Etiket arşivi: 27 Mayıs 1960 Devrimi

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA’dan konferans : 1930 SANAYİ KONGRESİ

YÜKSEK TİCARETLİLER DERNEĞİNDE KONFERANS…

Yuksek_Ticaretliler_Dernegi_Logosu

1

1930 SANAYİ KONGRESİ..

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA

Yüksek Ticaretliler Derneği yöneticisi dostlarımız, önemli bir konferansa daha evsahipliği yapıyor..

Sunucu Dr. Serdar Şahinkaya dostumuz, Mülkiye’nin emektatlarındandır ve halen yarı zamanlı olarak lisansüstü dersler vermektedir İktisat Bölümünde.. şimdilerde yaşaı 80’i aşan ama bilimsel olarak hala üretken efsane hocalar  Prof. Korkot Boratavların, Prof. Bilsay Kuruçların öğrencisidir ve o ekolden (okuldan) gelme bir ulusalcı – cumhuriyetçidir.

YuksekTicaretliler-1930SanayiKongresi (3)

“Gazi Mustafa Kemal ve CUMHURİYET EKONOMİSİNİN İNŞASI”

başlıklı, ODTÜ Yayıncılık basımı, 285 sayfalık nefis bir belgesel kitabın yazardır.

Gazi Mustafa Kemal Ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası

Konununn uzmanı Sayın Dr. Serdar Şahinkaya‘yı dinlemek ve Cumhuriyetimizi kuran
Yüce ATATÜRK ile dava – silah arkadaşlarının bu alanda da (ekonomide) yarattığı tansığı (mucizeyi) anımsamak  çok yerinde olacaktır.. Prof. Mustafa Aysan‘ın da yazdığı gibi;
Mustafa Kemal’in
Ekonomi Mucizesi.
.

Ya da Dr. Tahir Kumkale‘nin nefis yapıtı;

Son olarak da temel kaynaklardan ikisi, Prof. Bilsay Kuruç‘tan…

Dr. Şahinkaya, haklı olarak dilinden düşüremiyor o zorlu dönemi tanımlarken :

  • Yollar Dikensiz Gül Bahçesi Değildi

Emek verenlere teşekkür etmek ve gidip dinlemek gerek..
Not almak, gerçekleri paylaşmak ve günümüzün mirasyedi haramzadelerini teşhir ve
alaşağı etmek gerek..

Üstelik yarın 27 Mayıs!

27 Mayıs 1960 Devrimi‘nin 56. yılı!

Sanırız bu toplantı biraz da bu yıldönümünü anmaya, ona bir armağan sunmaya dönük..

Doğrusu değer ve yakışır..
Yarın 27 Mayıs Devrimini yazarız ..

Sevgi ve saygı ile.
26 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın İdamlarına Cumhuriyet Senatosundan 3 Muhalif: Mucip Ataklı, Zihni Betil, Turgut Cebe

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın İdamlarına Cumhuriyet Senatosundan 3 Muhalif: Mucip Ataklı, Zihni Betil, Turgut Cebe

Dr. Serdar Şahinkaya yazdı…
6 Mayıs 2016 06:47

(AS: Bizim katkılarımız yazının sonunda..)

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın İdamlarına Cumhuriyet Senatosundan Üç Muhalif: Mucip Ataklı, Zihni Betil, Turgut Cebe / Serdar Şahinkaya yazdı…

MARE NOSTRUM

En uzun koşuysa elbet Türkiye’de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama ask olsun sana çocuk, ask olsun!

Can YÜCEL

*****

6 Mayıs 1972’de idam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25,
Hüseyin İnan 23 yaşındaydılar.

O dönemde 12 Mart 1971 muhtırasıyla iktidardan indirilen Süleyman Demirel, Deniz ve arkadaşlarının idamına “Evet” oyu veren Adalet Partisi’nin lideriydi. TBMM’de Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam kararları oylanırken, hiç tereddüt etmeden idamları onaylayan Demirel, aradan birkaç yıl geçtikten sonra 1975’te mobilya yolsuzluğundan yargılanan yeğeni Yahya Demirel’le ilgili olarak “25 yaşında çocukla uğraşıyorlar” diyebiliyordu.

Ülkeyi bu günkü duruma getiren süreci işin başında iken gören, direnen ve hiçbir çıkar gözetmeden halkımızın mutluluğu için mücadele eden devrimci gençlik önderlerinin idamlarının ne anlama geldiğini Türkiye bugün daha iyi anlıyor. Denizlerin idamlarına “onay” verenlerin tümü tarih sahnesinden silindi. Deniz, Yusuf, Hüseyin ise yiğitlikleri, gençlikleri ve tüm coşkularıyla her 6 Mayıs’ta yeniden doğuyor.

O günden bu yana geçen 44 yıllık süre içinde unutulmak bir yana Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının adları onurlu bir kuşağın gururu durumuna geldi. 6 Mayıs, emperyalizmin tahakkümünden kurtulmuş, kendi halkının iradesiyle yönetilen “tam bağımsız ve gerçekten demokrat Türkiye” için mücadele eden devrimci gençlik önderleri; Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in doğum günüdür.  44. doğum günlerini, o sürece ilişkin birkaç ayrıntıyı hatırlatarak kutlamak istiyorum.

11 Mart 1972’de TBMM Başkanı Sabit Osman Avcı, Cumhuriyet Senatosuna bir yazı göndererek, TBMM’nin açık oyla kabul ettiği Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in ölüm cezalarının onaylanmasına dair kanun teklifini dosyası ile birlikte sunar.

Genç okuyucular için not ediverelim: O dönemin ikili yapısına göre, TBMM’nin kabul ettiği yasalar, Cumhuriyet Senatosu’nun onayından sonra ancak Cumhurbaşkanlığına gönderilirdi.

Cumhuriyet Senatosu’na intikal eden dosya Anayasa ve Adalet Komisyonunda görüşülür.

On iki üyeli komisyonda, idamların infazına karşı durarak “muhalefet şerhi” yazan üç yürekli isim vardır: Mucip Ataklı, Zihni Betil, Turgut Cebe.  Ne yazık ki onların karşı duruşlarına rağmen Senato kararı onaylar. Ve Karar, nihai onay için dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a gönderilir.

İşte aşağıda, bu sürece ait yazım biçimi bütünüyle korunan tutanakları ve üç fidana sahip çıkan üç karşı oy yazısını bulacaksınız.

Tutanaklara dikkatimi çeken sevgili arkadaşım Aynur Dülger Ataklı’ya teşekkürlerimle…

***

CUMHURİYET SENATOSU S. Sayısı: 82

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanun teklifinin Millet Meclisince kabul olunan metni ve Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu raporu (M. Meclisi : 3/744; C. Senatosu : 2/16)
(Not : Millet Meclisi S. Sayısı : 509)

Millet Meclisi Genel Sekreterliği                                 
11. 3. 1972, Kanunlar Müdürlüğü Sayı: 5341

CUMHURİYET SENATOSU BAŞKANLIĞINA

Millet Meclisi’nin 10 – 11.3.1972 tarihli 58 inci Birleşiminde öncelik ve ivedilikle görüşülerek istem üzerine açık oyla kabul edilen, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanun teklifi, dosyası ile birlikte sunulmuştur.

Saygılarımla.

Sabit Osman Avcı
Millet Meclisi Başkanı
———————-

Not: Bu teklif 9.2.1972 tarihinde Başkanlıkla İlk Komisyona havale edilmiş ve Genel Kurulun 10-11 . 3 . 1972 tarihli 58 nci Birleşiminde öncelik ve ivedilikle görüşülerek istem üzerine açık oyla kabul edilmiştir. (Millet Meclisi S. Sayısı : 509)

T. C.
Başbakanlık                                            9.2. 1972

Özlük ve Yazı İşleri : 5/4 – 729

MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığından alınan 31 Ocak 1972 gün ve AD. MÜŞ. 7972/392.7. sayılı yazıda, Türk Ceza Kanununun 146/1 maddesini ihlâl suçundan hükümlü bulunan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’a ait mahkûmiyet ilâmı ile bu hükme mesnet teşkil eden dâva dosyasının fotokopilerinin gönderildiğine temas edildikten sonra, 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 244 ncü maddesinin 3 ncü fıkrası gereğince, ölüm cezalarının yerine getirilmesinin Türkiye Büyük Millet Meclisinin kararına vabeste bulunduğu belirtilerek gereğine delâlet edilmesi istendiğinden, dizi pusulasına bağlı 4 karton dosya ve iddianame ile gerekçeli hüküm, Askerî Yargıtay Başsavcılığının tebliğnamesi ve Askerî Yargıtay 2 nci dairesinin onama ilâmının, Anayasanın 64 ncü maddesi gereğince ilişikte sunulduğunu saygı ile arz ederim.

Prof. Dr. Nihat Erim
Başbakan

Adalet Komisyonu Raporu Yüksek Başkanlığa

Millet Meclisi Adalet Komisyonu                                         7.3 . 1972
Esas No. : 3/744 Karar No. : 34

Türkiye Cumhuriyeti Teşkilâtı Esasiye Kanununun tamamımı veya bir kısmını tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanunla teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisini ıskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs etmekten sanık, Erzurum Ilıca nahiyesi Özlük köyü, hane 27, cilt 5 ve sayfa 129 da nüfus siciline kayıtlı Cemil oğlu, Mukaddes’ten doğma, 1947 doğumlu Deniz Gezmiş ile, Yozgat iline bağlı Çekerek ilçesi Kuşsaray köyü, hane 21, cilt 13/2, sayfa 88/114 te nüfus siciline kayıtlı Beşir oğlu, Mediha’dan doğma, 1947 doğumlu Yusuf Arslan ve Kayseri Sarız ilçesi Bahçeli mahallesi, hane 31, cilt 2, sayfa 45 te nüfus siciline kayıtlı, Hıdır oğlu, Selver’den doğma, 1949 doğumlu Hüseyin İnan’ın hareketlerine uyan T. C. K. nun 146/1 maddesi uyarınca ölüm cezasıyle mahkûmiyetlerine dair Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No. lu Askerî Mahkemesinden verilen 9.10.1971 tarih, 1971/13 esas, 1971/23 karar sayılı hüküm, Askerî Yargıtay 2 nci dairesinin 10.1.1972 tarih ve 1971/457 – 1972/1 esas, 1972/1 karar sayılı ilâmı ile kesinleşmiş ve tashihi karar talebi de, Askerî Yargıtay Başsavcılığının 3.2 . 1972 tarih ve 1972/187 – 98 sayılı karariyle reddedilmiş bulunduğundan, bu işe ait dosya Başbakanlığın 9.2.1972 tarih ve 5/4 – 729 sayılı tezkeresine ekli olarak 9.2 . 1972 tarihinde Komisyonumuza tevdi edilmekle tetkik edilip müzakere olunmuştur.

Mahkeme ilâmında da tafsilen yazılı olduğu üzere sanık Deniz Gezmiş ile Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın; Türkiye Cumhuriyeti Teşkilâtı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanunla teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisini ıskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs etmek suçlarını işlemiş bulundukları anlaşılmış olduğundan, Komisyonumuzca Anayasanın 64 ncü maddesi gereğince sanık Deniz Gezmiş ile Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine mütedair ilişik kanun teklifinin Yüce Meclise sunulmasına ve öncelik ve ivedilikle görüşülmesine 6.3.1972 tarihinde karar verilmiştir.

Gereği yapılmak üzere işbu rapor Yüksek Başkanlığa saygıyle sunulur.

Adalet Komisyonu Başkanı

İstanbul

İ.Hakkı Tekinel

Sözcü

Sivas

Tevfik Koraltan

Kâtip

Sinop

Hilmi Biçer

Artvin

A.Naci Budak

Müzakerede bulundu

Oylamada bulunmadı

Bitlis

K. Mümtaz Akışık

Müzakerede bulundu

Oylamada bulunmadı

 

Çorum

İhsan Tombuş

Elâzığ

Mehmet Aytuğ

Müzakerede bulundu

Oylamada bulunmadı

 

Erzurum

Sabahattin Aras

 

Gümûşane

Mustafa Karaman

 

İçel

Mazhar Arıkan

İçel

Kabul

Söz hakkım saklı

Turhan Özgüner

 

Kars

İ.Hakkı Alaca

 

Kırşehir

Cevat Er oğlu

Konya

İrfan Baran

Müzakerede bulundu

Oylamada bulunmadı

 

Konya

Kubilay İmer

Konya

Orhan Okay

Müzakerede bulundu

Oylamada bulunmadı

 

Kütahya

Fuat Azmioğlıı

 

Mardin

E. Kemal Aybar

Niğde

Muhalifim

Söz hakkım mahfuzdur

Siirt

M. Nebil Oktay

Müzakerede bulundu

Oylamada bulunmadı

Tokat

Osman Hacıbaloğlu

Anayasa ve Adalet Komisyonu raporu

Cumhuriyet Senatosu                                     13.3.1972
Anayasa ve Adalet Komisyonu

Esas No. : 2/16  Karar No. : 6

YÜKSEK BAŞKANLIĞA

Millet Meclisinin 10 – 11 Mart 1972 tarihli 58 nci Birleşiminde öncelik ve ivedilikle görüşülerek istem üzerine açık oyla kabul edilen, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanun teklifi, Millet Meclisi Başkanlığının 11 Mart 1972 tarihli ve 5341 sayılı yazıları ile Cumhuriyet Senatosu Başkanlığına gönderilmiş ve teklife esas «Mahkeme dosyası»,

11 Mart 1972 Cumartesi günü saat 09,00 – 20,00
12 Mart 1972 Pazar günü saat 10,00 – 20,00
13 Mart 1972 Pazartesi günü saat 09,00 – 14,00

Aralarında, «Komisyon üyelerinin» incelemelerine hazır tutularak Komisyonumuzun 13 Mart 1972 tarihli Birleşiminde tetkik ve müzakere olunmuştur.

I – Teklif, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’m ölüm cezalarının yerine getirilmesini öngörmektedir.

Askerî Yargıtay İkinci Dairesinin 10 Ocak 1972 tarih ve 1971/457 – 1972/1 esas; 1972/1 karar sayılı ilâmı ile kesinleşen Askerî Yargıtay Başsavcılığının 3 Şubat 1972 tarih ve 1972/187 – 98 sayılı karariyle tashihi karar talebi reddedilen, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı I numaralı Askerî Mahkemesinin 9 Ekim 1971 tarih, 1971/13 esas; 1971/23 karar sayılı hükmü ile Türk Ceza Kanununun 146/1 maddesi uyarınca ölüm cezasına mahkûm edilmiş bulunan, sicilli nüfusta Erzurum Ilıca nahiyesi Özlük köyü hane 27, cilt 5 ve sayfa 129 da kayıtlı Cemil oğlu Mukaddesten doğma 1947 doğumlu Deniz Gezmiş ile Yozgat iline bağlı Çekerek ilçesi Kuşsaray köyü hane 21, cilt 13/2. sayfa 88/114 te kayıtlı Beşir oğlu Mediha’dan doğma 1947 doğumlu Yusuf Arslan ve Kayseri ili Sarız ilçesi Bahçeli mahallesi hane 31, cilt 2, sayfa 45 te kayıtlı Hıdır oğlu Selver’den doğma 1949 doğumlu Hüseyin İnan haklarındaki işbu ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair olan teklif Komisyonumuzca da benimsenmiştir.

II – Millet Meclisti metninin 1 nci maddesi, evvelâ tümü itibariyle ele alınmış ve bilâhara madde metninde sözü edilen hükümlüler hakkında ayrı ayrı oylanmak suretiyle görüşülmüş ve madde oylamaları sonucunda Millet Meclisi metninin 1, 2 ve 3 ncü maddeleri Komisyonumuzca da aynen kabul edilmiştir.

III – Teklifin Genel Kurulda öncelik ve ivedilikle görüşülmesi hususunda istemde bulunulması da karar altına alınmıştır. Genel Kurulun tasviplerine arz olunmak üzere Yüksek Başkanlığa saygı ile sunulur.

Başkan

Samsun

R. Rendeci

Sözcü

Eskişehir

Ö. Ucuzal

Kâtip

Ankara

Muhalifim

T. Cebe

Ağrı

Muhalifim

Söz hakkım saklı

S. Türkmen

 

Ankara

T. Kapanlı

 

Bursa

Ş. Kayalar

 

Hatay

M. Deliveli

 

Mardin

A. Bayar

 

Rize

O. M. Agun

 

Sakarya

M. Tığlı

Tokat

Karşıyım

Karşı oy yazım eklidir

Z. Betil

Tabiî Üye

Muhalifim

Şerhim eklidir

M. Ataklı

***

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’in ölüm cezalarına çarptırılması hakkındaki Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonunun raporuna muhalefet şerhi.

Büyük savaşlardan, özellikle büyük dünya savaşlarından sonra milletler her alanda derin bunalımlara sürüklenmiştir. Özellikleri kendisinden önceki büyük savaşlardan çok değişik, tepkileri o nisbetle ağır olan İkinci Dünya Savaşından sonra da gerek mağlûp milletler gerek galip toplumlar bu kural dışında kalamamıştır. Teknolojik gelişmenin nedeni olarak da mesafeler çok kısalmış, dünya daralmış milletlerarası ilişkiler o nisbette yoğunlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı dışında kalmış olmasına rağmen yurdumuzun jeopolitik durumu bizim de bu bunalımlardan sıyrılmamızı çok zor bir hale sokmuştur. Osmanlı İmparatorluğu zamanından başlıyan yenilenme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma çabaları, bütün iyi niyetlere rağmen kişisel ve zümresel çıkarlar yüzünden ve çeşitli zararlı akımlar tarafından engellenmiş, şeriatçı, ırkçı, ümmetçi, faşist, komünist düzen kurma eğilimleri ve bu gayelere ulaşmak için münferit ve ‘müşterek anarşist eylemlerle 12 Mart öncesine ve sonrasına gelinmiştir.

Tarihimizde iyi yöneticilerin gayreti, bütün engelleme gayretlerine rağmen, toplumdaki uyanışı ve gelişmeyi sağlamış, zaman zaman işbaşına gelen kötü idareciler ise bu hamlelerin yavaşlamasına, dünya devletleri arasındaki uygarlık mesafesinin daha da açılarak toplumun zararlı akımlar ve anarşiye açık hale gelmesine sebebolmuştur. 12 Marta nasıl gelindiğinin kişisel ve siyasal felsefelere uygun nedenleri gerçek durumu tam ve hakkıyle açıklamaya yetmez kanısındayım. Bu duruma gelişte sorumlu ve sorumsuz kişi, kurum ve kuruluşların kademe kademe günahı vardır. Bu günahın en büyük payı yerimizi, kabul ettiğimiz siyasi felsefemizi biran için terk ederek vicdanlarımızın sesine kulak verdiğimiz zaman hiç şüphesiz yönetimi elinde bulunduranların, belirtileri ve tesbit edilen anarşist eylemleri zamanında alacağı tedbirlerle bertaraf etmemesi de ihmali olanlara düşer.

Bu kısa tahlile rağmen ben şu anda meselelerin derinliğe inilmesinde ve geçmişin enine boyuna eleştirilmesinde içinde bulunduğumuz şartlar nedeniyle yarar bulmuyorum. Şu anda, adaletin tecellisinde Senato Genel Kuruluna rehberlik edecek olan Komisyonumuza büyük, ağır ve ciddî tarihî bir sorumluluk yüklenmiş bulunmaktadır. Bu sorumluluğun idraki içinde olarak gelecek kuşaklara siyasi tarihe ve toplum hayatımıza örnek verecek bir karara varmanın zorunluğuna inanıyorum. Bu inanç içerisinde yüksek askerî mahkemelerin Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkında vermiş olduğu idam kararları hakkındaki görüşlerimi açıklayacağım.

Evvelâ şu hususu arz etmek isterim; Yargı organlarının kararlarına saygı evvelâ Anayasanın, sonra adalete inancın gereğidir. Bu bakımdan kararları eleştirmek ne hakkımızdır ne de görevimizdir. Bizim görevimiz Yüksek Mahkemenin vermiş olduğu kararın yerine getirilmesi halinde, sosyal ve politik huzur ve barışın teessüsündeki etkisi olacaktır. Sosyal ve siyasal barışın gelecek kuşaklara ve bugünkü toplum hayatımıza bağışlanması için Meclisin şefkat ve merhamet duygulariyle hareket etmesinde yarar bulmaktayım. Haklı olmak başka, âdil olmak başka şeydir. Delikanlılığın vermiş olduğu pervasız mizaçla bu gençlerin suça kolayca itilmelerinin mümkün olduğu gerçeği karşısında dahi adam kaçırma, alıkoyma, banka soyma, araba çalma, yaralama gibi suçların bir siyasi maksat için işlemiş olmalarını haklı bulmaya imkân yoktur. Suçludurlar, hukukun gereği cezaya çarptırılmıştırlar. Bütün bunlara rağmen bu gençlerin idamları düşündüğümüz huzurun sağlanmasında, demokratik rejimin kökleşmesinde ne derece etkili olacağını değerlendirmek güçtür.

Bu nedenle haklı olabiliriz ama âdil olacağımızdan şüpheliyim. Yüksek mahkeme dahi bütün delilleri inceleyip, sorgularını da yaptıktan sonra idam, kararını verirken, kişisel görüşlerini mahfuz tutarak, tahfif sebeplerini kamu vicdanına tarihe ve Parlâmentonun takdirine terk etmiştir. Yüksek mahkeme suça sebep olan tahriklerin hukukî nedenlerini, suçluların mahkemedeki davranışı yüzünden 51 nci maddenin tahfif yetkisine dayandıramadığı sosyal ve siyasal nedenlerine de girmeyi kendini yetkili görmediği için bu hakkın kullanılmasında bizler için vicdani bir rahatlık bırakmıştır. Ne toplum anlayışı ne de ibreti müessire bakımından, mahiyeti itibariyle siyasi olan olaylar konusunda, ölüm cezası -müeyyidesinin istenen sonucu getirmediği ve etkinlik sağlıyamadığı, dünyadaki tartışmaları bir kenara bırakalım, ülkemizde do girişilen bunca uygulama ve deneylerle sabit olmuş bulunmaktadır.

Gerçekten de, bu türlü tatbikatın tartışması alabildiğine uzayıp gitmekte, kişiler kanaatlerini korumakta devam etmekte ve aynı zamanda aynı olaylar birbirini izlemektedir. Bu nedenle en fazla millî huzur ve barışa muhtaç olduğumuz bu dönemde daha fazla husumet cepheleri yaratmaya çalışmamalıyız. Haklı olsak dahi âdil olamamak şüphesi gayrikabili tamir sonuçlar doğurabilir. İnsanların hayatlarını almanın korkutucu ve terbiye edici tesirleri yoktur. Bunlar etkin olsaydı, bu çeşit olaylar tekerrür etmezdi. Yakın tarihimizde 27 Mayıstan sonra cereyan eden 22 Şubat, 21 Mayıs idamların korkutucu ve terbiyeci tesiri olsaydı vukubulmazlardı. Otoriter ve totaliter rejimlerde siyasi suçlara karşı çok sert, demokratik rejimlerde ise daha insaflı ve merhametli davranılmaktadır. Demokratik rejimimizi sağlam temellere oturtmak için sarf edilen gayretlerin döneminde sosyal barışın şartlarından biri de insaflı ve merhametli olmaktır. Hepimiz babayız, belki idamları istenen bu gençlerin yaşlarında çocukların sahibiyiz. Bir baba olarak, bu gençlerin ailelerinin ıstıraplarına da şefkat ve merhamet duygularımızı katık yapmalıyız.

Komisyonumuzun ve Senatomuzun 21 Mayıs olayından sonraki idam kararlarının infazı için göstermiş olduğu ağırbaşlı, davranışını bu olayda da göstereceği inancını taşımaktayım. Bu nedenlerle sayın komisyonumuzun infaz kararını onaylamıyacağı bu gençlerin hayatlarını bağışlıyacağı umudunu taşıyorum. Bu umutla, yukarda arz ettiğim nedenlerle, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, haklarında verilen idam cezalarının infazında Sosyal ve Siyasal yarar görmediğim için komisyon kararma muhalifim. Arz ederim.

Mucip Ataklı
Cumhuriyet Senatosu
M.B.G. Üyesi

*****
KARŞI OY YAZISI

  1. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Numaralı Askerî Mahkemesi; 9.10.1971 tarihinde, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın Türk Ceza Kanununun 146 ncı maddesinin 1 nci fıkrasına istinaden ölüm cezasıyle cezalandırılmalarına karar vermiş ve bu karar, Askerî Yargıtayın 10.1.1972 tarihli kararı ile tasdik olunarak kesinleşmiştir.
  2. Konuyu incelerken kanaatimizce şu iki hususun dikkatle göz önünde bulundurulması gereklidir:
  3. a) Anayasamızın 7 nci maddesine göre (Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.)

132 nci maddesinin son fıkrasına göre de; (Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.)

  1. b) Anayasamızın 64 ncü maddesine göre ise, (Genel ve Özel af ilânına, mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine karar vermek, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerindendir.)

Görülüyor ki; 7 nci ve 132 nci maddeler. Anayasamızın dayandığı kuvvetler ayrılığı prensibinin tabiî bir sonucu ve 64 ncü madde ise, bu prensibin bir istisnasıdır. Bu hükümlere göre adları gecen üç hükümlü hakkındaki mahkûmiyet kararına konu teşkil eden fiillerin sabit olup olmadığını, sabit ise hangi suçları vücuda getirdiğini ve bu suçlara verilen cezaların kanunlara uygun bulunup bulunmadığım incelemek ve bir karara bağlamak bizim yetki ve görevimiz dışındadır. Ortada Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında bir af teklifi de bulunmadığına göre bizim yetki ve görevimiz, bu üç hükümlü hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmesinin mi, yoksa yerine getirilmemesinin mi daha uygun olacağını incelemek ve kanun şeklinde bir karara bağlamaktan ibarettir.

  1. Adları geçen üç hükümlü hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmesinin mi, yoksa yerine getirilmemesinin mi daha uygun olacağını incelerken dikkatle göz önünde bulundurmak zorunluğunda olduğumuz hususlar genellikle şunlardır :
  2. a) Mahkûmiyet hükmüne konu teşkil eden ‘suç hangi fiillerden meydana gelmiştir?
  3. b) Bu fiililerin işlendiği zamanlardaki ortam nasıldır?
  4. c) Hükümlülerin, mahkûmiyetlerine konu teşkil eden fiilleri işlemelerindeki etkenler nelerdir?
  5. d) Hükümlüler nasıl kişilerdir?
  6. e) Türk toplumunun yararları açısından ve ceza verme ile güdülen amaç bakımımdan hükmedilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi mi, yoksa yerine getirilmemesi mi daha uygun olur? Şimdi, bu soruların cevaplarını vermeye çalışalım :
  1. a) Karara göre mahkûmiyet hükmüne konu teşkil eden suçu meydana getiren fiiller; aşırı solcu olmak ve aşırı solun yurtta, gerçekleşmesini sağlamak amacı gütmek, 29. 12. 1970 tarihinde otomobil çalmak ve iki polis memurunu görev yaptıkları sırada tabanca kurşunu ile yaralamak, 11.1.1971 tarihinde otomobil çalmak ve Türkiye İş Bankası Emek Şubesini soymak, 15.1.1971 tarihinde görev yapan bir polis memuru ile bir icra memurunun ve bir avukatın görev yapmalarına cebren mâni olmak, bunların ve bunlarla birlikte bir şoför, bir çilingir ve bir kapıcının hürriyetlerini tahdidetmek, 170 lira para, şapka ve hüviyet kartı gasbeylemek, 15.2.1971 tarihinde bir Amerikalı çavuşun hürriyetini tahdidetmek, 27.2.1971 tarihinde mesken masuniyetini ihlâl ve bir şahsın hürriyetini tahdidetmek ve otomobilini çalmak, 4 Mart 11971 tarihinde 4 Amerikalı çavuş ve erin hürriyetlerini tahdidetmek ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu adını verdikleri bir gizli örgüt adına bildiri yayınlamak fiilleridir.

Bu fiillerin hepsi, kanunlarımıza göre ayrı ayrı birer suçtur ve mahkeme; bu suçların cümlesinin, Türk Ceza Kanununun 146 ncı maddesinin 1 nci fıkrasında yazılı olan ve ölüm cezasını gerektiren suçun icrai hareketleri olduğu kanısına varmış ve bu nedenle Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarında ölüm cezasına hükmetmiştir. Mahkeme; bu üç hükümlü vekillerinin, hâdisede cezanın hafifletilmesini gerektiren kanuni sebepler bulunduğu yolundaki müdafalarını da, hukukî unsurlardan mahrum bulunduğunu ve hukukî yönleri itibariyle kabule şayan görülmediğini belirterek reddettikten sonra aynen (bu detaylı eleştiri ve iddialar hakkında mahkememiz, kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde hüküm vermeyi, kamu vicdanına, tarihe ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.) denilmiştir.

Mahkeme; hâdisede cezanın azaltılmasını gerektiren takdirî sebepler bulunmadığı hakkındaki görüşünü de karar yerinde aynen şöyle ifade etmiştir : (Türk Ceza Kanununun 59 ncu maddesinin tatbikine dair talepler, sanıkların mahkemedeki tutum ve davranışları itibariyle kabule şayan görülmemiştir.)

  1. b) Bu fiillerin işlendiği zamanlardaki ortanın nasıl olduğu ise 12 Mart 1971 tarihli muhtırada ifadesini bulmuştur.
  2. c) Her üç hükümlü; baştan sona bütün ifadelerinde, suç işlemelerine, o zamanlardaki ortamın da etkili olduğunu söylemektedirler.
  3. d) Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Anadolu’ nun birer köyünde 1947 yılında, Hüseyin İnan da Anadolu’nun bir kasabasında 1949 yılında doğmuşlardır. Her üçü de, okuma yolu ile hayata hazırlanma ve yetişme durumundadırlar.
  4. e) Suç işliyene ceza vermedeki amaç, sadece suç işliyeceklere etkili bir örnek vererek suç işlenmesini önlemek değil, aynı zamanda suçluyu toplum ve kendisi bakımından ıslah etmektir. Ölüm cezalarında, ilk bakışta hükümlünün ıslahı gibi bir amaç güdülmediği söylenebilir ise de, bu, mutlak olarak doğru sayılamaz. Aksi halde, Anayasamızın, yasama organına, ölüm cezalarını yerine getirme veya getirmeme hakkında karar verme yetkisi tanımasına, lüzum ve ihtiyaç kalmaz idi.

Bizim mevzuatımıza göre yasama organı tarafından ölüm, cezasının yerine getirilmemesine karar verilmesi halinde hükümlünün çekeceği ceza müebbet ağır hapis değildir. Zira, müebbet ağır hapis bir süre ile sınırlıdır. Ölüm cezasının yerine getirilmemesine karar verilmesi, bizim kanunlarımıza göre hükümlünün, cezaevinde ömrü boyunca ağır hapis cezası çekmesi sonucunu doğurur. Adları geçen üç hükümlünün bir sıra ve silsile halinde suçlar işledikleri ortadadır.
Bu bakımdan savunulmaları imkânsızdır. Ancak yaşları, sosyal durumları ve suç işledikleri zamanlardaki ortam bakımından, haklarındaki ölüm cezasının yerine getirilmemesine karar vermek suretiyle, hayatla ilişkilerinin kesilmemesinin ve kendilerine düzelme ve toplumumuz için zararlı olmaktan kurtulma şansı verilmesinin daha uygun olacağı görüşüne varmış bulunuyoruz. Böyle bir lûtufkâr muamelenin toplumumuza zarar getirmiyeceğini de düşünebiliyoruz.

Hâdiseler, şüphesiz, vukua geldikleri zamanın şartları ile değerlendirilirler. Ancak, bâzı hâdiselerde ve bâzı şahısların suçlarında vukua geldikleri tarihlerde tesbit edilemiyen birtakım özellikler bulunduğunun sonradan fark edilebildiği de bir gerçektir. Anayasalar, Af Müessesesini bu zorunluktan ötürü kabul etmişlerdir. Anayasalar ,kabul edilmesi ve uygulanması bütün dünyada ciddî şekilde münakaşa edilen ölüm cezasının yerine getirilip getirilmemesine karar verme yetkisini, toplum ve hükümlü için bir teminat olarak yasama organına tanırlarken de aynı zorunluğu göz önüne almışlardır. Hükmü veren Mahkeme de; hâdisede cezanın hafifletilmesini gerektiren kanuni sebepler bulunmadığını söylerken, karar yerinde aynen (Bu detaylı eleştiri ve iddialar hakkında Mahkememiz, kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde hüküm vermeyi, kamu vicdanına, tarihe ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.) Demek suretiyle, şüphesiz aynı zorunluğu göz önünde bulundurmuştur.

Yukardan beri açıkladığımız nedenlerle Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan haklarındaki ölüm cezalarının yerine getirilmemesinin, toplumumuzun yararları açısından olduğu kadar bu üç hükümlüye, kendilerini düzeltme ve toplumumuz için zararlı olmaktan kurtulma şansı verme bakımından da daha uygun olacağı görüşündeyiz.

13 Mart 1972
Cumhuriyet Senatosu Tokat Üyesi
Zihni Betil

*****

Muhalefet Şerhi

Anayasamızın 64 ncü maddesi, 132 nci maddeye rağmen bir istisnai hüküm olarak; mahkemeler tarafından verilip kesinleşen ve münhasıran ölüm cezalarında, infazın gerekli olup olmadığına dair son karar verme yetkisini kademeli olarak Türkiye B. M. Meclisine tevdi eylemiştir. Bunun istihdaf eylediği mâna: Bilhassa siyasi vasıfta olan ve siyasi amaçlarla işlenen fiillerin faillerine uygulanmak istenen ölüm cezalarının infazına memleketin ortamının ve Devletin âli menfaatlerinin müsaid olup olmadığının ve o anda takibedilen Devlet politikasına uygun veya aykırı düşüp düşmiyeceğinin düşünülmesine, müzakere edilmesine imkân verebilmek ve dolayısıyle failin varsa özel durumunu Yüce Meclislerin atıfet duygularına mazhar kılabilmek hedefine matuftur. Bu husus mahkemece de T. C. K. Nun 51 nci maddesinin tatbik edilip edilemiyeceğinin münakaşasını yaptığı gerekçeli kararının beşinci bölümünün son sayfasında vazıh olarak ifade olunmuştur: (Mahkememiz 51 nci maddenin tatbikini talebeder istikametteki savunmalar karşısında kişisel görüşlerini mahfuz tutmuş, müessese olarak bunlar üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe ve T. B. M. Meclisinin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görmüştür.)

İmdi, mevzuumuzda Yüce Meclisler, mazinin kusur ve sevaplarını bir kenara bırakarak ve fakat o zamanki Devlet organizasyonunun, yönetiminin, müesseselerinin ve faillere önderlik eden, onların hareketlerini tasvip ve tescil eyliyen motor niteliğindeki davranış ve mesuliyetlerini, gençliğin avare, istinatgâhsız, amaçsız, idealsiz, maalesef pejmürde durumunu tahlil, takdir ve değerlendirmekten müstağni mi kalacaktır? Haddizatında faillerin fiillerini tasvibe mazhar kılmak veya hoşgörmek mümkün değildir, ama 1947 – 1949 doğumlu faillerin bu tarz fiillere iltifat etmelerinin, bu tarz ve istikamette yetişmelerinin mesuliyetini münhasıran faillerde bulmak da akla ve mantığa uygun düşmez. Kaldı ki, ölüm cezası cezalar içinde ifratı temsil eder, ölüm cezasının ilgasına mâni olan husus cemiyete fayda temin eder bir fikir, bir ceza tarzı da değildir, bâtıl bir itikattır. Bâtıla itikat, tab’ıma uygun olmadığından ve hiçbir ölüm cezasının infazının cemiyete fayda getirdiğine ve suçların azalmasını mümkün kıldığına kanaat sahibi bulunmadığımdan Komisyonun almış olduğu karara muhalifim.

Turgut Cebe
Ankara
***

Üç Fidanın İdam Yaftaları

www.denizgezmis1972.com

Dr. Serdar Şahinkaya
telgrafhane.org

=============================================

Dostlar,

Dostumuz Sayın Dr. Serdar ŞAHİNKAYA‘ya, tarihsel değerdeki bu çalışması için
teşekkür ediyoruz..

Biz de web sitemize koyarak hak ettiği değeri vermek istiyoruz..

3 Fidan‘ın idam kararına C. Senatosu’nda karşı oy yazısı (muhalefet şerhi) yazan
saygın 3 senatörü de saygı ile anıyoruz:

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın İdamlarına Cumhuriyet Senatosundan
3 Muhalif: Mucip Ataklı, Zihni Betil, Turgut Cebe

“3 Fidan” a özlem..
Ve savaşımlarına (mücadelelerine) saygımızı sunuyoruz 44 yıl sonra bir kez daha..

TBMM’de, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nin milletvekillerinin idam kararının
(mahkeme ilamının) yerine getirilmesi için yapılan oylamada;

  • Kana kan, intikam.. 3’e 3 intikam…

    Çığlıklarıyla açık oylamaya EVET deyişleri aklımızdan çıkmıyor..
    Bilindiği gibi 27 Mayıs 1960 Devrimi‘nin ardından DP (Demokrat Parti) Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan,
    Yassıada mahkemesinde yargılama sonrası idama mahkum edilmişler ve cezaları asılarak
    infaz edilmişti (16 Eylül 1961)..

    DP’nin devamı AP (Adalet Partisi) milletvekilleri kan davası gütmüş ve intikam almışlardı! TBMM’de 11 Mart 1972 günü 53 ret, 6 çekimser, 238 kabul oyuyla..

Sevgi ve saygı ile.
06 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

6 Mayıs 1972 – 6 Mayıs 2015.. 43 Yıl Sonra “3 FİDAN” a Özlemle..


6 Mayıs 1972 – 6 Mayıs 2016..
44 Yıl Sonra “3 FİDAN” a Özlemle..

3_Fidan_Deniz_Huseyin_Yusuf


 

 

 

 

 

Dostlar,

Geçen yıl ve önceki yıllarda 6 Mayıs günlerinde “3 Fidan” için yazdıklarımız aşağıda..
Bir yıl daha geçti.. 5 Mayıs 2015 günü, “3 Fidan” ın efsane Avukatı rahmetli
Halit Çelenk‘in 4. ölüm yıldönümü anmasına katılmıştık. Türkiye Barolar Birliği’nin
Balgat’taki tesislerinde düzenlenen etkinlik için ayrılan büyük salon doluydu.
Birkaç yüz katılımcı vardı. Bu kez merhum Av. Çelenk’in anması için ailesinin ödüller koyduğunu gördük. 1. lik ödülünü “GEZİ RAPORU” başlıklı çalışma ile
“Gezi Hukuki İzleme Grubu” kazandı. Bu Grubun başında Prof. İbrahim Kaboğlu var.
Prof. Beyza Üstün, Prof. Taner Gören (dönemin İstanbul Tabip Odası Başkanı), avukatlar, hekimler, Türkiye Barolar Birliği, İstanbul Tabip Odası, Çevre Mühendisleri Odası, DİSK kurumsal destekçilerden.. Çalışma oldukça kapsamlı ve 240 sayfa, tümüyle bilimsel nitelikli. Son bölümü biber gazının insan sağlığına kabul edilemez olumsuz etkileriyle iligili ve yasaklanması önerilmekte. Türkiye Barolar Birliği basımını üstlenmiş ve katılımcılara
ücretsiz dağıtıldı. Şu anda masamızın üstünde ve okumaya başladık bile.

Anma_5.5.2015_TBB

Merhum Av. Halit Çelenk’e en çok yakışan anma biçimi tam da böyle olmalıydı. 2. ve 3. lük ödülü alan çalışmalar da son derece değerli ancak basılı değil. Biri insan hakları ile ilgili bir tez, öbürü de ifade özgürlüğü bağlamında verilen hukuksal savaşım içindi
(AÜ SBF’den Y. Doç. Dr. Kerem Altıparmak ve ark.).

İki saati aşan sunuyu merhum Av. Çelenk’in kızı Serpil Çelenk Güvenç duygulu ama
kararlı bir tonla yaptı. Ardından verilen kokteyl cömert ikramlar ve Litai Otel’in emekçilerinin ustalığı – inceliği ile renklendi. Sohbetler de, konuklar da nitelikliydi. Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda çalışma arkadaşımız – oda komşumuz
merhum Av. Çelenk’in kızı Prof. Ferda Özyurda‘ya, eşi aynı Fakülteden Prof. Ümit Özyurda‘ya, Serpil Çelenk ve eşi Kaya Güvenç‘e (eski TMMOB başkanı), Merhumun eşi
Şekibe Çelenk‘e ve çok sayıda dosta veda ederek ayrıldığımızda saat 22:00’yi epey geçiyordu..

*****

Geçen yıla göre Türkiye, ne yazık ki daha da despotik bir ortama sürüklenmiş durumda.
Ekonomik göstergeler alarm vermekte ve Türkiye, İç Güvenlik Yasası ile hak ve özgürlükleri iyice kıskaca alınmış durumda 7 Haziran 2015 genel seçimlerine koşmakta.. (Yapıldı, AKP 258’de kaldı.. AKP – RTE bunu tanımadı! 1 Kasım’da seçim yinelendi ve AKP 316 ile gene iktidar!?)

3 Fidan’ın hukuk dışı – vicdansızca – zalimce idamından bu yana TBMM’den saygınlıklarını geriveren bir yasa gene çıkmadı!.. AKP iktidarında beklenir miydi böylesi insancıl bir girişim?

Yakın hedef, AKP iktidarına mutlaka son vermekten geçiyor..
Bunun da en etkili yolu VATAN PARTİSİ’nin TBMM’ye güçlü bir grup ile girmesi..
Mustafa Kemal ATATÜRK ideolojisinin ruhu “6 OK” u içtenlikle programına alan tek parti!

Sevgi ve saygı ile.
6 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

===============================================

“Adalet İçin Hukukçular, Halit Çelenk’i Anıyor”
toplantısına katıldık 3 Mayıs 2014 Cumartesi gün..
Çok önemli, tarihe not düşen 3 konuşma dinledik.
Ankara Barosu’nun Sıhhiye’deki konferans salonu doluydu.
Bu programı sitemizde sizlerle paylaştık.
(Bkz. http://ahmetsaltik.net/2014/05/06/adalet-icin-hukukcular-halit-celenki-aniyor/Adalet İçin Hukukçular, Halit Çelenk’i Anıyor)

devrimci Avukat Halit Çelenk, 3 yıl önce bu gün, 6 Mayıs 2011 günü
toprağa verilmişti.

5 Mayıs 2011 günü aramızdan ayrılmış, Deniz – Yusuf – Hüseyin‘in idam yıldönümleri olan
6 Mayıs günü (1972) yaklaşırken yüreciği daha çok dayanamamış ve aramızdan  
ayrılmıştı.
O devrim şehitleri gibi aynı gün, -ama 39 yıl sonra- toprağa verilmişti.

Bu gün O’nu ve 3 Fidan’ı gömütleri (mezarları) başında anacağız..
Şükran ve minnetimizi dile getireceğiz.

Bir kez daha yetkililerden bu

  • “3 Fidan” ın yasa ile saygınlıklarının geriverimini (iadesini) diliyor ve
  • Uygun yerlere yontularının dikilmesini istiyoruz.
  • Savaşımlarını gelecek kuşaklara aktarmak için anılarına bir Tarih Müzesi açılmasını istiyoruz. Yontuları bu müzenin bahçesinde dikilebilir örneğin..

Menderes – Polatkan – Zorlu‘ya İstanbul – Topkapı’da yapıldığı gibi..

DP Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın  27 Mayıs Devrimi sürecinde yargılanmaları sırasında, baskı altına alınan Yassıada Ağır Ceza Mahkemesi‘nde usul hukukuna uygun davranılmadığı
bir gerçek olmakla birlikte, sanık eylemlerinin Türkiye’ye ihanet sınırına dayandığı
hatta aştığı su götürmez bir gerçektir. (Bkz. 27 Mayıs 1960 Devrimi 53 Yaşında!  http://ahmetsaltik.net/2013/05/27/27-mayis-1961-devrimi-52-yasinda/)

Oysa “3 Fidan” hiç cana kıymamışlardı!
(6 Mayıs 2016 sabahı AKP iktidarı, binlerce can yitiğinden sorumlu değil mi??)

Eylemleri o zamanki TCK (Türk Ceza Kanunu) 146. md. kapsamında değildi.
Pekala TCK 141-142 kapsamında hapis cezası ile yetinilebilirdi.
Açıktır ki, Sıkıyönetim Mahkemesinin Askeri Savcısı ve Yargıçları da (Baki Tuğ,
Ali Elverdi vd.) tam bir mesleksel bağımsızlık içinde davranamadılar.. Yazık..

Görülüyor ki, YARGI BAĞIMSIZLIĞI yaşamsal önemdedir ve adaletin aracı olarak hukuk “bir gün” herkese gerekli olmaktadır.

Aradaki fark, ölüm – yaşam farkı denlidir!

Dolayısıyla, “Güçler Ayrılığına dayalı demokratik hukuk devleti” mutlaka korunmalı, üzerinde yaygın toplumsal uzlaşma sağlanarak dokunulmaz kılınmalıdır.
Bu kurumsal yapılanma ile büyük toplumsal yıkımlardan – yanlışlardan korunabiliriz.

12 Mart faşizminin gölgesindeki TBMM, ne yazık ki bu 3 idamı onayladı..
Hem de “3′e 3 – kana kan – cana can – intikaaam” ilkel çığlıkları içinde..

Bu yaranın sarılmasının zamanı artık gelmiş ve geçmiştir.
Günümüzde Anayasada ve dolayısıyla Ceza yasamızda ÖLÜM CEZASI yoktur.

6 Mayıs 1972′nin üzerinden 44 yıl geçmiştir..

Ülkemizin bu tür barışçı girişimlere çok gereksinimli, son derece gergin bir iklim içinde olduğumuz biliniyor.. Ne yazık ki siyasal ilktidar, bu gerilim – ayrıştırma – ötekileştirme hatta toplumu kutuplaştırma “tehlikeli” siyasetini bilinçli seçimiyle sürdürüyor ve ne acı ki “acı meyvelerini” de siyasal rant olarak devşirebiliyor! Ancak bu tablonun sürgit olamayacağını, durumluk (konjonktürel) olduğunu belirtmek isteriz.

Aslolan ADALET – ÖZGÜRLÜK – EŞİTLİK – GÖNENÇ‘tir…
Bunlar sağlanmadan toplumsal barış ve erinci kalıcı kılmak olanaksızdır.

Biz, Büyük ATATÜRK‘ün özlemini ve hedefini paylaşıyor ve savunuyoruz :

YURTTA BARIŞ – DÜNYADA BARIŞ!

Haydi, gerekli adımları atalım..

Gelecek 6 Mayıs’tan önce toplumsal vicdanı derinden yaralayan, adalet duygusunu yıkıma uğratan, güvensizlik doğuran…… çok olumsuz tabloyu onaralım..

TBMM‘de ortak önerge versin partiler..
Çok kısa sürede sorunu çözelim ve
Sosyal Psikoloji bakımından ciddi “travma sonrası stres bozukluğu” (PTSD) nedeni olan bu yakıcı tarihsel sayfaları çooook uzun yıllar sonra kin – nefret – şiddetten arınarak sevgi – barış – uzlaşma iklimiyle sarıp onaralım..

Bu çağrı bizden..

Devrim şehitleri “3 Fidan” ın, yılmaz ve bilge savunman Av. Halit Çelenk’in
sevgin (aziz) anıları önünde saygı ile eğiliyoruz..

Ve çoook özverili emekleri için, Deniz- Yusuf – Hüseyin’e annelik de yaptığı için…
“Şekibe anne” yi esenlik dileğiyle, saygıyla selamlıyoruz..

Bir şiirle bağlamak istiyoruz (cep telefonumuza gelmişti..)

divider_yesil_fiyonk

Bir Hıdrellez sabahı
6 Mayıs 1972 günü
3 Baharı yağlı urgana mahkum ettiler
Devrimcilerin 3 gülü
Deniz gülü;
Yusuf gülü
Hüseyin gülü
Darağıcında gömülü
Devrimcilerin 3 gülü
Gezmiş gülü
Aslan gülü
İnan gülü..
Ölümdür kimileyin kavganın tek ödülü
Öldürdünüz mü sandınız beni cellat, 6 Mayıs’ta?
Say bakalım o günden bu güne doğan çocukların adını?
Kaçı cellat, kaçı DENİZ??

divider_yesil_fiyonk

Sevgi ve saygı ile.
6 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com 

Not     :
Halit Çelenk ve eylemi -savaşımı hakkında kapsamlı bilgilere
http://www.halitcelenk.org/ web sitesinden erişilebilir..

Geçen yıl bu gün yazdığımız “3 Fidana Özlem : 41. yıl…”
başlıklı yazımız da sitemizde okunabilir..
(http://ahmetsaltik.net/2013/05/06/3-fidana-ozlem-41-yil/)

Önceki yıl (40, yıl, 6 Mayıs 2012) yazımız ise :
40. yılda Deniz’e, Yusuf’a, Hüseyin’e..”
http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/05/6_Mayis_2012_Deniz_Yusuf_Huseyin_40._yil.pdf

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE

UĞURSUZ ÜNİVERSİTE  (*)

portresi

 

Suay Karaman

 

 

Değerli katılımcılar,

Adalet ve Demokrasi Haftası olarak adlandırılan 24-31 Ocak arasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever aydınlarımızı anmaktayız. Yitirdiğimiz tüm değerlerin ışıklar içinde yatarak, bizleri aydınlattığı inancıyla hepinizi dostlukla selamlayarak sözlerime başlıyorum.

Cumhuriyet yönetimi, eski tüzükle yönetilen Darülfünun’u Cumhuriyet Devrimlerine uygun bir şekle getirerek, 1 Nisan 1924’te 493 sayılı yasayla İstanbul Darülfünunu’nu kurmuştur. Genç Cumhuriyet yöneticileri, Darülfünun’dan çok şey beklemişler ancak beklediklerini bulamamışlardır. İstanbul Darülfünunu, genç cumhuriyet aydınlanmacılarının beklediği iyileşmeye, gelişmeye ve ilerlemeye ulaşamadığı gibi, yapılan pek çok devrime ya sessiz kalmış ya da karşı çıkmıştır. İşte uğursuz üniversite böylece ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu yüzden eğitim alanında köklü değişiklikler yapılarak, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. 1933 Üniversite Devrimi ile yeniden kurulan üniversite, özerk bir yapıya kavuşmamasına karşın belirli dönemlerde atılımlar yaparak, bilimsel niteliğini ve devrimci çizgisini yükseltmiştir.

18 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılarak, üniversiteler hem bilimsel, hem de yönetsel özerkliğe kavuşmuş ve yönetimde katılımcılık ilkesi getirilmiştir. 27 Mayıs 1960 Devriminden sonra 28 Ekim 1960’ta çıkarılan 115 sayılı yasa ile 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu’nun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilerek, katılımcı yönetimi ve demokratikleşmeyi artırıcı nitelikler sağlanmıştır. Üniversitelerin özerk oluşları da, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından 7 Temmuz 1973’te, hem antidemokratik, hem demokratik hükümler içeren 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştır. Antidemokratik hükümler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, önceki yasalara göre en özgürlükçü yasa konumuna gelmiştir.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu (YÖK) çıkarılmıştır. Bu yasa, Ocak 1981’de Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Bu yasayla çağdaş, demokrat ve özerk üniversite yok edilmiştir. Üniversitelerimiz 35 yıldır bu yasayla yönetilerek, uğursuz üniversiteye kalıcı geçiş sağlanmıştır. Bu YÖK dönemini uğursuz üniversite olarak anmak yanlış sayılmaz. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, akademisyenler susturulmuş, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tümden ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları artırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Şimdi bu uğursuzlukların bazılarını yakından görelim.

YÖK’ün kurucusu ve 1981-92 arasında on bir yıl YÖK Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı döneminde üniversiteler açık açık doğranmıştır ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası gerekçe gösterilerek yüzlerce ilerici akademisyenin görevine son verilmiştir. İhsan Doğramacı, üniversitelerden özgür düşünceyi kovmak için pek çok şey yapmış, bilimden ve aydınlanmadan yana olan her şeye savaş açmıştır. İstediği kişilerin, sahte jüri kurarak doçent olmasını bile sağlamıştır. Bir devlet kurumunun başındaki kişi olarak, Bilkent Üniversitesi adıyla ilk özel üniversiteyi kurmuştur. Böylelikle eğitimin piyasalaşması adına önemli bir adım atılmıştır.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ilk basımı 1952’de 14. ve son basımı 2000 yılında yapılan “Annenin Kitabı” başlıklı bir çocuk bakım kitabı bulunmaktadır.  Bu kitabında ABD’li bilim insanı Dr. Benjamin Spock’un (1902-98) ilk baskısı 1946’da yapılan “Çocuk Bakımı ve Eğitimi” (Baby and Child Care) adlı dünyaca ünlü kitabından, kaynak göstermeden alıntılar (aşırma/intihal) yaptığı, ilk kez 29 Kasım 1981 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Uğur Mumcu tarafından yazılmıştı. Bu olayın hukuksal süreci 10 Mayıs 2006 tarihinde Doğramacı lehine sonuçlanmıştır ancak vicdanlarda Doğramacı aklanmamıştır. Bu işin peşini bırakmayan Prof. Dr. Hasan Yazıcı, 15 Nisan 2014’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtığı davayı kazandı ve İhsan Doğramacı’nın aşırma (intihal) yaptığına karar verildi. İşte böyle bir kişinin üniversitelerin başına geçmesi, uğursuzluk olarak değerlendirilmelidir. Bu olaydan cesaret alarak, günümüzde de birçok akademisyen aşırma yapmaktadır ve uğursuz üniversitede artık aşırma olağan sayılmaktadır.

Gericiliğe ve tarikatlara bırakılan üniversitelerde imamların da içinde olduğu bazı gruplar, etkinliklere katılmaya başlamıştır. 1994’te Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz yapmış ve şunları söylemişti: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış ve küçük düşürmüştü. Ancak tepki veren olmaması, uğursuz üniversitenin hızla yayılmasını sağlamıştır.

Şimdi sizinle ilginç bir örnek paylaşacağım. 2006 yılında TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Prof. Dr. unvanıyla işe başlayan, Çin Halk Cumhuriyeti, Sincan Uygur özerk bölgesinden gelen Alimcan Ziyai adlı bir kişi aynı zamanda üniversitede rektör danışmanı oldu. Bu unvanlarıyla birçok yerde konferanslar veren bu kişinin, Urumçi Üniversitesi ile yapılan yazışmalar sonucunda, lisans eğitiminin bile olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden TOBB ETÜ Rektörlüğü tarafından 2008 yılında görevine son verildi. Bu kişi daha sonra Nisan 2009’da Gazi Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksekokuluna, Eski Çince Eğitimi için Yrd. Doç. kadrosuyla alınmak istendi. Ancak jüride bulunan Çin’in Sincan Uygur özerk bölgesinde doğmuş ve Xinjiang Üniversitesi Tarih Fakültesinden mezun olan Doç. Dr. Varis Çakan, Urumçi Üniversitesi ile yazışarak, Alimcan Ziyai’nin makale ve evraklarının sahte olduğunu ve diploması olmadığını belgeleyerek, geçer not vermedi. Bunun üzerine Doç. Dr. Varis Çakan jüriden çıkartılarak, yerine Konya Selçuk Üniversitesi Türk Dili Bölümünden Yrd. Doç. Dr. başka bir akademisyen atandı. Böylece Alimcan Ziyai, Mart 2010’da Gazi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu Çince bölümünde Yrd. Doç. Dr. olarak göreve başlatıldı, hem de hiçbir belgesi olmadan! Üstelik 2547 sayılı YÖK yasasına göre, profesör olarak atanan bir kişi, başka bir üniversiteye yardımcı doçent olarak atanamazken…

Günümüzde uzmanlık alanının dışında ders veren, bilgisiz ve yetersiz birçok akademisyenlerin olduğu uğursuz üniversitelerde, sahte diplomaların ve unvanların uçuştuğu, merkezi sınavlarda sahteciliklerin yapıldığı, bilimin nasıl film haline getirildiği, tüm değerlerin para ile ölçüldüğü bir ortamda öğrencilerin bilgi ve kültür düzeylerinin en alt düzeylerde yetiştirildiği tüm açıklığıyla görülmektedir. Aile şirketi gibi olan üniversiteler de vardır; ailenin tüm bireyleri aynı üniversitede akademisyen olarak ya da idari kadrolarda görev yapmaktadırlar.

Sabancı Üniversitesi’nde Prof. Dr. Cemil Koçak, velilere verdiği konferansta “Aslında onbaşı bile olamaz” dediği büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk için şunları söylemişti: “Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer; Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti.” Ülkesinin yakın tarihini bilmeden tarih konferansı vermeye kalkan böyle bir profesör ile bu akademik unvanları böylelerine verenler, uğursuz üniversitenin görüntüsüdür.

Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fikret Adanır, Hamburg’daki bir panelde sözde Ermeni soykırımını kabul ettirmek için tarihimizi ve arşivlerimizi kirleterek, Türkiye’ye, Osmanlı’ya ve Türkler’e iftira kusarak; “Türkler soykırımı yapmasalardı ulus olamazlardı..” gibi gerçek dışı söylemlerde bulunmuştu.

Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Bertil Emrah Öder, “Yeni Anayasa’dan Türklük kalkmalı. Anayasa’nın temeli din olmalı” demişti. CHP parti meclisinin eski üyesi ve Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışma grubunda olan Bertil Emrah Öder, laiklik kavramının tartışmaya açılmasıyla özgürlükler alanının genişleyeceğini ileri sürmüştü.

Koç Üniversitesi’nin düzenlediği “Öz yönetim nedir?” konulu panelde konuşan HDP milletvekili Sabahat Tuncel, PKK teröristlerinin kazdıkları hendekleri savunarak, bu hendekleri neden kazdıklarını ve bu bölgelerde öz yönetimin nasıl geliştirildiğine ilişkin fikirlerini aktardı.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ, İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen paneldeki konuşmasında; “Hendekler yeni mücadele mekanizmalarıdır. Özyönetim öz savunmayla gelir” ifadesini kullanarak, teröristlerin kazdığı hendeklere övgüler yağdırdı. Bu gibi panellerin olduğu uğursuz üniversitelerden ve diğer uğursuz üniversitelerden bazı uğursuz akademisyenler de, yayınladıkları bildirilerle, PKK terör örgütüne desteklerini sunmuşlardır.

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı’nın, Tayyip Erdoğan’ın elini öpmek için yerlere kadar eğilmesi, üniversitelerin ortaçağ karanlığındaki medreselere doğru kayarak, uğursuzlaştığını göstermesi açısından önemlidir. Muş, Alpaslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç; “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar..” diyerek ODTÜ yönetimini hedef alan söylemleri de uğursuz üniversite içinde değerlendirilmelidir.

Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Sarıoğlu’nun, çocuk pornosu arşivlediği ortaya çıkarılmıştı ve bu akademisyenin yabancı dergilerde tek bir yayını olmadan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine atandığı belirlenmişti. Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in söylemleri insanın kanını donduracak niteliktedir: “Kadın yüzünü de kapamalı, Kadının evden çıkması caiz değil, Saç boyama caiz değil, Parfümlüye cennet haram, Dekolte giyinen, tahrik eden kadının tecavüze uğraması sürpriz değil.”

Şimdi Diyanet İşleri Başkanı ki kendisi de akademisyendir, uğursuz üniversitelerde bir moda başlattı: her üniversiteye cami yapımı kampanyası. Bilim yuvalarına, ibadet yerleri yapılması için düğmeye basıldı ve uğursuz üniversiteler cami yapma yarışına başladılar. Hatta Ege Üniversitesi kampüsünde cami yapılabilmesi için imar planında değişiklik bile yapıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in; “Sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekün bir savaşın içine soktu.” söylemi, aklı örümcek ağıyla sarılmış bir ilahiyat profesörü için normal görülebilir. Aydınlanma Devriminden payını alamayanların bulunduğu uğursuz üniversite, ülkemizi hızla ortaçağ karanlığına sürüklemektedir.

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan insanlıkla, vicdanla, ahlakla bağdaşmayacak açıklamalar gelmektedir. Laik ülkede fetva adı ile topluma yutturulmak istenen bu saçmalıklardan bazıları şunlardır:

  • Nişanlılar el ele tutuşamaz,
  • Müslüman bir kişi Alevi bir kızla evlenemez,
  • Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir.Ülkemizde 196 kamu ve özel üniversite bulunmaktadır ve içlerinde 86 ilahiyat fakültesi vardır. Bu fakültelerde üç binin üzerinde akademisyen çalışmaktadır. Ama hepsi uğursuz üniversite üyesi olduğu için, bu saçmalıklara seslerini çıkartamamaktadırlar.

Uğur Mumcu’nun 27 Haziran 1975’te Kanıksamak” adlı yazısında “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık cinayetlere ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlığını yitirmesidir. Yaşadığımız olaylar demokrasimiz için bir utanç sayfasının kanlı satırlarıdır. Unutmayalım ki bazı insanlar cinayetlere, haksızlıklara ve yolsuzluklara susarak da katılmış olurlar.” sözlerini anlayamayan uğursuz üniversite ve akademisyenleri ile sorunları aşmak olanaksızdır.

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türban ile bugün yükseköğretimde derslere girmek yasaktır. Bu konuda Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Öbür benzer davaları da sürmektedir. Uğursuz üniversite budur işte.

YÖK’ün ağır baskısı sonucunda, üniversite personeli suskun duruma getirilmiştir. Ülkemizde hukuk yok edilirken, hukuk fakültelerinden ses çıkmamaktadır. Sanat katledilirken, güzel sanatlar fakültelerinden ve konservatuvarlardan ses duyulmamaktadır. Buna benzer daha birçok örnek sıralanabilir. Her şeyin para karşılığı olduğu bu uğursuz üniversitelerle, ülkemizin aydınlığa kavuşacağına inananlar, en basit deyimle saftırlar.

Üniversite, gençlere yalnızca bilgi veren yer değil, yaşamda doğru davranış yolunu bulmaya çalıştıran, bunun için de düşünme alışkanlığı veren yerdir. Uğursuz üniversiteler, Uğur Mumcu’nun fikirlerini özümseyen yurtsever akademisyenlerle aydınlanacak, uğurlanacaktır. Bundan hiç kuşkunuz olmamalıdır, Atatürk’ün ilke ve devrimleri yolumuzu aydınlatacaktır. Uğurlu, aydınlık ve çağdaş üniversitelerde buluşmak üzere hepinize saygılarımı sunuyorum.

İlk Kurşun Gazetesi, 1 Şubat 2016.
(*) 23. Adalet ve Demokrasi Haftası çerçevesinde 28 Ocak 2016’da TÜMÖD’ün düzenlediği “Uğur’suz Üniversite ve Gençlik” adlı etkinlik konuşması.

======================================

Dostlar,

23. Adalet ve Demokrasi Haftasını dün kapatmıştık.. Ancak çok değerli dostumuz, düşün ve eylem insanı, 27 Mayıs Devrimcilerinden Suphi Karaman‘ın oğlu Gazi Üniversitesi Öğr. Gör. sevgili Suay Karaman‘ın yukarıdaki yazısını paylaşmadan edemezdik. Bize bu gün ulaştı ve bu çok önemli derlemeyi mutlaka site okurlarımıza sunma gereği duyduk. Bu yazı, tarihçileri açısından önemli bir not düşeüme işlevi de taşıyor. Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD’ün Genel Yazmanı olan Sayın Suay Karaman’a salt yüreklilikle konuşmakla kalmayıp bir de konuşma içeriğini yazılı metne dönüştürdüğü ve yayımlayarak paylaştığı için teşekkür etmeliyiz ve ediyoruz..

Biz de bu sürece yakından tanıklık ettik. 1971’de 4936 sayılı Üniversiteler yasasına göre tıp öğrencisi olduk. 1973’te 1750 sayılı Üniversiteler yasası sürecinde tıp eğitimimizi tamamladık ve asistanlığımızda Ankara’da TÜMAS üyesi olduk.. 12 Eylülcüler 2547 sayılı YÖK düzenini getirdikten sonra (6 Kasım 1981) 1988’de İdari Yargı kararıyla Üniversite’ye atanarak öğretim üyesi olduk.. Sistemle boğuşa boğuşa ilerledik.. Doçentliğimiz de yargı kararıyla alınabildi.. Bu 2 süreci değişik zamanlarda sitemizde yazdık. Doğramacı biz Hacettepe’de öğrenci ve asistan iken rektör idi.. Öğretim üyeliğine başladıktan sonra  da yıllarca YÖK başkanı olarak gene “patronumuz” (!) idi.. Tanık olduğumuz öyle çok olay var ki.. Zaman zaman bu sitede yansıttık. Emekliliğimiz yaklaştı (Kasım 2020) ama özerk – özgür bir üniversitede keyifle çalışamadık. Özgürlük alanımızı, dğerlerimizi bizler yaratmaya, genişletmeye çabaladık hep..

Yitiren ülke ve kuşaklar olmuştur ve giderimi (telafisi) neredeyse olanaksızdır.
Ancak AYDINLANMA kazanacaktır yine de.. Bizler, Mustafa Kemal’in çocukları olarak;

15 Temmuz 1921, Sakarya Savaşı sürerken Ankara’da Maarif Kongresi toplayan Mustafa Kemal Paşa’nın şu yönergesi (direktifi) rehberimiz oldu, olmayı sürdürecek :

  • “Ulusal bir eğitim programından söz ederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Batı’dan ve Doğu’dan gelen yabancı etkilerden uzak ve ulusal yapımızla uyumlu bir kültür kastediyorum.”

    Büyük ATATÜRK‘ün 1 Kasım 1937 TBMM konuşmasındaki sözleri de :

  • “..Büyük Davamız, en uygar ve en kalkınmış Millet olarak varlığımızı yükseltmektir.
    Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü, bir inkilap yapmış olan Büyük Türk Milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak için fikir ve hareketi beraber yürütmek zaruriyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak türeli bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu nedenle, okuyup yazmak bilmeyen tek vatandaş bırakmamak; memleketinin büyük kalkınma savaşının ve yeni çatısının istediği teknik elemanı yetiştirmek; memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı ağır zorunluluklardır.

    İşaret ettiğim ilkeleri, Türk Gençliğinin beyin yapısında ve Türk Milletinin bilincinde daima canlı bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksekokullarımıza düşen başlıca görevdir..”

Sevgi ve saygı ile.
1 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

OSMANLI SONRASI ÜLKEMİZDE BOP’UN ARACI FAŞİZMİN HUKUKU

OSMANLI SONRASI ÜLKEMİZDE
BOP’UN ARACI FAŞİZMİN HUKUKU


Dostlar
,

“Cumhuriyetimizin ağabeyi”, 1921 doğumlu ve 95. yaşını süren bilge insan,
eski CHP milltetvekillerinden, İTÜ İnşaat Mühendisliği mezunu ve sonra iktisat doktorası
(sağlık ekonomisi ağırlıklı) sahibi Sayın Dr. Ali Nejat ÖLÇEN’e bu çok değerli yazısı için
çoook teşekkür borçluyuz.

Özenle okunması ve gereğinin yapılması için hepimize çok çaba göstermek düşüyor.
AKP – RTE’nin akıl sır erdirilmesi çooook güç – dış destekli siyaset tuzağına düşmemek gerek!

Ülkemiz asıl ve yakıcı gündemine dönmeli, yaşamsal sorunlarını uzlaşmacı yasalarla çözmeye koyulmalıdır. 1982 Anayasası’nın 2/3’ünden fazlası, 17-18 kez ve maddelerinde 113 kez değişiklikle 12 Eylül Anayasası olmaktan çıkmıştır. Sorunlarımızın birncil kaynağı bu Anayasa değildir.

Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, AB’nin hatta Dünyanın sorunu AKP – RTE iktidarıdır..
Bu ikili, Türkiye için 1 numaralı güvenlik sorunu durumuna gelmiş / getirilmiştir.
Dolayısıyla, bu pek yaman kurgunun mimarı ve uygulayıcısı olan dış güçler,
BOP eşbaşkanlığı aracılığıyla ülkesini ve ulusunu bölme görevini de bu ikiliye yüklemiştir!

Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliği bakmından ciddi sorun oluşturan bu ikiliden,
ülkemizin hızla kurtulması gerekmektedir. AKP – RTE, apaçık sivil darbe uygulayarak
rejimi başkalaştırmışlar ve Anayasa suçu işlemişlerdir.
Bunun mutlaka hukuk önünde hesabı sorulmalıdır, sorulacaktır..

  • Başkanlık ve sözde yeni Anayasa girişimi AKP – RTE’den yasal hesap sorulmasını engellemeye ve ülkemizi daha da ağır bir Batı sömürgesi yapmaya yöneliktir.
    2 temel – saklanan amaç budur.
  • Finans kapital, 1982 Anayasası ile Türkiye’nin “epey” küreselleşTİRilmesini = post-modern
    yarı sömürge kılınmasını sağlamıştır. 1982 Anayasası bu bağlamda işlevini tamamlamıştır.
    Sözde “Yeni Anayasa” nın misyonu, Türkiye’yi finans kapitalin mutlak bir sömürgesi kılmaktır..
  • Biraz küçültülerek, Misak-ı Milli dokunulmazlığı kırılarak, mini Sevr uygulayarak, Cumhuriyet’in onuru çiğnenerek, tekil yapısı federalizme dönüştürülerek ve laik – seküler rejim de oldukça yeşile boyanarak Ortadoğu’da 2. bir Suudi Arabistan benzeri kukla rejim yaratmak..

    Bu hayın emperyalist tasarım, iç ve dış bedhahları ile deşifre edilmeli ve engellenmelidir.
    Böyle de yapılacaktır..

    Sevgi ve saygı ile.
    11 Ocak 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

    ==================================

 resmi_portresi

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

 

 

İnsan haklarının ve öz­gürlüklerin yok edilişinin kaynağı olarak faşizmin hu­kukunu algılamak eksik bir düşünce olarak kalabilir çünkü, ülkemizde olay, insan haklarını aşan ulusal varoluş sorununa dönüşmüş bulunmaktadır.

İçinde yaşadığımız faşiz­min hukuku uzun dönemde adım adım yürünerek oluşturuldu.
Bu yazıda faşizmin hukukunun tarihsel gelişimini açıklamaya çalışırken
önce bir öz eleştiri sürecinden toplum olarak geçmemiz gerekecek:

1. Olguların kendisini değil sonuçlarını eleştiriyor ve fakat o sonucu yaratan nedenleri
yani genel’i görmekten uzak kalıyoruz.
2. Genelin yarattığı ayrıntıyı irdelemeye çalışırken birbirimizle anlaşmazlık yaratmakta da uzmanlaşmaktayız.
3. Birbirimizle anlaşmazlığımız tersine dönerek ay­rıntıyı yaratan geneli görmemize
engel olmakta.
4. Tarih bilincinden ve tarihin diyalektiğinden yoksunuz..

Faşizmin Hukukunun doğuşuna ilişkin süreçleri gözden geçirir­ken,
geneli görme yetisin­den şimdilerde ne denli uzakta kaldığımız ortaya çıkmaktadır.

  1. 1909 Meşrutiyetle Birlikte Faşizm Hukukuna Giriş

Tunceli Mebusu Fikri Lütfi bey, 18 Aralık 1326 (2.1.1911) günlü Meclisi Mebusan’ın
20’nci birleşiminde bu konudan şöyle yakın­mıştı:

  • “Bendeniz Ağustos sonlarına doğru idi, Rıza Nur beyin tutuk­lanması Temmuzdadır, kendisini kimseyle görüş­türmüyorlardı. Bilmem Hakkı Paşa Hazretleri (Başba­kan; a.n.ö.) görüşebildi mi? Bendeniz birkaç kez giri­şimde bulundum, başarama­dım. Yalnız Ağustos ayla­rında idi, yolda birine rastladım, Rıza Nur beyle görüştü­rüyorlar, dedi. O vakit ben de sizin gibi düşündüm.
    Bu, Divan-ı Harbe ait bir sorun­dur, dedim; Divan-ı Harb daire­sine başvurdum. Kenan Paşa ile o vakit tanıştım. Dedi ki: Bu konuda size yardımcı ola­mam, çünkü gizli ekibin soruş­turmasından biz de bilgi sa­hibi değiliz. Bu soruş­turma bi­zim yönetimimizde yapılmı­yor
    .”

Rıza Nur milletvekili (mebus idi) ve tutuklanmış hiç kimse O’nun nerede olduğunu bilmiyordu.

Başbakan R.T. Erdoğan’ın devlet içinde kendisinin yapılan­dır­dığı “Paralel Devlet” dediği örgütün benzerini ilk kez Meşrutiyetin öncüsü İttihat ve Te­rakki iktidarı oluşturmuştu.
Tunceli mebusu Fikri Lütfi bey o gün konuşmasında (2 Ocak 1911) şunları söyler:

  • “Hafız Sami’yi postaneden paketleri alırken gözetleyen ve tu­tuklattıran kişinin ne Kanun Dairesi’nden ne de Sıkıyö­ne­timce bu tür sorunlarla ilgilenen birisi olmamasıdır.”

Lütfi Fikri Bey’in konuşmasını Meclis-i Mebusan üye­leri sessizlik içinde dinliyorlardı.
Elindeki kanlı sopayı gös­tererek:

“Orada çaresizler üzerinde kırılmış sopadır.” diyor, elindeki zar­fın içindeki cismi göstererek “Şu gördüğünüz ufak şey, işkence edilen adamın parmağından düşmüş tırnaktır.
Bu kadar kesin ve açık suçlamalar karşısında sanırım namuslu bir kabine…” 
diyordu.

Edirne mebusu Feylesof Rıza Tevfik bey, 1911 yılında bugünkü AKP iktidarını anlatıyor gibiydi:

  • “Benim görüşümde memlekette bir felaket var, oysa ger­çek hükümetin hangi ellerde olduğuna dair bende kuş­kular var. Acaba hükümet (hükümet üyelerini göstererek) şu sayın kurul mu? Bence de­ğil. Acaba?

Meşrutiyeti savunan İttihat ve Terakki Cemiyeti, paralel Devletin ilk yapımcısı mı olmuştu! 

  1. 1950 Demokrat Parti İle Gelen Faşizm

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, İttihat ve Te­rakki iktidarının benzeriydi.
Adındaki demokrasiyi yerle bir etmiş, kendisine oy vermeyen Kırşehiri, ilçeye dönüştür­müş, eleştiri yazıları nedeniyle Hüseyin Cahit Yal­çın’ı, Bedii Faik’i tutuklatarak hapse attırmış, Demokrat İzmir gazetesinin partisinin militanları eliyle tahrip edilmesini sağ­lamış,
ken­disine demokratik koşulları kazandıran CHP ge­nel başkanı İsmet İnönü’yü taşlatarak yurtiçi gezilerini sür­dürmesini önlemeye çalışmış, Büyük Millet Mec­lisinde Tahkikat
Ko­misyonu kurarak yasama ile yargıyı kendi elinde topla­maya yeltenmişti. İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord. Prof. Sıddık Sami Onar’ın saçlarından tutup sürükleyerek dışarı atan polis
Bumin Yamanoğlu cezasız kalabilmişti. Halkevlerini kapatarak ulusal kültürün birliktelik çinde gelişimini önlemiş, Cumhuriyetin kitap yakan ilk siyasal iktidarı DP olmuştur.

1955-60 DP dönemi, İttihat ve Terakki iktidarının faşizminin benzerini ya­şamaya başlamıştı Cumhuriyet Türkiyesi. Ülkede bu denli gaddar ve zalim olan Demokrat Parti ikti­darı İstanbul’da azınlık haklarını yok eden 6-7 Eylül 1955 olaylarına karşı Yunanistan‘dan gelen tepkilere   boyun eğmiş ve yazar Nazlı Ilıcak’ın Bayındırlık Bakanı olan Ba­bası Muammer Çavuşoğlu, İzmir’de Yunan bayrağı gön­dere çekilerek selam duruşuyla o ülkeden özür dilemeye boyun eğmişti.

Ülkeyi ikiye bölme girişimi Menderes hükümetinin eseridir. Va­tan Cephesi ile devletin radyo denilen haberleşme aracı her gün o Cephe’ye katılanların (aralarında yaşamı terk etmiş olanlar da vardı!) adlarını yayınlamakla görevlendiril­mişti.

  1. 61 Anayasasında Özgürlüğün Güvencesi : 11. madde

27 Mayıs 1960 Devrimi‘nin en önemli girişimi Anayasa Mahkemesi’ni ve planlı ekonomiye girmesini sağlayan Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurmuş olmasıdır. Bunun kadar önemli olan konu, Anayasa’da “Teme hak ve özgürlükler”i güvenceye alan 11. maddenin yer almasıdır.
O maddenin en önemli yönü, “Yasaların temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunamayacağını, öngörmüş olmasıydı. 12 Eylül 1980’de yürürlüğe sokulan Anayasada
bu hüküm kaldırılmış, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunan yasaların gündeme girmesi dönemi başlamıştı.

Demirel hükümetleri “Millî Cephe” tanımıyla ikilem yaratmış olsa ve o hükümetim Adalet
Ba­kanı (Milli Selamet Partisi üyesi) Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu, gençlik olaylarını
“vatansever ile vatan sevme­yenler arası ça­tışma” olarak nitelese bile, Anayasa’nın bu çok önemli 11. maddesini bugünkü kadar ülkeyi tehlikeye sürükle­yen sorunları gündeme getirmemişti.

4.12 Eylül 1980 ile Hortlayan Faşizim

Aslında 12 Eylül 1980 öncesinde, 23 Nisan 1980 günlü Tercü­man gazetesi, Prof. Orhan Aldıkaçtı’nın başkanlı­ğında Anayasa değişikliğini tartışmaya açmıştı. O yayında, Prof. Orhan Aldıkaçtı, İlhan Akın, Yaşar Karayalçın, düşün birliği içinde:

“Anayasada Yürütme kuvvetine, Yasama ve Yargı kuv­vetlerinin altında yer verildiğini
ileri sürerek ve Bakanlar Kurulu’na takdir yetkisini kullanacağı çok dar bir alan bırakıldığını eleştirerek”, işe giriştiler. Tercüman gazetesinin bir sonraki 24 Nisan 1980 günlü yayınında
Prof. Orhan Aldıkaçtı,

“Anayasa Mahkemesi, Anayasada değişiklikleri sadece şekil bakımından incelemeye yetkili olduğu halde, Anayasa’nın 9. maddesine yeni bir anlam vererek deği­şikliklerin muhtevasını denetlemeye devam etmekte böylece Anayasa millet iradesinin üstüne çıkmaktadır.” diye­bilmişti.

Söz konusu 9. madde, Cumhuriyetin korunması için şu koşula yer vermişti:

“Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Ana­yasa hükmü değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez.”

Prof. Aldıkaçtı bu maddeye ilişkin bir siyasal iktidarın değişiklik getirmesini istemesine karşılık “Anayasa Mahkemesi’nin konuyu sadece biçim yönünden incelemesini” ileri sürüyor, Anayasaya uygunluğu bakımından incelemenin tartışmaya açılmasını öneriyordu. Üstelik :

Yürütme organının, Yasama organını feshedebilme­sini önermiş ve de yazabilmişti.
(23.4.1980, Tercüman).

Ve o Prof. Orhan Aldıkaçtı’yı, 12 Eylül 1980 Kenan Evren darbesinde 1982 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanı olarak görüyo­ruz. Yasaların “temel hak ve özgürlükle­rin
özüne dokunamayacağı” hükmünün kalkmasını sağlamış ve bununla yeti­nilmeyip
konut dokunulmazlığını koşul gören 16’ncı mad­dede:

  • “Millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından gecik­mede sa­kınca bulunan hallerde de,
    kanunla yetkili kılınan merciin emri bulunmadıkça konuta girileme­yeceği..” hükmündeki
    “millî güvenlik ve kamu düzeni” koşulları, Prof. Aldıkaçtı’nın başkanı olduğu komisyonda kaldırılarak, yerine “yetkili mer­ciin kararıyla gece yarısı konutların girilmesi yetkisinin
    siyasal iktidarların eline geçmesi” sağlandı. (Resmi Gazete 9.11.1982, sayı 17863)

Adalet ve Kalınma Partisi (AKP) iktidarında, “hukuk” kav­ramı­nın, tutarlı, belirgin ve
adalet  duygusunu besleyen kurallar diz­gesinden uzaklaştırabilmesinin birincil kaynağı,
Prof. Aldıkaçtı’nın 82 Anayasasıdır.

5. Hükümetler devletin kendisi değildir. 

Ülkemiz, Osmanlı devletinin enkazı üzerinde ilk kez John Stuart Mill’in “Temsili Hükümet” (Representative Government) modelini Mustafa Kemal Atatürk sayesinde ya­şamaya
başladık.. Demokrasiye geçebilmek için gerekliydi bu. Temsilî Hükümet modeli,
“hükümetin kimler tarafından nasıl temsil edileceğine karar verme yetkisinin toplumda olma­sını öngörüyordu. 1921 Kanun-u Esasisi (Anayasa) bunu getirdi. 

6. Hukuk’ta Güvenlik Güçlerinin Egemenliği 

Önce 61 Anayasasındaki 11. maddede öngörülen “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamaz” koşulu, 82 Anayasasıyla yok edildi. Bununla da yetinilmedi, bilişim teknikleri geliş­tiği için, bilgi­sayardaki internet kayıtlarının da suça kanıt olması hükmü. Ceza Muhakemeleri Yasası madde 134’te yer aldı. Bununla da yetinildiği sanılmasın. İlk soruşturma yetkisi, savcıların denetimi dışında güvenlik güçle­rine ta­nındı. Bugün güvenlik güçlerinin
gizli tanık, imzasız ihbar yazıları, internete düşen kaynağı belirsiz ka­yıtlar, gazete haberle­rinden kesilen parçalar hatta cep te­lefonlarına ya­pıştırılan kime ait olduğu  bilinmeyen mesajlar,
suç kanıtları olarak, yargıçların önüne el arabalarıyla taşı­nır oldu. Bununla da yetinilmedi
ve Gizli tanığı korumak İçin Devlete Sahtekârlık yapma Yetkisi tanındı. Şöyle: 

5726 sayılı yasa ile gizli tanığın tanınmaması için kimliğinin tüm belgelerinde
(evlilik cüzdanı, pasaport, nüfus kaydı dahil) değişiklikler yapılmasını,

Devletimiz sağlayacak yani sahtekârlık yapacaktır. Devleti korumakla görevli olan
Çan­kaya’daki kişi Abdullah Gül, bu ahlak dışı yasayı onaylamıştır.

61 Anayasasında “Milli güvenlik ve kamu düzeni bakı­mın­dan gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kanunla yetkili kılınan merciin emri bulunmadıkça konuta girile­mez, arama yapılamaz” hükmünün kapsamı 82 Anayasa­sında genişletildi: Yani, “Suç işlenmesinin önlen­mesi,
genel sağlık ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin ko­runması koşulları eklenerek yetkili merci, kişinin suç işleyece­ğini tahmin ederek konuta baskın düzenlenmesine karar verebilmektedir.

Kişinin dokunulmazlığı da ortadan kaldırıldı. 82. Anayasasındaki madde 17 ile “tutuklu ya da hükümlünün kaçmasını önlemek için yetkili merciin verdiği emirle silah kullanılarak
yaşamı yok edilebilmektedir. Anayasa’nın 17. maddesi:

“Bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetimveya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılması birinci fıkra hükmü dışındadır.”deniyor. Nedir 17. maddenin ilk fıkrası?

Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip” olamayacaktır. Bir hükümlünün kaçacağına kim karar vere­cek? İlgili merci. İlgili merci kim? Siyasal iktida­rın görevlen­dirdiği silahlı müneccimler!

Ceza Muhakemeleri Yasasında 1992 yılındaki değişiklikle Zabıta amir ve memurlarına
ilk tahkikatı yapma yetkisi v
erildiğinde, İki ayda bir yayınlamayı sürdürdüğüm
Türkiye So­runları kitap dizisinin ilk sayısında (Şubat 1994) CHP eski Senatörü arkadaşım Hayri Öner ile yaptığımız söyle­şide; 

“CMUK’da 1992 yılında yapılan değişiklik bir yanlış yön­temi yasal hale getirmiş ve bu niteliğiyle bir hu­kuk ci­nayeti işlenmiş oldu,” demişti.

61 Anayasası’nın önemli bir maddesi “İktisadî ve Sosyal hayatın düzeni güvence altına alınmıştı:

Madde 41- İ”ktisadî ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma çalışma esasına ve herkes için
insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir.”
h
ükmü de  82 Anayasasında kaldırılmış ve AKP iktidarında taşeron işçilik gibi bir uğraş alanı yaratılmıştır.

7. AKP’nin Hukuku 1860’ların Mecelle Hukukunun da Gerişine Düşmüştür!

1850’li yıllarda Osmanlı Devleti’nde çağdaşlaşmaya yönelik çok önemli devrimler gerçekleşmiştir. Bunlardan en önemlisi mezhepler arası hukukun (Fıkıh’ın) birbiriyle çelişen hükümlerini ve padişahın iki dudağı arasından çıkan sözün yasa olması koşulunu ortadan kaldırarak Mecelle denilen tek bir hukuksal yapıya indirgemiştir. Osmanlı Devleti geç kalmış olsa bile ilk kez evrensel hukuka adım atmış oldu.

Ne yazık ki, SÖZCÜ Gazetesi’nin başmakale yazarı  Rahmi Turan, 29 Eylül 2014 günlü yazısına “Mecelle Denilen Ahmaklık” başlığını koyabilmiş ve ne denli yanıldığını kendisine bildiren yazımız yanıtsız kalmıştır. Oysa bugün AKP iktidarının faşizmin hukuku Mecelle’nin de çok gerisindedir. Örneğin Mecelle’nin 1717’nci maddesi, kişinin tanık olabil­mesini ve
sözüne güvenilir olmasını sağlamayı bakınız nasıl koşul görüyordu:

Şahitler gerek sırren ve gerek alenen (gizli ve açık) mensup oldukları canibden yani talebe-i ulümden ise sakin oldukları medrese müderrisi ile mutemed ahalisinden ve askeriyeden ise taburu za­bitan ve kâtiblerinden ve ketebeden ize kalem zabi­tan ve hülafesinden ve tüccardan ise tüccarın muteberanınden ve esnaftan ise kethüdasıyla lonca ustalarından.. teskiye olunur.

Adaletsiz ve kalkınmasız parti  (AKP) iktidarı Cumhuriyet Türkiye’sinin hukukunu,
220 yıl öncesi Me­cellesinin gerisine düşürmüştür. AKP iktidarın hukukunda gizli tanığın sözleri kanıt olabilmekte ve kimsenin onu tanımaması için nüfus kayıtlarında tahrifat yapılması
devlete görev olarak verilmiş, yani sahtekârlık dahi hukuklaştırılmıştır.

  1. AKP İktidarının Faşizmin Hukuku, Roma Hukukunun da Gerisindedir! 

AKP iktidarında hukuk kavramı 1500 yıl öncesinin Roma hukukun da gerisine çekilmiştir. İmparator Iustinianus, eyaletlerin birbirinden farklı hukuksal kurallarını Corpus Iurus Civilis adıyla bütünleştirmişti (AS: MS 527 yılında..). Oysa AKP iktidarı, yasalara ve yargı organlarına getirdiği ikilemle bütünlüğü bozmuş, yargı kararları arasında çelişkiler doğmasına
neden olmuştur.

Özetle                             : 

Kenan Evren Anayasasından ayrılarak  61 Anayasasının temel ilkelerine yeniden ulaşmak
amaç olabilmelidir. Çünkü o Anayasanın 28’inci maddesi:

  • “Herkesin, önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplanma veya gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahip..” olmasını tanımıştı. 

82 Anayasası böylesi gösteri yürüyüşlerinin biber gazıyla, basınçlı su fışkırtan tomalarla, güvenlik güçlerinin çizmeleri ve silahlarıyla önleyen faşizmi Türkiye’mize getirmiştir ve
AKP iktidarı, tarihte yönetime çalanı, ekonomiye talanı ve hukuka yalanı sokan parti olarak anılacaktır. Onun böyle anılmasının kaynağı 82 Anayasası’nın Temel hak ve özgürlüklerin
özüne dokunan yasaların tümüdür. Öylelikle 61 Anayasasını saygıyla anımsıyorum.
Çünkü o Anayasanın 11’inci maddesine yeniden gereksinim duymamız gerekecektir:

  • “Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin,
    millî güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile veya Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen özel sebeplerle, Anayasanın özüne
    ve ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun, temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz.”

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ulusuyla var olabilmesinin temel koşuludur bu. Ülkeyi faşizmin hukukundan kurtaracak bir Anayasa bu koşulla birlikte var olabilecektir. Çünkü 61 Anayasası, yüksek yargı kurumlarına Cumhurbaşkanının asıl ve yedek üye atamasına olanak sağlamamıştı. Eski TBMM Başkan Vekili Sayın Hasan Korkmazcan’ın “Yeni Anayasa Cumhuriyete saldırı demektir” sözü (Ulusal Kanal, 6.1.2016, saat 19) yanlıştır; tersine 61 Anayasanın ilk 30 maddesi korunarak siyasal iktidarın yüksek yargı kurumlarına üye ataması söz konusu olmaksızın
erkler arası tam bağımsızlığın sağlanması koşulunda 82 Anayasasının kaynağı olan faşizmin hukukunun tüm yasalarının yok edileceği yepyeni demokratik ve tam bağımsızlığımızı koruyacak Anayasa gereklidir.

Mustafa Kemal Atatürk 1930 “İktisadî Program”ının 3’üncü maddesinde:

“Adil yasalar ve yargıçlar iktisadi gelişmeyi özendirerek geliştirmelidir.” ilkesine yer vermişti.

Bu temel ilke 1950’ler sonrası yok edildi. Toplumsal refah (gönenç) ancak adil yasalarla korunabilir. Adil yasaların koruyucusu da tam bağımsız yargı organları olacaktır.
Muhalif Parti liderlerinin AKP ile Anayasa pazarlığına girişimi o nedenle çok sakıncalıdır. Kendilerine soruyoruz; “Anayasa taslağınız var mı?”

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Tük ulusuyla birlikte varlığını sonsuza kadar koruyacaktır.

Azınlıklara özerklik kavramı, Misak-millî sınırlarımıza sahip çıkmamızın yok oluşunu sağlamayı amaç almaktadır ve bunun mimarı BOP eşbaşkanlığını üstlenen AKP iktidarıdır.

BOP’a karşı mısınız yanıt veriniz muhalif partiler?
Faşizmin hukuku ülkemizde BOP’un aracıdır. Böyle biline çare buluna.

Dr. A. Nejat Ölçen
(10.1.2016)

55. YILINDA 27 MAYIS


55. YILINDA 27 MAYIS

portresi_gulumseyen

 

Suay Karaman

 

 

27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 55. yılını kutladığımız bu gün, ülkemizde ortaçağ karanlığı yaşanmaktadır, Atatürk ilke ve devrimleri yok sayılmaktadır. 1950 yılından beri ülkeyi yöneten Demokrat Parti iktidarının, demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir tepki sonucu gerçekleştirilen 27 Mayıs 1960 İhtilali, oluşumu ile bugün siyasilerin belleklerinde bulunmalı ve gereken derslerin çıkartılmasına çalışılmalıdır.

Askeri harekatlar ve ihtilaller, topluma olumlu getirileriyle Devrim; olumsuz götürüleriyle darbe olarak adlandırılırlar. Koşullar tamam olduğu zaman ihtilal kaçınılmaz olur.
Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir. İhtilal, toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan
ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında oluşan ani ve
şiddetli değişikliklerdir.

Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir toplumdaki siyasal
ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına hızla değişmesidir.
1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle,
özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.

27 Mayıs 1960 öncesinde, Demokrat Parti iktidarında demokrasinin, hukukun ve özgürlüğün olmadığını herkes bilmektedir. Buna karşılık demokrasiye darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs 1960 hareketi, topluma özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi ve aydınlanmayı getirmiştir.
27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe olarak niteleyenlerin amacı, 1923 Aydınlanma Devrimi’ni de darbe kapsamına sokarak, Osmanlı Devleti’nin küllerinden yepyeni laik ve demokratik bir cumhuriyet kuran Mustafa Kemal Atatürk’ten de hesap sormaktır.

“Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri,

– ‘tutan devrimler’ ve
– ‘tutmayan devrimler’

olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı.

– 1932’den beri Türkçe söylenen ezan Arapça’ya çevrilmiş,
– irticaya ödünler verilmiş,
– özgürlükler kısıtlanmıştı.
– TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için asker yollanmıştı.
6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu Demokrat Parti iktidarıydı.
İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenlenmişti.
–  
Muhalefeti cezalandırmak için Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmuş, bu komisyonun yetkilerinin genişletilmesinden sonra, Ankara ve İstanbul’da olaylar çıkmış, ölen ve yaralananlar olmuştu.
– Ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı.
– Basın ağır sansür altında tutulmuş, gazeteciler hapse mahkum edilmişti.
– Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet,
keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu.
Vatan Cephesi kurarak, halkı birbirine düşürenlere ve
“Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyenlere bugün “demokrasi yıldızı” denmektedir.

27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi kurularak, yasaların (AS: ve TBMM içtüzüklerinin; AY m. 148) anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri yapılmasının önüne geçilmiştir.

– Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile yasama yetkisi daha demokratik duruma getirilmiştir.
– Devlet Planlama Teşkilatı (DPT),
– Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar Kurumu,
– Devlet Personel Dairesi,
– Türk Standartları Enstitüsü,
– Basın İlan Kurumu,
– Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) gibi kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur.

1961 Anayasası’yla bağımsız yargı ve hakim güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplusözleşme hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır. Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası (AS: 224 sayılı yasa), Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler yapılmıştır.

Bugün ülkemizde kimilerinin darbe kapsamına sokmaya çalıştığı, kimilerinin ise utandığını söylediği 27 Mayıs 1960 Devrimi, 55 yıldır toplumu aydınlatmaktadır. Her yıl 27 Mayıs günü yaklaşırken, çeşitli görüşlerden insan taklitleri 27 Mayıs 1960 Devrimi’ne ve ürünü olan 1961 Anayasası’na saldırmaya başlarlar.. Geçtiğimiz günlerde güdümlü başbakan Ahmet Davudoğlu; “27 Mayıs’ı lanetleyin” derken, kulaktan dolma yanlış bilgilerle, ‘profesör aklında’ bir türlü anlayamadığı 27 Mayıs aydınlığını biçimlendirememektedir. Kendi dönemlerinde
o denli çok lanetlenecek olay ve olgu vardır ki; lanetlenmek sözü az gelebilir.

27 Mayıs 1960 Devrimi’nden ve aydınlıktan korkanlar, ortaçağ karanlığında sürünmeye
devam edeceklerdir.

Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten sivil iktidarların hukuk devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin duruma getirmeleri gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve günümüzde yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır.

Bu yüzden ülkemizde gerçek demokrasi etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir.

Ülkemize çağdaş, ilerici ve ışıltılı bir anayasa armağan eden 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 55. yılı kutlu olsun!..

Alev COŞKUN : 27 Mayıs’ın anlamı…


Dostlar,

Sn. Alev COŞKUN katıksız bir Atatürkçüdür. Turizm Bakanlığı yapmıştır
ve Siyaset Bilimi alanında Doktora (PhD) derecesi sahibidir.

Özellikle, Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın Osmanlı’yı teslim alan (ve de SEVR ile bitiren)
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi ile bir çözüm aramak üzere Şam cephesinden İstanbul’a geldiği ve 16 Mayıs 1919’da Kurtuluş Savaşını başlatma amacıyla Samsun’a çıkmak üzere ayrıldığı güne dek geçen 6 aylık dönemi incelemiş ve kitaplaştırmıştır. Bu dönem Cumhuriyet – Devrim tarihimiz açısından büyük önem taşımaktadır. Coşkun’un kitabı Özenle okunmalıdır.

Alev bey, 80’i bulan yaşı ile 27 Mayıs süreçlerinin, DP’nin karabasan 10 yılının yaşayan
canlı tanığıdır aynı zamanda. Bu bağlamda, aşağıda yazdığı özlü derleme,
27 Mayıs 1960 Devrimi‘ni doğru anlamak bakımından çok değerlidir.
Kendisine ve AYDINLIK Gazetesine teşekkür ederiz.

6_AY_Kitabi

 

 

 

 

 

 

 

Başta “Cemal Aga” olmak üzere 27 Mayıs Devrimi’ni ören tüm emekçi ve
Devrimcilere, demokrasiye aşık TSK’nın genç subaylarına selam olsun..

Sevgin (aziz) anıları önünde hürmetle eğiliyoruz.

  • 27 Mayıs Devrim Şehitlerini saygı ile anıyoruz.

Yassıada Mahkemesinde idama mahkum edilen ve cezaları MBK onayıyla asılarak
infaz edilen dönemin

Başbakanı Adnan Menderes,
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve

Maliye Bakanı Hasan Polatkan

ve aileleri – sevenleri için elbette üzülüyoruz.

Ancak yapıp ettikleri, masum kanı döktükleri ve ülkeye verdikleri ölçüsüz zarar nedeniyle
kişisel olarak onları bağışlayamadığımızı da itiraf etmeliyiz.
Bu infazların siyasal sömürü kaynağı yapılması ise midemizi bulandırıyor.
Bunca siyasal cürümden kahraman(lar) çıkarmak olanaksızdır, boşuna çabalamayın.

Alev bey yer darlığı yüzünden yaz(a)mamış.. Bir büyük DP cürümünü de biz ekleyelim :

Atatürk döneminin borçsuz kalkınma politikası bırakılarak dışarıdan ölçüsüz borçlanma yapıldı ve yatırım yapılmadan hovardaca harcandı. 1958’e gelince memur aylıkları ödenemez oldu ve ABD de politik baskı kurmak için “yardım”ı oyaladı. Menderes ABD’yi Sovyetlere başvurma ile korkutmak istedi.

Ülke iflas ettirilmişti ve adeta moratoryuma zorlandı..
Sonunda IMF’ye teslim oldular ve 1 $ 2,8 TL iken (Atatürk döneminde 0.8- 1 TL arasında tutulmuştu!) % 320’lik muazzam bir devalüasyon ile Temmuz 1958’de 9.2 TL’ye çıkarıldı!
Bu koşulla borç para bulabildiler ve ekonomik bunalımı borçkolik bağımlılıkla
ötelemeye çabaladılar. Ülke korkunç yoksullaştırıldı ve dış güçlerce sömürüldü..

Bu ekonomik başarısızlık DP’nin çöküşünde temel belirleyicilerden oldu.
Ülkeye maliyeti ise tarif edilemez derecede ağır oldu, olmakta..
Tüm bunları görmezden gelerek DP mağdurları hele hele kahramanları yaratmaya çalışmak tarihe hakaret, ülkeye de ihanet olur.

Öbür cürümleri uzun bir liste oluşturmakta, saymasak bile olabilir.
DP’nin Türkiye’yi ekonomik iflasa ve moratoryum ilanına sürüklemesi
tek başına, yetmez mi en ağır biçimde cezalandırımaya??

– 6/7 Eylül 1955 kanlı ve uluslararası fiyasko doğuran olayları kim tezgahladı_
– 1958 Lünbnan iç savaşında Müslümanlarla çarpışan Lübnanşı Hıristiyanlara
silah desteğini kim verdi?
– 1955 BM oyalamsında Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanması savaşımında destek
olmayıp “çekimser” oyu kim kullandı?
– Basına ağır sansürü ve bembeyaz boş sütunlara çıkmasından kim sorumlu?
– CHP’nin mallarına el koymak ve giderek kapatmak için savcı – yargıç yetkisinde TBMM Soruşturma Komisyonu kurararak demokrasiyi ve hukuku kim katletti??
– İstanbul Üniversitesi’nde gençlere ateş açarak Turan Emeksiz’in ölüminden kim sorumlu?
– İstanbul Üniversitesi’nin saygın rektörü Ord. Prof. Sıddık Sami Onar’ı polis vahşetiyle kim yerlerde sürükledi?
– 200 (iki yüz!) tona yakın Hazine altınını Londra – Zürih bankerlerine borç alabilmek için kim rehin etti?
…….
Daha uzatalım mı??

Bir de 27 Mayıs Devrimcilerinin ülkeye kazandırdıklarına bakalım..
1961 Anayasası başlıbaşına, kurumları ile bir baş yapıttır (şah eser!).
Dünyada örneği – benzeri yok gibidir..
Günümüzde bu Anayasasnın fersah fersah gerisindeyiz..

*****

Hiç duygu sömürüsüne yer yoktur..
Sorumlular en ağır cezaları haketmişlerdir.

Sevgi ve saygıyla
27.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

=========================================

27 Mayıs’ın anlamı…

portresi

 

 

 

 

 

Dr. Alev COŞKUN
AYDINLIK, 27 Mayıs 2014

2may

Bugün 27 Mayıs 1960 Devrim Hareketi’nin 54. yıldönümüdür.
27 Mayıs sonrası kurulan Yassıada Mahkemeleri sonrası üç siyasal kişiliğin
idam kararına çarptırılmaları, bu kararların infaz edilmesi, oluşan acıma duygusu nedeniyle 27 Mayıs hareketi nesnel olarak değerlendirilememiştir.

  • 27 Mayıs, tipik modelde bir askeri darbe mi,
    yoksa yeni çığırlar açan bir devrim hareketi midir? 

Bu soru, 1950-60 dönemi nesnel olarak analiz edilmeden, DP’nin icraatlarının
evrensel hukuk ve evrensel demokrasi kuralları çerçevesinde irdelenmeden
doğru yanıtlanamaz. Bu nedenle satır başlarıyla gelişmeleri belirtmeliyiz.

DP’nin devrimlerden verdiği ödünler

Demokrasi ve özgürlük bayrağını eline alarak iktidara gelen Demokrat Parti (DP),
işe önce Atatürk’ün aydınlanma devriminden ödünler vererek başladı.
Din duygularının siyasal alanda önemli bir “istismar” aracı olarak kullanılması,
Arapça ezana dönülmesi, Kuran kurslarının genişletilmesi, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi gibi…

Çok partili sisteme girişle birlikte haklı-haksız eleştiri oklarının yoğunlaştığı
Köy Enstitüleri DP tarafından 1954’te kapatıldı.

Tüm yurda yayılmış olan ve sayıları beş bini aşan
Halkevleri ve Halk Odaları kapatıldı.
İktidarı kendi eliyle barış içinde devreden CHP’nin bütün malları elinden alındı.

Atatürk’ün Tam Bağımsızlık ilkesi unutuldu, tüm dünyada kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarına karşı tutum alındı.

– Süveş Kanalı’nın millileştirilmesi olayında Mısır lideri Nasır’ın yerine İngiltere’nin; – Fas ve Tunus’ta bağımsızlık için ayaklanan devrimci halkların yanında değil, Fransa’nın ve
– Cezayir’de bağımsızlık için savaşan halkın yanında değil, bu hareketi katı bir biçimde bastırmaya çalışan Fransa’nın yanında yer aldı.
– İran’da petrol yataklarını millileştirme kararı alan Başbakan Dr. Musaddık’ın
yanında değil, emperyalist güçlerin yanında yer aldı.

Bu örnekler, dünyada ilk bağımsızlık savaşı veren Atatürk’ün temel çizgisinden sapıldığını, kapitalist ve emperyalist cephenin yanında yer alındığını gösterir.

Başbakan Menderes, aydınlanma devrimlerini “halk tarafından tutulan ve tutulmayan” devrimler olarak ikiye ayırıyor ve DP grubuna, TBMM çatısı altında

  • “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz!” diyor

ve Atatürk devrimlerinin temel felsefesine karşı olduğunu açıkça belirtiyordu.

Özgürlükçü ve demokrat olduğunu iddia eden DP, kendisine oy vermeyen
Abana ilçesini belde, Kırşehir ilini de ilçe statüsüne indirdi.

Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’daki yüksek yargıçları gerekçe göstermeden görevlerinden alıp emekli etti.

Basın özgürlüğüne darbe indiriliyor, gazeteciler hapse atılıyor, yolsuzlukları yazan gazetelere bu yolsuzlukları ispat etseler bile büyük cezalar veriliyordu.

6-7 Eylül 1955 tarihi DP ve Türkiye için kara gündür.

O gün özellikle İstanbul’da büyük olaylar yaşandı. Azınlık yurttaşlar ölümle karşı karşıya geldiler, mallarını yitirdiler. Rum kökenli yurttaşların evlerine, mallarına saldırıldı.
Bütün dünya’da bu olayları DP’nin düzenlediği kesin kabul görmektedir.
Zaten bu nokta, Yassıada Mahkemesi tarafından da tartışmasız saptanmış bulunmaktadır.

DP, ülkeyi cephelere ayırdı.

“Vatan Cephesi” adını verdiği bir örgüt kurdu. Devlet radyosu (o yıllarda henüz TV yok) her gün Vatan Cephesi’ne girenlerin adlarını listeler halinde veriyordu.
Vatandaşlar, siyasal iktidarın kararıyla, Vatan Cephesi’ne girenler ve girmeyenler olarak ikiye bölünmüştü. Köylerde, beldelerde kasabalarda kahveler birbirinden ayrılmış, vatandaşlar birbirine düşman edilmişti.

Siyasal konuşma yapmak için Kayseri’ye giden muhalefet partisi lideri İnönü
kente sokulmadı.

Uşak İl Kongresi’ne gittiğinde taş atılarak başından yaralandı.
Uşak’tan İzmir’e geçince, kentte olaylar oldu ve muhalefet yapan Demokrat İzmir
adlı gazete DP’li militanların saldırısına uğradı ve matbaa makineleri parçalandı.

Muhalefet lideri İNÖNÜ’nün, İzmir’den İstanbul’a gelişinde Topkapı’da DP militanları tarafından yolu kesildi. Gözü dönmüş militanlar tarafından arabasından indirilerek
linç edilmek istendi.

Tahkikat Komisyonu bardağı taşırdı

Olaylar hızla gelişirken, iktidarın başı, barış ve yatıştırma yerine nefret söylemine
güç veriyordu. Üniversite öğretim üyelerine “kara cüppeliler” diye hitap ediyor, muhalefeti hırçınlık ve ihtilalcilikle suçluyordu. En sonunda 18 Nisan 1960’ta,
Meclis’te kısa adı “Tahkikat Komisyonu” olan bir komisyon kuruldu. Daha sonra
bu Komisyona olağandışı yetkiler veren bir yasa kabul edildi. Bu yetkilere göre, Komisyon gazeteleri kapatabiliyor, matbaa ve makinelerine el koyabiliyor,
siyasal toplantı ve yürüyüşleri yasaklayabiliyor, istediği kişileri tutuklayıp
hapse atabiliyordu. Üstelik bu kararlar kesindi, bu kararlara karşı hiçbir merciye ve makama itiraz edilemiyordu.

Şimdi sormak gerekiyor                             :

Böyle bir Komisyon ve ona verilen böylesi yetkiler demokrasiyle,
hukuk devletiyle bağdaşabilir mi?

Bu Komisyona ait yetki tasarısı Meclis’te konuşulurken söz alan muhalefet lideri
İsmet İnönü’ye 12 celse Meclis’ten çıkarılma cezası verildi.
Milli Mücadelenin Batı Cephesi Komutanı, Atatürk’ün en yakın silah ve çalışma arkadaşı, eski Başbakan, eski Cumhurbaşkanı ve 1950’de yapılan dürüst seçimlerle siyasal iktidarı barış içinde DP’ye devreden İnönü, TBMM’den atılmıştı, cezalandırılmıştı.

Azınlıkların mallarına saldırılmasını düzenleyen, kendisine oy vermeyen bir vilayeti ilçe yapan, vatandaşları Vatan Cephesi ve karşı cephe olarak değerlendirip cepheleştiren ve Meclis’te bir komisyon kurarak, o komisyona yürütme ve yargı gücü veren
bir başka demokratik ülke var mıdır? Bütün bu yapılanlar demokrasi, anayasa ve
hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşabilir mi?
Bu yapılanlar İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile bağdaşabilir mi?

Gençlik başkaldırıyor

Tahkikat Komisyonu’na olağanüstü yetkiler veren yasanın kabul edilmesi,
bardağı taşıran damla olmuştu. 28 Nisan 1960’ta sabahtan başlayarak
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde gençler hareket halindeydiler.

“Hukukun çiğnendiği bir ülkede hukuk okunamaz”
diyorlardı.

Üniversite bahçesinde Atatürk heykeli önünde her fakülteden gençler toplanmıştı.
Bir bildiri okuyup dağılacaklardı. Polis aşırı güç kullandı. Tüm öğrencileri
Beyazıt Meydanı’na püskürttü, Üniversite Rektörü (AS: Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar) polisler tarafından yerlerde sürüklendi, sonunda Malatyalı 22 yaşındaki
Turan Emeksiz polis kurşunuyla öldürüldü.

Birçok genç yaralandı. Olaylar bir gün sonra, 29 Nisan 1960’ta
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne sıçradı.

Muhalefet partileri, üniversite gençliği, aydınlar, basın ve Ordunun geniş bir cephe oluşturmasıyla, 27 Mayıs 1960’ta DP iktidarı yıkıldı.

27 Mayıs; oluşumu açısından, geniş kitleler tarafından desteklenmesi, emir-komuta zincirinin dışında gelişmesi, iktidarı alır almaz demokratik bir anayasa yaparak
genel seçimlere gideceğini ilan etmesi açısından çok değişik niteliklere sahiptir.

  • 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül aynı kefeye konulup değerlendirilemez. 

12 Mart muhafazakâr, tutucudur.
12 Eylül karşıdevrimcidir.
27 Mayıs aydınlanmacı, ilericidir.

27 Mayıs’ın en büyük ürünü hukuk devleti ilkelerine bağlı, ilerici bir Anayasa yaratmasıdır.
Başlı başına bu Anayasa büyük bir devrimdir.
27 Mayıs 1960, gerçek bir toplumsal değişimi ve dönüşümü simgeleyen
bir devrim niteliğindedir.

1961 Anayasası

1961 Anayasası, kıvançta ve tasada birlik; esin kaynağı milli mücadele ruhu olan
Türk milliyetçiliği, yurtta barış dünyada barış ilkesine dayanan barışcılık ilkesi,
her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişme ve onu aşma hedefini amaçlayan
Atatürk Devrimciliği kavramlarını ön plana çıkardı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına dayanan, milli, demokratik, laik ve
sosyal bir hukuk devleti olduğunu tartışmasız kurallaştırdı.

27 Mayıs 1960 Devrimi ve onun yarattığı 1961 Anayasası,
Türk toplumunun 200 yıllık uygarlaşma hareketinin,
çağdaşlaşma ve demokratikleşme mücadelesinin doruklara ulaşmasıdır.

Dr. Mehmet Alev Coşkun
Siyaset Bilimci
Eski Turizm Bakanı

YASSI KAFALILAR


YASSI KAFALILAR

portresi


Suay Karaman

 

 

Türkiye’nin birikmiş, bekleyen ve ivedilikle çözüm gerektiren
birçok sorunu varken, siyasal iktidarın Yassıada’nın adını ‘Demokrasi ve Özgürlükler Adası’ olarak değiştirmesi,
‘ileri demokrasi’ anlayışlarına ve uygulamalarına örnektir.

27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında, ülkeyi kutuplaştırarak kardeş kavgasına sürükleyen, Atatürk ilke ve devrimlerini ayaklar altına alarak yozlaştırmaya çalışan Demokrat Parti iktidarının yöneticileri Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda yargılanmışlar
ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 30 Eylül 2013’te demokrasiyle ilgisi olmayan, demokratikleşme paketini açıklarken de, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ne saldırmıştı. Başbakan, 1960’daki askeri harekatın “Türkiye’de 1950’den başlayarak saat gibi işleyen demokrasiyi durdurduğunu” söylemişti. Başbakanın bilgisi, birikimi ve kültürü, demokrasiyi bilmediği (AS: içermediği??) gibi, 27 Mayıs 1960 aydınlığını da kavramaya yetmez.

1950’den sonra yalnızca adı “demokrat” olan Demokrat Parti’nin yaptıklarının demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Hangi demokraside meclisin onayı olmadan emperyalist devletlerin çıkarı için yabancı ülkelere asker gönderilir? 6-7 Eylül 1955 olaylarını tahrik edenlerin baş sorumlusu olan DP iktidarı mı demokrasiyi saat gibi işletiyordu?

Demokrat Parti grubunda,

  • “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” ve
  • “Odunu aday koysam milletvekili seçtiririm” diyen
    Adnan Menderes mi demokrattı?

Ana muhalefet partisinin genel başkanını (AS: İsmet İNÖNÜ) öldürmek için Kayseri, Uşak ve Topkapı’da suikastlar düzenletilmesi, demokrasi ile bağdaşabilir mi? Muhalefeti cezalandırmak için kurulan Meclis Tahkikat Komisyonu, hangi demokraside bulunmaktadır?

İrticaya ödünler verilerek, ulusal bütünlüğümüz parçalanarak, özgürlükler kısıtlanarak, basın ağır sansür altında tutularak,
gazeteciler ve iktidara muhalif olanlar hapse mahkum edilerek demokrasi olamayacağını bilmeyenlerin tanımına göre “saat gibi işleyen demokrasi”, ülkeyi kardeş kavgasına getirmişti.

Başbakan Erdoğan gibiler, sürekli 27 Mayıs 1960 İhtilalini eleştirirler ama hiçbir zaman 12 Mart 1971 muhtırasını ve özellikle
12 Eylül 1980 darbesini eleştirmezler. Çünkü aydınlığa düşman olanlar, kendilerini yaratan karanlıkları sever, toz kondurmazlar. ‘
12 Eylül 1980 darbesini yargılıyoruz’ diye, yassı kafalarıyla komedi ortaya koyanlar, ‘ileri demokrasi’ adını verdikleri ortamla, 12 Eylül’ün faşizmini aratmamaktadırlar.

“Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan devrimler’ olarak ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Demokrat Parti zamanında Mustafa Kemal Atatürk yok sayılmaktaydı, AKP iktidarında da yok sayılmaktadır. “10 Kasım’da sap gibi ayakta durmaya gerek yok” diyen zihniyet, Türkiye Kupası maçının seremonisinde sahaya ‘Yüce Atatürk’ yazılı formayla çıktığı için Fethiyespor’a ceza bile vermeye kalkışmış, artarak gelen tepkiler üzerine, cezadan vazgeçmişlerdir. Atatürk sevdalısı Türk insanı, bu anlamlı hareketleri için Fethiyespor’u hep gözleri yaşararak anımsayacak ve onurlu duruşlarına saygı gösterecektir. Ceza vermeye (AS: Gerçekte kapatmaya!) kalkanları da unutmayacaktır.

Uzun yıllar özellikle İspanya ve Portekiz’de diktatörler (AS: Franko ve Salazar) futbol ile toplumu uyutarak, ülkelerini yönetmişlerdi. Bizde ise futbol, ‘dikbakan’ diyebileceğimiz diktatör başbakanın koltuğunu sallamaktadır.
Özellikle maçların 34. dakikasında Taksim Gezi Parkı olaylarına atıfta bulunularak, “her yer Taksim – her yer direniş” ve
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sesleri, siyasi iktidarı çileden çıkartmaktadır.

Çünkü ortaçağ karanlığından hoşlananların, Atatürk denince ödleri kopmaktadır. Biliyorlar ki, toplumdaki Atatürk sevgisi, iktidarlarına
son verecektir. Bu yüzden Atatürk’ün resimlerinden, sözlerinden, ilkelerinden, devrimlerinden, Gençliğe Hitabesi’nden,
Bursa Nutku’ndan, ulusal bayramlardan çekinmektedirler. Ama ne yaparlarsa yapsınlar Atatürk korkusu, siyasi iktidarı perişan etmektedir. Atatürk adı, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin karabasanıdır.

Atatürk’ün manevi kişiliğinin bile tartışıldığı günümüz Türkiye’sinde, “yassı kafalıların iktidarı son bulacak, aydınlık günler için örgütlü ve bilinçli mücadele başlayacaktır.

  • Yolumuz; Yüce Atatürk’ün çağdaş ve aydınlık yoludur.

(İlk Kurşun Gazetesi, 16 Aralık 2013,
http://www.ilk-kursun.com/haber/163889)

O polisin kimliği açıklandı


O polisin kimliği açıklandı!

Ankara’da polis kurşunuyla vurularak öldürülen Ethem Sarısülük‘ün ailesinin avukatı Kazım Bayraktar, ölümün silahla olduğunun kesinleşmesi ve raporların incelenmesinin ardından savcılığın emniyetten, polisin ismi ve silahını istediğini söyledi.

18 Haziran 2013 Salı 13:16
 O polisin kimliği açıklandı

ANKARA- Ethem Sarısülük’ün öldürülmesini soruşturan Cumhuriyet Savcısı
Veli Dalgalı, ön otopsi raporu ve Jandarma bilirkişinin raporu ile görgü tanıkları,
olay yeri MOBESE ve güvenlik kameralarının görüntülerini inceledi.Sarısülük ailesinin Avukatı Kazım Bayraktar, ölümün silahla olduğunun kesinleşmesi
ve raporların incelenmesinin ardından savcılığın emniyetten, polisin adı ve silahını istediğini anımsattı.Bayraktar, Emniyetin, A.Ş, isimli polisin bilgilerini ve silahını savcılığa ilettiğini açıkladı.
Bayraktar, “Savcı, polis memurunun ifadesini alacak. Silahı da kriminal inceleme için İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Biz jandarma kriminale gönderilmesini bekliyorduk. Neden İstanbul’a gönderildiğini de savcılıktan öğreneceğiz.” dedi.

  • Bu haberle ilgili yorumumuz aşağıda.. Okunmasını dileriz..

==============================================

Dostlar,

27 Mayıs 1960 Devrimi, öncesinde tek1 üniversite öğrencisinin (Orman Fak. öğr. Turan Emeksiz) polis kurşunuyla öldürülmesine büyük ölçüde bağlıdır.

Taksim direnişi 3. haftasında ve resmen bilinen 5 kurbanımız var.
(1’i polis komiseri, belki de kaza ölümü..)

Aradan yarım yy. geçmiş ve hala vahşet, hala polis şiddetinin adam öldürmeye varması..

Bu durum kabul edilemez..

Ethem Sarısülük, apaçık, adı” A.Ş.” (Ahmet Şahbaz) olarak açıklanan o polis tarafından 4,8 m uzaklıktan kafasına hedef gösterilerek ateş edilmesiyle göz göre göre vurulmuştur (1 Haziran 2013; ölümü 15.6.13) ..

Tüm kamera kayıtları ile durum ortadadır ve 1 hafta – 10 gün içinde gelinen yer yalnızca polisin adının ve silahının savcıya verilmesidir.

Bu kişi hala serbesttir.
CMK uyarınca SANIK bir yana, ŞÜPHELİ işemi bile görmemektedir.
Acaba kaçma olasılığı, kanıtları karartma olanağı var mıdır?
Neden hemen göz altına alınmaz, önlem için tutuklanmaz?
Ortada 1 genç masum insanın ölümü var..

Ergenekon vd. tertip davalarda yurtsever asker – sivil aydınların nasıl hukuk
ayaklar altına alınarak yıllardır tutuklu olduğu gözönünde..

Bu çifte standart, kamuoyunu yalnızca sızlatmamakta, oluk oluk kanatmaktadır.

İşlenen suç cinayet.. Eldeki kanıtlar nerdeyse SUÇÜSTÜ niteliğinde :

Bu polisin görüntüleri, video kayıtları ortalıkta dolaşıyor..
Aşağıdaki erişkelerden (linklerden) izlenebilir..

http://webtv.hurriyet.com.tr/20/50860/0/1/ethem-sarisuluk-hayatini-kaybetti-ankara-daki-gazi-parki-olaylarinda-boyle-vurulmustu.aspx

http://webtv.hurriyet.com.tr/2/50629/0/1/ankara-daki-gezi-parki-protestolarinda-ethem-sarisuluk-boyle-vuruldu.aspx

Bu olayın üstü hiçbir biçimde kapatılamaz.

16.6.13 günü bu sitede yazdığımız kapsamlı yazıya bakılmalıdır :

OHAL’e 1 adım kaldı : Yoksa her şey bu hedefe mi yönelikti??

(http://ahmetsaltik.net/ohale-1-adim-kaldi-yoksa-her-sey-bu-hedefe-mi-yonelikti-3/)

Başbakan RTE bugünkü parti grup toplantısında bu konuya neden hiç değinmedi?

Rahmetli Ethem Sarısülük‘ün yakını bir kadın, olay yerinde 14 saattir hareketsiz yatarak olayı canhıraş protesto ediyor..

Konu dünya kamuoyunun gündemindedir.

Rahmetlinin ablası ve ağabeyi de eylemi desteklemekte.

Hükümetten ilgili bir bakanın derhal olay yerine giderek, gerekli güvenceyi kamuoyu önünde açık olarak ve ivedilikle vermesi gereklidir.

İçişleri Bakanı kamuoyu önünde emniyete açık talimat vererek adli kovuşturmanın önünün açılmasını istemeli ve sağlamalıdır.

Türk polisi yasa dışı bir cinayet örgütü değildir, olamaz!
Namuslu polis şefleri, bu cinayeti işleyeni elbette adalete teslim edeceklerdir.
Kendilerine yakışan ve kendilerinden beklenen budur.

Bu acı olayın faturası mutlaka ödenmelidir, ödenecektir.

Muhalefet de TBMM’de bu iğrenç cinayetin izlemcisi olmalıdır.

TBB (Türkiye Barolar Birliği),  TTB (Türk Tabipleri Birliği), insan hakları  örgütleri..
olayı özenle, adım adım izlemeli, demokratik baskı grubu işlevini sürdürmelidir.

Sarısülük ailesinin ve yakınlarınıni ulusumuzun acısını paylaşıyoruz.

16.6.13 Pazar günü rahmetlinin cenaze töreni için Kızılay’da toplanılmasını engelleyen yersiz ve hukuksuz polis şiddetini bir kez daha kınıyoruz. Aşırı şiddetle oradaki yaklaşık 50 bin insan dağıtıldı.. Gazlandık, ilaçlı su sıkıldı.. Tören dağıtıldı. Binlerce insan alana gelemedi ve Batıkent’te Cemevi törenine de katılamadı.. biz de Kızılay’dan döndük.

Rahmetli Ethem’in ağabeyinin TOMA’ya bedenini siper etmesi bile
gözükara polis vahşetini durduramadı..

Çok yazık..

Sonsözü, direniş şehidi Ethem Sarısülük‘e bırakalım :

Ethem Sarısülükün cenazesine müdahale

Sevgi, saygı ve derin acı ile.
18.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net