Etiket arşivi: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu

  • Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
    Bu Hakkı
    Anayasalarına Yazdırabilir…

27 Mayıs Devrimi’nin 60. yıldönümünde yazdığımız ve yol ayrımına neden olup yayınlamaya cesaret edemeyenler ayrıştığımız yazının aslını bir yıl sonra paylaşıyorum.

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.

Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan meşru direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden baldırı çıplaklar (AS: ve bağlaşıkları Burjuva), 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra 2. maddeye, baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.

Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi direnme hakkından söz etmemekle 1789 tarihli bildirgenin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkı”nı yurttaşlara tanımıştır.

Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar, anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.

Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.

Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye;

  • Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.

Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş, nihayet 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.

Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de, tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır.

Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.

Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır.

Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin Genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “ Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz. “ denmektedir.

Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada

  • “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.

Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki, Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.

  • Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

1915 ERMENİ TEHCİRİ -ZORUNLU GÖÇÜ- ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor. ” Hocam, Osmanlı Devleti Döneminde, 1915 yılında meydana gelen Ermenilerle ilgili bu Tehcir ya da zorunlu göç olayı nedir? Neden 24 Nisan tarihi kullanılıyor? Acaba bir soykırım söz konusu olabilir mi? Kısaca anlatabilir mısınız?”
Açıklamaya çalışayım :

1- 1915 Yılı, dört yıl süren l. Dünya Savaşının 2. yılıdır. Osmanlı Devleti Almanlarla işbirliği içindedir. Osmanlı ordusu Almanların yönetim ve denetimindedir. İngiltere, Fransa, İtalya. Çarlık Rusyası… karşı saftadır. Amerika Birleşik Devletleri savaşa dahil değildir. Osmanlı Devletinin, Batılı emperyalist devletler tarafından parçalanma planları yapılmıştır. Fakat bu parçalanmada alınacak paylar konusunda tam bir anlaşma yoktur.

2- 1789 Fransız İhtilali‘nden sonra dünyada koyu bir merkeziyetçilik, ulusçuluk ve ırkçılıkla bütünleşmiş milliyetçilik akımları doğmuş ve egemen olmuştur. Milliyetçilik dürtüsünü kullanan Yunanlar, Bulgarlar…bağımsızlık kazanarak ayrı devletler kurmuş ve Osmanlı devletinden ayrılmışlardır.

3- Ermeniler de aynı milliyetçilik duygularını kullanarak, Batılı Devletlerin desteği ile, bağımsız bir Ermeni devleti kurmak istemektedir. Fakat kimi koşullar Ermenilerin aleyhinedir. Şöyle ki:

A-Önce Ermeniler Devlet kurmak istedikleri altı Doğu vilayetinin (Vilayet-i Sitte) içinde nüfus çoğunluğuna sahip değillerdir. Anadolu’nun birçok yerinde dağınık olarak yaşamaktadırlar.

B- Ermeniler, genelde Hristiyan inancında olmakla birlikte, farklı mezheplere bölünmüşlerdir. Protestan Ermeniler İngilizlerin, Katolik Ermeniler Fransızların, Ortodoks Ermeniler de Rusların denetiminde gibidir. Bu durum Emperyalistleri, kendi aralarında anlaşarak bağımsız bir Ermeni Devleti kurulması konusunda anlaşmazlıklara sürüklemektedir. Özellikle de İngiltere ve Rusya bu konuda tam bir anlaşmazlık içindedir.

4- O devrin Ermeni aydınlarının merkez siyasal örgütlenme yeri İstanbul, özellikle de Robert Kolej’dir (şimdiki Boğaziçi Üniversitesi). Batılı emperyalist devletlerle olan ana bağlantısı İstanbul’daki Ermeni aydınları sağlamakta, Anadolu’daki ayrılıkçı Ermeni örgütlerine (Hınçak ve Taşnak) talimatlar yine İstanbul’daki bu merkezi Ermeni örgütünden gitmektedir.

Osmanlı Devletine karşı, özellikle Doğu Anadolu illerinde isyan başlatarak terör ve kıyım hareketlerini de bu örgütler yapmaktadır. Başka bir söyleyişle, Osmanlı Devleti bir yandan dış düşmanla savaşırken öbür yandan içerde Ermeni İsyanı ve Ermenilerin düşmanla işbirliği yapması ile karşı karşıyadır…

5- Osmanlı Devleti, 24 Nisan 1915’te, İstanbul’daki Ermeni liderleri ile Anadolu’daki Ermeni örgütleri arasındaki iletişimi koparmak için İstanbul’daki merkezi Ermeni örgütü üyelerini tutuklamıştır. Arkasından da savaş açısından stratejik önemde olan ve düşmanla işbirliği olanağı bulunan kimi Ermeni nüfusu, yine Osmanlı toprağı olan başka yerlere zorunlu göçe mecbur etmiştir.

Bu zorunlu göçe tâbi tutmada o dönemin Osmanlı Ordusunu yöneten üst rütbeli Alman subayların öneri ve telkinleri olduğu da bilinmektedir. Ermeni ayrılıkçı liderleri 24 Nisan 1915’te tutuklandığı için, Ermeniler bu günü sözde soykırım günü kabul etmişlerdir.

6- Hastalıklar, eşgüdüm eksik ve yanlışları, güvenlik güçlerinin göç ettirilen Ermenilere karşı kimi yerel aşırılıkları, yine kimi çete gruplarının göç kafilelerine baskınları, yerel halkla karşılıklı vuruşmalar, devrin ulaşım araçlarının kıtlığı ve yetersizliği… birçok ölüm ve yitiklerin ana nedenidir.

Günümüzden 18 yıl kadar önce tarafımdan yapılan bir araştırmaya göre de bu zorunlu göç (tehcir) olayında Ermenilerin insan yitiği kestirimle 650.000, Türk tarafının Ermeni terör örgütlerince yitiği ise yaklaşık 200.000 dolayındadır. Bu sayıları, yani Ermeni nüfus yitiklerini bir milyona, hatta bir buçuk milyona çıkartan abartılı araştırmalar da vardır.

7- Peki Osmanlı Devleti’nin Tehcir olayı bir soykırım sayılır mı?

Soykırım sözcüğü Birleşmiş Milletlerin 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde tanımlanmıştır. Bu Bildirge’ye göre:

A- Soykırım olayı niceliksel, sayısal değil, niteliksel bir tanımdır. Toptan (topyekun) yok etme kastı ve amacına yöneliktir. Herhangi bir ülkenin kendi yurt savunmasına yönelik bir savaşta milyonlarca insanın öldürülmesi soykırım değildir. Fakat dinini, inancını, fikirlerini, mezhebini, soyunu, derisinin rengini… beğenmediğiniz kişi, aile, kabile, topluluk ve toplumları burada sayılan nedenlerle yok etmek ya da yok etmeye çalışmak bir soykırımdır.

Örneğin Alman Yahudilerinin Alman devletine karşı hiçbir ayrılıkçı, siyasal bölücü, düşmanca etkinlikleri olmadığı halde; salt Yahudi soyu ve Musevi inancında oldukları, yapılan ve yapılacak evliliklerle, Alman soyunu kirletecekleri nedenleriyle öldürülmeleri ya da fırınlarda yakılmaları tam bir soykırım (genosit) olayıdır.

Ayrıca Birleşmiş Milletlerin soykırım suçları ile ilgili kararları hukuken geriye yürümez.

B- Soykırım eylemine resmî devlet eliyle karar verilmesi ve gerçekleştirilmesi siyasal bir karardır. Ancak soykırımın belge ve kanıtlara dayalı olarak mahkemelerce saptanması ve onaylanması hukuksaldır. Yargı kararları ile hukuksal olarak saptanmayan ya da saptanamayan olgular soykırım sayılmaz. Yani soykırım, yargı kararları ile onaylanmış olguları kapsar.

8- Peki Osmanlı Devletinin Ermenileri zorunlu göçe tâbi tutması ve bu olayla ilgili olarak yüzbinlerce Ermeni vatandaşının yaşamını yitirmesi soykırım mıdır?

A- Osmanlı Devleti, Kendi Ermeni yurttaşlarını, nedensiz yere, durup dururken, salt Ermeni kökenli oldukları için değil; Osmanlıya, kendi ülkesine isyan ettikleri ve düşmanla işbirliği yaparak devlete ihanet ettikleri için zorunlu göçe tâbi tutmuştur. Eğer bu hareket bir soykırım amacı taşısaydı tüm Ermeni halkını kapsar ve Ermeni nüfus Osmanlı yurttaşlığından çıkarılırdı. Halbuki Ermenilerin tümü değil, yalnızca isyan bölgesindeki Ermeniler göç ettirilmiştir.

B- Ermeni Tehcirinden sonra İngilizler İstanbul’u işgal etmiş, tehcir kararı veren İttihat Terakki Partisi yetkililerini ve tehcire neden olduğuna inandıkları 150 kişi dolayında Osmanlı yetkilisini Malta’ya sürmüş, yargılamış, tüm Osmanlı resmi belgeleri ellerinde olduğu halde soykırıma yönelik hiçbir belge ve kanıt bulamamışlardır.

Sonuç olarak, Osmanlıların Ermenilere soykırım yaptığına ilişkin, mahkemelerce karara bağlanmış hiçbir hukuksal kanıt yoktur.

C- Türkiye tarafı tüm Osmanlı resmi belge arşivlerini bağımsız uzman tarihçilerin incelemesine açmayı kabul ettiği halde, Ermenistan bu incelemeyi kabul etmemiştir. Böylece tarihsel ve bilimsel doğrulardan kaçınmıştır.

Genel sonuç şudur                            :

Osmanlı Devleti yöneticilerinin Ermeni nüfusunun bir kesimini kendi toprakları içindeki başka bölgelerde yurtlandırmak üzere zorunlu göçe tâbi tutması asla bir soykırım değildir. Kendi siyasal varlığını koruma ve vatanını savunma istencinin (iradesinin) doğal sonucudur. Her devletin kendi varlığını koruma hakkı vardır ve bu hak doğaldır.

Önce Avrupa’daki birçok devletin, ardında ABD’nin yetkili organlarının, daha sonra da ABD devlet başkanının Osmanlı Devleti’nin soykırım yaptığına ilişkin açıklama ve kararları bilimsel, tarihsel, hukuksal ve ahlâksal değil siyasaldır. Sevr Anlaşmasını yeniden diriltmeye ve gündeme taşımaya yöneliktir.

Aydınlarımızın büyük bir bölümü de içinde, birçok konuda olduğu gibi, Türkiye halkı bu konuda da yeterli ve doğru bilgiye sahip değildir. Günümüzün siyasal iktidarı da eskiden beri Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarların Osmanlı dönemindeki Ermeni tehciri konusunda yeterli, tutarlı, hem iç ve hem de dış kamuoyunu bilgilendirecek bilimsel, belgeli, etkili, kalıcı , sistematik ve uzun erimli bir stratejisi ve politikası eksiktir ve yetersizdir.

Başta ABD olmak üzere, Batılı Emperyalist devletlerce, Ermenilere yapıldığı varsayılan sözde soykırım savının gelecekte nelere neden olabileceği ayrı bir yazı konusudur. Türkiye’nin mutlaka hemen, ivedi (acil) ve yeniden yeni bir yaklaşım ve stratejiye gereksinimi vardır.
Bu iş savsaklamaya ve aymazlığa gelmez.
=========================================

ANADOLU KARDEŞLİĞİ

Bilmek istiyorsan kimliğimizi,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Öğrenmek istersen kültürümüzü,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Tarihimiz, kültürümüz ortaktır,
Bilincimiz, kaderimiz ortaktır,
Sevincimiz, kederimiz ortaktır,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Anadolu güneşinde kavrulduk,
Ekin olduk, harman olduk, savrulduk;
Aynı kültür kodlarıyla evrildik,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Dört kutsal kitabın özetiyiz biz,
Adem peygamberin milletiyiz biz,
Ortak bir bilincin hikmetiyiz biz,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Türk’ü, Kürt’ü, Alevi’si, Sünni’si,
Ortak toprak, ortak tarih bilgisi,
Bizi birleştirir insan sevgisi,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Dirliği birlikte bulanlardanız,
Bayrağına sadık kalanlardanız,
Düşmanına korku salanlardanız,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Çok dinli, çok dilli, tek yürekliyiz,
Göçebe değiliz, kadim köklüyüz,
Yunus Emre sentezinde saklıyız,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Tek ağacın uzun, kısa dalıyız,
Tek bahçenin bin bir çeşit gülüyüz,
İnsan sıfatının birlik yoluyuz,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Birliğin sırrını bilenlerdeniz,
Birlik yemininde kalanlardanız,
Yurt için birlikte ölenlerdeniz,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Aklın ve bilimin rotasındayız,
Uygarlık, adalet potasındayız,
Kemal Atatürk’ün kotasındayız,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Bu toprağın kadim bilgeleriyiz,
Hak, hukuk, adalet ilkeleriyiz,
Sağlam bir kültürün halkalarıyız,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx
Halil Çivi der ki diktir başımız,
Laik Cumhuriyet temel taşımız,
Gerçek demokrasi ortak aşımız,
Biz Anadolu’nun kardeş halkıyız.
Xxx

 

 

Prof. Dr. Halil Çivi
24 Nisan 2021
Doğanbey, Seferihisar – İZMİR

SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA ve TOPLUM SAĞLIĞI

SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA ve TOPLUM SAĞLIĞI


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

Liberalizm’in kurucusu Adam Smith, “Sağlık hizmeti, piyasaya bırakılamayacak denli önemli, ‘kritik’ bir alandır.” görüşüne, 1776 tarihli The Welfare of Nations adlı klasik kitabında yer vermektedir.

BM Ana Sözleşmesi (1945), Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Anayasası (1947) Dünya sağlığının önemini vurgulayarak sağlığın tanımını vermektedir.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948) ise,

  • Herkesin, kendisi ve ailesinin sağlık ve gönenç içinde beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır.

düzenlemesi ile (md.25) sağlık hakkını pekiştirmiştir.

Ek olarak pek çok Uluslararası sözleşmede sağlık hakkı ve toplum sağlığının önemi net olarak vurgulanmıştır.

Ulusal hukukumuzda da başta 2, 41 ve 56. madde olmak üzere Anayasal güvence sağlanmıştır.

17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi (SKH) kapsamında Sağlıklı Toplum da özellikle vurgulanmaktadır.

DSÖ Genel Başkanı, G20 ülkeleri 2020 toplantısında

  • Pandemi, sağlığın, büyümenin bir yan ürünü olmadığının güçlü kanıtıdır.” 

saptamasını paylaşmıştır.

Son 40 yılda yoğunlaşan Küreselleşme sürecinde, 21. yy’da Halk Sağlığı bir yol ayrımına taşınmıştır.

DSÖ verileriyle;

* 1+ milyar insan denetimsiz hipertansiyon ile yaşamaktadır,
* küresel nüfusun en az yarısı en temel sağlık hizmetlerine erişememekte,
* her yıl yüz milyon insan, kaçınamadığı sağlık giderleri nedeniyle aşırı yoksulluğa düşmektedir!

Oysa Sağlık, temel bir insanlık hakkıdır!

Aşırı nüfus artışı, SKH önünde temel engellerdendir, pek çok gelişmekte olan ülke Demografik Fırsat Penceresini kaçırmak üzeredir.

  • Sağlık, Küresel Kalkınma Gündeminin kalbine konmalıdır.

Bu amaçla, dünya genelinde sağlık için en büyük süregelen engel olarak Yoksulluk tanımlanmalıdır.

Nobel Ekonomi ödüllü Prof. J. Stiglitz’e göre

  • Uluslararası sermaye Devleti eğitim ve sağlıktan çekmekte, bu hizmetler çökmektedir.

ILO da çalışanların sağlık – güvenlik sorunlarına dikkat çekmektedir.

Öte yandan, UNCTAD raporlarına göre IMF politikaları Sosyal çöküş reçeteleridir.

Prof. K. Nweihed,

  • İktisadi temelde PİYASACILIK ve siyasal düzlemde KÜRESELCİLİK, azgelişmiş ülkelerin iktisadi-siyasi istilası ve işgalidir. Buna karşılık memleketlerin yapabilecekleri şey açıktır:
  • İktisadi temelde PLANLAMACILIK  ve siyasal düzlemde BAĞIMSIZLIK.” vurgusu yapmaktadır.
    ****

Çevre kirliliği, sürdürülemez bir afet boyutuna erişmiştir!

Genel eğitimle yeterli çevre bilinci edinimi kaçınılmazdır. e-devlet vb. olanaklar bu amaçlarla daha yoğun ve özenli kullanılmalıdır.

Hedef; «doğaya ve emeğe saygılı hukukun üstünlüğü» dür. Halkın «demokratik hukuku» nun üstünlüğüne dayalı hukuk devleti ve toplumu yaratmanın temeli, insanların bu üstün değerlere aşık ve «erdemli» yetiştirilmesine bağlıdır.

  • HER-KE-SE eşit, nitelikli, sürekli, yaygın, kamusal KORUYUCU SAĞLIK HİZMETİ öncelikli olmalıdır!

«SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA» (Sustainable development) mottoso işlevini tamamlamıştır.

  • Küresel toplum, Gezegende bir «beka» (survival) sorunsalı ile yüz yüzedir.
  • Dolayısıyla, «SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM» tek zorunlu seçimdir.

Doğa yasaları O’nu «fahişeleştirmek» için değil, barış içinde birlikte yaşam (peaceful co-existence) içindir. 21. yy şafağında karşılaştığımız 6 ardışık salgın, yeterince çarpıcıdır.

  • Sömürüsüz, BAŞKA BİR DÜNYA OLANAKLIDIR!

2030’a ertelenen Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine erişmenin başkaca akılcı yolu yoktur. Önce sağlıklı, ardından eğitimli küresel toplum!

İnsanın kendine – birbirine – emeğine yabancılaşmadığı; kendini gerçeklediği, onurlu, mutlu..

AKILDAN ÇIKARILMAMASI GEREKENLER…

“Homo sapiens” in = İNSANOĞLU / KIZI‘nın, akıl dışı kapitalist / yağmacı hırsı ile Gezegenimizden yok olması riski ile yüz yüzeyiz!

“Sürdürülebilir kalkınma” (Sustainable development) artık eski bir masaldır.. Sürdürülebilirliği” kalmamıştır; Gezegenimiz “imdat” çığlıkları içindedir.

20. yy’ın başında yaşadığımız 6. salgındır KOVİT-19 ve henüz başedemedik! Aklımızı başımıza almaz isek başedeceğimiz de yoktur.

Kurtuluş reçetesi SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM‘dır (sustainable life).

Homo sapiens (mankind), yeryüzünde sağkalım (survival) / BEKA eşiğindedir.

Dünyada tüm türler sayıca azalır / yok olurken; salt insanlar, Papa’nın deyimi ile tavşanlar gibi üremeyi daha ne denli sürdürebilir?

Dünya “sonlu” değil mi, hangi sonsuzluğa dayanması beklenebilir??

  • HER AİLEYE 1 ÇOCUK” en temel yeni yaşam yasalarından..

Doğaya, bilimsel yollarla keşfedilen yasaları üzerinden bir “fahişe” gibi davranmaya da kesinkes son..

Biz O’na mahkumuz, dahası, “zorunlu parazit” konumundayız.

Öyleyse temel yasa : BARIŞ İÇİNDE BİRLİKTE / “peaceful co-existence” !


Sevgi ve saygı ile. 05 Ocak 2021, Ankara

HALK TV ve BİZİM TV Programlarımız

Dostlar,

Bu gün, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin (İHEB) BM’de kabul edilişinin 73. yılına giriyoruz.. Konuyu sitemizde işleyeceğiz..
***

Bu gün, 10 Aralık 2020 Perşembe günü;
saat 16:00’da HALK TV’de Sn. Fatih Ertürk’ün,

saat 17:00’de BİZİM TV’de Sn. Lale Arslan’ın konuğu olacağız.. / OLDUK..

Yine bu gün saat 21:00’de HALK TV’de Sn. Gökmen Karadağ’ın da konuğu olduk. Sağlık Bakanlığı salgının başından beri toplam (?!) olgu sayısını açıklama lütfunda bulundu..

Salgını ve İnsan Haklarını konuşacağız.. / KONUŞTUK…

10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde, tarihsel önemi olduğunu düşündüğümüz 3 TV konuşmamızı ilgi ve bilginize sunarız. (Güncelleme : 13.12.2020, 23:47)

Sevgi ve saygı ile. 10 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

İnsan Hakları Gününün Zor Sorusu:
ABD ve AB’den İnsan Hakları Gelir mi?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elk. Müh. (İTÜ)

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesinin üzerinden tam 72 yıl geçti. Bildirgenin kabul edildiği 10 Aralık 1948’den bu yana bu tarih İnsan Hakları Günü olarak kutlanıyor.

İkinci Büyük Dünya Paylaşım Savaşının acılı günlerinden sonra İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi büyük bir umut ve heyecanla karşılandı. Bildirgenin kabulüyle dünyada tekil olaylar dışında bir daha insan haklarının yok sayılmak bir yana, çiğnenmeyeceği düşünülüyordu. Ne yazık ki işler hiç de öyle gitmedi. Her şeyden önce 10 Aralık tarihli Bildirge, bu tarihten 159 yıl önce, 1789 yılında Büyük Fransız Devriminde kan ve can pahasına ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinden daha gerideydi. Örn. yeni Bildiride Direnme Hakkı yok sayılmaktaydı.

Bildirgenin Birleşmiş Milletlerde kabulünden 3 yıl önce, İkinci Paylaşım Savaşının sonuna gelindiği günlerde ABD, teslim olmak üzere olan Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombası ile bir anda yüz binlerce insanı ölüme gönderirken, yeni dünya jandarması olduğunu da ilan ediyordu. O tarihte henüz ortada İnsan Hakları Evrensel Bildiegesi yoktu. Ancak ABD’nin 1776 yılında ilan ettiği ve Büyük Fransız Devrimini de etkileyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi vardı ve bu metin, çağının çok ilerisinde bir insan hakları bildirgesiydi.

Hiroşima ve Nagazaki sonrası günümüze dek ABD bütün dünyaya “İnsan Hakları” götürdü (!) Tankları, topları, uçak gemileri, bombardıman uçakları, füzeleri eşliğinde…

Bir başka söylemle İnsan Hakları kavramı emperyalist ülkeler elinde kirletilmiş bir kavram, maske durumuna geldi. Tıpkı barış, özgürlük kavramları gibi. Emperyalist devletler 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi eşliğinde Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya 72 yıldır filolarıyla, uçaklarıyla tanklarıyla… “barış ve özgürlük” götürüyorlar (!!)…

Ne acıdır ki ezilen ülkelerde ve hatta dünyanın ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştıran ülkemizde ABD’den ve AB ülkelerinden “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” dilenen mandacı “aydınlar” da var. Bunun son örneğini yakın tarihte “dost” saflarda da gördük.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin mürekkebi kurumadan ABD önderliğindeki Batılı ülkeler Kore halkına “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” götürüyordu! Kore’ye bu kirletilmiş kavramlar götürülürken NATO üyesi yapılma aşkıyla o günün siyasal iktidarı, Türk Silahlı Kuvvetlerini de bu taşıma “işine” alet ediyordu. Bu “fedakarlık” (!) Kore’de 896 Mehmetçiğimizin yattığı bir Türk şehitliği ile ödüllendiriliyordu. Yine Bildirgenin imzalanmasından hemen sonra 1950 yılında Cezayir’de başlayan Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin savaşçıları göğüslerinde Mustafa Kemal Atatürk fotoğraflarıyla ölüme gidiyordu. 1789 yılında İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini imzalamakla övünen Fransız lejyonu da bu kutsal bağımsızlık savaşını kanlı bir biçimde eziyordu. Bütün karanlık ve kanlı oyunlara inat, 1962 yılında Cezayir halkı zafere, özgürlüğüne ulaştı. Cezayir Bağımsızlık Savaşını bastırma hareketi içinde, daha sonra Fransa’nın ilk “sosyalist” Cumhurbaşkanı olacak olan Mitterand da yer alacaktı. (Önceleri Denizaşırı İller Bakanı, daha sonra ise İçişleri Bakanı olarak bu kirli savaşta rol üstlenecekti)

10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi alkışlarla kabul edilirken, yine Fransızların 1946’da başlattıkları Vietnam savaşı sürüyordu. Fransa, yitirdiği bu savaşı daha sonra ABD’ye devredecek 1975 yılında zafere ulaşacak olan Vietnam savaşı sırasında “İnsan Hakları” yüz binlerce ton bomba, napalm bombası ve ölüm olarak bu kanlı topraklara ulaşacaktı. Daha sonra Kamboçya ve Laos’ta olduğu gibi…

Kirletilmiş “İnsan Hakları, Özgürlük ve Barış” Küba’nın Domuzlar körfezine de gitti. Daha sonra Şili’ye, Arjantin’e, Nikaragua’ya, Venezuella’ya, Falkland adalarına, Haiti’ye de gitti. Ve Ülkemize de geldi 1980 yılının 12 Eylül günü “bizim oğlanlar” eliyle. Beraberinde idamlar, işkenceler, 30 yıl sürecek davalar, kitap yakmalarla. Yakın zamanda Afganistan’a da gitti. Daha sonra Irak’a… Ebu Gureyb işkence evinde çırılçıplak soyulmuş insanların nasıl “İnsan Haklarından” yararlandığının fotoğraflarını gördük. Sonra Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve son olarak Suriye’de “Arap Baharı” adıyla piyasaya sürüldü. Ve elbette Güney sınırlarımıza yerleşmeye çalışan bölücü terör örgütüne destek için on binlerce TIR dolusu silah ve cephane olarak boy gösterdi “İnsan Hakları”…

Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde, ülkemizde, Gazi Meclisimizin tepesine bomba olarak yağdı. Bombaları yağdıran uçakların havada ikmal yapmasını sağlayan tanker uçaklar, ABD’nin kullandığı İncirlik üssünden kalkmıştı. Darbenin lideri olduğu söylenen FETÖ, ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki malikânesinde yaşıyordu. Darbeye karışanların önemli bir kesimi de Almanya, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelere kaçtı, kaçırıldı.

Emperyalist ülkelerin ezilen ülkelere “İnsan hakları” götürmek istemesini anlayabiliyoruz. Ancak dünya jandarması ABD’de daha dün denecek tarihe dek kara derili insanların seçimlerde oy kullanma hakları kısıtlıydı. Beyazlarla aynı otobüslere binemiyor, aynı lokantada yemek yiyemiyor, aynı okullara gidemiyorlardı. Ve günümüzde Siyahlar, halen sokak ortasında sorgusuz sualsiz polis kurşunlarıyla can veriyor, ensesine çökülerek boğuluyor!!.

En acısı da, tarihin ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşını zafere ulaştırmış olan ülkemizden kimi politikacılar, henüz göreve başlamamış ABD başkanından, seçildiği bile kesinleşmeden “İnsan Hakları ve Demokrasi” dileniyor. Hem de kendilerine 10 Aralık Hareketi adını koyarak(!)

Evet, bizim gibi ülkelere bedelini ödemek kaydıyla demokrasi ve insan hakları gelebilir. Bu bedel ya uzun yıllar boyunca bütün bir ulus olarak tutsaklık ve sömürü olarak ödenir ya da ulusal kahramanlar önderliğinde kanla – canla ödenir ve bu ulusların tarihine altın harflerle ZAFER ve ONUR olarak yazılır.

KORONA AŞILAMASINDA ÖNCELİKLER SORUNU

KORONA AŞILAMASI NASIL OLACAK?
ÖNCELİK SIRASI NASIL BELİRLENECEK?

SÖZCÜ, 25 Kasım 2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/ugur-dundar/korona-asilamasi-nasil-olacak-oncelik-sirasi-nasil-belirlenecek-6139744/

Bu gün köşemde, ülkemizin en saygın bilim insanlarından birini, Prof. Dr. Ahmet Saltık‘ı konuk ediyorum.

Değerli hocam, “Korona aşılamasında öncelik kimlerde olmalı” sorumuza geniş bir perspektiften bakarak, üzerinde önemle durulması gereken şu cevapları veriyor:
***
Bilim emekçilerinin KOVİT-19 için aşı geliştirme ve üretmeye oldukça yaklaşması kuşkusuz çok sevindirici. Üstelik tarihte görülmemiş ölçüde kısa sürede ve yepyeni bir teknoloji olan m-RNA üzerinden. (Türkiye’de yerli – milli aşı geliştirme çabaları ölü virüse dayalı..). Doğallıkla, hemen ardından, salgının çok yakıcı olduğu bu dönemde, 7.8 milyarı aşan muazzam dünya nüfusunun tümüne (aşı karşıtlarını da katarak!) hemen yetişmeyeceği için, sınırlı aşı üretiminin hangi önceliklerle kullanılacağı sorunsalı öne çıktı. Üstelik 2-3 hafta ara ile 2 doz aşıla(n)ma gerekli.

Kuşkusuz, bu sorunsalı aşmada birtakım bilimsel tıbbi – epidemiyolojik verilere, ölçütlere ve Tıp Etiği ilkelerine gereksinimimiz var. Hastalığa yakalanma ve ağır sonuçlarıyla karşılaşma riski en başta dikkate alınmalı. Bu bağlamda riskli toplum kümelerinin belirlenmesi ve önceliklenmesinde Epidemiyolojik stratejiler temel yol gösterici olmalı. Sağlık sorunu (dar anlamda hastalık) kimde / nerede / ne zaman görülüyor sorusu Epidemiyolojinin klasik 3’lüsüdür (triad). KOVİT-19 için bu soruların yanıtları hemen hemen bellidir. Tüm Dünyada, eşzamanlı ve tüm yaşlarda, her 2 cinsiyette.. görülmektedir. Ancak bu soru ve yanıtları yeterli değildir. Hastalığa yakalananların meslekleri ve sosyo-ekonomik statüleri son derece belirleyicidir, elimizde bu bağlamda yeter veri birikmiştir. Öte yandan, hastalığın sonuçları bir başka temel ölçüttür. KOVİT-19 kimlerde daha çok öldürücü, iz (sekel) bırakıcı – engelli kılıcıdır? Dr. Alfred Grotjhan, 105 yıl kadar önce değindiğimiz ölçütleri tıp dünyasının önüne koymuştu Sosyal Patoloji adlı kitabında.

Neleri dikkate alabiliriz?

  • Aşının etkinliği ve değişik yaş ve risk kümelerinde yarattığı bağışık yanıtın gücü, özelliği.
  • Değişik yaş ve risk kümelerinde aşı uygulamasının güvenliği.
  • Aşının, KOVİT-19’a yakalanmada ve hastalığı yaymada önleyici etkinliği.
  • SARS-CoV-2 virüsünün (yeni koronavirüs, KOVİT-19 etkeni) ilgili ülkede bulaşma dinamiği
  • KOVİT-19’un Epidemiyolojik, Mikrobiyolojik ve Klinik özellikleri.

***
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, pek çok uluslararası insan hakları metinleri, UNESCO Etik Kodları ve ulusal hukuk sistemleri tüm insanların sağlık hizmetlerine erişimlerini hakkaniyet temelli eşitlik zemininde tanımlamaktadır. Burada söz konusu olan herkesin tam eşit olduğu ideal ve olanaksız bir durum değildir; herkese hak ettiğini verme söz konusudur. “Herkesin hak ettiğini” belirleme ise, zorunlu olarak bir öncelikleme içermektedir. Küresel ölçekte tartışmalar bu eksendedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) doğallıkla bu zor – nazik süreçte de üzerine düşeni yapma çabasındadır.

AKILDA TUTULMASI GEREKENLER

Erkeklerde hastalık kadınlara göre daha ölümcül gitmektedir.
Kimi Siyahlarda ve azınlık etnik kümelerde hastalık daha ciddi seyretmektedir.
Nüfus yoğunluğu, kırsal kesime göre hastalık riskini büyütmektedir.
(HER AİLEYE 1 ÇOCUK!)
Toplum bağışıklığına asla dayanılamaz; hastalığı geçirerek sağlanan doğal bağışıklığın süresi ve gücü belirsizdir. %3 ölüm oranı kabulüyle, önümüzdeki yıllarda 300 milyonu aşkın ölüm kabul edilemez!

Alt sosyo-ekonomik kesimler, yoksullar, işsizler, olumsuz – kalabalık konut koşulları, yetersiz – dengesiz beslenme doğrudan risk etmenleridir ve bu insanlar daha çok hastalanıp ölmektedir.

  • DSÖ kaynakları, uluslararası yazın ve Ülkemiz verilerinden kalkarak, “içinde bulunduğumuz aşamada(Epidemiyolojik verilere göre zamanla değişebilir) aşağıdaki öncelik listesi önerilebilir:

ÖNCELİKLİ RİSK KÜMELERİ KİMLERDİR?

  1. Bakımevlerinde kalan yaşlı erişkinler onlara hizmet verenler
  2. 80 yaşını aşkın tüm insanlar ve sağlık, sosyal hizmet çalışanları
  3. 75 yaş ve üstü insanlar
  4. 70 yaş ve üstü insanlar
  5. 65 yaş ve üstü insanlar (Türkiye’de %9,1 dolayında; yaklaşık 8 milyon, TÜİK, 2019 sonu)
  6. 65 yaş altında yüksek riski olanlar (ek süregen hastalığı olanlar, organ aktarımı yapılmış olanlar, bağışık sistemi baskılanmış olan, kanserli, diyaliz hastaları, KOAH, önemli organ yetmezliği)
  7. 65 yaş altında orta derecede riski olanlar (DM, hipertansiyon, kalp yetmezliği..)
  8. 60 + yaş herkes
  9. 55 yaş üstü herkes
  10. Toplumun geri kalanı (önceliklerine göre kümelenerek)

***
Öte yandan, önümüzdeki aylarda uygulamaya girebilecek olan aşıların gerçek koruyucu güçlerinin ve beklenebilecek olumsuz etkilerinin ancak uzun erimde, yıllar içinde netleşeceğini vurgulayalım. Açıklanan %90-95 koruma oranı henüz “deneysel” verilerdir. İlk dozdan 28 gün sonra bağışık yanıt başlayacaktır. Virüsün mutasyona uğraması durumunda grip gibi her yıl aşılanma gerekebilecektir, ayrıca aşı etkinliği azalabilecektir. Şimdilik, beklenen 2 aşının salt hastalığın ağır geçirilmesini önlemeye dönük olduğu, toplumsal yayılma üzerinde beklenen düzeyde etkili olmadığı akılda tutulmalıdır. Lojistik altyapıda ciddi sorunlar vardır. Maliyet bir başka ciddi sorundur. 1 dozun 30 Doların altına en azından şimdilik inemediği görülüyor. Türkiye’de nüfusun yarısı olan 45 milyona 2 kez aşı 90 milyon doz gerektirir ki, toplam bedel 3 milyar Dolara yaklaşmaktadır ve ciddi tutardır. Önümüzdeki 1 yılda dünya nüfusunun yarısının aşılanabilmesi olanaksız gibidir. Dolayısıyla kısa erimde salgından başımızı kurtarma olanağı yoktur. En az 1 yıl daha, SOSYAL DEVLET desteği ve toplumsal – küresel dayanışma ile klasik korunma önlemlerine (maske – korunma uzaklığı – hijyen) daha da özenle sarılmak zorundayız. DSÖ, dünya genelinde adil dağıtım (fair allocation) için çok çaba harcıyor. Yoksul ülkelerin akçalı (mali) olarak desteklenmesini öneriyor. Türkiye’de de aşılama önceliklerinin kesinlikle saydam, katılımcı, bilimsel ve etik ilkelere dayalı, hakkaniyetli olması kaçınılmazdır.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü açılmalı ve aşıda ulusal özyeterlik sağlanmalıdır.

  • Bu arada, DSÖ uyarısıyla, BM’in öncülüğünde, tüm dünyada 14 günlük eşzamanlı bir TAM KAPANMA son derece yararlı ve gerekli gözükmektedir.
  • Uluslararası DAYANIŞMA anahtardır!
    Sevgi ve saygı ile. 25 Kasım 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIKMD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

 

 

Savunma hakkı kutsaldır

Savunma hakkı kutsaldır

Yekta Güngör Özden Biyografi.info.

Yekta Güngör Özden
SÖZCÜ, 21 Eylül 2020

Öncelikle kutsallığı inanç-din bağlamında değerlendirerek anlamlandırmak kavramı sınırlamak, anlamını daraltmak olur. Sözcüğü değindiği konu, çözmeyi amaçladığı sorunla ilgili açıklamak ilgi bağı yönünden daha uygundur. Kutsallık mutlak ve yalnız inanç alanıyla ilgili değildir. Varlığı, niteliği, yapısı, değeri nedeniyle önem taşıyan, özen ve duyarlıkla sözü edilenler kutsallıkla anılabilir. Üstünlük, özellik, değer ölçüleri yönünden özgünlüğü olanlar bu kapsamdadır. Dokunulmazlığı, saygınlığı, yaşam ve özgün değerler yönünden belirgin ayrıcalığı olanlar da böyledir. Yurdun, bayrağın tartışılmaz özellikleri için olduğu gibi. Savunma, yaşam, hak ve adalet güvencesidir.

İnsan varlığını, yaşamını, sağlığını, haklarını, özgürlüklerini doğrudan ilgilendirdiğinden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin

  • İnsanın istibdat (baskıcı düzen) ve baskıya karşı son çâre olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması esaslı bir zaruret olması..

diyerek önemi vurguladığı, ayrıntılarını 1, 8, 10, 11, 19’uncu; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi‘nin de 5, 6, 7 ve 10’uncu maddelerinde güvenceye aldığı haklar, yaşamsal değerlerin hukuksal dayanaklarıdır.

Ulusal hukukumuzda Anayasa‘nın 12-15’nci ile 17-27’nci ve 35-39’uncu maddelerinde öngörülen haklar ve özgürlükler, 41, 57 ve 61’inci maddelerindeki sosyal haklardan sonra 66-74. maddelerde belirlenen siyasal haklar, ulusal yaşamın dayanaklarını oluşturmuştur.

Ceza yasalarında haklara ve özgürlüklere karşı işlenen suçlar için öngörülen cezalar, yöntem yasalarında da hakların kullanılmasına ilişkin düzenlemeler yer almaktadır. Başta anayasal düzen olmak üzere birey ve toplum yaşamına yönelik suçlar için öngörülen cezalarla disiplin cezasına kadar uzanan ayrıntılar yasalarda yer almaktadır.

1963 yılında Türkiye Baro Başkanlarının düzenlemeye başladıkları Avukatlık Kanunu Tasarısı’na 1965-66 yıllarında Ankara Barosu Genel Sekreteri iken son biçimini verdiğim metni Baro Başkanımız Avukat Saffet Nezihi Bölükbaşı’nın başkanlığındaki bir kurulla Adalet Bakanı Hasan DİNÇER’e sunmuştuk. İktidarın TBMM’ne taşıdığı bugün kimi değişikliklerle uygulanmakta olan 1136 no.lu Avukatlık Yasası‘nın yürürlük süreci böyle gelişmiştir. Temelde ve genelde savunma mesleği olan avukatlığın günümüzdeki meslek yapısı Barolara yönelik olumsuz girişimler, devletin temeli olan adaleti gerçekleştirme ve yaşama geçirme çalışmalarına gölge düşürecek birer sapmadır. Siyasal duyumsuzluklar ve çirkin partizanlıklarla meslek örgütünü yanlı ve etkisiz duruma düşürmek bağışlanmaz büyük kusurdur. Nasıl kimi avukatların bir siyasal parti genel başkanını ziyaret edip ayrı baroyla yanlılıklarını açıklamaları yanlış ötesi sakıncalı ise, yurttaşların partilerine göre avukat isteyip bulmaları da o ölçüde olumsuzdur. “Parti Baroları” olmasa bile “Partili Baro”lar mesleğe ihanet, adalete saygısızlıktır.

Siyasal tarih, nice olaylardaki savunma hakkı anlatımlarıyla doludur. Yaşamı sona erdiren kararların savunmaya verdiği olanak ile hiç savunmasız ölüm uygulamalarının duyurduğu tepkiler, sorunun önemini ortaya koyan insanlık özlemleridir. Yaşam hakkının en belirgin, en önemli öğesi olan savunmaya ilişkin Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Ali SİRMEN 4.9.2020 günlü yazısında savunma kurumundaki çalkantılara değinerek konunun önemini ve değerini duyuruyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Robert SPANO 3.9.2020 günü Ankara’da verdiği demeçte

  • Hukuk üstünlüğü ilkesi, bize yol gösteren, ileriye gitmemizi sağlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin parlak yıldızı, kutup yıldızıdır.
  • İktidardaki kişiler mahkemeleri kontrol edemez.
  • Yasalar yalnızca halka değil, gücü elinde bulunduranlara da tartışmasız uygulanmalıdır.
  • Yasaların üstünde hiç kimse yoktur.”

diyerek konunun özelliğini vurgulamıştır. Kimi zaman, kimi durumlarda “son söz” olan savunma, yaşamın noktalanmasıdır.

 

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
Bu Hakkı
Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu – Prof. Dr. Ahmet SALTIKLütfü Kırayoğlu

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.
Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden “baldırı çıplaklar“, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra, 2. maddeye baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.
Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, direnme hakkından söz etmemekle 1789 Bildirisinin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkını” yurttaşlara tanımıştır.
Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.
Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.
Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs 1960 sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye; “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.
Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş (AS: 35 maddesi değiştirilerek), sonunda 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.
Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır. Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.
Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır. Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz.“ denmektedir. Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.
Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki; Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.
Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

SALGINLA BAŞETMEDE SAĞLIK POLİTİKALARI

SALGINLA BAŞETMEDE SAĞLIK POLİTİKALARI

Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği’nden Canberk Gürer ile uzun bir söyleşi yaptık 22 Nisan Çarşamba günü 18:30 sonrasında.. 2 saati buldu. Mülkiyeliker Birliği’nin geleneksel Çarşamba toplantılarından biriydi ve KORONAVİRÜS SALGINI nedeniyle sanal ortamda yapıldı.
Ankara Üniv. Sağlık Bilimleri Fakültesi’nden, bizim gibi Mülkiyeli sevgili kardeşimiz Prof. Dr. Gülbiye Yaşar YENİMAHALLELİ ve biz, genç Mülkiyeli Canberk Gürer’in sorularını yanıtladık. Tele oturum “face” ortamında canlı yayınlandı..

Bizi konuk eden Mülkiyeliler Birliği örgütümüze ve görüşmeye emek veren Canberk’e teşekkür ediyoruz.

Salgınla başetmede sağlık sistemimizin verili drumumu, açmazları, kısıtlılıklarını gündeme koyduk. Özellikle SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM süreci ile piyasalaştırılan sağlık sistemimiz ve çökertilen 1. Basamak hizmetlerinin salgınla başetmede nasıl ketleyici olduğunu sayısal verilerle olgusal olarak sunduk Prof. Yenimahalleli ile..

COVID19 salgını da irdelendi elbette. Başarılanlar, başarılamaynalar ve nedenleri.. nasıl çözümlenebileceği..

Özellikle neoliberal küreselleşme dayatmalarının ABD’de yaşanan içler acısı sefaletini vurguladık.

  • Sağlık hizmetlerinin devlete temel görev, yurtaşa ise hak olduğunun altını çizdik.

İnsanların sağlık hizmetlerinin müşterisi olamayacağı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi başta olmak üzere Anayasada ve pek çok uluslararası hukuk metninde güvencelendiğini belirttik.

Benzer sorunların süreceğini, bu yüzden kamusal sağlık hizmetlerinin asla savsaklanamayacağını, koruyucu sağlık hizmetlerinin kesin bir öncelik alması gerektiğini de üstüne basa basa anımsattık..

İzleyin, paylaşın diliyoruz. https://youtu.be/yWsshJvU4Vw

Sevgi ve saygı ile. 26 Nisan 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

“SAĞLIKLI YAŞAM” ve TOPLUM SAĞLIĞI AÇISINDAN ÖNEMİ

“SAĞLIKLI YAŞAM” ve TOPLUM SAĞLIĞI AÇISINDAN ÖNEMİ

Sevgili Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 2 öğrencilerimiz,
Asistanlarımız, lisansüstü öğrencilerimiz ve sitemiz okuyucuları,

Sağlıklı Yaşam Biçimi“, kişi ve toplum sağlığı açısından temel belirleyicilerden biri.

Sınırlı ekonomik olanaklarla da “bir yere dek” sağlıklı yaşam biçimi sürdürülebilir.

Üstelik, “sağlıklı yaşam biçimi“, uygulanabildiği ölçüde daha sağlıklı bir topluma erişilmesine elverdiği gibi, toplumsal kaynak tasarrufu da sağlayabilir.

Kritik ve vazgeçilmez olan ise;

  • Sağlığın / Sağlıklı Yaşamın her – kes için doğuşta kazanılan temel bir insan hakkı olduğunu benimsemek. (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 25 ve pek çok ulusal – uluslararası norm..)

Bu temel ilke ancak koruyucu sağlık hizmetlerio arada  sağlıklı yaşam biçimi– öncelenerek ve kamusal sorumlulukla sosyal devlet eliyle yaşama geçirilebilir.

Türkiye ve Dünya / Uluslararası toplum – sistem; sağlık alanında yabanıl (vahşi) özelleştirme politikalarından artık vazgeçmek zorundadır. Özellikle 1975 sonrası dayatılan KüreselleşTİRme süreçleri ile olabildiğince piyasalaştırılan sağlık hizmetleri, küresel toplumun sağlık düzeyi göstergelerinde beklenen iyileşmeyi sağlamaktan çok uzak kaldığı gibi, sağlıkta eşitsizlikleri kabul edilemez ve sürdürülemez biçimde artırmıştır.

  • Çok uluslu / trans-nasyonel hastane zincirleri,
  • Farmasötik teknololji tekelleri (ilaç devleri) ve
  • Tıbbi teknoloji tekellerinin oluşturduğu şeytan üçgenine insanlık yenilmemeli, tutsak olmamalıdır.

Bu ders bağlamında hazırladığımız 74 yansıdan oluşan (3,16 MB) power point sunumlarını pdf olarak izlemek için lütfen tıklayınız..

Saglikli_Yasam_Nedir_Toplum_Sagligi_Acisindan_Onemi_AHMET_SALTIK_AUTF_D2

Paylaşalım, bilgilenelim ve en temel insanlık hakkı olan YAŞAM HAKKI‘nı anlamlı kılan sağlık hakkımıza sahip çıkalım..

J. J. Rousseau‘ya şükranla, sahip olduğumuz TOPLUMSAL SÖZLEŞME (1762) gereği Devletten, vergilerimiz karşılığında 4 temel kamu hizmetini mutlaka bekliyor, istiyoruz :

  1. Sağlık hizmetleri
  2. Eğitim hizmetleri
  3. İç ve dış güvenlik hizmetleri (can ve mal güvenliği)
  4. Adalet hizmetleri..

Sevgi ve saygı ile. 07 Mart 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF – Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com