Etiket arşivi: “üstün kamu yararı”

Anayasal ve siyasal açıdan Gezi

  • AKP iktidarının kara propagandasına karşılık Gezi hareketi sadece toplumsal bir hakkın kullanımına değil Anayasal gerekçelere de dayanıyor.

TBMM Üyesi, Anayasa Komisyonu CHP Grup Sözcüsü, hukukçu Prof. Dr. İbrahim Ö. Kaboğlu yazdı.

Gezi, zaman ve mekân, anayasal düzen ve yönetim tarzı ışığında elden geldiğince bütüncül bir bakış açısı ile değerlendirilebildiği ölçüde, Türkiye’nin demokratik hukuk devleti yolculuğuna katkı sağlayabilir.

ANAYASAL DÜZEN SACAYAĞI: ÜLKE/İNSAN/DEVLET

ÜLKE:  Kentsel-kırsal ve kültürel çevre, tarihsel-kültürel ve doğal değerler, ülkesel ve/ya çevresel anayasal haklar olarak korunur.

İNSAN: Özgürlük ve haklar, ödev ve sorumluluklar, Anayasa ile özdeştir.

DEVLET: Ülkeyi ve çevreyi, özgürlükleri ve hakları koruma ‘görev, yetki ve sorumluluk’  üçlüsünde; kuralı koyan (yasama) , kuralı uygulayan (yürütme)  ve uyuşmazlıkları çözen (yargı)  olmak üzere erkler ayrılığında somutlaşır.

Ülke/insan ve devlet sıralaması bakımından Devlet, yaşam kaynağı yeryüzü parçası üzerinde hak özneleri olarak insanların gerçekleştirdiği örgütlenmedir.

  • Devletin varlık nedeni, ‘ ülkeyi ve toplumu korumak’.

Anayasa, bu amaçla;

Ülke ve çevre için, önlemek/korumak/geliştirmek,

İnsan hakları için, saygı göstermek/korumak/geliştirmek,

Yükümlülüklerini öngörüyor.

Bu yükümlülükler dizisi, ‘Anayasa neden ekmek, su ve hava kadar önemli?’ sorusunun da yanıtı.

ANAYASASIZLAŞTIRMA VE GEZİ

Görev, yetki ve sorumluluk sahiplerinin yükümlülüklerine ilişkin kuralları ihlâl süreci olarak anayasasızlaştırma, 2013’te görünür hale geldi.

Gezi olayları ile örtüşen anayasasızlaştırma, Gezi’den sonra ivme kazandı:
– 17-25 Aralık 2013 süreci;
– 15 Temmuz (2016) başarısız darbe girişimi ve
– 16 Nisan (2017) Anayasa halkoylaması, (iktidar içi kavga, silahlı kalkışma ve OHAL koşullarında Anayasa değişikliği dayatması)

anayasal düzeni ihlâl ve ilga girişimleridir.

“Gezi’de AVM yapılacak” diyen Başbakan’ın, özellikle 2011 seçimleri ardından hemen her istediğini yaptırdığı dönemdi. Öznel tasarrufları, ikili ihlâller zincirinde şekilleniyordu:

-Ülke, çevre, tarihsel ve kültürel değerler;

-İnsan hakları; yaşam tarzına müdahaleden demokratik hak ve özgürlüklere kadar.

İşte, Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası kamuflajı ile bir AVM inşasının ilk adımı olan ağaçların sökülmesine gösterilen ve çığ gibi büyüyen tepki, siyasal krizleri varlığını sürdürme aracı olarak gören AKP’nin Anayasa dışı yönetimine karşı demokrasinin post-modern mantığı ile verilen toplumsal yanıttır. Gezi açısından Anayasa düzeni neyi ifade eder?

ANAYASAL DÜZEN VE KORUNMASI

Ülke ile ilgili kurallar, ilkeler ve değerler bütünü, Anayasa güvencesi altında.

Türkiye: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” (md.3) kuralı ile vurgulanan, yalnızca ülkesel bütünlük olmayıp, “bütün ülke” ve “ülkenin bölünmezliği” (md.5) vurgusu ile nitelikli bütün ülkedir.

-“Kamu yararı” gerekleri: kıyılardan yararlanma (md.43), toprak mülkiyeti (md.44) ve tarım, hayvancılık (md.45) gibi alanlar, kamu yararındandır.

Tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması: Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korur; bu amaçla düzenleyici ve özendirici tedbirleri alır (md.63).

-Doğal kaynaklar: Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır (md.168).

Ormanlar: Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli yasaları koyar ve tedbirleri alır (md.169).

Planlama: Ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayi ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli biçimde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak Devletin görevidir (md.166).

Kentsel kamu düzeni, “sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak” ve “şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten planlama” yükümlülüklerinde somutlaşır (md.23 ve 57).

Anayasa, aktarılan farklı hükümleriyle bir yandan, kentsel, kültürel ve kırsal çevre üçlüsünde, öte yandan doğal, kültürel ve tarihsel çevre üçlüsünde bütünleşik çevresel bakış lehine yorum için gerekli ögeleri içermektedir.

ÖNLEMEK/KORUMAK/GELİŞTİRMEK

Devletin çevre kirliliğini önleme, çevreyi koruma ve geliştirme ödevi, genel olarak insan hakları karşısındaki üçlü yükümlülüğü ile örtüşür: saygı göstermek, korumak ve geliştirmek.

  • Anayasa madde 56, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı güvencesi olarak üçlü yükümlülüğü öngörür.

Çevre kirlenmesini önlemek: Çevreyi bozan veya çevre üzerinde olumsuz etkilere yol açma riski yaratan faaliyetler (planlama, ilgili kararlar ve uygulamaya koyma) için çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) önkoşuldur.  ÇED uygulaması ve etkililik derecesi, Devletin önleme yükümlülüğünü yerine getirme aracıdır.

Bu anayasal dayanak, yurttaşlara ve sivil toplum örgütlerine, doğayı bozucu etkinliklere doğrudan müdahale hakkını verir; bu eylemlere karşı kolluk güçleri,
kamu düzeni” adına zor kullanamaz.

Çevre sağlığını korumak: Devletin koruma yükümlülüğü, uyumlu ve dengeli bir çevre korumasını da kapsamına almaktadır. Bu yükümlülük, çevre hukukunun farklı alanlarını da kapsar: tarihsel, kültürel ve doğal miras, kıyılar, doğal servetler ve kaynaklar; ormanlar…

Çevreyi geliştirmek: Devletin bu yükümlülüğü, genel dayanağını madde 5’te bulur: “… kişinin hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak”.

  • Önlemek,
  • Korumak ve
  • Geliştirmek

biçimindeki üç aşamalı yükümlülük, Devlet adına karar alan kamu makamları için olduğu kadar, onların denetimi altında faaliyette bulunan özel sektör kuruluşları ve yurttaşlar açısından da geçerli. Kuşkusuz ödev-hak ikilemi, çevre kirliliğinin önlenmesi, ülkenin doğal dokusunun korunması ve çevrenin geliştirilmesi konusunda bireyin konumunu pekiştirdiği gibi, sivil toplum örgütlerinin girişimleri için de anayasal temel sağlamaktadır.

  • Bu anayasal dayanak, yurttaşlara ve sivil toplum örgütlerine, doğayı bozucu etkinliklere doğrudan müdahale hakkını verir; bu eylemlere karşı kolluk güçleri, “kamu düzeni” adına zor kullanamaz.

Zira yurttaşların, kentsel kamu düzeni ve çevresel kamu düzeni adına bekçiliğini yaptığı, nitelikli bir ülkenin bütünlüğüdür. Bu çerçevede kamu yararı, toplum yararının ötesine geçen ve -gelecek kuşaklar dahil- ülkesel yararı da kapsamına alan üst bir kavramdır.

Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının bu çerçevede öne çıkmaları, “mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak” anayasal amacı ile örtüşmektedir (md.135).

 ÖZGÜRLÜK ÖLÇÜTLERİ EKOSİSTEM İÇİN DE GEÇERLİ

Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” (md.13)

Bu genel hüküm ışığında; çevre üzerinde bozucu etki yaratan faaliyetler, çevresel denge ve uyum bakımından ölçülü olup olmadığı ve hakkın özüne dokunup dokunmadığı yönünden irdelenmeli; yaşam hakkının, “sağlıklı ve dengeli çevre” bağlamında çiğnenip çiğnenmediği de araştırılmalıdır.

Denge ve sağlık” kavramları, beşerî varlığı aşan türler olarak hayvan (fauna) ve bitkileri (flora) de kapsamına alır.

Daha genel olarak; Devletin önleme, koruma ve geliştirme ödevini etkili kılmada, “demokratik sosyal hukuk devleti” ilkesi, çevresel düzenlemelerin de genel ölçütü olarak uygulanmalı. Zira katılımcılık, demokratik sosyal devlet ilkesinin gerekleri arasında, çevre korumasında büyük önem taşır.

Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” hükmü de ülke bütünlüğünün niteliksel olarak da korunması gereğini içerir şekilde yorumlanmalıdır.

Yine Devlet, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama yükümlülüğünü, ancak bütünlüğünü güvence altına aldığı nitelikli bir ülkede yerine getirebilir.

Ülkenin doğal, kültürel ve tarihsel mirasını bozan ve yağmalayan düzenleme ve uygulamalara yöneltilen eleştiriler, en geniş fikir ve ifade özgürlüğünden yararlanır (md.25-26, 28 vd.).

Yaşama hakkı (md. 17), özel ve ailevi hayata saygı hakkı (md. 20), mülkiyet hakkı (md. 35), çevre hakkını korumak için dayanılabilecek hükümlerdir.

Hak arama özgürlüğü (md.36) ve yargı bağımsızlığı (md.138), “çevresel adalet” (ekolojik adalet) hizmetindeki anayasal güvencelerdir.

Hak ve özgürlüklere ilişkin Anayasa maddeleri, fikir-hareket ve toplu eylem zincirinde çevre hakkı hizmetine konulmaya elverişlidir. Ülkenin doğal, kültürel ve tarihsel mirasını bozan ve yağmalayan düzenleme ve uygulamalara yöneltilen eleştiriler, en geniş fikir ve ifade özgürlüğünden yararlanır (md.25-26, 28 vd.). Toplanma ve gösteri özgürlükleri ile dernekleşme hakları (md.33 ve 34), üstün kamu yararı ereğinde çevresel değerlerin korunmasına yönlendirilir.

GERİYE GÖTÜRÜLMEZLİK NE DEMEKTİR?

Geriye götürülmezlik ilkesi, çevre hukukunun genel ilkesi olup, var olan durumun gerisine götürecek düzenleme ve faaliyetlere olanak tanınmaması anlamına gelir. Çevresel hukuk, yalnızca Anayasa’da ve uluslararası belgelerde yazılı olan kurallardan ibaret olmayıp, onların yorumu ve uygulanması ile birlikte bir bütün oluşturur. Çevresel kazanımları zedeleyici düzenlemeler, geriye götürülmezlik ilkesi ile bağdaşmayacağından, bütüncül yorum, önemli ve gereklidir.

Yükümlülüklerini yerine getirmeyen kamu görevlilerine karşı, bütünleşik çevre koruması ereğinde barışçıl yurttaş eylemleri, -aynı zamanda gelecek kuşaklara karşı– hak ve ödev birlikteliğinde güçlü bir korumadan yararlanır ve yaptırıma tabi tutulamaz.

ANAYASAL DÜZENİ, POST MODERN DEMOKRASİ MANTIĞI İLE KORUMAK

Anayasal hak ve özgürlüklerin kullanılmasıyla yine anayasaca güvence altına alınan değer ve varlıkların korunması, esasen, yürütme-yasama-yargının, “önlemek/saygı göstermek, korumak ve geliştirmek” yükümlülüklerini yerine getirmemesi nedeniyle yurttaşların, yurttaş girişimlerinin ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının anayasal hak ve ödevlerini yerine getirmeleridir. Bu bakımdan

  • Gezi sahiplenmesi, anayasal düzenin korunmasıdır.

Kente karşı işlenmekte olan suçları önlemek için kitlelerin siyasal ayrışmalar ötesi müdahalesi, Anayasa dışı siyasete karşı, ülkesel anayasal düzeni toplumsal sahiplenmedir. Daha somut deyişle;

  • Siyasal aktörlerin anayasa dışı söylem-işlem ve eylemlerine karşı toplumun anayasa yoluyla tarihsel-kültürel-doğal ortak yaşam alanlarını sivil itaatsizlik ve direnişle koruması ve yaşam tarzına müdahalesini reddetmesidir.

Belli siyasal akımlara, toplumsal grup ve katmanlara indirgenemeyecek çok geniş yelpazeli ülke genelinde toplu hareket, lideri olmayan eylemler zinciridir. Sosyolojik ve siyaset bilimi açısından, eğer lideri olsaydı, böyle spontane (AS: kendiliğinden) ve çok yönlü çoğulcu bir toplumsal eylem gerçekleşemezdi.

Bu nedenle 25 Nisan (2022) günü verilen Gezi davası kararlarını, adil yargılanma hakkının zincirleme ihlâlleri olarak nitelemek, pek hafif kalır. Demokratik hukuk devleti (md.2) ve yargı bağımsızlığı (md.138) kurallarını hiçe sayan ve hukuk skandalları ile bezeli dosyalar aracılığıyla, bütün başkanlık unvanlarını uhdesinde toplayan kişinin 2023 seçimlerine yönelik beklentileri doğrultusunda verilen kararlar, “anayasasızlaştırma süreci”nin, AKP iktidarının 2. On yılında ve Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBYDBY)’nin, 4 yılda Türkiye’yi getirdiği eşiği göstermesi bakımından ibret vericidir.

Kente karşı işlenmekte olan suçları önlemek için kitlelerin siyasal ayrışmalar ötesi müdahalesi, Anayasa dışı siyasete karşı, ülkesel anayasal düzeni toplumsal sahiplenmedir.

Sonuç olarak : Anayasal düzeni ülke genelinde korumayı amaçlayan eylemler dizisinin kalbi olan Gezi, demokrasinin post-modern mantığı olarak, PBYDBY tarafından yeniden başlatılan bilgi kirliliği ile örtülemez ve kaçak Saray güdümündeki yargıçlarla yaptırıma tabi tutulamaz.

O. Kavala, C. Atalay, M. Yapıcı, T. Kahraman, Ç. Mater, H. Altınay, M. Özerdem ve Y. Ekmekçi’nin bir an önce özgürlüklerine kavuşması dileğiyle Türkiye’ye gelecek olsun!

Kısa özgeçmiş              :

CHP İstanbul Milletvekili, Anayasa profesörü İbrahim Özden Kaboğlu, 1986-2017 yılları arasında yurt dışındaki çok sayıda üniversitede öğretim üyesi olarak görev yaptı. 70’in üzerinde bilimsel makalesi ve Anayasa hukuku alanında 25’in üzerinde kitabı bulunan Kaboğlu 27.dönemde milletvekili seçilerek TBMM’ye girdi. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (ANAYASA-DER) Başkanı ve Anayasa Hukuku Dergisi yayın yönetmeni olarak da görev yapan Kaboğlu aynı zamanda TBMM Anayasa Komisyonu üyesidir.

 

Yargısal İsteksizlik

Yargısal İsteksizlik

24.04.2020, Prof. Dr. Ersan ŞEN
http://yeniyaklasimlar.org/?d=10746

65 yaş ve üstü ile 20 yaş ve altında olanlara sürekli, diğer bireylere aralıklı uygulanan sokağa çıkma yasakları veya kısıtlamaları hukuki temelden yoksundur. Anayasa m.6/3’ün ikinci cümlesine göre; “Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”. Anayasa m.11, Anayasanın bağlayıcılığını ve üstünlüğünü ortaya koymuştur. Kanun ve her türlü tasarruf, Anayasaya uygun olmak zorundadır. Uluslararası sözleşmeler ise, Anayasa m.90’a göre iç hukukta usule uygun kabulle yürürlüğe girebilir. Bizce Anayasa m.90/5, kişi hak ve hürriyetleri bakımından Anayasaya nazaran daha fazla kısıtlama öngören uluslararası sözleşmelerin dayanağı olamaz. Ülkemizde; seyahat hürriyetine ve sokağa çıkma yasağına dayanak olabilecek İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne Ek 4. Protokol Türkiye Cumhuriyeti yönünden henüz bağlayıcı olmadığından, bu Protokolün “Serbest dolaşım/seyahat özgürlüğü” başlıklı 2. maddesinin 2. ve 3. fıkralarında yer alan sınırlama sebepleri, Anayasa m.90/5 tartışmasına bile girmeksizin uygulanamaz. Anayasa m.119 gereğince olağanüstü hal ilan edilmediğinden, Anayasa m.15’de ve İHAS m.15’de öngörülen kısıtlamalara da başvurulamaz.

Kısıtlamalarda; Anayasa ve yasal dayanağı eksik veya yetersiz olan İçişleri Bakanlığı genelgelerinden ve bazı zamanlarda valiliklerin duyurularından veya genelgelerinden hareket edildiği, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nda yer alan “kamu sağlığı” ve “kamu düzeni” kavramlarının esas alındığı, ancak yasal dayanak olarak gösterilen bu düzenlemelerde, yazımıza konu kısıtlamaları gösteren ve bu konuda karar alıp ilan eden idari mercileri yetkili kılan, Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13. maddesine uygun açıklıkta hükümlerin bulunmadığı, en önemlisi de bazı kişi hak ve hürriyetlerine getirilen bu kısıtlamalara esas alınan “üstün kamu yararı” kriterinin, Anayasa m.13 (temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması), 17 (yaşama, maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı), 19 (kişi hürriyeti ve güvenliği) ve 23’de (yerleşme ve seyahat hürriyeti) yeterli karşılığının olmadığı, yani yukarıda yer verdiğimiz açıklamalar ışığında, olağan hukuk düzeninde belirttiğimiz Anayasa maddelerinin, bir an için kısıtlamaların ve bu kısıtlamalara uymayanlara yaptırım tatbikinde mevcut yasalarda yeterli hukuki dayanağın bulunduğu iddia edilse bile, bu kısıtlamalar ile tatbik edilen yaptırımların Anayasa karşılıklarının olmadığı, ortada Anayasaya aykırılığın bulunduğu, kaldı ki bahsedilen yasal dayanakların da Anayasa m.13’e uygun açılıkta sınırlamalar içermediği, İHAS m.2 ve 5’in de “üst norm” olarak yetersiz kaldığı görülmektedir.

Kovid 19/Çin Virüsü tehlikeli salgın hastalık nedeniyle tatbik edilen yasak ve kısıtlamalarda “meşruiyet” temelli gidildiği, fakat bunların Anayasa ve yasal karşılıklarına yeterli bakılmadığı, tartışılmadığı ve hatta işin bu tarafının önemsenmediği anlaşılmaktadır.

Yasak ve kısıtlamaların neden olduğu iktisadi, sosyal ve psikolojik sorunlar bir yana, şu an “Hak arama hürriyeti” başlıklı Anayasa m.36’ya ve “Etkili başvuru hakkı” başlıklı İHAS m.13’e uygun bir şekilde etkin iç hukuk yolunun olup olmadığı tartışılmalıdır. İç hukuk yollarının teorik ve yasal alt yapısı ile varlıklarında sorun olmamakla birlikte, bunların etkin kullanılması ve hemen sonuç alınması hususuna aynı iyimserlikle bakılamaz. Burada mesele; sadece kamu otoritesinin getirdiği kısıtlamaların ve bunlara uymayanlara tatbik edilen yaptırımların meşruiyet temelli olması değil, ortada bunu aşan bir sorun olmasıdır. Bu sorun; tehlikeli salgın hastalığın, 11 Mart 2020 tarihinden itibaren adliyelerin ve yargı mercilerinin olağan işleyişini aksatması ve maalesef bunun çok ivedi veya acil işler dışında uzun süre devam etmesinden kaynaklanmıştır. Şu an alınan tedbirler bir zorunluluk veya gereklilik olarak gözükse de yargısal faaliyetlere yansıyan isteksizlik, gecikme, başvurmama, başvurulsa bile sonuç alınmayacağına dair oluşmuş genel inanç veya kanaat, yazımıza konu kısıtlamalara veya tatbik edilen yaptırımlara karşı etkili iç hukuk yollarına müracaat konusunda tereddütlerin oluşmasına yol açmıştır. Kanaatimizce adli camianın önemli konularından birisini; tutuklu yargılanan şüphelilerin ve sanıkların durumları olduğu kadar, Anayasal ve yasal dayanağa sahip olmayan tasarruflara karşı yargıya gidilebilmesinin ve bundan da etkin ve hızlı sonuçlar alınmasının nasıl sağlanabileceği teşkil etmelidir.

Gerekçesi ne olursa olsun sınırlamalara ve yaptırımlara karşı başvurulacak etkin iç hukuk yolunda zafiyet veya isteksizlik olursa, “hukuk devleti” ilkesi yıpranır ve zarar görür. İç hukuk yollarının korunması ve etkin kullanılması konusunda tüm yargı teşkilatına ve yargı mensuplarına yükümlülükler düşmektedir. Bu yükümlülük, aynı zamanda hak arama hürriyetini kullanması ve etkin iç hukuk yollarını zorlaması gereken hak sahibi bireylere aittir.

Sonuç olarak; yukarıda değindiğimiz yasak ve kısıtlamalarla ilgili idari yargıya (Danıştay’a veya idare mahkemelerine) ve itiraz kanun yollarına (cezaların iptali için sulh ceza hakimliklerine) başvurulmuş mudur, başvurular hakkında hemen karar verilmiş midir? Hukuka aykırılık iddiaları yargıya taşınmışsa; “bugün git yarın gel” veya “bu aralar gelme, karar vermiyoruz” veya “adliyede kimse yok, gitsek de muhatap bulamayız” denilemeyeceğini göre, tutuklu işlerin görülmesi, tedbir taleplerinin ve bunlara yapılan itirazların, açılan davaların ve haksızlık iddialarının değerlendirilmesi ve başvurular hakkında karar verilebilmesi için, Anayasa m.138’in her durumda işlemesi ve işletilmesi gerekir. Yargısal faaliyetler ve uyuşmazlıkların çözümü ertelenemez, çünkü “geç gelen adalet, adalet değildir”.

Bu gibi durumlarda (etkili iç hukuk yolu bulunmadığı için) acaba doğrudan, yani olağan kanun yolları tüketilmeden Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunulabilir mi? Ancak Anayasa Mahkemesi, iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle red kararı verebilir.

İşin özü; hem uygulamalar Anayasa ve yasa dayanağından, hem de bireyler etkin iç hukuk yollarını tüketme konusunda istekten veya inançtan yoksun gözüküyor. İç hukuk yolları teoride var, ya pratikte etkin mi? Kimse adliyeye gitmek istemiyor, gidilse de sonuç alınabilir mi? Zannederim bu konuda herkesin kusuru var. Evet, tehlikeli salgın hastalığın sebebiyet verdiği ağır sorunlar mevcuttur ve bu sorunların çözümü için ciddi çaba sarf edilmektedir. Ancak bu gerekçe ile birlikte, iç hukuk yollarının etkili kullanılmasının devamının sağlanması lüzumu da bir hakikattir.