Sevgi ve saygı ile. (Güncelleme : 05.12.20, 20.55)
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com facebook.com/profsaltik twitter @profsaltik
KORONA AŞILAMASI NASIL OLACAK? ÖNCELİK SIRASI NASIL BELİRLENECEK?
SÖZCÜ, 25 Kasım 2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/ugur-dundar/korona-asilamasi-nasil-olacak-oncelik-sirasi-nasil-belirlenecek-6139744/
Bu gün köşemde, ülkemizin en saygın bilim insanlarından birini, Prof. Dr. Ahmet Saltık‘ı konuk ediyorum.
Değerli hocam, “Korona aşılamasında öncelik kimlerde olmalı” sorumuza geniş bir perspektiften bakarak, üzerinde önemle durulması gereken şu cevapları veriyor:
***
Bilim emekçilerinin KOVİT-19 için aşı geliştirme ve üretmeye oldukça yaklaşması kuşkusuz çok sevindirici. Üstelik tarihte görülmemiş ölçüde kısa sürede ve yepyeni bir teknoloji olan m-RNA üzerinden. (Türkiye’de yerli – milli aşı geliştirme çabaları ölü virüse dayalı..). Doğallıkla, hemen ardından, salgının çok yakıcı olduğu bu dönemde, 7.8 milyarı aşan muazzam dünya nüfusunun tümüne (aşı karşıtlarını da katarak!) hemen yetişmeyeceği için, sınırlı aşı üretiminin hangi önceliklerle kullanılacağı sorunsalı öne çıktı. Üstelik 2-3 hafta ara ile 2 doz aşıla(n)ma gerekli.
Kuşkusuz, bu sorunsalı aşmada birtakım bilimsel tıbbi – epidemiyolojik verilere, ölçütlere ve Tıp Etiği ilkelerine gereksinimimiz var. Hastalığa yakalanma ve ağır sonuçlarıyla karşılaşma riski en başta dikkate alınmalı. Bu bağlamda riskli toplum kümelerinin belirlenmesi ve önceliklenmesinde Epidemiyolojik stratejiler temel yol gösterici olmalı. Sağlık sorunu (dar anlamda hastalık) kimde / nerede / ne zaman görülüyor sorusu Epidemiyolojinin klasik 3’lüsüdür (triad). KOVİT-19 için bu soruların yanıtları hemen hemen bellidir. Tüm Dünyada, eşzamanlı ve tüm yaşlarda, her 2 cinsiyette.. görülmektedir. Ancak bu soru ve yanıtları yeterli değildir. Hastalığa yakalananların meslekleri ve sosyo-ekonomik statüleri son derece belirleyicidir, elimizde bu bağlamda yeter veri birikmiştir. Öte yandan, hastalığın sonuçları bir başka temel ölçüttür. KOVİT-19 kimlerde daha çok öldürücü, iz (sekel) bırakıcı – engelli kılıcıdır? Dr. Alfred Grotjhan, 105 yıl kadar önce değindiğimiz ölçütleri tıp dünyasının önüne koymuştu Sosyal Patoloji adlı kitabında.
Neleri dikkate alabiliriz?
Aşının etkinliği ve değişik yaş ve risk kümelerinde yarattığı bağışık yanıtın gücü, özelliği.
Değişik yaş ve risk kümelerinde aşı uygulamasının güvenliği.
Aşının, KOVİT-19’a yakalanmada ve hastalığı yaymada önleyici etkinliği.
SARS-CoV-2 virüsünün (yeni koronavirüs, KOVİT-19 etkeni) ilgili ülkede bulaşma dinamiği
KOVİT-19’un Epidemiyolojik, Mikrobiyolojik ve Klinik özellikleri.
*** İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, pek çok uluslararası insan hakları metinleri, UNESCO Etik Kodları ve ulusal hukuk sistemleri tüm insanların sağlık hizmetlerine erişimlerini hakkaniyet temelli eşitlik zemininde tanımlamaktadır. Burada söz konusu olan herkesin tam eşit olduğu ideal ve olanaksız bir durum değildir; herkese hak ettiğini verme söz konusudur. “Herkesin hak ettiğini” belirleme ise, zorunlu olarak bir öncelikleme içermektedir. Küresel ölçekte tartışmalar bu eksendedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) doğallıkla bu zor – nazik süreçte de üzerine düşeni yapma çabasındadır.
AKILDA TUTULMASI GEREKENLER
Erkeklerde hastalık kadınlara göre daha ölümcül gitmektedir.
Kimi Siyahlarda ve azınlık etnik kümelerde hastalık daha ciddi seyretmektedir.
Nüfus yoğunluğu, kırsal kesime göre hastalık riskini büyütmektedir.
(HER AİLEYE 1 ÇOCUK!)
Toplum bağışıklığına asla dayanılamaz; hastalığı geçirerek sağlanan doğal bağışıklığın süresi ve gücü belirsizdir. %3 ölüm oranı kabulüyle, önümüzdeki yıllarda 300 milyonu aşkın ölüm kabul edilemez!
Alt sosyo-ekonomik kesimler, yoksullar, işsizler, olumsuz – kalabalık konut koşulları, yetersiz – dengesiz beslenme doğrudan risk etmenleridir ve bu insanlar daha çok hastalanıp ölmektedir.
DSÖ kaynakları, uluslararası yazın ve Ülkemiz verilerinden kalkarak, “içinde bulunduğumuz aşamada” (Epidemiyolojik verilere göre zamanla değişebilir) aşağıdaki öncelik listesi önerilebilir:
ÖNCELİKLİ RİSK KÜMELERİ KİMLERDİR?
Bakımevlerinde kalan yaşlı erişkinler onlara hizmet verenler
80 yaşını aşkın tüm insanlar ve sağlık, sosyal hizmet çalışanları
75 yaş ve üstü insanlar
70 yaş ve üstü insanlar
65 yaş ve üstü insanlar (Türkiye’de %9,1 dolayında; yaklaşık 8 milyon, TÜİK, 2019 sonu)
65 yaş altında yüksek riski olanlar (ek süregen hastalığı olanlar, organ aktarımı yapılmış olanlar, bağışık sistemi baskılanmış olan, kanserli, diyaliz hastaları, KOAH, önemli organ yetmezliği)
65 yaş altında orta derecede riski olanlar (DM, hipertansiyon, kalp yetmezliği..)
60 + yaş herkes
55 yaş üstü herkes
Toplumun geri kalanı (önceliklerine göre kümelenerek)
***
Öte yandan, önümüzdeki aylarda uygulamaya girebilecek olan aşıların gerçek koruyucu güçlerinin ve beklenebilecek olumsuz etkilerinin ancak uzun erimde, yıllar içinde netleşeceğini vurgulayalım. Açıklanan %90-95 koruma oranı henüz “deneysel” verilerdir. İlk dozdan 28 gün sonra bağışık yanıt başlayacaktır. Virüsün mutasyona uğraması durumunda grip gibi her yıl aşılanma gerekebilecektir, ayrıca aşı etkinliği azalabilecektir. Şimdilik, beklenen 2 aşının salt hastalığın ağır geçirilmesini önlemeye dönük olduğu, toplumsal yayılma üzerinde beklenen düzeyde etkili olmadığı akılda tutulmalıdır. Lojistik altyapıda ciddi sorunlar vardır. Maliyet bir başka ciddi sorundur. 1 dozun 30 Doların altına en azından şimdilik inemediği görülüyor. Türkiye’de nüfusun yarısı olan 45 milyona 2 kez aşı 90 milyon doz gerektirir ki, toplam bedel 3 milyar Dolara yaklaşmaktadır ve ciddi tutardır. Önümüzdeki 1 yılda dünya nüfusunun yarısının aşılanabilmesi olanaksız gibidir. Dolayısıyla kısa erimde salgından başımızı kurtarma olanağı yoktur. En az 1 yıl daha, SOSYAL DEVLET desteği ve toplumsal – küresel dayanışma ile klasik korunma önlemlerine (maske – korunma uzaklığı – hijyen) daha da özenle sarılmak zorundayız. DSÖ, dünya genelinde adil dağıtım (fair allocation) için çok çaba harcıyor. Yoksul ülkelerin akçalı (mali) olarak desteklenmesini öneriyor. Türkiye’de de aşılama önceliklerinin kesinlikle saydam, katılımcı, bilimsel ve etik ilkelere dayalı, hakkaniyetli olması kaçınılmazdır.
Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü açılmalı ve aşıda ulusal özyeterlik sağlanmalıdır.
Bu arada, DSÖ uyarısıyla, BM’in öncülüğünde, tüm dünyada 14 günlük eşzamanlı bir TAM KAPANMA son derece yararlı ve gerekli gözükmektedir.
Uluslararası DAYANIŞMA anahtardır!
Sevgi ve saygı ile. 25 Kasım 2020, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIKMD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter @profsaltik
Amerika’yı en iyi bilen diplomattan çarpıcı tespit
PKK ile müzakere toplumsal kırılmaya yol açar
Elekdağ, “PKK’nın çatışmayı tırmandırdığı bir ortamda hükümetin müzakereye girişmesi devletin, PKK’nın hakimiyetini kabul ettiği anlamına gelir. Bu bölünmeden de tehlikeli” dedi.
Sevgili okurlar,
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, partisinin kon gresinde, yeni Oslo süreci konusunda televizyonlarda söylediklerine açıklık getirmesi bekleniyordu. Zirve yapan PKK terörüyle mücadelede bir yol haritası sunması da beklentiler arasındaydı. Ancak Erdoğan, beklentilerin aksine, bu sorunlara hiç değinmedi. Ben de bunun nedenini, 6 yıl süreyle Dışişleri Bakanlığı Müşteşarlığı, 10 yıl da Washington Büyükelçilği görevlerinde bulunan, Şükrü Elekdağ’a sordum. Çünkü daha önce yaptığımız söyleşilerde Sayın Elekdağ’ın dile getirdiği tüm öngörüleri aradan geçen zaman doğruladı.
İşte bu bilge insana yönelttiğim sorular ve çarpıcı yanıtlar:
UĞUR DÜNDAR (UD): Sayın Elekdağ, bazı değerlendirmeleriniz bir başkası tarafından yapılsa, komplo teorisi olarak görülebilir… Ama güven verici saygın kimliğiniz nedeniyle siz konuşunca taşlar zihnimizde yerli yerine oturuyor, ufkumuz açılıyor. Başbakan Erdoğan’ın, kongredeki konuşmasında yeni Oslo sürecine hiç değinmemesini
nasıl değerlendiriyorsunuz?
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ (ŞE): Türkiye açısından varoluşsal nitelikte ve ulusal çıkarları tehdit eden yakıcı sorunlar olmaları nedeniyle, Başbakan’ın bu konularda AKP’nin “tarihi” kongresinde doyurucu açıklamalar yapması zorunluydu. Bu husustaki beklentiler de yüksekti. Bu nedenle, Başbakan’ın bu sorunlara değinmemesi hem düş kırıklığına,
hem de kongre için “dağ fare doğurdu” şeklinde değerlendirmeler yapılmasına yol açtı. Başbakan Erdoğan kongreden önceki günlerde TV kanallarında yaptığı söyleşilerde Öcalan ile yeniden görüşme yapılabileceğini açıkça ifade etti. Bu sözleri, PKK’nın terörü tırmandırmak ve şiddeti giderek yaygınlaştırmak suretiyle AKP iktidarını sıkıştırdığı bir ortamda söylemesi büyük bir talihsizlikti. Çünkü, bu konjonktürde devletin PKK ile masaya oturmak istemesinin, pes etmekten başka ne anlamı olabilir? Bu itibarla Başbakan’ın, ülkenin ulusal onur ve gururunu yaralayıcı bir nitelik taşıyan bu sürece temas etmesi, hamasi dozu çok yüksek konuşmasına ters düşecekti. Nitekim Başbakan konuşmasında, “Biz bu ülkenin şehitlerine mahçup olmayacağız, bu ülkedeki şehit analarının, şehit babalarının başlarının öne eğilmesine asla müsaade etmeyeceğiz.” diyerek, terörle mücadelede taviz verilmeyeceğini vurgulayan bir yaklaşım benimsedi.
UD: Başbakan’ın kongrede terörle mücadele konusunda bir yol haritası sunamamasını nasıl izah ediyorsunuz?
ŞE: Başbakan “İmralı ile görüşülür” deyince daha önceki beyan ve tutumlarıyla açıkça çelişkiye düştü. Anımsanacağı üzere, Habur ve Oslo süreçleri gibi yollarla hükümet tarafından gösterilen uzlaşıcı yaklaşımların PKK tarafından sabote edilmesi, Başbakanı son derece öfkelendirmiş ve sert demeçlerine yol açmıştı. Hükümet daha sonra açıkladığı “10 maddelik yeni strateji” ile Öcalan’ın veya PKK’nın muhatap alınmayacağını ve PKK ile bir daha görüşülecekse, bunun ancak örgütün silah bırakması için olacağını vurgulamıştı. Şimdi, bütün bunlardan sonra, ne değişti de Başbakan PKK ile masaya oturmayı kabul edebileceğini söylüyor? Ankara’ya meydan okuyan ve terörü tırmandıran PKK’nın silah bırakması söz konusu olamayacağına göre, Başbakan hangi gerekçeyle müzakere sürecini başlatacak? PKK’nın Şemdinli’de cephe savaşı yapmaya cüret ettiği, çatışmayı tırmandırmaya ve yurt sathına yaymaya çalıştığı bir ortamda hükümetin PKK ile gizli veya açık müzakereye girişmesi, devletin PKK’nın hakimiyetini kabul ettiği anlamına gelir. Böyle bir durum toplumsal kırılmaya yol açar ve Türkiye’yi bölünmeden de öte çok tehlikeli bir girdaba sürükler.
“10 maddelik yeni strateji”nin öngördüğü bir husus da şöyleydi:
Terör örgütü sindirilecek ve bu suretle Güneydoğu’da ve diğer bölgelerde yaşayan Kürt vatandaşlar PKK ve KCK’nın baskısından kurtarılacaktı. Böylece PKK tutsaklığından azat edilmiş Kürt toplumu muhatap alınarak sorun çözülecekti. Ama, Hükümet’in Suriye politikası nedeniyle PKK sindirilmek şöyle dursun bilakis güçlendi ve bu proje suya düştü. Yani, AKP Hükümeti’nin terörle mücadele stratejisi yok…
ŞE: PKK terör örgütünün, askeri karargahı, lojistik üssü ve güvenli bölgesi veya “cephe gerisi üssü” Kuzey Irak’tadır. Teröristler cinayetlerini burada planlıyor, sınırı geçip askerlerimizi ve sivil vatandaşlarımızı öldürdükten sonra da üslerine geri dönüyorlar. PKK’nın Türkiye’ye karşı sürdürdüğü savaşta, Türkiye cephe, Kuzey Irak da “cephe gerisi üs”tür. Eğer cephe gerisi üs olmazsa, PKK türü terör örgütleri yaşamlarını kesinlikle sürdüremezler. PKK’nın Hakkari/Şemdinli’de askere karşı gösterdiği direnç ve Türkiye içinde cinayetlerini tırmandırabilmesinin nedeni, Türkiye-Irak sınırı boyunca Irak topraklarında bir dizi kampının bulunmasındandır. Türkiye sınırından başlayarak 5 ila 25 km genişliğinde bir şerit içinde yan yana dizilmiş olan Haftanin-Metina-Zap-Avaşin-Basyan-Hakurk kampları, PKK tarafından Türkiye’ye saldırı için bir tramplen olarak kullanılmaktadır. Türkiye’nin PKK terörünü tasfiye etmesinin birinci şartı, bu terör yuvalarını imha etmektir. Aynı şekilde uçar birliklerle yapılacak hava/kara operasyonlarıyla Kandil’deki PKK hedeflerinin sürekli vurularak PKK’nın dokunulmazlık ve güven duygusu ortadan kaldırılmalıdır. Uluslararası hukuk Türkiye’ye bu operasyonları yapma hakkını vermektedir. K. Irak’taki PKK mevcudiyeti tasfiye edilmeden Türkiye ne terör sorununu, ne de Kürt sorunun çözebilir.
UD: Operasyonları neden yapamıyoruz?
ŞE: Başbakan Erdoğan, bu yılın nisan ayında ABD’den dönen Barzani’nin Türkiye’yi ziyareti sırasında Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin PKK’yı topraklarında barındıramayacağını açıklamış ve Barzani’ye şu üç seçeneği tanımıştı:
1) Ya Barzani kendi gücüyle PKK’yı tasfiye edecekti.
2) Yahut bunu Türkiye’nin yardımıyla yapacaktı.
3) Yahut da, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Kuzey Irak topraklarına girerek PKK’nın buradaki mevcudiyetine son verecekti. Ne var ki Başbakan bunu hayata geçirecek siyasi cesareti gösteremedi.
UD: Hükümetin bu siyasi zafiyete düşmesi neden ileri geliyor?
ŞE: Büyük müttefikimiz ABD, TSK’nın Kuzey Irak’ta kara harekatı yaparak PKK’yı tasfiye etmesini engelliyor. Çünkü Washington, Ortadoğu stratejisinin öngördüğü hedeflerin gerçekleştirilmesinde bir aparat olarak PKK’ya ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle de PKK’nın tasfiyesine yanaşmıyor. Bir yandan da Türkiye’ye PKK’yla müzakere ederek soruna siyasi bir çözüm bulmayı dayatıyor. Söylediklerime açıklık getirmek için 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’de reddinden sonraki dönemde ABD’nin Türkiye’ye karşı izlediği politikaya bir göz atalım:
1 Mart tezkeresinin TBMM’de kabul edilmemesi üzerine ABD, Türkiye’yi cezalandırma yollarını aramış ve bu amaçla ilk aldığı karar, Kuzey Irak’ta konuşlanmış olan PKK unsurlarını hedef listesinden çıkarmak ve Barzani’nin terör örgütüne kol kanat germesine yeşil ışık yakmak olmuştur. ABD, 2003-2007 arasında da TSK’nın Kuzey Irak’taki PKK karargah ve kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasını önleyerek PKK’nın canlanıp güçlenmesine fiilen katkıda bulunmuş ve terör örgütünün hamiliğini yapmıştır. 2007 Kasım ayından başlayarak ise ABD, terör örgütünün tasfiyesinde Türkiye’nin yanında yer aldığını alây-ü vâlâ ile açıklamış ve hava operasyonları için istihbarat vermeyi kabul etmişse de, sağladığı istihbarat, terör örgütünün vurucu gücüne fazla zarar vermeme esasına göre ayarlanmıştır. Gerçekte, ABD, Türkiye’nin Kuzey Irak’a göstermelik hava operasyonları yapmasına izin vererek, Türk kamuoyunun gazını almayı hedeflemiştir. Bu şekilde terörle mücadelede, tabir caizse ağacın ince dalları budanmış, fakat gövde ilerde daha gür dallar çıkaracak şekilde canlı tutulmuştur. Yani, bugünlerde Türk-Amerikan ilişkilerinin altın devrini yaşadığını sık sık dile getiren Washington, Türkiye’nin altını oyuyor. ABD’nin bu tutumu, Ortadoğu’ya yönelik stratejik vizyonundan kaynaklanıyor. Bu vizyon uzun vadede bölgede ABD’nin veli-nimeti olacağı bir jeopolitik Kürt bölgesinin oluşturulmasını öngörüyor…
UD: Yani kıral çıplak ama Türk kamuoyu bunu görmüyor.
ŞE: Evet öyle. ABD ayrıca, silahlı bir PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanmak için bir koz olarak elde tutmak istiyor. ABD, Türkiye gibi bölge dengelerini etkileyebilecek potansiyelde bir devlet üzerinde, özellikle Ortadoğu’nun yeniden yapılanma sürecinde, kontrol sahibi olmak ve buna imkan verecek araçları elinde tutmak ister. Soğuk savaş döneminde Washington Türkiye’yi istediği gibi yönlendirebileceği iki etkili araca sahipti. Bunlardan birincisi Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan tehdit, ikincisi de Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımdı. Halen bu 2 araçtan da mahrum olan Washington, Türkiye’nin kontrolü için bir araç olarak PKK’yı elinin altında tutma zorunluluğunu duyuyor. ABD’nin Ortadoğu stratejisinin 3 temel hedefini; 1) Enerji havzalarının ve petrol taşıma yollarının denetimi, 2) İran’ın bölgede kendisine direnecek ve meydan okuyacak bir hegemon devlet olarak yükselmesinin önlenmesi ve 3) İsrail’in güvenliğinin sağlanması oluşturuyor. Bu amaçları doğrultusunda, ABD, İran’ı dengeleyecek bir ağırlık teşkil etmesi nedeniyle, Türkiye’yi yanına çekmeye büyük önem veriyor. Bu nedenle Washington, PKK kozunu insafsızca kullanarak AKP Hükümeti’ni İran ve Suriye politikasını değiştirmeye ve ABD’ninkiyle uyum haline getirmeye zorladı. Bunda da başarı sağladı. Buna rağmen ABD, hâlâ PKK’yı gözden çıkarmıyor. Bunun sebebi de, Ortadoğu ve Arap aleminde saygınlık ve liderlik arayan Başbakan Erdoğan’ın dış politikasının merkezine Filistin davasının sahipliği ve “İsrail düşmanlığını” oturtmuş olmasından, ABD’nin duyduğu kuşku ve kaygıdır. Bu nedenle Washington, İslamcı bir AKP iktidarının hesapsız kitapsız çıkışlarının ABD’nin Ortadoğu stratejisine ters düşmesini engellemek ve İran’a karşı yapılması mutasavver bir harekatta Türkiye’nin desteğinden azami ölçüde yararlanmak amacıyla PKK’nın saf dışı bırakılmasını arzu etmiyor.
UD: Biraz önce, terör zirve yaparken PKK ile müzakereye girişilmesinin Türkiye’yi tehlikeli bir girdaba sürükleyeceğini söylediniz. Bunu açar mısınız?
ŞE: AKP Hükümeti’nin sözde “açılım politikası”nı uygulamaya koymasından bu yana, Türkiye’de Kürt sorununa çözüm arayışlarının sürekli PKK merkezli bir çizgide cereyan ettiğini görüyoruz. Bu ortamda PKK/BDP tarafından Kürt sorununa çözüm olarak bazı öneriler hükümete dayatılmak istenmiştir. Bunlar şöyle tanımlanabilir:
1) Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması,
2) Anadilde eğitim hakkı,
3) Özerk yönetim,
4) Ekonomik kalkınmanın sağlanması,
5) Seçimlerde barajın kaldırılması,
6) Genel af sağlanması,
7) Öcalan’ın bir süre ev hapsinden sonra serbest bırakılması.
UD: Sayın Elekdağ teşekkür ederim.
ŞE: Rica ederim. Ben teşekkür ederim Sayın Dündar.
TÜRKLER’İN % 75′İ ‘APO ASILMALI’ DİYOR
2009’dan bu yana terörün Türkiye’de yoğun bir tartışma alanı bulmasına karşın ülkenin yüzde 90’ını oluşturan Türk kitlenin görüşleri tümüyle ihmal edilmiş ve söz konusu önerilere tepkisinin ne olduğunun araştırılmasına lüzum dahi görülmemiştir. Ancak, bu konuda 2011’de yapılan gayet güvenilir bir kamuoyu araştırması, Türklerin ekonomik kalkınma hariç PKK/BDP tarafından ileri sürülen tüm çözüm önerilerine kuvvetle karşı çıktıklarını ve soruna çözüm olarak terörün yok edilmesinden başka seçenek görmediklerini ortaya koymuştur. Gerçekte bu araştırmanın bazı bulguları ezber bozucudur.
UD: Peki bu kamuoyu araştırması kim tarafından yapılmış?
ŞE: Özel bir müşteri için yapılan bu araştırmanın hangi şirket tarafından gerçekleştirildiğini izin verirseniz açıklamayayım. Ancak araştırmadaki bu bulgulara göre, Türkler bugün dahi Öcalan’ın asılmasını istemekte (%75), Kürtlere bugünkünden daha fazla hak ve özgürlük verilmesinin iç savaşa ve Türkiye’nin bölünmesine yol açacağına inanmakta (% 75), çözüm için Öcalan ile görüşülmesine kuvvetle karşı çıkmakta (% 83,1), PKK’ya genel af çıkarılmasını kabul etmemektedirler (% 81,3). Araştırma aynı zamanda Türklerin, Kürtlere özerklik tanınmasını şiddetle reddettiklerini (%de 95), anadilde Kürtçe eğitime izin verilmesine karşı olduklarını (% 73,1), belediye, hastane ve mahkeme gibi kamusal alanlarda Kürtçe hizmet verilmesini, camilerde Kürtçe hutbe ve vaaz okunmasını istemediklerini (% 87), ortaya koymuştur. Bu bulgular, AKP Hükümeti’nin bugünün koşullarında PKK/BDP ile açık veya örtülü bir müzakere girişiminde bulunması halinde, Türk milliyetçiliğinin kabaracağını ve çok sert bir şekilde bu inisiyatife karşı koyacağını göstermektedir. Bu gerçekler ışığında iktidara tavsiyemiz, ikinci Oslo sürecini başlatma kararını gözden geçirmesidir.