilinçlendirerek
    halk iktidarının yollarını açmaktan başka çözüm yolu yoktur.

Ülkenin bilimde, teknikte ilerlemesini, aydınlanmayı ve sosyal gönenci (refahı) da
böyle bir iktidar gerçekleştirebilir. Türkiye halkının bunu başaracak tarihsel birikimini canlandırmak gerekir. (31.10.2013)

Ankara’nın Başkent Oluşu’nun 90. Yılı…


Dostlar
,

Ankara’nın Büyük Atatürk ve arkadaşları tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti yapılmasının üzerinden 90 uzun yıl geçti..

Tarihler 13 Ekim 1923’ü gösteriyordu.

Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti.

Ama Devrimin saati işliyordu..

Mustafa Kemal Paşa, Erzurum, Sivas Kongrelerinden sonra 27 Aralık 1919 günü Sivas Kongresinde seçilen Temsilciler Kurulu (Heyet-i Temsiliye) üyeleriyle birlikte Ankara’ya geldi.

O zamana dek Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul idi. Osmanlı Mebusan Meclisi son kez 12 Ocak 1919’da İstanbul’da toplandı. 16 Mart 1919 günü İngilizler İstanbul’a girdi. Önce meclisi bastılar. Bu olay üzerine birçok milletvekili Anadolu’ya geçti. Yakalananlardan çoğu tutuklandı. Artık Osmanlı Mebusan Meclisi’nin İstanbul’da toplanma olasılığı kalmamıştı. Milletvekillerinin toplanacağı ve ülkenin yönetileceği bir başkent gerekiyordu.

Ankara, Anadolu’nun ortasında, savaş cephelerine eşit uzaklıkta bir kentti.
Savaşın yönetimi ve haberleşme, Ankara’dan kolaylıkla yürütülürdü. Dağılan Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri ile Sivas ve Erzurum Kongreleri’nde seçilen temsilcilerin bir yerde toplanması gerekiyordu. Bu nedenle 19 Mart 1919 günü Mustafa Kemal Paşa kimi illere ve komutanlıklara bir genelge gönderdi. Bu genelgede özetle;

“Osmanlı Devletinin yaşamı ve egemenliğinin sona erdiği” bildiriliyor,

“Türk ulusu kendi yaşamını ve bağımsızlığını koruyacaktır.” deniliyordu.

Bu genelgeden sonra Temsilcilerle Osmanlı Mebusan Meclisi’nden gelen üyeler Ankara’da toplanmaya başladılar. Ankaralılar onları coşkuyla, sevinçle, sevgiyle karşıladı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açıldı.

Meclis, ilk oturumunda Mustafa Kemal Paşa’yı başkan seçti. Mustafa Kemal Paşa bundan sonra ülkeyi kurtarma çalışmalarını Anadolu’nun bu küçük kentinde sürdürdü. Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın planları bu yoksul kentte hazırlandı. Savaşın başarıya ulaşması için düzenli ordular kuruldu. Bu ordular İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da düşmanı bozguna uğrattı. 30 Ağustos 1922’de kazanılan Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Kurtuluş Savaşımız tamamlandı.

Yurdumuz düşmanlardan kurtulduktan sonra 13 Ekim 1923 günü İsmet Paşa ve 4 arkadaşı Ankara’nın başkent olması için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yasa önerisi verdiler. Öneri Meclis’te oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye Devleti’nin başkenti oldu. Daha sonra 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde Ankara başkent (Makar) olarak tanımlandı. İzleyen 1961 ve 1982 anayasalarında da aynı düzenleme yapıldı.

Başkent, ülkenin yönetim merkezidir. Büyük Millet Meclisi, devlet başkanı, başbakanlık, bakanlıklar, yüksek yargı organları, başkentte bulunur. Ankara başkent olduktan sonra gelişti. Modern yapılar, büyük apartmanlar yapıldı. Yüksek okullar, üniversiteler açıldı. Fabrikalar, yeni işyerleri kuruldu. Kent kısa sürede büyüdü, genişledi. Ankara bugün
5 milyonluk nüfus yoğunluğu ile yurdumuzun 2. büyük kentidir.

Her yıl 13 Ekim günü Ankara’nın başkent oluşu, düzenlenen törenlerle kutlanır.
Ankara Kalesi‘nde başlayan bu törene özel giysileri içinde Seymenler, öğrenciler, çeşitli dernek temsilcileri katılırlar. Törende yapılan konuşmalarda Ankara’nın
başkent oluşunun anlam ve önemi belirtilir. (http://www.memocal.com/bgvh/ankaraninbaskentolusu.asp)

***

11 Ağustos 1923’te göreve başlayan ve seçimle oluşturulan 2. TBMM’de yasa ile Ankara’nın Başkent oluşu benimsendi. Yabancılar uzun yıllar İstanbul’daki büyükelçiklerini Anadolu’nun ortasındaki 25 bin nüfuslu bozkır kasabasına taşımak istemediler.. Ama yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının çelikten iradesine direnmek olanaklı değildi..

Günümüzde Ankara’nın Başkent oluşu artık bir Anayasa maddesidir. 1982 Anayasası md. 3 /son : “Başkenti Ankara’dır.” hükmünü içermektedir ve ilk 3 maddenin değiştirilmesininbile önerilemeyeceği 4. maddede kesin olarak yazılmaktadır.

*****

Bu bağlamda, Anayasa’nın özüne uygun olarak Ankara’nın Başkent olarak kalmasında kurumsal adımların sürdürülmesi gereklidir.

ATATÜRK‘ün kuruluş sermayesini sağladığı ve paydaş (hissedar) olduğu Türkiye İŞ Bankası‘nın genel müdürlüğünün İstanbul’a taşınması son derece yanlış olmuştur.
Bu hata mutlaka düzeltilmelidir.

Hele hele Merkez Bankası‘nın İstanbul’a taşınması serüveninden kesinlikle vazgeçilmelidir. Devlet bankalarının yönetimi özellikle Ankara’da kalmalıdır.

Medya kuruluşlarının, ağır sanayinin, sanat – kültür – bilim kurumlarının başkent ağırlıklı yapılandırılması politikası bilinçli olarak sürdürülmelidir. Ancak 20 km yarıçaplı bir alanda 5+ milyon nüfusu yığmak ekolojik bakımdan da yanlış, sakıncalı ve sürdürümü zor bir politikadır. Bu bakımdan, Ankara çevresinde 50 – 100 km uzaklıklarda 4 yönde yarım – 1 milyon nüfuslu uydu kentler yaratılmalı ve metro – hızlı tren ile başkente bağlanmalıdır. Böylece 10 milyonluk bir havza kentleşme planı yaşama geçirilmelidir.

Dahası, İstanbul’daki Osmanlı saraylarında başkente seçenek yaratırcasına devlet büyüklerinin çalışma ofislerinin yapılmasından vazgeçilmelidir. Bu davranış Osmanlı – Hanedan öykünmeciliği anlamındadır ve Neo-osmanlıcılığın apaçık dışavurumudur.

Bir bölümü dış borçla yapılan bu mekânlar, tarihe tanıklık eden müzeler olarak korunmalıdır.

– Osmanlı hanedanının Kurtuluş savaşımızı baltaladığı,
– işgalcilerle açık işbirliği yaptığı,
– Kurtuluş Savaşını Anadolu’da örgütleyen kahraman komutan Mustafa Kemal Paşa için
idam fermanı verdiği,
– Vahdettin’in İngilizsevenler Derneği Kurdurup üye olduğunu,
– Yunan işgalini meşru gösterecek fetvalar yayımlandığını…..

tarih bilinci adına asla unutmamak ve unutturmamak gerekir.

Bu nedenlerledir ki, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Hanedanını “vatan haini” ilan ederek, kaldırmış (1 Kasım 1922) ve kan dökmeden (idam etmeden!) yurt dışına
sürgün etmiştir.

Ankara’nın başkent yapılışı “Kurtuluş” ve “Kuruluş” un sevinçli ve anlamlı bir dönemecidir..

Kutlu olsun ve sonsuza dek sürsün..

Bu vesile ile nefis bir müzikli görseliizlemek için lütfen tıklar mısınız??

bir_baska_ankara-Kemalağa-W

Sevgi ve saygı ile.
14.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

MUSTAFA MUTLU : “Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz”

Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz’

Mustafa_Mutlu_portresi

MUSTAFA MUTLU

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da yardım bekleriz
***

Geldik vatan kavgasına
Düştük rütbe yağmasına
Daldık dünya safasına
Ne utanmaz köpekleriz.
***
İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehirdir ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Biz bakmadan sağ ü sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Dalkavuklukla irtikâb (yiyicilik)
İşte etti bizi harab
Sen söyle ey Şevketmeab
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Cümlemizin bok canına
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Yukarıdaki dizeler “Vatan Şairi” Namık Kemal‘e ait…
Durup dururken nereden mi hatırladım?

Durup dururken değil elbet; doksan yaşında olmasına karşın Türkiye’nin en genç,
en üretken ve en çalışkan yazarı, değerli ustam Hıfzı Topuz‘un, Namık Kemal’in hayatını anlattığı “Vatanı Sattık Bir Pula” isimli son kitabını okudum.

Daha önce Nazım Hikmet‘in ve Tevfik Fikret‘in romanlarını yazan Hıfzı Hoca,
bu son romanında Türk dilinin en iz bırakan şairlerinden Namık Kemal’i anlatıyor.
Hem de tüm yalınlığıyla!

O; 19’uncu yüzyılda İstanbul topraklarında yaşayan efsane bir şairdi. Neredeyse tüm şiirlerinde “vatan sevgisi”ni işledi.

Padişahı rahatsız eden şiirleri yüzünden baskı gördü ve Avrupa’ya kaçtı.

Yıllar sonra yurda döndüğünde yazdığı “Vatan Yahut Silistre” adlı oyun büyük yankı uyandırdı. Sultan’ın ve sadrazamların baskısına, keyfi yönetime ve zorbalığa karşı direndi.

Vatan aşkının ve özgürlüğün simgesi oldu.

Sürgünlere gönderildi, adını altın harflerle Osmanlı tarihine yazdırdı.

48 yıllık yaşamının 18 yılını sürgünde geçirdi.

2 Aralık 1888’de öldü…

***

Vatan Mersiyesi isimli şiirinin son kıt’asında diyor ki:

“Vatan eyvah hakir oldu, perişan oldu

Düşman İstanbul’a girdi bu da mı şan oldu

Memesinden dökülen süt yerine kan oldu

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini…”

***

Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in ölümünden tam 31 yıl sonra, 24 Aralık 1919’da Sivas’tan Ankara’ya giderken Kırşehir’e uğradı ve bu şiirin nakaratı olan son iki dizeyi Gençler Cemiyeti üyelerine değiştirerek okudu:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini…”

***

Bugün artık ne Namık Kemal var, ne de Mustafa Kemal… Ama aynı hançere isyan eden milyonlarca genç, o ruhun hâlâ işbaşında olduğunu Haziran Direnişi‘nde gösterdi. Kısacası:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    yine var,
    kurtaracak bahtı kara maderini…

Mudanya Antlaşması…


Dostlar,

Sayın Ahmet Gürel ile ADD Genel Yönetim Kurulu‘nda birlikte görev yaptık.
Halen ADD Bilim – Danışma Kurulu‘nda birlikteyiz. Başarılı bir İnşaat Mühendisi olan sevgili adaşımız, aynı zamanda derinlemesine bir Cumhuriyet tarihi araştırmacısı ve usta bir fotoğraf sanatçısıdır. Yüzlerce görsel Aydınlanma konferansı sunmuş (olasılıkla bizim 1450’yi bulan rakamımızı geçmiştir??), filmler çekmiş, sergiler açmıştır. Yaklaşık 10 yıldır da İzmir’de Uşakizade Latife Hanım Köşkü müdürüdür.

Görüldüğü gibi, Cumhuriyet tarihimiz bakımından son derece ciddi ve parlak bir başarı olan Mudanya Ateşkes Antlaşması‘nın 91. yılında, Cumhuriyet gazetesine başkaca makale yazan çıkmamıştır!?

Sevgili Gürel aşağıda bu tarihsel olayı ustaca özetlemiş. Biz yinelemeyelim.
Ancak şunu anımsatalım ki, Mudanya Ateşkesi bir anlamda Mondros Silah “Bıraktırması” Antlaşması’nın bit tür rövanşıdır. [“Bıraktırması” dedik, gerçek budur, çünkü tek yanlı olarak Osmanlı ordusuna silah bıraktırılmıştır.] Ardından Lozan Barış Antlaşması görüşmeleri başlatılmış ve izleyen yıl içinde, 1 yıl dolmadan,
6 Ekim 1923’te İstanbul, üzerinde  güneş batmayan imparatorluk olan (o zamanın ABD’si!) İngiltere’nin işgalinden kurtarılmıştır. Sultan Mehmet’in, 100 Yıl Savaşları ile iyice zayıflayarak içinden çürümüş Bizans’ın başkenti Konstantinapolis’i almasında, resmi tarihin alaladığı ölçüde bir fevkaladelik yoktur. Varsa bile, aynı Osmanlı, başkenti İstanbul’u bile işgalden koruyamamıştır.

İstanbul’u 2. kez ve gerçekten fetheden, Gazi Mustafa Kemal Paşa olmuştur.. ;
Bu tarihsel gerçeği yeni-Osmanlıcılar görmezden gelmek yerine saygı ve şükranla karşılamalıdırlar.

Sevgi ve saygı ile.
11.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Mudanya Antlaşması…

portresi

AHMET GÜREL 
Latife Hanım Köşkü Müdürü

 

 

“Büyük Taarruz” sonucunda İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılmasıyla Türk ordusu Trakya ve İstanbul’a yöneldi. Aynı anda Türk ve İngiliz birlikleri çatışma noktasına geldiler. O sırada Gazi, İzmir’de Uşakizade köşkündedir. Köşk, başkomutanlık karargâhıdır. Yabancı devlet adamlarının biri gidip diğeri gelmektedir. 18 Eylül 1922 günü Fransız Yüksek Komiseri General Pelle, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhtaki konuğudur.

Yapılan görüşmeleri Paris’in “Le Temps” gazetesi başyazarı şöyle yorumlar: 

“General Pelle ve Amiral Dumesnil’in İzmir’de Mustafa Kemal Paşa’yla buluşmaları, durumun aydınlığa kavuşmasına çok yardım etti. Çeşitli kaynaklardan alınan çelişkili haberlerin aksine, Mustafa Kemal Paşa görüşünü değiştirmemiş. Misakı Milli’de belirtilen isteklere bağlı olduğu kanısına varıldı. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal bir gerçekçi olduğu ve Doğu sorununa barışçı çözüm bulmaya çalıştığı anlaşıldı.”

23 Eylül 1922 günü, Başbakan Poincore’nin mesajını getiren Fransız devlet adamı Franklin Boullion köşke gelecektir. Boullion’un getirdiği mesajda, “Mudanya’da bir ateşkes toplantısı yapılması”önerilmektedir. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 29 Eylül 1922 günü “Müttefik” devletlere Mudanya ateşkes görüşmelerini kabul ettiğini bildirir.
İnönü Savaşları ve Batı Cephesi’nin muzaffer komutanı İsmet Paşanın,
3 Ekim 1922 tarihinde başlayacak görüşmelerde TBMM hükümetini temsili kararlaştırılır. Fevzi ve Refet Paşalar da görüşme boyunca heyette yer alırlar.

Ateşkes

İngiltere’yi General Harrington, Fransa’yı General Charpy, İtalya’yı da General Mombelli’nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili durumda bulunan Yunan delegeler, görüşmelere katılmayıp açık denizde
bir İngiliz gemisinde beklemişlerdir.

Generallere Mudanya görüşmelerinin ilk gününü İsmet Paşa şöyle anlatır:

“Heyeti kabul ettim, masada yer gösterdim. Harrington’u sağıma aldım.
Fransa temsilcisini karşıma, İtalyan generali de soluma oturttum. Fakat ben generallere yer gösterirken onlar biraz şaşırdılar. Meğer başkanlığı ve müzakereyi yönetmeyi, kendileri için düşünmekteymişler.”

İsmet Paşa, ev sahibi durumunda müttefik devletler generallerine masada
yer gösterince, toplantıya kimin başkanlık yapacağı kendiliğinden çözüme kavuşur. Zaman zaman gergin anların yaşandığı, hatta görüşmelerin kesilmesi tehlikesinin doğduğu safhalar yaşanır. İsmet Paşa’nın masaya yumruk attığı ve Türk ordusunun yeniden harekât hazırlıklarına giriştiği görüşmeler, 11 Ekim 1922 tarihinde
uzlaşmayla sonuçlanır.

  • Mudanya’da TBMM siyasal bir zafer kazanmış ve Kurtuluş Savaşı
    fiilen sona ermiştir.

İstanbul, Boğazlar, Doğu Trakya savaşsız kurtarılmıştır. İstanbul’un TBMM hükümetine bırakılmasıyla Osmanlı devleti de başkentsiz kalmıştır. Böylece Türk yurdunun paylaşılması tasarıları sona ermiştir. 30 Ekim 1918 tarihinde “Mondros” Ateşkes Antlaşması’nın başlattığı yenilgi süreci, Mudanya’da geçerliliğini yitirmiştir.
Türk tarafına Lozan’da “bir barış antlaşmasının yapılması” için öneride bulunulmuştur. Atatürk’ün deyişiyle “milletin makûs talihini yenen” kader arkadaşı İsmet Paşa’nın Mudanya’daki bu başarısı, O’nun yalnızca bir asker olmayıp,
iyi bir diplomat olduğunun da kanıtıdır.

Osmanlı Devletinin 1897 Savaşı’nda Yunanistan’a karşı galip gelmesine karşın,
Batılı devletler masada Yunanistan sınırını hep büyütmüşlerdir. İlk kez, emperyalist ülkelerin öncülüğünde Anadolu’ya çıkan Yunanistan, Anadolu’da 1212 gün kalmış
ve Anadolu’nun her yanı kan gölü olmuştur. Bu kez, Mudanya’da müttefik işgalcilerin karşısında teslimiyetçi Osmanlı yerine küllerinden doğan TBMM ordularının komutanları vardır.

Sonuç

Mudanya Ateşkes Antlaşması, emperyalist ülkeler karşısında verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bize eşit koşullar sağlamıştır. Tam bağımsızlığı, “kayıtsız koşulsuz egemenlik” ilkesiyle elde etmenin büyük başarısıdır. İnönü, Mudanya’daki kazanımı, Lozan’da “yedi düvele” karşı sürdürerek, tarihteki onurlu yerini almıştır.

Birleşik Devletler Uluslararası Dinsel Özgürlük Komisyonu ve son “AÇILIM”


Dostlar
,

Birleşik Devletler Uluslararası Dinsel Özgürlük Komisyonu,
4 Şubat 2013’te yayımladığı yıllık raporda Türkiye’ye de birkaç paragraf ayırmıştı.

Öz olarak  bu metinde Türk hükümetinin “laisite” uygulamalarını gevşetmesi övülmekte, yabancı vakıflara mallarının iadesi yüreklendirilmekte ve başörtüsünün (türbanın) üniversiteden kaldırılması cesaretli – yerinde adımlar olarak nitelenmekte..

Benzer girişimlerin sürdürülmesi özlemi açık – örtük olarak metinde işlenmekte..
Yeni anayasa ile dinsel özgürlüklerin genişletilmesinin düşünüldüğüne değinilmekte.

AKP’nin son “AÇILIM” paketi ile (30.9.13) sözde demokratikleşme adına laik – seküler düzen adına ne kaldı ise onları da tasfiye kör cesareti bu Raporla bir biçimde
ilişkili mi acaba?

Bilimsel kuşkuculuk (scientific skepticism) işte..

  • Batı ne yaptığının ayrımında mı acaba??

Türk toplumu Osmanlı döneminde 600 yıl din – tarım topluluğu (ümmet – cemaat) idi..
Mustafa Kemal Paşa, toplumsal altyapı dokusu hiç elvermediği halde büyük bir cesaretle (Devrimcilik!) Anadolu halkını laik – seküler düzene taşıdı ve demokrasinin omurgasını inşaya koyuldu.

Avrupa’da Kilise totalitarizminden ve mezhep savaşlarından arınarak laik – seküler düzene geçiş için 100 Yıl Savaşları yaşandı.. Çoooook ama çooooooooook kanlı oldu..
Ancak bu ağır bedellerle toplum laik- seküler değerleri içselleştirebildi..

Biz de mi onlarca yıl iç savaş yaşayalım??

Batı’lı “aydın” dostların doğal Rönesans müttefiklerimiz olmasını,
hükümetlerinin Türkiye’ye dönük bu tür sorumsuz, ayakları yere basmayan
sözde özgürlükçü – insan haklarıcı girişimlerini engelleyemeseler de en azından eleştirmelerini ve sınırlandırmalarını beklemek hakkımızdır.

  • Batı uygarlığı bu denli aymaz, ayakları yerden kesik ya da
    içinden pazarlıklı (iki yüzlü?!) olabilir mi?? Yakışır mı??

Hele bir de adına koca retorik tuzakla “stratejik müttefik” deniyor ve
aynı çuvala giriliyorsa?? AB’ye katılma hülyaları 1959’dan beri kavuruyorsa..

Sevgi ve saygı ile.
03.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Did You Know…Turkey (February 4, 2013)
…that Turkey’s strict adherence to secularism has lead to religious freedom violations for Muslims and non-Muslims alike?Turkey imported and enshrined the French concept of secularism, or laïcité, into its constitution on February 5, 1937.  Often described as freedom from religion, Turkey’s application of laïcité requires that religion be absent from all governmental affairs, while at the same time giving the government strict control over the practice of religion. After the establishment of the Turkish Republic following the fall of the Ottoman Empire, solidifying secularism became a driving principal of the Republic. This principle led the government to seek to control or limit all religions in the public sphere, including in government offices, schools, and houses of worship. Eighty plus years later, Turkey’s longstanding application of laïcité has detrimentally impacted all religious communities, including the Sunni majority, the Alevi community, and smaller minority communities such as the Greek Orthodox, Syriac, Armenian, Roman Catholics and Jewish communities. 

Because of this approach to secularism, no religious community has full legal status, which hinders their right to train clergy, offer religious education, or own and maintain places of worship.  The Turkish government created the Directorate for Religious Affairs (Diyanet) to regulate Muslim communities and the Directorate for Foundations (Vakiflar) to regulate all non-Muslim communities. The Vakiflar requires all property be registered to a “community foundation” or “community association” rather than the religious community directly. In addition, the government nationalized all schools of higher education, including the Greek Orthodox Theological School of Halki.  Muslim women also have been prohibited from wearing headscarves in government offices or schools.

The application of laïcité and Turkey’s strict control of religion has impacted negatively the ability of all religious communities to practice their faith and worship, and has hindered the communities’ ability to promulgate their religion and pass on their religious properties to future generations. However, after nearly 80 years of comprehensive state control of religious communities, Turkey has begun to reverse many of the longstanding impediments to full freedom of religion and belief.  The country has instituted new policies that allow religious communities to gain control over their properties, lifted the headscarf ban in universities and in courts of law, and currently is drafting a new constitution that may allow for greater human rights and respect for religious freedom. 

Tags:

– See more at: http://www.uscirf.gov/reports-and-briefs/did-you-know/3924.html#sthash.oTDp8Nwc.dpuf

Can Yücel Şiiri : Her Şey Sende Gizli !

Dostlar,

Efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel‘in oğlu
“Can Baba” dan (Can Yücel) derin iletiler içeren bir şiir..

Mustafa Kemal Paşa, bir gün, yanında bulunanlara

  • “Türk milleti ne zaman kendîni kurtulmuş sayabilir?” diye sorar.

Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler- Sonra Hasan-Âli söz alır;

“Paşam,” der; ”

  • Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse,
    o zaman kurtulmuş olur.”

****

  • Her Şey Sende Gizli !

İyi okumalar..
Sevgi ve saygı ile.
26.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================

divider_yesil_fiyonk

Canyucel

Her Şey Sende Gizli
. . . . . .
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
. . . . . .
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme, bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
. . . . . .
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundandır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
. . . . . .
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
. . . . . .
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…

Can YÜCEL

divider_yesil_fiyonk

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi (dog.kekevi@t-online.de) aşağıdaki makalesini bizlerle paylaştı sağolsun.. Biz de yarın kutlayacağımız 81. Dil Bayramımız adına sizlere sunuyoruz. Sağolsun Sn. Kekevi, bir yandan “TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!” demekte bir yandan da ağdalı bir Osmanlıca kullanmakta..

D ü z e l t m e    n o t u                  :

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi’den aşağıdaki düzeltme notunu aldık :

*****

Saygın Ahmet SALTIK bey iyi akşamlar;

Önce söz konusu yazıyı sitenizde yayınladığınız için sağolunuz.

Yalnız, dikkatinizden kaçmış, söz konusu yazı benim değil iletiden de görüleceği gibi
Sn. Güzide Filiz TUZCU’nundur.

Ben yalnızca paylaşıcı / dağıtıcı konumundayım.

Sitenizde söz konusu yazıda bu ad değişikliğini yapar, yanlışlığı düzeltirseniz sevinirim.

*****

Biz de elbette düzeltir, Sn. Kekevi’den ve Sn. Tuzcu’dan özür dileriz.
Gerçekten dikkatimizden kaçmış.

Bu arada Sn. Kekevi “Öztürkçeci” olduğunu belirterek 2 makalelerini de lütfetmişler.
Bu 2 değerli makaleyi değerlendireceğiz sitemizde yer vermek üzere..

1. Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders”
    olmasında (mı?).. (5 sayfa)

2. METROPOL- MEGAPOL (2 sayfa)

*****

Sn Güzide Filiz TUZCU’nun yazısını özüne dokunmadan yer yer güncel (arı da değil!) Türkçe sözcükleri koyduk..

Yüce ATATÜRK‘ün Türk dili hakkında önemli bir söylemini sunarak katkı vermek isteriz..

  • “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
    Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti,
    dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

Sevgi ve saygı ile.
25.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=====================================

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Güzide Filiz TUZCU
(gftuzcu@hotmail.com)

Millet olarak, söz konusu bu Bayramın gerçek değerini anlayabilmemiz için, belleğimizi tazelememiz, bir başka deyişle geriye dönüp “tarihimize bakmamız” gerekmektedir…

Türk Dili – Kültürü ve Tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle  son yüzyıllarında tümüyle ihmal edilmiş, bir kenara itilmiş hatta tümden yok varsaılmıştır. Bilindiği üzere Osmanlı hanedanı “Arapça ve Farsça” dillerinden karışık, halkın anlayamadığı
yapay bir dil” (A.S.:Osmanlıca!) benimsemiş ve  “Türk Dilini” küçümseyerek,
(AS: özellikle) arka plana atmıştır.”Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislâmı Ebusuud Efendi, insan – doğa ve
Allah sevgisini bir nakış gibi  işleyen – ölümsüz büyük Türk Ozanı Yunus Emre‘nin “Türkçe Şiirlerini” bile yasaklamış ve bu şiirleri okumanın dinsizlik sayılacağına dair fetva vermi
ştir.”
  (Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay. İstanbul, 1991, syf. 22)Hatta Osmanlılar, Türklerin Kuran’ı ana dilleri olan Türkçe okumalarını bile yasaklayarak, Kuran ayetlerini Türklerin anlamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir. İslâm’da baskı ve zorlama kesinlikle olmadığı halde Osmanlı padişahları ve yöneticiler, İslâm dini adına Türklere baskı, zulüm ve yasaklar uygulamışlardır.
Bu yüzden Türkler, kendi dinlerinden, kimliklerinden ve tarihlerinden habersiz yaşamışlardır…Anımsatmak isteriz ki, o çok bilinen ve haklı olarak övünülen ve dünyada bilinen en eski Alfabe “Futhark Alfabesi – yani aslında Türk Runik Harfleri Alfabesiyle” yazılmış olan “Orhun Abideleri Yazıtları” bile, Türkler tarafından değil, 19. yüzyılda yabancılar tarafından bulunmuş ve gün ışığına çıkarılmıştır. 

1923 – 38 döneminde “Antik Tarihin” tarafsız bir şekilde araştırılması ve ortaya çıkarılması için yine Mustafa Kemal Atatürk öncü olmuştur. Ancak 1938 sonrasında, maalesef  yine Osmanlı dönemlerine geri dönülmüştür…

Oysaki daha gün ışığına çıkarılmayı ve dünya kamuoyuna duyurulmayı  bekleyen
göz kamaştıran nice Türk Yazıtları ve Tarihi Eserleri vardır. Hatta Türkiye’de bulunan müzelerimizde “Antik Türk Tarihine” ait değerli tarihi eserlere “Helenistik” diye
etiketler konulmuş olması oldukça üzücü ve  düşündürücüdür…

Anımsatmak isteriz ki, söz konusu “Türk Değerleri ve Antik Mirasımız“, oldukça geç bir tarihte, ancak 2. Meşrutiyet’te (1908) İttihat ve Terakki’nin “Türkçülük Akımı” düşünceleri doğrultusunda Osmanlıda önem kazanmaya başlamıştır… Ancak Türklerin çok geç de olsa uyanmaları, kimliklerinin, dillerinin ve tarihlerinin farkına varmaları,
ülke yönetimi dahil, ülkede pek çok şeye egemen olan Osmanlının gayrimüslim ve gayri-Türk tebaasını oldukça rahatsız ve tedirgin etmiştir
.

Bu bağlamda 1908 – 14 dönemi oldukça çalkantılı, sıkıntılı bir dönem olmuş; siyasal, iktisadi, ticari  ve dış politika açısından ülkede gerekli istikrar sağlanamamıştır.
Daha sonra da bilindiği üzere 1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı çıkmış, Enver Paşa ve ekibi Almanya saflarında savaşa katılmaya karar vermiş ve Mustafa Kemal Paşa‘nın bütün itiraz ve uyarılarına rağmen, Türk ordularını Alman komutanların emrine vermişlerdir. Herkesin bildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu savaş sonunda büyük bir yenilgiye uğramış, emperyalist Batılı devletler daha önce kararlaştırmış oldukları gibi, “Türkleri, Anadolu’dan tümüyle atıp, yok etmek, “İslâm dünyasına esaslı bir gözdağı – ders vermek üzere” bir idam fermanı niteliğinde olan Mondros Mütarekesi‘ni ve daha sonra da, kimi yabancı gözlemci ve yazarların bile oldukça haksız buldukları “Sevres Antlaşması‘nı” Osmanlı yönetimine imzalatmışlardır.

Şayet bütün bu haksız uygulamalara, işgallere ve zulümlere, Mustafa Kemal Paşa ve değerli silah arkadaşları da sessiz kalsalardı ve deselerdi ki;

  • Karşımızda dünyanın en güçlü koskoca devletleri var, bizler de kim oluyoruz? Onlara nasıl kafa tutarız? Bizler onlara itaat etmek zorundayız, başka elimizden ne gelir ki? Bizler gözümüzü kaparız – görevimizi yaparız, padişahtan ve Osmanlı hükümetinden yana oluruz, saltanatımızı kurtarırız ve keyfimize bakarız…

Allah korusun bugün ne Büyük T.C. Devleti vardı, ne onurlu,  haysiyetli ve özgür bir yaşantımız vardı, ne baş tacı ettiğimiz güzel dinimiz, ne camilerimiz, ne de göklerde şerefle dalgalanan şanlı Türk Bayrağımız…

Ne de bu gün kutlanacak olan bir “Dil Bayramımız” olacaktı…
Ayrıca ne Türk Tarih Kurumumuz, ne Türk Dil Kurumumuz,
yani hiçbir şeyimiz olmayacaktı…

Büyük Türk Milletini “derin bir gaflet (AS : aymazlık) uykusundan uyandıran,
onlara şanlı ve köklü kimliklerini, dillerini, kültürlerini ve tarihlerini anımsatan;
Türkleri padişahlara ve padişahların buyruğundaki görevlilere kul ve köle olmaktan kurtaran ve milletinin yeniden kendisine güven duymasını sağlayarak, onları özgür, onurlu – saygın bireyler yapan; milletini ve ülkesini kalkındırmak, eğitmek, refahını (AS : gönencini) sağlamak ve sonunda en ileri uygarlık düzeyine taşımak için

var gücüyle, gece -gündüz çalışan, bu uğurda çok sevdiği askerlik mesleğini, gençliğinden başlayarak bütün yaşamını, hatta canını bile ortaya koyan Büyük Atatürk‘ün önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, büyük minnet duygularımızı
ve engin sevgilerimizi arz ediyoruz..