Etiket arşivi: İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi

Savunma hakkı kutsaldır

Savunma hakkı kutsaldır

Yekta Güngör Özden Biyografi.info.

Yekta Güngör Özden
SÖZCÜ, 21 Eylül 2020

Öncelikle kutsallığı inanç-din bağlamında değerlendirerek anlamlandırmak kavramı sınırlamak, anlamını daraltmak olur. Sözcüğü değindiği konu, çözmeyi amaçladığı sorunla ilgili açıklamak ilgi bağı yönünden daha uygundur. Kutsallık mutlak ve yalnız inanç alanıyla ilgili değildir. Varlığı, niteliği, yapısı, değeri nedeniyle önem taşıyan, özen ve duyarlıkla sözü edilenler kutsallıkla anılabilir. Üstünlük, özellik, değer ölçüleri yönünden özgünlüğü olanlar bu kapsamdadır. Dokunulmazlığı, saygınlığı, yaşam ve özgün değerler yönünden belirgin ayrıcalığı olanlar da böyledir. Yurdun, bayrağın tartışılmaz özellikleri için olduğu gibi. Savunma, yaşam, hak ve adalet güvencesidir.

İnsan varlığını, yaşamını, sağlığını, haklarını, özgürlüklerini doğrudan ilgilendirdiğinden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi‘nin

  • İnsanın istibdat (baskıcı düzen) ve baskıya karşı son çâre olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması esaslı bir zaruret olması..

diyerek önemi vurguladığı, ayrıntılarını 1, 8, 10, 11, 19’uncu; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi‘nin de 5, 6, 7 ve 10’uncu maddelerinde güvenceye aldığı haklar, yaşamsal değerlerin hukuksal dayanaklarıdır.

Ulusal hukukumuzda Anayasa‘nın 12-15’nci ile 17-27’nci ve 35-39’uncu maddelerinde öngörülen haklar ve özgürlükler, 41, 57 ve 61’inci maddelerindeki sosyal haklardan sonra 66-74. maddelerde belirlenen siyasal haklar, ulusal yaşamın dayanaklarını oluşturmuştur.

Ceza yasalarında haklara ve özgürlüklere karşı işlenen suçlar için öngörülen cezalar, yöntem yasalarında da hakların kullanılmasına ilişkin düzenlemeler yer almaktadır. Başta anayasal düzen olmak üzere birey ve toplum yaşamına yönelik suçlar için öngörülen cezalarla disiplin cezasına kadar uzanan ayrıntılar yasalarda yer almaktadır.

1963 yılında Türkiye Baro Başkanlarının düzenlemeye başladıkları Avukatlık Kanunu Tasarısı’na 1965-66 yıllarında Ankara Barosu Genel Sekreteri iken son biçimini verdiğim metni Baro Başkanımız Avukat Saffet Nezihi Bölükbaşı’nın başkanlığındaki bir kurulla Adalet Bakanı Hasan DİNÇER’e sunmuştuk. İktidarın TBMM’ne taşıdığı bugün kimi değişikliklerle uygulanmakta olan 1136 no.lu Avukatlık Yasası‘nın yürürlük süreci böyle gelişmiştir. Temelde ve genelde savunma mesleği olan avukatlığın günümüzdeki meslek yapısı Barolara yönelik olumsuz girişimler, devletin temeli olan adaleti gerçekleştirme ve yaşama geçirme çalışmalarına gölge düşürecek birer sapmadır. Siyasal duyumsuzluklar ve çirkin partizanlıklarla meslek örgütünü yanlı ve etkisiz duruma düşürmek bağışlanmaz büyük kusurdur. Nasıl kimi avukatların bir siyasal parti genel başkanını ziyaret edip ayrı baroyla yanlılıklarını açıklamaları yanlış ötesi sakıncalı ise, yurttaşların partilerine göre avukat isteyip bulmaları da o ölçüde olumsuzdur. “Parti Baroları” olmasa bile “Partili Baro”lar mesleğe ihanet, adalete saygısızlıktır.

Siyasal tarih, nice olaylardaki savunma hakkı anlatımlarıyla doludur. Yaşamı sona erdiren kararların savunmaya verdiği olanak ile hiç savunmasız ölüm uygulamalarının duyurduğu tepkiler, sorunun önemini ortaya koyan insanlık özlemleridir. Yaşam hakkının en belirgin, en önemli öğesi olan savunmaya ilişkin Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Ali SİRMEN 4.9.2020 günlü yazısında savunma kurumundaki çalkantılara değinerek konunun önemini ve değerini duyuruyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı Robert SPANO 3.9.2020 günü Ankara’da verdiği demeçte

  • Hukuk üstünlüğü ilkesi, bize yol gösteren, ileriye gitmemizi sağlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin parlak yıldızı, kutup yıldızıdır.
  • İktidardaki kişiler mahkemeleri kontrol edemez.
  • Yasalar yalnızca halka değil, gücü elinde bulunduranlara da tartışmasız uygulanmalıdır.
  • Yasaların üstünde hiç kimse yoktur.”

diyerek konunun özelliğini vurgulamıştır. Kimi zaman, kimi durumlarda “son söz” olan savunma, yaşamın noktalanmasıdır.

 

Yargısal İsteksizlik

Yargısal İsteksizlik

24.04.2020, Prof. Dr. Ersan ŞEN
http://yeniyaklasimlar.org/?d=10746

65 yaş ve üstü ile 20 yaş ve altında olanlara sürekli, diğer bireylere aralıklı uygulanan sokağa çıkma yasakları veya kısıtlamaları hukuki temelden yoksundur. Anayasa m.6/3’ün ikinci cümlesine göre; “Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”. Anayasa m.11, Anayasanın bağlayıcılığını ve üstünlüğünü ortaya koymuştur. Kanun ve her türlü tasarruf, Anayasaya uygun olmak zorundadır. Uluslararası sözleşmeler ise, Anayasa m.90’a göre iç hukukta usule uygun kabulle yürürlüğe girebilir. Bizce Anayasa m.90/5, kişi hak ve hürriyetleri bakımından Anayasaya nazaran daha fazla kısıtlama öngören uluslararası sözleşmelerin dayanağı olamaz. Ülkemizde; seyahat hürriyetine ve sokağa çıkma yasağına dayanak olabilecek İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne Ek 4. Protokol Türkiye Cumhuriyeti yönünden henüz bağlayıcı olmadığından, bu Protokolün “Serbest dolaşım/seyahat özgürlüğü” başlıklı 2. maddesinin 2. ve 3. fıkralarında yer alan sınırlama sebepleri, Anayasa m.90/5 tartışmasına bile girmeksizin uygulanamaz. Anayasa m.119 gereğince olağanüstü hal ilan edilmediğinden, Anayasa m.15’de ve İHAS m.15’de öngörülen kısıtlamalara da başvurulamaz.

Kısıtlamalarda; Anayasa ve yasal dayanağı eksik veya yetersiz olan İçişleri Bakanlığı genelgelerinden ve bazı zamanlarda valiliklerin duyurularından veya genelgelerinden hareket edildiği, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nda yer alan “kamu sağlığı” ve “kamu düzeni” kavramlarının esas alındığı, ancak yasal dayanak olarak gösterilen bu düzenlemelerde, yazımıza konu kısıtlamaları gösteren ve bu konuda karar alıp ilan eden idari mercileri yetkili kılan, Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13. maddesine uygun açıklıkta hükümlerin bulunmadığı, en önemlisi de bazı kişi hak ve hürriyetlerine getirilen bu kısıtlamalara esas alınan “üstün kamu yararı” kriterinin, Anayasa m.13 (temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması), 17 (yaşama, maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı), 19 (kişi hürriyeti ve güvenliği) ve 23’de (yerleşme ve seyahat hürriyeti) yeterli karşılığının olmadığı, yani yukarıda yer verdiğimiz açıklamalar ışığında, olağan hukuk düzeninde belirttiğimiz Anayasa maddelerinin, bir an için kısıtlamaların ve bu kısıtlamalara uymayanlara yaptırım tatbikinde mevcut yasalarda yeterli hukuki dayanağın bulunduğu iddia edilse bile, bu kısıtlamalar ile tatbik edilen yaptırımların Anayasa karşılıklarının olmadığı, ortada Anayasaya aykırılığın bulunduğu, kaldı ki bahsedilen yasal dayanakların da Anayasa m.13’e uygun açılıkta sınırlamalar içermediği, İHAS m.2 ve 5’in de “üst norm” olarak yetersiz kaldığı görülmektedir.

Kovid 19/Çin Virüsü tehlikeli salgın hastalık nedeniyle tatbik edilen yasak ve kısıtlamalarda “meşruiyet” temelli gidildiği, fakat bunların Anayasa ve yasal karşılıklarına yeterli bakılmadığı, tartışılmadığı ve hatta işin bu tarafının önemsenmediği anlaşılmaktadır.

Yasak ve kısıtlamaların neden olduğu iktisadi, sosyal ve psikolojik sorunlar bir yana, şu an “Hak arama hürriyeti” başlıklı Anayasa m.36’ya ve “Etkili başvuru hakkı” başlıklı İHAS m.13’e uygun bir şekilde etkin iç hukuk yolunun olup olmadığı tartışılmalıdır. İç hukuk yollarının teorik ve yasal alt yapısı ile varlıklarında sorun olmamakla birlikte, bunların etkin kullanılması ve hemen sonuç alınması hususuna aynı iyimserlikle bakılamaz. Burada mesele; sadece kamu otoritesinin getirdiği kısıtlamaların ve bunlara uymayanlara tatbik edilen yaptırımların meşruiyet temelli olması değil, ortada bunu aşan bir sorun olmasıdır. Bu sorun; tehlikeli salgın hastalığın, 11 Mart 2020 tarihinden itibaren adliyelerin ve yargı mercilerinin olağan işleyişini aksatması ve maalesef bunun çok ivedi veya acil işler dışında uzun süre devam etmesinden kaynaklanmıştır. Şu an alınan tedbirler bir zorunluluk veya gereklilik olarak gözükse de yargısal faaliyetlere yansıyan isteksizlik, gecikme, başvurmama, başvurulsa bile sonuç alınmayacağına dair oluşmuş genel inanç veya kanaat, yazımıza konu kısıtlamalara veya tatbik edilen yaptırımlara karşı etkili iç hukuk yollarına müracaat konusunda tereddütlerin oluşmasına yol açmıştır. Kanaatimizce adli camianın önemli konularından birisini; tutuklu yargılanan şüphelilerin ve sanıkların durumları olduğu kadar, Anayasal ve yasal dayanağa sahip olmayan tasarruflara karşı yargıya gidilebilmesinin ve bundan da etkin ve hızlı sonuçlar alınmasının nasıl sağlanabileceği teşkil etmelidir.

Gerekçesi ne olursa olsun sınırlamalara ve yaptırımlara karşı başvurulacak etkin iç hukuk yolunda zafiyet veya isteksizlik olursa, “hukuk devleti” ilkesi yıpranır ve zarar görür. İç hukuk yollarının korunması ve etkin kullanılması konusunda tüm yargı teşkilatına ve yargı mensuplarına yükümlülükler düşmektedir. Bu yükümlülük, aynı zamanda hak arama hürriyetini kullanması ve etkin iç hukuk yollarını zorlaması gereken hak sahibi bireylere aittir.

Sonuç olarak; yukarıda değindiğimiz yasak ve kısıtlamalarla ilgili idari yargıya (Danıştay’a veya idare mahkemelerine) ve itiraz kanun yollarına (cezaların iptali için sulh ceza hakimliklerine) başvurulmuş mudur, başvurular hakkında hemen karar verilmiş midir? Hukuka aykırılık iddiaları yargıya taşınmışsa; “bugün git yarın gel” veya “bu aralar gelme, karar vermiyoruz” veya “adliyede kimse yok, gitsek de muhatap bulamayız” denilemeyeceğini göre, tutuklu işlerin görülmesi, tedbir taleplerinin ve bunlara yapılan itirazların, açılan davaların ve haksızlık iddialarının değerlendirilmesi ve başvurular hakkında karar verilebilmesi için, Anayasa m.138’in her durumda işlemesi ve işletilmesi gerekir. Yargısal faaliyetler ve uyuşmazlıkların çözümü ertelenemez, çünkü “geç gelen adalet, adalet değildir”.

Bu gibi durumlarda (etkili iç hukuk yolu bulunmadığı için) acaba doğrudan, yani olağan kanun yolları tüketilmeden Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunulabilir mi? Ancak Anayasa Mahkemesi, iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle red kararı verebilir.

İşin özü; hem uygulamalar Anayasa ve yasa dayanağından, hem de bireyler etkin iç hukuk yollarını tüketme konusunda istekten veya inançtan yoksun gözüküyor. İç hukuk yolları teoride var, ya pratikte etkin mi? Kimse adliyeye gitmek istemiyor, gidilse de sonuç alınabilir mi? Zannederim bu konuda herkesin kusuru var. Evet, tehlikeli salgın hastalığın sebebiyet verdiği ağır sorunlar mevcuttur ve bu sorunların çözümü için ciddi çaba sarf edilmektedir. Ancak bu gerekçe ile birlikte, iç hukuk yollarının etkili kullanılmasının devamının sağlanması lüzumu da bir hakikattir.

And, dil ve ibadet

And, dil ve ibadet

Ömer Faruk Eminağaoğlu

ABC Gazetesi (18.11.2018)

Bir Danıştay kararı ile yeniden gündeme gelen “ulusal and” konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Danıştay üyelerini “fırçalaması”, ulusal andın yazarı ve aynı zamanda ezanı da Türkçeleştiren dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’i Türkçe ezan tartışmaları üzerinden de eleştirmesi, ırkçılık, milliyetçilik, ümmetçilik, Arapçılık tartışmalarını da yeniden alevlendirmiştir.

Ulusal and, yurttaş kimliği ve Atatürk milliyetçiliği

Uğradığı küçük değişikliklerle 1933 ile 2013 tarihleri arasında ilköğretim okullarında okutulan ulusal and, ulus devlet ve Cumhuriyet rejiminin gereği olarak “yurttaş” kimliğinin belleklere kazınması, çağdışı kul ve ümmet kimliğinin dışlanması, reddedilmesidir.

Ulusal Andda vurgu yapılan milliyetçilik, ırkçı, ayırımcı, ötekileştirici değildir. Ulu önder Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” özdeyişiyle, Türk milleti tanımını tüm bu olumsuz siyasal ayrıştırmalardan soyutlamış, çağın gereklerine uygun, birleştirici bir millet tanımı yapmıştır.

İşte Ulusal And’daki milliyetçilik bu tanımın bir yansıması olup, genç bireylere kapsayıcı “Atatürk milliyetçiliğinin” benimsetilmesi amaçlanmıştır. Ulusal And ile ortaya konulan milliyetçilik, gerek ilk yazıldığı dönemdeki düzenlemelere, gerekse bugün Anayasanın “değişmez nitelikteki” başlangıç bölümü ve 2. maddesinde vurgulandığı üzere “Atatürk milliyetçiliğidir.” Atatürk milliyetçiliği, ülkede yaşayan tüm yurttaşların birlik, beraberlik, bütünlük ve eşitliğine dayanan, gelecekte de bu anlayışla bir arada yaşama ülküsünü içeren, farklılıklara saygı gösteren, ulusal birliği esas alan anayasal bir ilkedir.

Anayasada yer alan bu temel ilke, tüm anayasa kuralları gibi bütün siyasi partilerin uymakla zorunlu oldukları temel bir ilkedir. Öte yandan Atatürk milliyetçiliği, CHP’nin “6 Ok” la simgeleşen temel ilkelerinden de ikincisidir. Ulusal Andın tartışmaya açılması bir anlamda siyasal iktidarın ve onun en tepesindeki temsilcisinin Cumhuriyeti ve onun kuruluş ilkelerini tartışmaya açmasından öte, yadsıması, reddetmesi demektir.

Dil, din ve ibadet

Din ve vicdan özgürlüğü, Anayasamızın 24. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 9 uncu maddesinde koruma altına alınmıştır. Bu özgürlük, ulusal ve evrensel düzeyde korunan temel bir insan hakkıdır. Bu hakkın etkin kullanımı ve kötüye kullanılmasının önlenebilmesi için, kişinin ibadetini bildiği, anladığı dilde yapması, devletin de vatandaşına bu ortamı sağlaması esastır. Kişinin anlamadığı bilmediği dilde ibadet yapması veya ibadete zorlanması, her türlü dinsel sömürünün de kaynağıdır.

  • Ortaçağ Avrupasında ortaya çıkan engisizyon, cadı yakma törenleri, haçlı seferi çağrıları, cennetten yer satma uygulamaları, halkın anlamadığı bir dilde inanç ve ibadete zorlanmasının sonucudur.

Geçmişte Vatikan, Latince İncil’in başka dillere çevrilmesine ısrarla karşı çıkmıştır. Yüzyıllarca Papalığın dini sömürüsü altında inleyen, bu uğurda milyonlarcası canından, malından olan Avrupa ulusları Vatikan’ın baskısına boyun eğmemiş, sonunda İncil 1500’lü yıllarda Luther tarafından Almanca’ya, yine Fransız, İngiliz ve Alman krallarının emirleriyle kendi ulusal dillerine çevrilmiştir.

  • Avrupa’da halk okuduğunu anlamaya başlayınca Vatikan ve ruhban sınıfının etkisi kırılmıştır.

Böylece laik yaşam ve aydınlanma hareketi başlayabilmiş, bir anlamda Avrupa (geniş anlamda batı) sanayi devrimini başlatarak bütün yerkürenin siyasi ve kültürel egemeni olmuştur. İnanç ve ibadet özgürlüğü de böylece oralarda körü körüne değil, anlayarak bilerek laikliğe de uygun biçimde, “kendi sınırları içinde” kullanılabilir olmuştur. İslam inanç sistemine göre ibadetin mutlaka Arapça yapılması,  bu bağlamda Kuran ve ezanın Arapça okunması zorunluluğu bulunmamaktadır.

Ezan ve Kuran’ın Arapça okunmadığı, ibadetin yerel dillerle yapıldığı Müslüman toplumlar da bulunmaktadır. Ancak İslam ülkelerinin çoğunda egemen şeriat rejimleri nedeniyle bireyler bu hak ve özgürlüklerini bilmediklerinden ibadetlerini Arapça yapmakta, bu da din sömürüsünü kronik bir soruna dönüştürdüğünden laik bir devlet ve eğitim sistemi oluşturulmasındaki sorunlar ortadan kalkmamaktadır. Bunların sonucu olarak da, en temel demokrasi uygulamalarından uzak, baskıcı, teokratik, emperyalizmin sömürüsüne açık tek adam rejimleri ortaya çıkmakta, bu durum zaten yaşananlardan da görülmektedir.

Hiçbir din yönünden kutsal bir dil ve kutsal bir yazı söz konusu değildir.
Kutsallık, kendi sınırları içinde dinin kendisi için söz konusudur.
Kuşkusuz İslam dini konusunda da kutsal bir dil ve yazı yoktur ve olamaz da.
Arapça ve Arap harfleri de, İslam dini yönünden ne dil ne de harf olarak kutsaldır.
İslam dini vahiy yolu ile gelmekle, “Arap harflerinin” zaten bu yönden ayrı ve özel bir anlamı da bulunmamaktadır.

Bizim tarihimizde de Türkçe ibadet tartışmalarının tarihi Cumhuriyet öncesinde başlamıştır. 1876 Anayasasında Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu belirtilmiş, ezan dahil, Türkçe ibadet tartışmaları yapılmışsa da, yaşama geçirilememiştir. Türkiye Cumhuriyeti akıl ve bilim temeline (aydınlanma) dayandığı, her alanda akıl ve bilimi esas aldığı için ibadetin, din ve vicdan özgürlüğü esaslarına uygun olarak kişilerin bildiği, konuştuğu dilde yapılmasını esas almıştır. Bu devrimci tutum bir ulus kimliği yaratma uğraşısında çağ dışı kalan ve her türlü sosyal, ekonomik gelişmeyi engelleyen ümmet kimliğinin tarihin tozlu raflarına kaldırılması için bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.

Ancak Atatürk başlattığı ve her açıdan desteklediği bu devrimci atılımı sağlığında tamamlayamamış, Onun erken ölümünü fırsat bilen ve faaliyetlerini gizli sürdüren gerici çevreler saklandıkları inlerinden çıkarak bugün yaşadığımız karşı devrimin zehirli ortamını hızla büyütmüşler, sömürü ve kötüye kullanma faaliyetlerinde en çok Türkçe ezan ve ibadeti malzeme yapmışlardır.

Türkiye’de inanç ve ibadette dil

1921 Anayasası dahil tüm Anayasalarımızda resmi dilin Türkçe olduğu vurgulanmıştır. 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla, Türkiye’de gayrimüslim azınlıkların (Avrupa’daki gibi) “kendi dillerinde” ibadetleri güvence altına alınmış, böylece azınlıkların din ve inançları konusuna da (kendi) dilleri yönüyle yaklaşılmıştır. 1924’te çıkartılan bir yasa ile Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış, İslam dininin inanç ve ibadet esasları ile ilgili işleri yürütmek, ibadet yerlerini yönetmek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, bir diğer yasa ile Halifelik kurumu da kaldırılmıştır.

1925’te Atatürk’ün önerisi üzerine Kur’an’ın Türkçeye çevirisi için TBMM’ce karar alınmış, bu iş için bütçeden kaynak ayrılmıştır. Böylece Avrupa’dan tam 400 yıl sonra Türk insanının bildiği dil ile Kuran’ı okuması ve anlaması sağlanabilmiş, bir anlamda geç de olsa Anadolu aydınlanmasının temelleri atılmıştır. 1928’te yapılan Anayasa değişikliği ile devletin dininin İslam olduğu hükmü kaldırılmıştır. Aynı yıl çıkartılan bir yasa ile Harf Devrimi yapılarak bütün resmi kurumların ve her türlü özel hukuk tüzel kişilerinin Latin esasına dayalı Türk harflerini kullanmaları zorunlu kılınmıştır. Böylece Türklerin İslamiyete girmekle başlayan Arap harflerini kullanma dönemi sona ermiştir.

Halkın din ve vicdan özgürlüklerinin bir gereği yani bu özgürlüklerin anlayarak, bilerek kullanılabilmeleri için, Atatürk’ün emriyle 30 Ocak 1932 de Fatih Camisinde ilk Türkçe ezan, 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camisinde ilk Türkçe Kur’an, 3 Şubat 1932’de de Süleymaniye Camisinde ilk Türkçe hutbe okunmuştur.

  • 1937 yılında da çağdaş demokrasilerin, aydınlanmanın ve ilerlemenin vazgeçilmez ilkesi olan laiklik ilkesi anayasamızda yer almıştır.

Atatürk 1923’te Balıkesir’de ilk ve son kez Türkçe hutbe okumuştur. 1932’den bu yana Türkçe hutbe okutulması devam etmektedir. İranlılar Fatiha suresini bile Farsça okurken, “Türkçe namaz” kılınması ise bugüne kadar hiç söz konusu olmamıştır.

Arapça ezan yasağının konulması ve kaldırılması

1932’de çıkartılan bir genelge ile ezanın Türkçe okunması benimsenmiştir. Arapça ezan okunması ise uygulamada TCY’nin 526 ncı maddesindeki “kamu düzenine aykırılık” olarak değerlendirilmiş, bu yönüyle aynı maddedeki “emirlere aykırılık suçuna” ilişkin “genel düzenleme içinde”, hafif hapis veya hafif para cezası yaptırımı ile karşılanmıştır.

1941’de TCY’nın 526’ncı maddesine “ezanın Arapça okunması yasak ve yaptırımı” konusunda ayrıca özel bir hüküm eklenerek, bu konu biraz daha ağır bir yaptırıma bağlanmıştır.

  • 1950’de DP iktidar olduğunda ilk çıkardığı yasa, TCY’deki Arapça ezan yasak ve yaptırımına ilişkin işte bu düzenlemenin kaldırılması olmuştur.

Bu yasa görüşmeleri hakkında CHP bir grup kararı almamıştır. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ve bazı CHP milletvekilleri kabul oturumuna katılmamışlardır. Bu yasa, 10 yıllık DP iktidarı döneminde DP milletvekilleri ve “oturuma katılan” CHP’li milletvekillerinin oybirliği ile kabul ettikleri tek yasa olmuştur. Cumhurbaşkanı Celal Bayar bu yasayı gönülsüzce de olsa onaylamıştır. Arapça ezan hakkında yasak ve yaptırım hükmü kaldırılırken, ezanın Türkçe de okunabileceği ifade edilmişse de o tarihten bu yana aynı zamanda devlet memuru olan Diyanet görevlilerince hiçbir camide Türkçe ezan okunmamıştır.

Bu haliyle uygulama 1932 ila 1950 yılları arasında sınırlı bir uygulama alanı bulmuştur. Ortak dil, ulus kimliğinin bir parçası olmakla, Cumhuriyet devrimlerinin sosyal ve siyasal hayata bir yansıması olarak ezanın Türkçe okutulmasına, siyasal ve tarihsel açıdan yanlış denilemez. Ulus devlet yapılanmasında devletin ve ulusun birlik ve beraberliğinin sağlanması ve devamlılığı için ortak dilin tüm yaşam alanlarında egemen kılınması zorunludur. Bu durum aynı zamanda dini ve onun kurallarını doğru anlayabilmenin de gereğidir.

Aydınlanma ve Türkçe ibadet

Hukuk sistemimizde din ve inanç özgürlüğü de, tüm özgürlükler gibi dil ve harf alanındaki düzenlemelere tabidir. Bu konuda ayrık bir düzenleme söz konusu değildir. Bu uygulama batıdaki aydınlanma sürecinin doğru analiz edildiğini de göstermektedir. Aydınlanmanın ve laikliğin gereği olarak din ve vicdan özgürlüğünün sınırları dışına taşmadan kullanılabilmesi, kötüye kullanılmaması, sömürü konusu edilememesi, ancak yerel, bilinen ve anlaşılabilen dilin kullanılmasıyla olanaklıdır.

Tarihi durum ve mevcut yasal durum gözetildiğinde halen devlet memuru, kamu görevlisi statüsünde görev yerine getiren Diyanet İşleri Başkan ve görevlilerinin Anayasanın resmi dil hükmünden ve Türk harfleri hakkındaki yasadan ayrık tutulamayacakları gözetildiğinde, bu resmi kurum ve resmi görevlilerin de Türkçe ve Türk harflerini kullanmaları gerekmektedir.
Atatürk, tarihten de ilham alarak Türk halkının dinini doğru öğrenmesini istemiş ve bunu uygulamaya koymuştur. Konuya Avrupa’daki aydınlanma sürecini ve dinin kendi tarihimizdeki rolünü gözeterek hep “dil”  boyutuyla yaklaşmıştır.

Atatürk döneminde, Türkçe ibadetin üzerinde durulmuş, din ve inanç özgürlüğü yasaklanmamış, kısıtlanmamıştır. Bu devrimin bir sonucu olarak Türk halkı okuduğunu anlamaya, bilerek, anlayarak din ve vicdan özgürlüklerini kullanmaya başlamıştır. Bu durum asırlardır din sömürüsü ile geçinen, bu sömürüden başka bir beceri ve üretimleri olmayan gerici zümreyi oldukça rahatsız etmiştir. Kubilay olayını yaşatanların, “bilinen dil ile yani anlayarak ibadete karşı olan”, böylece dini sömüren, gericiliği bayrak yapanlar olduğu unutulmamalıdır.

Ziya Gökalp’ın şiirlerine bile konu olan Türkçe ezan konusu, elbette Türkçe ibadet içinde yani bilinen dilde ibadet içindeki bir konudur. Öte yandan Türkçe ezan, bilinen dilde ibadet alanında en çok sömürülen konu da olmuştur. Amaç bilinen dilde ibadeti etkin kılmak olmakla, atılacak adımlarda yeni bir sömürüye yol açılmaması, konuya da zarar verilmemesi özel bir önem taşımaktadır.

Cumhuriyet yüzüncü yılına yaklaşırken Anadolu aydınlanmasının en temel sorunlarından birisi hala din ve ibadet konularında Türkçenin egemen kılınmaması gelmektedir.

  • Batı dünyası aydınlanma konusunda en büyük adımı kendi ana dillerini dini inanç ve ibadet dahil, yaşamın her alanında kullanmakla atmıştır.

Yerel dille, resmi dille ibadeti savunmak, bu hakkın kısıtlanması değil, tersine, bu hak ve özgürlüğün etkin kullanılmasının savunulması demektir. Kuruluş esası dinsel konularda halkı bilgilendirmek ve aydınlatmak olan Diyanet İşleri Başkanlığı nerede ise her dilde ve dünyanın her yerinde yaşayan müslümanları gözeterek örneğin Samoa’da yaşayanlar için “Samoa’ca Kuran çevirisi” bile yaparken, niyeyse aynı duyarlılığı ve bu derece yoğun çalışmayı Türkiye’de yaşayanlar için göstermemektedir.

Özetlemek gerekirse;

Evrensel hukuk normları ve ulusal düzenlemeler dikkate alındığında inanç ve ibadetin her alanında yurttaşların bildikleri dili, Türkçeyi kullanmalarını savunmak, insan haklarının etkin kullanımının zorunlu bir gereğidir. Bunun aksini savunmak ise ne bir suç olarak düzenlenebilir ne de bir yaptırıma bağlanabilir.

Ergenekon Davası Kararı yok hükmündedir!


Ergenekon_karari_yok_hukmunde

 

Dostlar,

Yargıçlar Sendikası‘nın son derece cesur ve hukuksal bakımdan sıkı olduğu anlaşılan tarihsel derecede önemli basın açıklaması aşağıda.

  • Ergenekon Davası Kararı yok hükmündedir!

Biz, hukukuçu olmamakla birlikte, açıklamayı yerinde ver doğru buluyoruz.

Bu açıklama paylaşılmalı, okunmalı.

Temel_haklara_iliskin_evrensel_kurallarin_onceligi

Yargıçlar Sendikası’nın yürekli ve birikimli, yurtsever yargıçlarına teşekkür borçluyuz..

Sevgi ve saygı ile.
13.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Ergenekon Davası Kararı yok hükmündedir!

Yargıçlar Sendikası tarafından yapılan açıklama:

yargiclar_sendikasi_logosu

 

İstanbul 13 ncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin iki yedek üye yargıcı, 10 Ağustos 2013 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki beyanlarında özetle;

 

“Ergenekon davasıyla ilgili olarak dosya içeriği bilinmeden konuşulduğunu, kendilerini eleştirenlerin ‘gerekçeli kararı beklemeleri” gerektiğini, 45 gün boyunca her gün 08:00-21:00 saatleri arasında iddiaları (dosyayı) değerlendirdiklerini,

kişilerin durumlarını hassas terazide tartar gibi tek tek incelediklerini; verdikleri karar noktasında vicdanen çok rahat olduklarını, çok isabetli ve hukuksal bir karar verdiklerini, özellikle son hükmün hazırlık aşamasının çok yoğun geçtiğini,
yoğun hararetli bir müzakere dönemi geçirdiklerini, yedek hâkimler olarak
gerekçeye dönük olarak çalıştıklarını”
 belirtmişlerdir.

Bu beyanlarda iki yedek üyenin, “hüküm öncesinde yaklaşık 45 gün süren müzakerelere, asıl heyeti oluşturan başkan ve iki üye yargıç ile birlikte kendilerinin de katıldıklarını, çok sayıda ağır hapis cezalarını içeren hükmün oluşumuna değerlendirme ve görüşleriyle katkı sunmaları nedeniyle vicdanen çok rahat olduklarını, gerekçeli karar yazımına da katılacaklarını” açıkça ifade ettikleri görülmektedir.

Kamuoyunda “Ergenekon Davası” olarak adlandırılan, bir eski Genelkurmay Başkanı, birçok gazeteci, akademisyen, siyasal parti mensubunun da yer aldığı çok sayıda kişinin, çok sayıda suçtan sanık olarak yargılandıkları davada, 5 Ağustos 2013 tarihinde İstanbul 13 ncü Ağır Ceza Mahkemesi’nce açıklanan karar, gerek nitelik ve içerik, gerekse yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti gibi yönlerden ulusal ve uluslararası alanda birçok tartışmalara neden olmuştur.

ÖZEL GÖREV YÜKLENEN MAHKEMELER

İki yedek üyenin açıklamaları, davanın karar sürecine yönelik olup, anılan kararın içeriğini adli yönden denetlemek kuşkusuz görev alanımız dışında ise de,
bu durum tüzüğümüzdeki amaç ve ilkeleri gözeterek açıklama yapmamıza engel değildir.

Temel haklara ilişkin evrensel kuralların, iç hukukta yasalardan öncelikli olarak uygulanması yolundaki Anayasa’nın 90/son maddesi gözetildiğinde,
taraf olduğumuz İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi‘nde ve BM Kişisel ve
Siyasal Haklar Sözleşmesi
‘nde yargılamanın adil yapılmasına, bunu tam anlamıyla gerçekleştirecek bir mahkemenin varlığına işaret edildiğinden, BM İnsan Hakları Komisyonu‘nca 2003 yılında onaylanan ve HSYK tarafından da 2006 yılında benimsenen BM Yargı Etiği Kuralları‘nda, bir mahkemenin mutlaka

  • “bağımsızlık, 
  • tarafsızlık, 
  • doğruluk ve tutarlılık, 
  • dürüstlük, 
  • eşitlik, ehliyet ve liyakat” 

esas ve ilkeleri çerçevesinde oluşması ve görev yapması gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu kurallarda, anılan ilkelerin mevzuat boyutuyla sağlanmasının yanında,
uygulamada da yaşama geçirilmesi, yine aksi yolda bir algı ve görüntünün de
ortaya çıkartılmaması ayrıca ifade edilmektedir.

Sendikamız; erkler ayrılığına, yargı bağımsızlığına, adil yargılama ve yargı etiği kurallarına aykırı olarak yapılandırılan ÖGM’lerin kaldırmasını, hukuk devletinin,
hukukun üstünlüğünün, meslek kurallarının korunması adına baştan beri
her düzlemde savunmakta olup, somut bir davanın görüldüğü mahkemede görevli
iki yedek yargıcın açıklamaları, faaliyetlerimizin haklılığını bir kez daha ortaya koymuştur. Bu nedenle aşağıdaki açıklamanın yapılmasında yarar görülmüştür:

YEDEK HAKİMLER HÜKME KATILAMAZLAR

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Yasası‘nın (CMY) 250 nci maddesinde düzenlenen mahkemeler, kendilerine özel görev yüklenen ağır ceza mahkemeleridir.

5235 sayılı Yasa’nın 9/3 ncü maddesi uyarınca, ağır ceza mahkemelerinde
bir başkan ve yeteri kadar üye bulunmaktadır ve bu mahkemeler bir başkan ve
iki üye ile toplanmaktadır.

5271 sayılı Yasa’nın 250 nci maddesinde öngörülen özel görevli mahkemelerde
ayrıca yedek yargıçlar da bulunmaktadır. Bu yedek yargıçlar soruşturma sürecinde, yargıç kararı alınması gereken işlere bakmakla görevlidirler. Kovuşturma yani yargılama sürecinde ise bu yedek yargıçlar, yalnızca heyette süreçte boşluk
ortaya çıkabilmesi olasılığı nedeniyle İHAM kararlarından hareketle, yargılamada yüzyüzelik kuralları gözetilerek yalnızca duruşmayı izlemekle yetinmesi gereken yargıçlar olup, bunun ötesinde bir görevleri bulunmamaktadır. Bu durumda yedek yargıçlar, heyette boşluk olduğunda heyete katılırlar, heyette boşluk olmadığında ise
ne heyete, ne müzakereye ve ne de hükme hiçbir biçimde katılamazlar.

CMY’nin 227/1 maddesi uyarınca (hükmün tartışılıp oylandığı) müzakerede
ancak ve ancak hükme ve karara katılacak yargıçlar bulunabilir.

CMY’nin 229/1 maddesi uyarınca, müzakerede mahkeme başkanı,
kıdemsiz üyeden başlayarak oyları ayrı ayrı toplar ve en sonra kendi oyunu verir.

CMY’nin 232/4 maddesi uyarınca da, karar ve hükümler, karar ve hükme katılan yargıçlar tarafından imzalanır.

Yargı bağımsızlığı, yargının dışa karşı bağımsızlığı yanında yargının kendi içinde de bağımsız olmasını, hiçbir biçimde ne içerden ne de dışardan etki altında olmamasını gerektirmektedir.

CMUY’nın 308 nci maddesinde, mahkemenin yasaya aykırı oluşması,
mutlak bir hukuka aykırılık durumu olup,
bu durum da hükmün esastan incelenmesini engelleyen
usulden mutlak bir bozma nedenidir.

Yapılan açıklamalardan, nihai mahkeme hükmünün tartışılıp oylanarak belirlendiği müzakerelere; hükmü veren heyeti oluşturan ve hükmü imzalayan başkan ve
iki üye yargıcın dışında, iki yedek üye yargıcın da katıldığı, bu sürece etki ve
katkıda bulundukları tartışmasız ortaya çıkmıştır.

Hükmün tartışılıp, hazırlanıp açıklanacağı müzakerelere katılma yetki ve görevleri olmayan bu iki yedek üyenin her ne biçimde olursa olsun müzakere sürecine katılmasıyla, iç hukuk ve tüm evrensel hukuk kuralları gözetildiğinde,

yargı etiğine ilişkin tüm kurallara aykırı hareket edildiği,
yine adil yargılama kurallarının ihlal edildiği,
hukuka uygun bir karar ortamının oluşturulmadığı,

böylece kararın açıklanma sürecinde yaşanan açıklık kurallarına aykırılığın da ötesinde
başkaca çok daha büyük aykırılıkların da yaşanmış olduğu, tartışmasız bir biçimde ortaya çıkmıştır.

KARAR YOK HÜKMÜNDEDİR                                 :

Bu durum müzakereyi de kapsamına alan adil yargılama sürecine müdahale ortamını yaratan heyetin, yine müzakereye katılma yetki ve görevleri olmadığı halde müzakereye katılan yedek üyelerin adli, mesleki, disiplin ve etik sorumluluğunu ortaya çıkardığı gibi;

ÖGM’lerin birçok kaldırılma gerekçesinden biri olarak belirtilen bu mahkemelerde;

  • kural olarak adil yargılamanın yapılmadığı, 
  • adil yargılama ortamının bulunmadığı, 
  • ehliyet ve liyakattan bile yoksun kişilerin görevlendirildiğini de 

ayrıca ve bir kez daha doğrulamıştır.
Yargıtay’ın yerleşik uygulamaları itibarıyla bu süreç usulden mutlak bir bozma nedeni olarak ortaya çıkmakta olup, o boyut temyiz süreci ile ilgili bir konudur.

Mevzuat; hükmün oluşturulduğu müzakerelerde, yalnızca karar ve hükme katılacak yargıçların bulunmasına ve hükmün yalnızca onlar tarafından oluşturulmasına
izin vermekte iken; anılan beyanlar, yedek üye yargıçların da bu sürece katıldıklarını
ortaya koymuştur. Sürece başkaca katılan olup olmadığı henüz bilinmemektedir.
Bu biçimdeki bir hükmün,

  • “yasal görev ve yetkisi bulunmayan yargıçların katılım ve katkısıyla oluşturulup, yasaya uygun müzakere edilmiş gibi tutanağa bağlanarak”

açıklandığı verilen beyanlarla ortaya çıktığından; hukuksal temelde müzakere yapılmadan duyurulan karar nedeniyle, hükmün hukuken doğmadığı,
yani “yok hükmünde olduğu” tartışmaları da hiçbir zaman gündemden düşmeyecektir.

Mahkemenin iki yedek üye yargıcının birbirini doğrulayan beyanları,
ulusal ve uluslararası kamuoyunun ve hukuk çevrelerinin gündeminde olan ve
önem atfettiği böyle bir davada bile,
temel hak ve özgürlüklerin bu mahkemelerde nasıl hiçe sayıldığını
çok açıkça göstermiştir.

Özel Görevli Mahkemeler‘de hukukun üstünlüğünden uzaklaşıldığı için
bu mahkemelere her durumda karşı olduğunu açıklayan Yargıçlar Sendikası,

  • bu mahkemelerde adil yargılama ortamının oluşmadığını,
  • hukukun üstünlüğünün ve yargı etiğinin çok açıkça ihlal edildiğinin 

bir kez daha ortaya çıktığını belirterek;

hukukun üstün, etkin ve egemenliği için

Özel Görevli Mahkemelerin bir an önce kaldırılmasını ifade etmektedir.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
(http://www.yargiclarsendikasi.org/Basin_Aciklamalari/Basin_Aciklamasi_1/, 12.8.13)

YARGIÇLAR SENDİKASI YÖNETİM KURULU