Etiket arşivi: dil devrimi

TÜRKÇE TIP DİLİ BİLİMSEL TOPLANTISI KONUŞMA METİNLERİ

TÜRKÇE TIP DİLİ BİLİMSEL TOPLANTISI KONUŞMA METİNLERİ


Dostlar,

Geçtiğimiz yıl, 9 Eylül Üniversitesi Rektörlüğü ile Türk Nefroloji Derneği’nin ortak etkinliği olarak 1 günlük bir bilimsel toplantı yapıldı 14 Mayıs 2019’da..

Konu şöyleydi :

  • 1. TÜRKÇE TIP DİLİ BİLİMSEL TOPLANTISI

Düzenleme kurulu başkanlığını sevgili dostumuz Sn. Prof. Dr. Taner Çamsarı üstlenmişti.

Hemen hepsi meslektaşımız, arkadaşımız – dostumuz olan katılımcıların konuşmaları kitaplaştırıldı ve çok değerli bir kalıcı yapıta dönüştü.

Konuşma metinleri 9 Eylül Üniversitesi yayını olarak Eylül 2019 sonunda basıldı (200 adet).

92 sayfalık kitapta 10 bildiri ve serbest tartışma, katkılar yer alıyor (3.8 MB)..

Türkçe’nin nasıl yetkinlikle bir bilim dili, o arada Tıp Dili olabileceğini bir kez daha anlıyoruz kitabı okudukça.
Lütfen tıklayınız : 1._TURKCE_TIP_DILI_BILIMSEL_TOPLANTISI_KONUSMA_METINLERI_IZMIR_2019

Salt Türkçe sevdalısı Tıp Bilimcileri değil,  Dilbilimciler de bu sonuca varıyorlar bir kez daha.

Dolayısıyla ülkemizde, bir sömürge devleti gibi yabancı dilde eğitim çarpıklığı içimizi acıtıyor.

2. Türkçe Tıp Dili Bilimsel Toplantısı Mayıs 2020’de Kocaeli’de tasarlanıyor.

Büyük ATATÜRK, son derece yerinde gerekçelerle, görkemli Devrimleri içinde Dil Devrimi‘ne ayrı bir önem vermiştir.

Bu sitede Türkçemiz, Dil Devrimi konularında epey yazı yazdık.

Örneğin

ATATÜRK; TÜRK DİLİ ve Günümüz Kültür Emperyalizmi

Türk Yazı Devrimi

……….

Atatürk’ün kurduğu ve kalıtından (mirasından) gelir bırakarak bağımsızlıklarını ve üretkenliklerini sürekli kıldığı Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 12 Eylül 1980 darbecilerince kapatılarak Devlet dairesine dönüştürülmüştür. T.C.’nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün vasiyeti, hukuk dışına çıkılarak çiğnenmiştir.

Bu açık aykırılığın – ihlalin daha fazla sürdürülmemesi gerekir.

Ne var ki, günümüz AKP siyasal iktidarı, Arap – Osmanlı hayranlığı – takıntısı ile Türkçemize karşı da düşmanca bir tutum – davranış içinde..

Tipik biçimde Arap emperyalizminin asimilasyon dışavurumu bu tablo gerçekte.. Çok yazık..

Gelişmiş ülkelerin Ulusal Dil Akademileri / Kurumları stratejik önemde kurumlar olarak görülmekte ve tüm ülke – halk – devlet tarafından bilinçli biçimde desteklenmektedir.  Ülkemizde, Dil Devrimine düşman bir karşıdevrim olgusu acı vericidir. Ulusumuz, bu sorunu da aşmalıdır, aşacaktır..

Sevgi ve saygı ile. 17 Şubat 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Dil Derneği Üyesi, Hekim,
Siyaset Bilimci (Mülkiye – SBF),
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

97 yıl önce halk olduk!..

97 yıl önce halk olduk!..

Ümit ZİLELİ
SÖZCÜ, 02.11.19

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Tarih 30 Mart 1919…
Mustafa Kemal‘in Samsun’a hareket etmesine henüz 47 gün vardı… İstanbul’un gayriresmi işgalinden beri İngilizlerin himayesine girmek için her yolu deneyen Padişah Vahdettin, o gün İngiltere’den resmen manda isteminde bulundu!..

Padişah adına Amiral Calthorpe‘un ayağına dek giden Osmanlı Sadrazamı Damat Ferit manda önerisini sundu. Neler mi vardı, Osmanlı’nın İngiltere’ye tümüyle boyun eğdiğini anlatan bu aşağılık öneride?..

-İngiltere, sultanın egemenliğindeki Asya ve Avrupa topraklarından gerekli gördüğü yerleri, Osmanlı’nın yabancılara karşı bağımsızlığını korumak ve içeride huzurunu sağlamak aracıyla 15 yıl süreyle işgal edecektir.
-Ermenistan, İngiltere’nin isteğine göre bağımsız ya da özerk cumhuriyet olarak kurulacaktır.
-Karadeniz ve Çanakkale Boğazlarındaki bütün tahkimat yıkılacak ve bu bölgeler İngilizler tarafından işgal edilecektir.
-İngilizler bir dostluk belirtisi olarak, Osmanlı bakanlıklarına İngiliz müsteşarlar atanmasına rıza gösterecektir.
-Her ilde bir İngiliz başkonsolosu bulunacaktır. Bunlar valilere 15 yıl süreyle danışmanlık yapacak, parlamento seçimleri ve yerel seçimler bu konsolosların gözetimi altında yapılacaktır.
-İngiltere gerek merkezde gerekse illerde maliyeyi denetim hakkına sahiptir.

Bu sefil manda önerisiyle Padişah sözde kendi tahtını güvence altına alıyor, karşılığında koca memleketi içindeki insanlarla birlikte emperyalizme peş keş çekiyordu!.. Damat Ferit, aynı öneriyi, Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra, 8 Eylül 1919’da bir kez daha yineleyecektir!..

İngilizler ise Osmanlı’nın tümüyle bittiğini, yapabilecek hiçbir şeyinin olmadığını bildiği için görmezden gelecek, bunun yerine aynı kıratta bir başka “ölüm fermanı” olan Sevr Antlaşması‘nı dayatacaktı…

Ne denli yanıldıklarını görmeleri için yaklaşık 4 koca yıl geçecekti!..

Büyük zafer ve halkın egemenliği

Kurtuluş Savaşı, fiili olarak İzmir’in kurtuluşu (AS: 9 Eylül 1922) ve ardından 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması ile sona ermiş, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması‘nın imzalanmasıyla resmen bitmişti… O alçakça “manda önerileri”, Sevr Antlaşması ise tarihin çöplüğüne yollanmıştı…

Ancak bu Antlaşma o denli kolay sağlanamamıştı. Türkiye, başta İstanbul olmak üzere işgal altındaydı. İstanbul’da Padişah hükümeti, Ankara’da ise TBMM hükümeti vardı. Bundan yararlanmak isteyen yabancı güçler, her iki hükümeti de barış masasına davet ederek Türkiye’nin elini zayıflatmaya çalışıyor, Sevr’in daha yumuşak bir örneğini kabul ettirme kurnazlığına başvuruyorlardı… Mustafa Kemal, her şeyin farkındaydı. Bu iki başlılığın derhal ortadan kaldırılması gerekiyordu…

Yakın arkadaşları tarafından Meclis’e “saltanatın kaldırılması” için verilen önerge ile büyük tartışmalar başladı. Saltanat yandaşları, önergeyi engellemek için her yolu deniyorlardı. Büyük Devrimci, sonuca gitmek için başka bir çare bulamayınca söz istedi ve önündeki sıranın üzerine çıkarak açık, kesin ve yüksek bir sesle şu konuşmayı yaptı:

  • Efendiler, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla vermez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milleti’nin egemenliğine el koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu saldırganlara, “artık yeter” diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir. Söz konusu olan, millete egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, olmuş bitmiş bir gerçeği yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu, ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama ihtimal bazı kafalar kesilecektir!..

Bu konuşmanın ardından Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, Gazi’ye seslenerek şöyle diyecekti:

Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık. Açıklamalarınızdan aydınlandık.

Aynı gün, 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması oybirliği ile kabul edildi ve Osmanlı Devleti tarihe karıştı.

Türk Milleti yüzyıllar sonra kul olmaktan, özgür ve bağımsız bir halk olmaya doğru dev bir adım atmıştı. Sırada Cumhuriyetin ilanı ve Halifeliğin kaldırılması vardı!..

Haysiyetsiz (AS: onursuz) bir kaçışın utandırıcı hikayesi (AS: öyküsü) !..

Ankara’da yapılan Devrim, İstanbul’da bomba etkisi yapmıştı…

Altı yüzyıllık Osmanlı, bir yasa maddesiyle sona erivermişti. Vahdettin daha 4 yıl önce milletinin yaşamını insafına terk ettiği İngiltere’den, bu kez kendi yaşamı için yardım dilenecek, onun kollarına sığınacaktı!..

İngiliz İşgal Güçleri Komutanı’na, İngiliz Yüksek Komiseri’ne aracılar gönderdi; kendisinin, ailesinin ve maiyetinin yaşamlarının teminat (AS: güvence) altına alınmasını istedi. İngilizler açısından hiç sorun yoktu; Vahdettin’in Türkiye’ye karşı iyi bir koz olacağı düşüncesi ağır basıyordu. Gericilerin yere göğe koyamadığı soysuz padişah, ailesi ve yakın yardımcıları 17 Kasım 1922 gecesi Malaya zırhlısına bindirilerek Malta’ya kaçırıldı..

Mustafa Kemal Paşa, bu rezil kaçışı öğrendiğinde şöyle diyecekti:

  • Gerçekten, neden ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi milleti içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır!..

Aradan neredeyse 100 yıl geçtikten sonra Vahdettin’den “kahraman” yaratmak isteyenlere ithaf olunur (AS: sunulur)!..
===============================
Dostlar,

Sn. Ümit Zileli’nin 1 Kasım 1922’de (Lozan’a gitmeden önce) Saltanatın kaldırılması bağlamında yazdığı makale, zamanlaması ve içeriği bakımından çok değerli..

Osmanlı hayranlarının, son Padişah Vahdettin’in sefilliğini – alçaklığını – vatana ihanetini.. görmeleri bakımından önemli. Dileriz okunur ve acı gerçekler öğrenilir, sağduyulu olunur.

Ancak Sn. Zileli DİL DEVRİMİ‘ne hemen hemen hiiiiiç özen göstermiyor!
ATATÜRK Devrimleri bir bütün.. Dil Devrimi’ni bunca görmezden gelmeye ya da savsaklamaya hakkımız yok. Metinde epey sözcüğü güncel Türkçe ile değiştirdik anlama dokunmadan. Yer yer de ayraç içinde Türkçesini verdik.

Dün, 1 Kasım 1928, Dil Devriminin de yıldönümü idi. Saltanatın kaldırılmasını ve ardalanını işlemek elbette değerli ve önemli. Ama Dil Devrimimize karşı da sürekli görevlerimiz var..
****
Öte yandan, zavallıca “saf kan ırkçılık” yapanlara basit bir genetik – matematik gerçekliği sunmak isteriz :
İlk Osmanlı Beyi Osman Gazi’den sonra gelen oğlu Orhan Gazi, 3 Rum kızıyla evlenmiştir; Asporçe, Theodora ve Horafira. Sonki, bize Nilüfer diye yutturulmuştur. Böylelikle, 2. Osmanlı Beyinde Oğuzların Kayı boyu genleri (kalıtımı), Rumlarla melezlenerek, 3. Beyden başlayarak  yarıya inmiştir. İlki dışında tüm Osmanlı Padişahları yabancı kadınlarla evlendiklerinden, bu genetik yarılanma 34 kez yinelenmiştir. Dolayısıyla son Osmanlı Padişahı soysuz Vahdettin’de Oğuzların Kayı Boyu genetiği / kalıtımı, (1/2)^34 = 5,8^-11 düzeyindedir..

Daha açık yazmak gerekirse;

  • Vahdettin’de Türk kanı yüz milyarda 6 oranındadır! Yani yok gibi..
  • Acaba Türk halkına bunca ihanet – alçaklık -soysuzluk – ihanet bu yüzden midir??

    Körü körüne Osmanlı hayranlarını azıcık düşünmeye, akıllarını kullanmaya, rezil olmaktan bilimin rehberliği ile kendilerini kurtarmaya çağıralım..

    Sevgi ve saygı ile. 02 Kasım 2019, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

En az yüz sene daha borç ödeyeceğiz

En az yüz sene daha borç ödeyeceğiz

Enver Aysever
Cumhuriyet, 11.10.18

Düyunu Umumiye denen borçların son taksiti 25 Mayıs 1954’te yatırılır Türkiye Cumhuriyeti tarafından. İlk borç 1854’te alındığına göre, yüz yıl süren bir dönemden söz ediyoruz. Ödeme süresiyse tam 72 yıl. ‘Borç alınır, ödenir, ne var ki’ diye düşünen çıkabilir. Borcun alındığı döneme bakarsak Osmanlı’nın çöküşünü görürüz, kapitalistleşmeyi başaramayan bir devletin yıkılış sürecidir söz konusu olan. Ardından ulus-devlet olarak Cumhuriyet kurulur, kendine ait olmayan (sarayın, hanedanın) borçlarını yüklenir ve öder. Bunun iktisadi olarak nasıl yapıldığı değerli bir inceleme konusudur, ancak bir de etik mesele var ki, sanırım en çok üzerinde durmamız gereken konu budur. Türkiye Cumhuriyeti devrimle kuruldu. Her devrim kendi insan tipini yaratmak ister. Cumhuriyet; çalışkan, erdemli, dürüst, toplumcu, aydınlanmacı insan yaratmak istiyordu. Keskin aydınlanma hareketi sonuçlarını vermeye başladı hemen.

Cumhuriyet ‘dil’ devrimi ile anlaşılır. Okuryazarlık hızla artarken, dünyanın seçkin yapıtları da dilimize kazandırıldı. Salt iktisadi çabayla kalkınma olmayacağını bilen Cumhuriyet kadroları, herhangi bir önem/öncelik sıralaması yapmadan, topyekûn devrimin gereğini yerine getiriyordu. Yaratılacak insanın etik değerleri yüksek olmalıydı. İşte bu sorumlulukla o borç ödendi. Üstelik kimselere muhtaç olmadan, öz kaynakla! 

Cumhuriyet sosyalist değildi. Ancak Planlı Ekonomi’ ustalıkla uygulandı. İnsan kaynağına, nüfus dağılımına uygun fabrikalar kuruldu, işsizlikle mücadele, bölgeler arası eşitsizliğin de ortadan kalkması hedeflenerek, verildi. Unutmayalım ki, dünya savaşla kırılırken, bunun dışında kalmayı da başardı Cumhuriyet. (Ayrıntısına girmiyorum, ancak İnönü eleştirisi bu bağlamda tümüyle haksızdır.) Halkını besleyebilen, uygun sanayileşme koşullarıyla kalkınan bir devletten söz ediyoruz. 

Niyazi Berkes 1964’te kaleme aldığı “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz” adlı kitabında, Osmanlı’yı çökerten, Cumhuriyeti ele geçirip tüketen nedenin gericilik ve liberallik olduğunu vurgular. Cumhuriyet devrimiyle bastırılan yobazlar, liberaller Menderes’le, üstelik daha gürültülü ve baskın biçimde yeniden ortaya çıktı. Cumhuriyet Batı değerlerini, ölçüsünü her yönüyle hedef edinmiş, bu yolda ciddi mücadele vermiştir. Tuhaftır; Batı bu yeni devletle işbirliği yapmak yerine her dönem liberalleri, gericileri desteklemiştir. Bu tarihsel çelişki kuşkusuz! İslamcılar, milliyetçiler, liberaller ABD sevdalısı olmuştur her dönem. Cumhuriyet devrimine sahip çıkan/erdemli insan, yerini karşıdevrimci / gerici bu tipe bırakmıştır.

Borçlanma Menderes ile başlar yeniden. Ülke liberal iktisada tümüyle teslim olur. Ayağını yorganına göre uzatan Cumhuriyetin kurucu kadroları, yerini görgüsüz, piyasacı, etik ölçüleri yerle bir olmuş yenilerine bırakır. RTE ve partisi bunun sonucudur. Bugünü anlamak için o kırılmaya bakmak gerekir. 

Ne zaman kutsal kitap, bayrak çığırtkanlığı olsa büyük toplumsal çürüme olduğu kesindir. Yobazların, işbirlikçisi liberallerin üstünde tepindikleri kavramlardır; din, mezhep, milliyet, kimlik… Sınıf bilinci olmaksızın, dünyayı doğru kavramak mümkün değildir. Bu çevrelerin; hukukun üstünlüğü, bilimsel bilgi üretmek, aydınlanma, kalkınma gibi öncelikleri yoktur. Dincilikle, ırkçılıkla zehirlenmiş toplumlar, bir de Ortadoğu cehaletiyle birleşince son derece tehlikeli hal alır. ‘Yerlilik, millilik’ sözcükleri eksik olmaz ağızlarından gericilerin, ancak hep ABD hayranı, uydusu olarak yaşarlar. 

Berkes;
– gericilik bastırılmalı,
– küresel çatışmalardan uzak durmalı
– diğer devletlerin siyasal oyunlarına karşı uyanık olunmalı,
– yoksulluktan kurtulmak için toplumsal reformlar yapılmalı, diyor kısaca.

Bir anlamda kuruluştaki ilkelere geri dönülmesi gerektiğine işaret ediyor. Bir zaman Türkiye halkı sınıflı toplum olduğunu fark etmiş, örgütlenmiş ve hayli yol almıştı. Gericilerin dostu darbeler olmasaydı, muhtemelen hedeflenen yere çoktan varılmış olacaktı.

  • Genel olarak Batı’nın, özelde ABD’nin bu türden bir dirilişe izin vermesi söz konusu değildi. Gericiler bu destekle iktidar oldu! 

TÜİK verilerine göre üniversite mezunları son on yılda büyük gelir kaybına uğradı. Buna karşın okuryazar olmayanların geliri %231 arttı. Bunu yoksullukla iyi savaşılmış diye yorumlamak yanılgıdır. Sağ iktidarlar (Özellikle AKP); cahiller, düşkünler toplumu yaratarak, bunun üzerinden varlıklarını güçlendirir.

  • Devletten verilen sadakayla geçinen insan, düşünmek yerine şükretmeyi yeğler.
  • Neo Osmanlıcılık yeni çöküşün adıdır.
  • Kriz iktisadi değildir yalnızca, etik çürüme söz konusudur.

Kokusunu almayan var mı hâlâ?
========================================
Teşekkürler Enver Aysever, çok başarılı bir yazı..

Dr. Ahmet SALTIK, 15.10.18

Dil Derneği’nin 15. Olağan Seçimli Genel Kurulu : 24 Eylül 2016 – Ankara

logo

Dil Derneği Üyesi
Sayın Ahmet Saltık,

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır…)

Dil Derneği’nin 15. Olağan Genel Kurulu 24 Eylül 2016 Cumartesi günü saat 11.00’de Ankara’da Türk Hukuk Kurumu salonunda (Adakale Sok No. 28 Yenişehir) yapılacaktır.

Dil Devriminin kurumu olan Derneğimiz, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nun işlevini üstlenmenin ve sürdürmenin sorumluluğunu taşımaktadır. Bu nedenle öncelikle bilimsel, ekinsel ve sanatsal çalışmalara ağırlık vermek; yazın dünyamızı kucaklamak; çocuklar, gençler, öğretmenler ve akademisyenlere yönelmek, eğitim kesimiyle sıkı işbirliğini sağlamak zorundadır.

Bu önemli ve onurlu görevi, Dil Derneği üyelerinin değerli deneyimlerini, bilgi birikimlerini derneğimizin her alandaki çalışma ve etkinliklerine katarak gerçekleştirme kararlılığıyla ve aşağıdaki ereklerle dernek organlarına aday oluyoruz.

1)     Danışma Kurulu, Eşgüdüm Kurulu, asıl ve yedek üyeleriyle bir bütün olan Yönetim, Denetleme ve Onur Kurullarıyla öznellikten arınmış, bilgi paylaşımının sürekli kılındığı kurumsal yapı oluşturulacaktır.

2)     Sözlük Kolu ile Terim Kolu, etkin ve üretken işleyişleriyle dil alanında birer yetke olduklarını kanıtlayacaktır.

3)     Dil Bayramlarımız bilimcilerin, sanatçıların, ülkenin dört bir yanından dilseverin buluştuğu Ulusal Dil Kurultayı düzenlenerek kutlanacaktır.

4)     Süreli yayınlarımız, düşünsel etki yaratacak önemli tartışmalara, kavramsal çözümlemelere öncülük ederek dil alanının başvuru kaynakları olacaktır.

5)     Her düzeydeki okulla, üniversitelerle işbirliği yapılarak gelecek kuşaklara dil bilinci aşılayacak, dilimizin özleşmesi ve Türkçenin doğru kullanımını özendirecek ortak etkinlikler düzenlenecektir.

6)     Cumhuriyet kazanımlarını koruyup yüceltmeyi amaç edinmiş kurum ve kuruluşlarla güçbirliği yapılacaktır.

7)     Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu özerktir, özgürdür! Dil Derneği de kurum ve kuruluşlarla ortak çalışmalarda, işbirliklerinde bağımsızlığını koruyacak, herhangi bir siyasal yapılanmanın yönlendirmesi ya da koruyuculuğunu kabul etmeyecektir.

 

Yürütülecek işleri sorumlulukları paylaşarak, hep birlikte çalışarak yerine getirme anlayışıyla oluşturduğumuz ekteki Dil Derneği 2016-2018 Çalışma İzlencesini genel kurulumuzda bir arada olmak dileğiyle görüş ve değerlendirmelerinize sunarız.

Saygılarımızla. 18.09.2016

Bilgi için: Günay Güner: gunayguner@gmail.com * Hülya Küçükarashk@ada.net.tr
* Işık Kansu: ikkansu@gmail.com

dil_dernegi_2016-18_izlencesi

======================================

Dostlar,

Büyük Atatürk‘ün en kritik işlevli 2 kurumu olan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, Yüce Önderin vasiyeti çiğnenerek 12 Eylül 1980 darbesini yapanlarca devlet dairesine dönüştürülerek çalış(a)maz duruma düşürüldü. Dil Derneği, Atatürk’ümüzün kalıtı (mirası) olan Türk Dil Kurumu‘nun işlevini omuzlamak için kuruldu. Son derece sınırlı olanaklarıyla büyük çabalar sergiledi ve ürünler verdi günümüze dek. Kurucularına ve emektarlarına şükranımız büyük.. Atatürk‘ün bu 2 Kurumun yaşaması için İş Bankası hisselerinin bir bölümünün gelirlerini resmen vasiyet ettiğini biliyoruz.. Ancak hukuk ayaklar altında ve 12 Eylül’ün pek çok kalıntısı 1982 Anayasası kezlerce (17 kez!) değiştirilerek, 113 kez madde değişikliği yapılarak bambaşka bir Anayasaya dönüştürüldüğü halde, bu 2 kadim kuruma eski statüsünün verilmesi sağlanmadı.. AKP – RTE zaten 14 yıldır bu bağlamda kılını kıpırdatmadığı gibi, Anayasada öngörülen Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu‘nun çalışmalarını bile desteklemedi!

Önümüzdeki “mini” anayasa paketinde haliyle yok..
“Yeni anayasa” heveslilerinin hiçbir taslağında ne yazık ki yok!

Dolayısıyla DİL DERNEĞİ‘ni omuzlamak gene yurtsever devrimcilere kalıyor..

Sayın Başkan Sevgi Özel ve çalışma arkadaşları sanırız 7-8 dönemdir görevdeler (14-16 yıl)..
Sağolsunlar büyük ve anlamlı emekleri oldu.. Şükran borçluyuz 1 tuğla koyana bile! Sn. Başkan Özel, 25 Nisan 2013 günü Dernekte bizden bir konferans rica etmiş ve “DEVLET ve DİL” konulu bu konuşmayı yapma olanağı bulmuştuk.

Bize gelen e-iletiden anlıyoruz ki, bu kez bir liste (ve program!) daha var yukarıda sunulan.. Tüm adaylara başarı diliyoruz.. Bizi telefonla arayarak “Onur Kuruluna” adaylık öneren Sn. Özel’e teşekkür ederiz. Yine telefonla ve e-ileti ile adaylık çalışmalarını duyuran Sn. Hülya Küçükaras‘a da teşekkür ederiz.

24 Eylül 2016 Cumartesi günü saat 11:00’de Türk Hukuk Kurumu‘nda buluşmayı diliyoruz..

atanin_turkce_hk-_soylemi

Sevgi ve saygı ile.
24 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

EĞİTİM İŞ : KHK DÜZENLEMESİ İLE İHRAÇLAR HAKKINDA

KHK DÜZENLEMESİ İLE İHRAÇLAR HAKKINDA

 KHK DÜZENLEMESİ İLE İHRAÇLAR HAKKINDA

1 Eylül 2016 tarihli 1. Mükerrer ve 2. Mükerrer Resmi Gazetede 672, 673, 674 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri yayımlanmıştır. 672 sayılı KHK kapsamında, daha önce görevden alınan kamu personelinden bir kısmı kamu görevinden çıkarılmıştır. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra demokratik düzene karşı yapılacak her türlü girişimin, her türlü darbenin tereddütsüz karşısında olduğumuzu dile getirmiş, devletin içine sızan (AS: sızdırılan!) cemaat ve tarikatlar dahil tüm paralel yapıların, devletin tüm kılcal damarlarından kökünün kazınmasının zorunlu olduğunu vurgulamıştık. Siyasal iktidar ve idari makamlar da bu tasfiye sürecinde çok titiz davranılacağı, kurunun yanında yaşın da yanmasına müsaade edilmeyeceği ve tüm işlemlerin hukuk kuralları çerçevesinde yürütüleceğini ifade etmişlerdir. Sendikamızca Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılan görüşmelerde de aynı husus vurgulanmış, en yetkili ağızlardan hassasiyetle gerekli işlemlerin yapılacağı ifade edilmiş, suçsuz, mağdur kimseler varsa yapılacak adil soruşturma süreçlerinden sonra görevlerine kesin olarak iade edilecekleri ifade edilmiştir.
Ancak görünen odur ki, 672 sayılı OHAL KHK’si ile kamu görevinden çıkarılan kişiler hakkında yürütülen soruşturmalarda beklenen hassasiyetin gösterilmediği, hukukun evrensel ilkelerine riayet edilmediği izlenimi hasıl olmuştur. Hakkında soruşturma yürütülen kişilerin savunmalarının alınmadığı, gerekçe sunulmadığı, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte delillerin var olup olmadığına bakılmaksızın kamu görevinden çıkarma işlemlerinin tesis edildiği anlaşılmaktadır. Burada mağdur olduğunu düşünen kimselerin izleyebileceği hukuki yol hakkında da kısaca bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. İçinde olduğumuz Olağanüstü Hal düzeni ve söz konusu ihraçların bir olağanüstü KHK ile yapılmış olması durumu hukuken tartışmalı bir duruma getirmiştir.
Burada daha önce bir benzerini yaşadığımız 6528 sayılı yasa ile okul yöneticilerinin doğrudan görevden alınması süreci hatırlanmalıdır. O süreçte gerek görevden almalara karşı yapılan itirazlardan sonra açılan davalar, gerekse de doğrudan itirazda bulunulmaksızın açılan davalar esastan incelenerek karara bağlanmıştır. Bu doğrultuda mağdur olan kimseler öncelikle itiraz dilekçesi vererek kendine yönelik bireysel işlem tesis ettirdikten sonra dava yoluna gidebilecekleri gibi (Sendikamızca o dönem bu yol izlenmiş ve davaların görülmesinde hiçbir sorun da yaşanmamıştır); KHK hükmü neticesinde 01.09.2016 tarihi itibarı ile meslekten ihraç edilmesine karşı da doğrudan dava açabilecektir. İtiraz usulünün KHK hükümlerinde öngörülmemiş olmasının itiraza engel olmadığı, idari işlemlere karşı itiraz hakkı konusundaki genel kuralların burada da geçerli olacağını belirtmek gerekir. Bunun yanında hatırlatmak gerekir ki, o süreçte birçok idare mahkemesi yasa hükmü ile görevden alınmış olması nedeni ile ortada bir idari işlem olmadığı, dolayısıyla idari davaya konu edilemeyeceği yönünde kararlar vermişse de, Danıştay bu konuda bu davaların esasına girilmesi gerektiği yönünde görüşünü netleştirmişti. Yani doğrudan dava açma yolunun da mümkün olabileceği kanaatindeyiz.
Burada mahkemelerin kişilerin yargısal yollara başvurma hakkını ortadan kaldırmaya yönelik kararlar vermemesi gerektiğini ve davaların esasına girerek titiz inceleme yapması zorunluluğunu ifade etmek gerekir. Sonuç olarak mağdur olduğunu düşünenlerin bu yollara başvurabilmeleri mümkündür. Sonrasında da Anayasa Mahkemesi ve AİHM yolu açıktır. Belirtmek gerekir ki; paralel yapı üyesi olduğu iddiası nedeniyle kamu görevinden çıkarılan MEB personeli arasında Sendikamız üyesi yok denecek kadar az sayıdadır. Ancak edinilen bilgiler, kesinlikle bu yapıyla ilgisi olmayan bir kısım kamu görevlilerinin de mağdur edildiği yönündedir. Demokratik kitle örgütü olma bilincimiz, sendikamız üyesi olsun olmasın, 1 kişinin bile mağdur edilmesine sessiz kalmaya imkan bırakmamaktadır. Kaldı ki, yürütülen soruşturmalarda evrensel hukuk ilkelerine riayet edilmemiş olması bu yapıyla mücadeledeki en büyük zafiyet olacaktır. Bu kurallara uyulmaksızın tesis edilen işlemler en nihayetinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabilecek ve bu konuda açılan binlerce davada ülkemiz, yine vatandaşlarının cebinden çıkacak milyonlarca liralık tazminat ödemekle karşı karşıya kalacak ve ülkemiz yargı sisteminin evrenselliği yine tüm dünya nazarında zedelenecektir. Diğer yandan KHK’lar ile ilgili bir başka endişe de olağanüstü hal ile ilgisiz konuların KHK kapsamında devreye sokulması, yandaş, kayırıcı ve kadrolaşma faaliyetinin fırsat bilinmesidir.
673 sayılı KHK’nın 8. maddesinde, darbe sonrası geçici olarak görevinden uzaklaştırılanların görevine iadelerinde, mevcut görevlerine değil, başka görevlere iade edilebileceği yönünde bir hüküm göze çarpmaktadır. Tam bir keyfiyet ve kadrolaşma zihniyetinin ürünü bu hükmün gerekçesi izah edilemez. Paralel yapı üyesi olduğu iddiasıyla görevden el çektirilen personelin iade edilmesi bu yapıyla ilgisinin bulunmadığının tespit edildiğini akla getirmektedir. O halde bu yapıyla ilgisi olmayan kişiler mevcut görevlerinden neden alınmaktadır? Paralel Yapı üyesi olduğu düşünülüyorsa neden göreve iade edilmektedir? Ayrıca görevden almalar sadece Paralel Yapı üyesi iddiası ile değil, sosyal medya paylaşımlarındaki eleştiriler gerekçesiyle de gerçekleşmiştir. Bu nedenle eleştiri hakkını kullanan mevcut iktidara muhalif düşüncede olan kamu görevlilerinin de bu imkanla tasfiye edileceği endişesi yaygın kanaattir. Bu çelişkili uygulamanın kadrolaşma ve fırsat bilme dışında başkaca bir gerekçeyle açıklanması olanaksızdır.
Benzer şekilde 674 sayılı KHK’nın 2. maddesinde, Maarif Vakfı Kanunu’na eklenmek üzere, “Mütevelli heyetine ödenecek huzur hakkı ise Milli Eğitim Bakanı tarafından belirlenir”denilmiştir. Bu düzenlemenin Paralel Yapıyla mücadele ile ya da olağanüstü hal ile ne ilgisi vardır? KHK’ların amacı dışında kullanıldığının en açık örneklerinden olan bu düzenleme açıkça Anayasaya aykırıdır. Bir başka kabul edilemez düzenleme de 674 sayılı KHK’nın 2. maddesinde yer alan sözleşmeli öğretmen atamasıdır. Dershane ve etüt eğitim merkezlerinde çalışmış öğretmenlerin KPSS şartı aranmaksızın, sözlü sınav ile sözleşmeli öğretmen olarak atanmasına olanak tanınmıştır. Ülkemizde “atanamayan öğretmenler” başlığında sosyolojik bir gerçekliğin varlığı ortadayken, sözleşmeli öğretmenlik uygulamasının yanlışlığını kezlerce ifade etmiş ve bu uygulamaya da dava açtığımızı duyurmuştuk. KHK ile söz konusu olacak sözleşmeli öğretmen atamasının da tam olarak fırsatçı bir anlayışın ürünü olduğunu belirtmek gerekir. Bunun da kabul edilmesi mümkün değildir.
  • AKP hükümetini ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı tekrar uyarıyoruz    ;
Savunma hakkı tanınmaksızın kamu görevinden çıkarılanların itirazları dikkate alınarak durumları yeniden değerlendirilmeli, hakkında kesin, somut ve objektif deliller (AS: nesnel kanıtlar) bulunmayan kamu görevlileri görevlerine iade edilmelidir. OHAL KHK’lerinin amacı dışında, yasama organının yetkisinin gasp edilmesi ile kullanılmasından da vazgeçilmelidir.
Bundan sonraki süreçte mücadelenin daha keskinleşeceği ortadır. Eğitim-İş olarak demokratik ve meşru zeminde sendikal mücadelemizi daha da etkin sürdüreceğimizi vurguluyoruz.
MERKEZ YÖNETİM KURULU

====================================

Dostlar,

Yukarıdaki açıklamayı biz de bir EĞİTİM İŞ üyesi olarak onaylıyoruz. Ancak açıklamanın dilini çooook eski bulduk ve üzüldük.. EĞİTİM-İŞ, Atatürk Devrimlerini benimsemiş bir Sendika olarak, Dil Devrimi‘ne de bilinç ve kararlılıkla sahip çıkmalı..

Sevgi ve saygı ile.
16 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
EĞİTİM İŞ Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TAHSİN YÜCEL’İ YİTİRDİK.. Mustafa Koç ve Kamer Genç’i de!

TAHSİN YÜCEL’İ YİTİRDİK..
Mustafa Koç ve Kamer Genç’i de!

DİLCİ, YAZINCI KİMLİĞİ VE DÜŞÜNCELERİYLE
ÖZGÜN BİR KİMLİK:

PROF. DR. TAHSİN YÜCEL

Son kitaplarından biri İNSAN YAZDIĞI ŞEYDİR adıyla çıktı.
Elbistan’ın Ötegeçe köyünde doğan, çocukluğu büyük acılar ve yoksunluklar içinde geçen, parasız yatılı sınavlarında başarılı olarak Galatasaray Lisesinde okuyan; İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanan, hem okuyup
hem çalışarak yaşama atılan bir Cumhuriyet aydını
Yazdığı şeylerin ötesinde görkemli armağanlar bırakarak göçtü bu dünyadan.

Fransız dili ve edebiyatı üzerine çalışmalarıyla önde gelen bilimcilerdendi;
çağdaş dilbilim etkinliklerinin yurdumuza taşınmasında da çabaları büyüktü.
Roman, öykü, deneme-eleştiri, anlatı, incelemelerinin yanı sıra dünya yazınından Türkçeye çevirdiği yapıtlarla, ödülleriyle ekin tarihimize yazıldı.

Prof. Yücel, salt kalem ustası değildi. Dik duruşlu bir devrimciydi;
Aydınlanma yolunu ışıklandırmak için çabalayan bir öğretmendi.

  • Atatürk’e, laik Cumhuriyeti çağdaş dünya ile yarıştıracak Devrimlere
    inancı tamdı.

Dil Devrimine hem inanmış hem çok emek vermişti.
Birçok yapıtını, yüzlerce yabancı sözcüğe Türkçe karşılık bularak yazmıştı.
Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun yönetim kurulunda,
bilimsel etkinliklerinde başı çekenlerdendi.
Atatürk devrimlerine, Dil Devrimine düşmanlık yapanlarla savaşımı
hiç elden bırakmadı.

Prof. Yücel düşüncelerinden, deneyim ve birikiminden yararlandığımız bir düşünürdü; hocamızdı. İnce şakalarıyla bulunduğu ortamı ısıtan güler yüzlü abimiz, dostumuzdu.

Ailesinin acısını paylaşıyoruz. Bilim ve sanat dünyamızın başı sağ olsun!

O’nu unutmayacak, her zaman saygı ve özlemle anacağız.

Dil Derneği Yönetim Kurulu adına Başkan
Sevgi Özel

====================================

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği’nin Sayın Genel Başkanı Sevgi Özel hanımefendinin Dil Derneği web sitesinde yazdıklarını yukarıya aktardık.

Elbette biz de paylaşıyoruz..
22 Ocak 2016 günü Türkiye 3  önemli ve değerli insanını yitirdi..

Biri ödünsüz Devrimci – Dilbilimci Prof. Tahsin Yücel idi..
Öbürü yiğit ve yurtsever parlamaenter Kamer Genç idi..
Sonki de Türkiye’nin laik sermaye kesiminin öncülerinden Vehbi Koç’un torunu Mustafa Vehbi Koç idi.. Atatürkçü duruşundan hiç ödün vermemişti merhum Koç..

Böyle insanlar kolay yetişmiyor Türkiye’nin çoraklaştırılmış – dincileştirilmiş
ya da daha doğru bir nitelemeyle dincileştirilerek çoraklaştırılmış iklimi
nde..

Dolayısıyla bu insanların yaşamda nelerin kavgasını verdiklerini, neden böylesi bir bedel gerektiren seçimde bulunduklarını ve onları başarıya taşıyan eylem haritasını
iyi anlamak ve dersler çıkarmak gerekiyor. Genç kuşaklara rol modeli olarak sunmak gerekiyor..

Ülkemizin “milli” olmaktan birkaç onyıldır çıkarıldığı eğitim sistemini ivedilikle yeniden Laik – Bilimsel – Akılcı – Karma – Uygulamalı – Eleştirel dizgeye oturtmak gerekiyor..

Vehbi Koç Vakfı‘nın, aynı zamanda bir Ankara Üniversitesi dostu olduğunu,
bu Üniversitenin bir akademsyeni olarak yakından biliyoruz..
Ankara Maltepe’deki Vehbi Koç öğrenci yırdu ne çok öğrenciye yuva olmuştur.
Tıp Fakültemizin Göz Hastalıkları Anabilim Dalı – Vehbi Koç Göz Hastanesi
Koç Vakfı’nın hep gözdesi olmuş ve sürekli maddi destek almıştır. Bu anlamlı katkılarla, adı geçen Anabilim Dalımız ve Göz Hastanesi ülkemizin en önde gelen bilimsel sağlık kuruluşlarından biri olmuştur..

*****
Kamer Genç… Tuncelili hemşehrimizdi..
TBMM’de yiğit Atatürkçü savaşımı, orada uğradığı akıl almaz baskı ve şiddeti unutamıyoruz.. Aylığının önemli bir bölümünü uzun yıllar çok sayıda yoksul Tuncelili gence burs verişini de..

Ülkemiz bu güzel insanlara çok şey borçlu..
Bir gerçek daha var ki, dün yitirdiğimiz bu 3 güzel insan, aynı zamanda
Türkiye Cumhuriyeti’nin evlatları idiler, Cumuriyet’in ürünüydüler ve böyle olduğunun ayırdındaydılar.. O yüzdeb vargüçleriyle ürettiler ve Cumhuriyet’e kol kanat gerdiler..

Saygın anılarıını ve yapıtlarını yaşatarak izleyen kuşaklara aktarmak bütün toplum olarak borcumuzdur.. Dileriz bu kişilerin yaşam ve ürünleriyle ilgili olarak Kültür Bakanlığı yapıtlar üretir.. Kitap, film, DVD vb. yapıtlar ortaya konmasını teşvik eder ve bu kültür – gelenek yaşatılarak sürdürülür, gelecek kuşakları da besler..

Sevgi ve saygı ile.
23 Ocak 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

DİL DEVRİMİ..


DİL DEVRİMİ

Portresi_gulumseyen

 


Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslaşma sürecini tamamlayan Atatürk devrimlerinin
en önemlileri Cumhuriyet’in kuruluşundan 4 yıl sonra yapılan Harf devrimi,
ikincisi de Cumhuriyet’in kuruluşundan 9 yıl sonra yapılan Dil Devrimi‘dir..Dil Devrimi, 1928’de gerçekleştirilen Harf Devrimi ile birlikte,
Türkçe’nin 20. yüzyılda geçirdiği büyük yapısal değişikliğin iki temel taşından biridir.

Dil Devrimi Türk dilinin yabancı dillerden alınmış sözcük ve kurallardan arındırılıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili durumuna

getirilmesini amaçlayan devrimdir.
Dil Devrimi Türkçe ile düşünmeyi, Türkçe’nin bütün, bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayacak yolda gelişmesini sağlamıştır.
Dil,  ulusal yapıyı oluşturan, sağlamlaştıran en önemli ortak bağdır.
Dil ve Tarih, Mustafa Kemal Atatürk’ün en çok önem verdiği olgulardı.
Önce 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu.Atatürk, Türk Dilini kendi ulusal benliğine kavuşturmaya ve kendi benliği içinde varsıllaşarak büyük bir ekin (kültür) dili durumuna getirmeye çalışmıştır.

Atatürk, dildeki bağımsızlığı siyasal bağımsızlığın bir parçası sayıyordu.
Bu bakımdan Kültürün temeli olan dilde de millileşmek bir zorunluluktu:


  • “Millî his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”  Mustafa Kemal Atatürk, 1930

DEVLETİN DİLİ TÜRKÇE, SİYASAYA ARAÇ YAPILAMAZ! SİYASAL ÇIKAR İÇİN TÜRK ABECESİNE HARF EKLENEMEZ!


Dostlar
,

Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği‘nin AKP tarafından “AÇILIM -SAÇILIM” saçmalığı bağlamında “Türk abecesine 3 yeni harf eklemesi” hakkındaki
basın açıklamasını paylaşıyoruz..

AKP “proje parti – taşeron” işlevini inanılmaz bir sadakatle, benzetmek yerinde ise (teşbihte hata olmazmış!) “burnunda metal halka varmışçasına” yerine getirmeye çırpınıyor..

“Deliğe süpürülmek” istenmiyor; Cüneyt Zapsu‘nun telkiniyle ABD’lilece kullanılıyor..
(ZAPSU’NUN TEYP DEŞİFRESİ: ‘KULLANIN’
AKP yetkililerinin yalanlama çabalarına karşılık, Washington’daki toplantının teyp kayıtları, Cüneyd Zapsu’nun Başbakan Erdoğan için Amerikalılara iki kez “use…” ‘kullanın’ dediğini ortaya koyuyor.  http://www.milliyet.com.tr/2006/04/12/siyaset/axsiy02.html)

AKP’nin RTE’si – RTE’nin AKP’si de bu yöntemi seçiyor.. Öylesine suça bulaştılar ki, elleri öylesine kanlandı ki, dokunulmazlık denen kepazelik kalktığında yaptıklarının altından kalkamayacaklarını çoook iyi biliyorlar…. Fakat gözler de öylesine kararmış ki, giderek daha ağır anayasa çiğnemleri (ihlalleri) yapıyorlar.. Bir yğın bürokratı da toplu özekıyıma (intihara) sürükleyerek..

Örneğin Cumhuriyet Başsavcılarını!..

Bir kez daha uyarmış olalım..
Tarih Diktatörlerin kendiliklerinden çekildiklerine ilişlin örnek içermiyor ne yazık ki!

RT Erdoğan bir istisna olabilir mi?

Hayalci olmayalım..

Hedef 2023; ANADOLU FEDERE İSLAM CUMHURİYETİ!

ANADOLU TAYYİBAN – TAYYİBİSTAN KRALLIĞI

Öylesine hedefe kilitliler ki, böylelikle kendilerinden sonsuza dek
hesap sorulamayacak!?

Türkiye, çağdışı vehhabi Suud ailesinin krallığındaki gibi rezil – sefil bir yönetim altına konacak..

Evdeki hesap bu..

Bakalım çarşıya uyacak mı??

  • AKP ve şürekası aklını başına alsın, burası tekin bir coğrafya değil..

Burası Gazi Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti!

Biz onu sonsuza dek yaşatmak üzere kutsal bir emanet olarak aldık.

Gereği yapılacaktır; tarihin bu kadim coğrafyada akışı çizilmiştir.

Cumhuriyet_sonsuza_dek_yasayacak

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 3.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Dil_dernegi

DEVLETİN DİLİ TÜRKÇE, SİYASAYA ARAÇ YAPILAMAZ!
SİYASAL ÇIKAR İÇİN TÜRK ABECESİNE HARF EKLENEMEZ!
     Mustafa Kemal Atatürk, 93 yıl önce TBMM’yi, 90 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş; 85 yıl önce Harf Devrimini, 81 yıl önce Dil Devrimini yaşama geçirmiş; birbirini izleyen devrimlerle yüzyıllarca “kul” olan halkayurttaşlık bilinci kazandırmıştır. Bu nedenle bize hak ve özgürlüklerimizin ne olduğunu öğreten Atatürk’le hesaplaşanları, inanç ve köken farkı gözetmeden hepimize çağdaş dünyada yer açan Türk Devrimini karalayarak yok etmeye çalışanları şiddetle kınıyoruz!
     Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerini, inancı ve kökeni farklı yurttaşların
yurdun her bölgesindeki yaşama biçimlerini göz önüne almayan; ortak çıkarın güvencesi “yurttaşlık” bilincini korumayan, “yurtseverlik” duygusunu pekiştirmeyen “iki dilde eğitim” tartışmaları, kaygı verici ölçüde siyasallaştırılmıştır. 1 Kasım 1928’de yasayla kabul edilen, Anayasayla korunan
Harf Devriminin devlet eliyle çiğnenecek olması, dilin ve eğitimin özgün bilim alanları olduğunu önemsemeyen politikacıların halkın 90 yıllık kazanımlarını pazarlık konusu yapması, 21. yüzyıl Türkiyesi için utanç verici bir durumdur.
     Değişik kökenden insanların bir arada yaşadığı ülkelerdeki gibi ülkemizde de
kimi yurttaşlar “ikidilli”dir; bireysel ikidillilik, gelişmiş ülkelerde ayrışma aracı değil, varsıllık olarak değerlendirilir. Gelişmiş ülkelerde de anaokulundan başlayarak eğitim, resmi (ortak) dille yapılır; birey, devletle olan tüm ilişkilerinde ortak dili kullanır.
  •      Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının ortak dili Türkçedir.
     Ortak dil, başta sağlıklı iletişim olmak üzere, ortak akıl ve bilgi üretilmesinin;
bilginin yayılmasının ve paylaşılmasının; her yurttaşın eğitim, sağlık, adalet kurumlarından ve ulusal gelirden hakça pay almasının aracıdır.
     İktidarın tutarlı eğitim-kültür siyasası olmaması, düşünce özgürlüğünün ve
yaratıcı aklın engeli olarak önümüzde durmakta, yurttaşların çoğu ortak dil Türkçeyi öğrenememekte, düşüncesini doğru aktaramamaktadır.
     Yabancı dille öğretim, anaokullarına dek inmiş; 4+4+4’lük sistemle
eğitim dinselleştirilmiş; köken ayrımı gözetmeksizin bütün yurttaşları
çağdaş olanaklarla donatması gereken ulusal eğitim anlayışı çökmüştür.
     Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bizde de ortak (resmi) dille eğitim zorunludur. Bütün aydınlar, politikacılar, bu konuya bilimsel akıl ve sağduyuyla yaklaşmalıdır;
çünkü ülkemizde Türkçe ve Kürtçeden başka diller de konuşulmaktadır;
ortak dille birbirini doğru anlayan her yurttaş, ikidilli olan herkese saygı duyma kültürü edinir.
  • Türk abecesine “x – q – w” eklenemez!
    Bu konuda AİHM kararı da bulunmaktadır.
     Aynı dil ailesinden olmayan Türkçe ile Kürtçenin ses, biçim ve anlam özellikleri birbirine benzememektedir; bu nedenle iki dili aynı abeceyle yazmaya çalışmak,
iki dili de bozacak bilgisizliktir.
     Bugün eğitim, sağlık ve adalet açısından yaşanan sıkıntılar, bütün yurttaşların sorunudur; asıl sorun da budur. Sınıf farkını derinleştiren, toplumsal barışı zedeleyen bu sorunun aşılması için inancı ve kökeni farklı

  • bütün yurttaşlar, ortak dille düşünerek ortak akılla birlikte savaşım vermelidir.
     Bu duygularla kamuoyuna saygılarımızı iletiyoruz. 1.11.13
                                       Dil Derneği Yönetim Kurulu adına
                                       Başkan Sevgi Özel

DİL DEVRİMİ

DİL DEVRİMİ

portresi

 

Ahmet GÜREL
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Ülkemizde “Kurtuluş Destanı”nın gerçekleşmesinin ardından yapılan en büyük devrim “Yazı Devrimi” olmuştur. Yıl 1928, Türkiye’de okuryazar oranı %5-10 arasında… Birilerinin söylemiyle ülke yazı devrimi ile karanlığa karışır. Toplumumuzun ne kadarının
o tarihte karanlık olduğunu, Atatürk’ün, 9 Ağustos 1928 günü, Sarayburnu Parkı’nda yaptığı konuşmadan öğrenelim:

  • “…Bir ulusun, bir toplumun %10’u okuma yazma bilir, % 80’i bilmez türdendir, bundan insan olarak utanmak gerekir. Bu ulus, utanmak için yaratılmış bir ulus değildir; övünmek için yaratılmış, tarihini övünçlerle doldurmuş bir ulustur. Ama ulusun % 80’i okuma-yazma bilmiyorsa bu yanlış bizde değildir. Türk’ün öz yapısını anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlarındır. Artık geçmişin yanlışlarını kökünden temizlemek zamanındayız. Yanlışları düzelteceğiz. Yanlışların düzeltilmesinde bütün yurttaşların çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri bütün yurttaşların çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğreneceklerdir. Ulusumuz yazısıyla, kafasıyla bütün uygar dünyanın yanında olduğunu gösterecektir.”
Atatürk, Türkçeyi nasıl değerlendirdiğini bir konuşmasında şöyle belirtmektedir:
  • Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği bunca tehlikeli durumlarda, ahlâkının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, özetle, bugün kendi ulusallığını yapan her şeyin dili aracılığıyla korunduğunu görüyor.
    Türk Dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”

1928 yılında, “Dil Kurulu” ve 1931 yılında da “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kurulmuştur. İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında toplanan “Birinci Türk Dil Kurultayı” 26 Eylül 1932′de gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle “Türk Dil Kurultayı”nın ilk toplantı günü olan 26 Eylül günü, ülkemizde, “Türk Dil Bayramı” olarak kutlanmaktadır.

Ülkede bu gelişmeler olurken, neredeyse tamamı okuma yazmaya layık görülmeyen ve yüzyıllarca kul olarak yaşayan halk için ne yapılıyordu? Mevcut “Türk Ocakları” ve ardından kurulan “Halk Evleri”, 1928–1935 arasında, kent ve köylerde toplam olarak 1.376.074’ü erkek, 729.818’i kadın olmak üzere toplam 2.105.892 yetişkini okuma – yazma kurslarına almıştır.

17 Nisan 1940 günü, Köy Enstitüleri Yasası kabul edilmiş ve “Köy Öğretmen Okulları”, “Köy Enstitülerine dönüştürülmüştür. 1949 yılına dek açılan “Köy Enstitüsü” sayısı 21’e ulaşmıştı. 12 (AS: 14) yılda: 18.000 Öğretmen, 2.000 Sağlık Memuru ve 8.000 Eğitmen yetiştirmişti. Ne yazık ki 1952’de (AS: 1954) aydınlanma karşıtlarınca “Köy Enstitüleri” öğretmen okullarına dönüştürülmüştür.

“Türk Dil Bayramı”ndan korkanlar, “Köy Enstitüleri”nden korkanlar, yani Aydınlanma karşıtları ülkeyi tekrar kara günlere sürüklemişlerdir. Bu aymazlar, Anadolu’da 600 yıl önce hüküm sürmüş Karamanoğlu Mehmet Bey’i de bilmezler mi? Karamanoğlu Mehmet Bey, divanda konuşulan ile halk arasında konuşulan dilin birbirine uymadığını görerek,
bu ayırımı ortadan kaldırmak ve ülkenin her yerinde Türkçe konuşulmasını sağlamak üzere 13 Mayıs 1277’de yayımladığı fermanında şöyle buyurmuştur;

  • “Bugünden Sonra, Divan’da, Dergâh’da, Bergah’da Meclis’te, Meydan’da Türkçeden başka Dil konuşulmaya ve defterler dahi Türkçe yazıla.”
  • Bütün bunların dışında, önemli olan bir başka nokta da, kurucusu olduğu kurumların kendinden sonra da çalışmalarını sürdürebilmeleri için Türkiye İş Bankası’ndaki parasının ve paylarının yıllık gelirlerinin, kimi kişilere verilecek aylıkların dışındaki büyük bölümünün Türk Tarih ve Dil Kurumları arasında bölüştürülmesini dileyen Atatürk’ün Vasiyetnamesinde hiçbir önkoşul koymamasıdır. Gerçekten de O’nun, ölümünden “66” gün önce kendi özgür kararı ile düzenleyip 5 Eylül 1938’de Beyoğlu VI. Noterliği’ne teslim ettiği Vasiyetname’sinin 6. maddesinde şöyle denilmekteydi:

“Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya Türk Tarih ve Dil Kurumlarına
tahsis edilecektir. K. ATATÜRK.”

Bu ülkenin kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü biraz anlayabilseydik, Devrimlerinin gerçek izleyicisi olsaydık, ülkede Türkçe konuşmayan kalmayacak ve ana dilde eğitim gündeme gelmeyecekti.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA’nın “Türkçe Katında Yaşamak” şiirinin son kıtası ile
yazımızı sonlayalım:

Seslenir seni bana “Ova”m, “Dağ’ım,
Nere gitsem bulur beni arınmış.
Bir çağ ki akar ötelere,
Bir ak … ki yüce atalar, bir al … ki ulu oğullar,
Türkçem, benim ses bayrağım

Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders” olmasında (mı?)..


Dostlar
,

Sayın Aydoğan Kekevi‘nin düşündürücü bir makalesi bize ulaştı..

Biraz uzunca (5 A4 sayfası.. fakat gönlümüz pdf olarak koyup erişim (link) koymaya elvermedi..

Dikkatinize ve ilginize sunuyoruz.. 81. Dil Bayamımız nedeniyle..

Teşekkürler Sn. Kekevi..

Sevgi ve saygı ile.
26.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş;
şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders” olmasında (mı?)..

Aydoğan KEKEVİ

Bizim “Münevver” takımının “Osmanlı geçmişimizdir, bilelim tanıyalım” diyerek yıllardır özlemini çektikleri “Osmanlıca”nın “Temel Ders” olarak öğretilmesi /öğrenilmesi kampanyası bu kez başarılı olmuş, amaçlarına erişmişler;
“Osmanlıca”, “Sosyal Bilgiler Liseleri“nin “Eğitim Öğrenim Müfredetı”na
Zorunlu Ders” olarak alınmış..

Kutlu olsun, gençlere hayırlı yararlı olsun, başka ne diyelim.

* * *

ANKA‘nın haberine göre AKP Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ’ın TBMM’ye Osmanlıca’nın zorunlu ders veya seçmeli ders olması yönünde verdiği yasa teklifleri, Milli Eğitim Bakanlığı ve TBMM Milli Eğitim Komisyonunca değerlendirildi.
Bu değerlendirmeler sonucunda Osmanlıca, MEB Talim Terbiye Kurulu tarafından Sosyal Bilgiler Liselerinde zorunlu ders, diğer liselerde ise seçmeli ders olarak 2013-2014 eğitim öğretim yılı müfredatına konuldu
.

http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/osmanlica-zorunlu-ders-oldu-haberi-71022

* * *

Haberin devamında önerisi kabul edilen AKP’li Milletvekili diyor ki;

“… Şu anda Latin alfabesiyle Türkçe yazıyor ve konuşuyoruz. Osmanlı Devleti ise eski harfli Türkçe (Arap alfabesi) kullanıyordu. Atalarımızın dilini öğrenmemiz gerekiyordu. Geçmişte bu topraklarda bin yıl hüküm sürmüş milletin çocuklarının yazdığı eserler var. Fakat bu yazılan eserlerini yazık ki zaman zaman yaktık veya kaybettikZaman zaman evlerimizin bir köşesine koyarak onlar bize biz onlara baktık. Zaman zaman da korktuk. Mezar taşlarını okuyamıyordukCamilerimizin, medreselerimizin, tarihi binalarımızın, bedestenlerimizin, ne zaman yapıldığını bilmiyorduk.”

* * *

Vah, vah vahh !

Şimdi baştan aşağı gerçekle bağdaşmayan bu sözlerin neresini düzeltmeli:

Osmanlı devleti ise eski harfli Türkçe kullanıyordu” demiş: Vekil bey, ya “Arap harfleri“yle diyememiş, ya da bilmiyor, “eski harfli” diyor; ayraç içindeki “Arap Alfabesi” notu da haberi veren ajans tarafından eklenmiş gibi sırıtıyor..

Vekil bey bir yandan Fen ve Edebiyat Fakülteleri’ne, Siyasal Bilgiler Fakülteleri ve diğer Fakültelerimiz’e giderken hazırlıklı olarak gidecekler” diyerek  Osmanlıca  öğretilen yüksek okulları sayıyor, yani oralarda Osmanlıca öğretildiğini, öğrenildiğini de kabul ediyor,  arkasından da “Zaman zaman da korktuk” diyerek kendi dediğine ters düşüyor; bir ülkenin yüksek okulunda okutulan bir “ders konusu”ndan neden ve niçin korkulsun: artık neye korktu ise kendi kişisel vesvesesini genelleştiriyor..

Akıl mantık yok söylediklerinde, sadece “demagoji” ve Cumhuriyet’e “öfke” var,  “öç” var….

* * *

Günümüzde  Padişahın “Çamaşır Leğenleri“ne kadar her belge Türkçeye çevrilmişken bay vekil kalkmış: “Mezar taşlarını okuyamıyorduk.Camilerimizin, medreselerimizin, tarihi binalarımızın, bedestenlerimizin, ne zaman yapıldığını bilmiyorduk.”;  yaktık” “kaybettik”    diyebiliyor. Bildiğim kadarıyla yapılış tarihi bilinmeyen  bir “tarihi cami” veya “tarihi” bir  “bina” yoktur; varsa bile binlercesinin içinden belki bir iki tane olabilir.

Hele hele şu “yaktık“la “kaybettik” demesi tüy dikmiş; şunların  bir de listesini verseydi bari; hiç yoksa nelerin “yakıldığı“nı , nelerin “kaybedildiği”ni bizler de bilirdik..

“Padişahın Çamaşır Leğenleri” konusunda  daha ayrıntılı bilgi için:

http://tarihvemedeniyet.org/2009/11/padisahin-camasir-legenleri/

* * *

Bir de “Türkiye’nin tamamında tarih ile barışma var.” diyor vekil bey;
Osmanlıca öğrenip öğretmekle “tarihle barışılıyor“sa ondan öncesi ne olacak?

Buradan da anlaşılıyor ki bunlara göre “tarihimiz” Osmanlıyla başlıyor, hatta Osmanlıyla da bitiyor; ondan öncesi, binlerce yıl  ve sonrası onlarca yıl “yok” sayılıyor, onunla barışıyorlar; bu ülkenin kurucusuna, cumhuriyetin değerlerine  saldırarak, söverek, sevenleri küstürerek de “Türkiye’nin tamamında “barış“ı sağladıklarını sanıyorlar…

* * *

Şimdi bu öğrenilmesi “Zorunlu” olan “Osmanlıca”yı  bütün Türkiye sathında başlarda binlerce, daha sonra onbinlerce genç insan harıl harıl “Zorunlu Ders” olarak çalışıp öğrenecekler: Tabii sadece dili öğrenip konuşmak yetmez,  yazıp okumak da gerekli.

İyi de bu kadar insan “mezun” olduktan sonra  ne okuyacaklar? Öyle üç-beş kişi de değiller; o zamanlar gazete falan da yok ki günün olaylarını araştırsınlar falan; hele bir de bulundukları illerde Osmanlı arşivi yoksa haydi hep beraber büyük kentlere,  İstanbul’a Ankara’ya,  Edirne’ye Devlet Arşivlerine hücum…

Gazete bile zor okuyan toplum artık arşivlerde dolaşa dolaşa arşiv kurdu olur çıkar. Herhalde en ilgi çekeni de “Harem“in  arşivi olur, ana baba gününe döner..

Arşivlerde de yoğunlukla bulunan kadastro defterleri; tutanaklar; yabancılardan, topraklardan alınan baçlarla ilgili hesaplar; sınır ölçüleri; Ağalara emanet edilen toprakların kadastro  ölçüleri falan kalmıştır günümüz Türkçesine pek aktarılmayan..

“Padişahın Çamaşır Leğenleri” bile çevrildikten sonra..

Yalnız bu binlerce insan bu belgeleri okuyup bitirince ne olacak? Herhalde bunlar geri kalan ömürlerini boş yere geçirmesinler, bu kadar emek boşa gitmesin,  öğrendiklerini unutmasınlar, boş kalıp canları sıkılmasın diye günlük gazete, haftalık dergi falan da çıkarmak gerekecektir; millet artık Fenerbahçe-Galatasaray maçının yorumunu Osmanlıca okur.

Tabii Osmanlıcaya uygun Ayaktopu terimleri de bulmak gerekir: Batılı’nın “Futbol“u, Öztürkçe’nin “Ayaktopu” yerine  Osmanlıca “Küre i kadem” veya“Pây ı Gûy” uygun olur..

İlgi yaygınlaşsın  diye bence dili Osmanlıca, yazısı Arap harfli bir de “Playboy” çıkarırlarsa fena olmaz;  adını da “Zamparazade” mi koyarlar, ya da “güy u velet” veya “veled i güy” falan mı koyarlar, artık hangisi uyarsa…

* * *

Bu Osmanlı rüzgarını estirenlerden  birisi de “Elma ağacının dibine düşermiş” sözünü doğrulayan Taha Akyol’un mahdumu Mustafa Akyol;

“MUASIR MEDENİYET SEVİYESİNE ULAŞAN JAPONLAR YAPMAMIŞ

Ben, söz konusu dil devriminin büyük bir hata olduğunu düşünenlerdenim.
Muasır medeniyet seviyesine” pekâlâ ulaşmış olan başka Doğuluların
(mesela Japonların) böyle özenti devrimler yapmadığını da görenlerdenim.” 
diyor Osmanlıca’nın “Temel ders” olmasını istediği yazısında.

* * *

Evet bay M. Akyol’un saptaması doğrudur; ama bay Akyol bu doğru saptamayı yanlış amaçla kullanmakta; Osmanlıca deyimiyle “suistimal” etmektedir.

Sade “Japonlar” değil; “Araplar“, “Yunanlar“, “Çinler“, “Yahudiler, “Ruslar” da Osmanlı’nın yaptığını yapmamışlar; atalarının kullandığı; (taşlara kazıyıp
-“Orhun Abideleri“- ebedileştirdikleri Göktürk/Orhun harflerini)
 Milli alfabelerini terk edip onun yerine kendi dillerine hiç benzemeyen, fonetiklerine/gırtlaklarına uymayan başka başka iki dilin karışımı bir dile, bambaşka bir alfabeye özenmemişler; onun sadece dinini almakla kalmayıp diline de kültürüne de asimile olmamışlar, taklitçiliğe yönelmemişlerdir..

Bu bağlamda sayın yazarın “büyük hata” olarak değerlendirdiği “Cumhuriyet’in Dil ve yazı” devrimi sadece o terk edişe bir tepkidir, yani özüne dönüştür; çünkü ilk terk eden, özüne geçmişine ilk sırt dönen “Türkçe” değil Türkçeye sırt dönen o çağın egemenleri, yöneticileri, o çağların mürekkep yalamışları, vb.dir.

* * *

– “Cumhuriyet “Harf/yazı devrimiyle” bizi ecdadımızdan kopardı”,

– “Osmanlı  devrindeki eserleri okuyamıyoruz “,

– “Ecdadımızın mezar taşlarını bile okuyamıyoruz”,  vs. vs

Peki, bu bizim “Osmanlıcılar”ın bu “Cumhuriyet  dil ve yazı devrimi kültürümüzle,  geçmişimizle bağımızı koparttı” şikayetlerinin, figanlarının temelinde yatan nedir; neye dayanıyor ve hepsinden öte, doğru  bir saptama mı?

Olay şudur:  herşeyi Osmanlı ile başlatır; Osmanlı’nın kuruluşunu  “Türk tarihinin sıfır noktası” olarak; “dilimiz”in sıfır noktası olarak da “Osmanlıca”yı alırsanız; Cumhuriyet’in “Dil ve Yazı Devrimi”ni de “kültürümüze geçmişimize, atalarımıza” ihanet olarak değerlendirmeniz kaçınılmazdır..

Yalnız bunu yaptığınızda Osmanlı’nın kuruluşundan önceki binlerce yıllık süreyi, kültürü, dili, yazıyı ne yapacaksınız?

Onları da şimdi yaptıkları gibi inkar edeceksiniz….

* * *

Her dil iki ana öğeden oluşur; söz/kelime ve bunların bir yere/cisme işlenmesi yani, “harfler”le görünür hale getirilmesi; buna da “harf”,  “yazı” kısaca, “Abece” diyoruz.

“Abece” dediğimiz bu harfler toplamı Kiril, Latin, Arap,  Grek vs. diye sıralanır.

Peki, bu anlamda Türk topluluklarının konuştukları dili, kelimeleri cisimlere işledikleri harfler topluluğu yani ” abece”si nedir?

Yukarıda da belirttiğim gibi “Orhun/Göktürk Alfabesi” dir.

Görüldüğü gibi asıl “büyük hata“yı ve “özenti”yi Arab’a, Acem’e özenip ecdat Orhun/Göktürk  alfabesini terk edenler yapmışlardır….

Özetle: Bay M. Akyol’un “hata ve “özenti” olarak gördüğü Cumhuriyet’in dil ve yazı devrimi ecdadını terk etmek değil, tam tersi olup ecdadına yani özüne köküne dönmesidir.

Yukarıda da belirttiğim gibi eğer Türk göçleriyle Cumhuriyet’in arasına “dil”i Arap-Acem karışımı; Abecesi “Arap harfli” o 600 yıllık süreç girmeseydi bugün “okuyamıyoruz” diye şikayet edilen o eserler de,  o mezar taşları da;  Arapça Farsca’dan apartılmış Osmanlıca dilli ve de Arapça harfli  olmayacak; “Türk’ün abecesi” olan Orhun/Göktürk abecesiyle Türkçe yazılmış olacaklardı; kimse de bugün “dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz” diye şikayet etmeyecekti..

* * *

Ayrıca; Osmanlıdaki  o ağdalı dili, o karma kültürü bilenler sadece ulema sınıfı, sarayın çevresi bir de sarayın vilayetlerdeki temsilcileridir, ama halkın büyük bir çoğunluğu değil..

Köylüsüyle esnafıyla Anadolu insanının bu kültürle yoğun bir ilgisi ilişkisi yoktur.

İşte Anadolu ozanları; bakın dillerine bakalım kaçında o ağdalı Osmanlıcayı görebilirsiniz, sade ozanında değil esnafında da köylüsünde de konuşulan Anadolu Türkçesidir. Osmanlıcayı okuyup Arap harfleriyle yazanlar Osmanlı’nın Anadolu’daki  memurları, sarayın temsilcisi olan belirli bir azınlıktır, işte günümüzün “yeni”  Osmanlıcılarının “Türk halkı” ve “Osmanlı-Türk Kültürü” dedikleri de bunlardır..

Bir başka konu da; kanımca “Osmanlıca“nın 600 yıllık geçmişinde “süreklilik” de yoktur; 1300, 1500, 1700 ile 1800, 1900’lu yılların yazım ve iletişim dili arasında çok bariz farklılıklar  vardır; bu bağlamda saray çevresinin ve mürekkep yalamışların konuştukları Osmanlıcayla sokaktaki tebaa/kul arasında kullanılan konuşma dilinde de farklılıklar vardır..

Anadolu’da konuşulan “Türkçe”yle İstanbul’da, sokakta konuşulan “Türkçe” de çok az da olsa farklılıklar gösterir: Şimdi soru (veya sorun);  bu “Saray”la, “Devlet işleri”ni yürüten “ekabir” denilen  belirli bir üst çevre ve “münevverler”  arasına sıkışıp kalmış olan yazılı ve sözlü Osmanlıca’nın bu gençlere ne vereceğidir..

(NOT: Oysa anasının ak  sütü Türkçeyle söyleyen Yunus Emre’nin kaç yüz yıl önceki dizeleri/sözleri  bugün de Türkiye’nin ve Türkçe’nin konuşulduğu dünyanın her yerinde yanlışsız anlaşılabilmektedir. Bu da “birlik“tir.).

* * *

Eğer mutlaka aslımıza,  ecdadımıza dönmemiz isteniyorsa yapılması gereken; uzaya attı(rdı)ğı uyduya “Göktürk” adını verenler sadece ad vermekle kalmamalı, Türk’ün atalarından kalma milli abecesi Göktürk abecesini de çocuklarına öğretmekten, okutmaktan kaçınmamalıdırlar..

“Osmanlı Kültürü” “Osmanlı tarihi” bizimdir de, peki ya ondan öncesi?

O binlerce yıllık tarih bizim değil mi?

Tekrardan özetleyerek “Osmanlıca öğrenilmeli öğretilmeli mi” sorusuna dönecek olursak; evet öğrenilsin, öğretilsin, nihayet tarihimizin bir parçasıdır ama onun yanı sıra atalarımızın taşlara kazıdıkları, kağıtlara döktükleri Göktürk/Orhun/Urqun Alfabesi de, yani milli alfabe de öğrenilmeli ve kullanılmalıdır.

Osmanlıca ne kadar “zorunlu”luk içerecekse Göktürk Abecesi’nin öğrenilmesi de, öğretilmesi de en az o kadar “zorunluluk” içermelidir.

* * *

Osmanlı’ya rağmen Anadolu’da dolu dolu Türkçe konuşulmuş,  yaşanılmışsa: Yunuslarıyla, Karacaoğlanlarıyla, Aşık Veyselleriyle ve daha yüzlerce, binlerce ozanıyla eğer; bundan böyle de Türk yaşamaya; Türkçe de konuşulmaya devam edecektir..

Cumhuriyet yaptığı  “Dil Devrimi” ile;  “Devlet“in ve “Münevver“in konuşup yazdığı azınlık dilinin yerine; “halkın diline” ve “Anadolu”dan; “Rumeli”ye; “Balkanlar”dan
Asya, Avrupa  ve Amerika anakarasına kadar konuşulan tüm “Türkçe” ve “Türkçe kökenli diller”e resmiyet kazandırmış;  bu bağlamda da yerel olarak Türkiye topraklarında Devlet’in ve halkın aynı dili konuşmasını, okumasını ve yazmasını gerçekleştirmiş; genel anlamda ve uzun vadede ise  “Türk Dil Birliği“ni ve “Birlikteliği”ni sağlamıştır.

Cumhuriyet veya Kemalist Devrim; yazısıyla, diliyle,  kimliğiyle, benliğiyle özüne dönüştür; işinize gelse de gelmese de..

Şimdi kaldırsanız bile yarın yine dönüp gelecektir..

Çünkü “o” biziz, biz “o“yuz!

Ne diyor Yahya Kemal BEYATLI:

  • Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir.”

Aydoğan KEKEVİ  

Aralık 2012 / 31.05.13

Not: yazı biraz uzadığı için gözümden kaçan “yinelemeler” olduysa özür dilerim.

* * * * * * * * *