Etiket arşivi: İttihat ve Terakki Cemiyeti

PRENS SABAHATTİN HANGİ PARTİDEN ADAY?

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. – İTÜ

Önümüzdeki seçimlerin en gözde adayı Prens Sabahattin. Seçime katılacak partilerin büyük çoğunluğu adını gizlemeye çalışsa bile Prens Sabahattin’den güç almaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı adayları kesinleşti. Milletvekili aday listeleri henüz kesinleşmese bile aday adayları belli. Ne var ki yakın zamanda açıklanacak listelerde Prens Sabahattin adını göremeyeceksiniz. Çünkü Prens Sabahattin 1948’de öldü. Yaşasaydı, kuşkusuz seçime girecek partilerin büyük çoğunluğu bu adı listelerine yazmak için yarışacaklardı. Peki, kimdi bu Prens Sabahattin?

Bizim kuşağın devrimcileri derin kuramsal tartışmalara girdiklerinde, tartışmayı ya Jöntürk hareketinden ya da İzmir’de yapılan (17 Şubat 1923) Türkiye İktisat Kongresinden başlatırlardı. Kısa süre önce bu İktisat Kongresinin 100. Yıl anmasında kürsüye çıkartılan bir konuşmacı da Prens Sabahattin’in tezlerini savunarak Kongreyi kirletmişti. Şu sıralar pek çok siyasal parti de Prens Sabahattin ile kirlenme yarışına girdi ve kirlendikçe gururlanıyorlar.

Türkiye’de 150 yıllık demokrasi savaşımının (1876’yı başlangıç alırsak) öncülüğünü yapan Jön Türk hareketi ilk bölünmeyi ve kirlenmeyi Prens Sabahattin ile yaşadı. Sabahattin, Liberalizm adına savunduğu tezlerle emperyalizmin böl ve yönet kuralının/kuramının sinsi savunuculuğunu yaptı. Bugün internet sitelerinin arama motorlarına Prens Sabahattin yazdığınızda karşınıza Prens’in kimliğinden önce savunduğu yıkıcı fikirler çıkar. Sabahattin gerçekten de bir Osmanlı Prensidir. Osmanlı Adliye Nazırı Mahmud Celaleddin Paşa ile Sultan Abdülmecid’in kızı, Sultan II. Abdülhamid’in kız kardeşi Seniha Sultan’ın oğludur. Ancak Prens Sabahattin’in ünlü olması yüz yılı aşkın bir süre Türk siyasetindeki ana ayrımı başlatan kuramsal temeli ortaya koymasından ileri gelir. Prens Sabahattin adı ADEM-İ MERKEZİYET kavramı ile özdeşleşmiştir. Adem-i Merkeziyet, merkezin zayıflatılarak yerel yönetimlere güç verilmesi, yerinden yönetim, bugünkü söylemle YEREL YÖNETİMLERE ÖZERKLİK. (AB, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı-AYYÖŞ)

Batılı güçlü devletler, sömürgecilik döneminde elde ettikleri varsıllıklarla 1. Sanayi Devrimini başlatarak (İngiltere, 1760) güçlenirken, bizim gibi ülkelerin iç pazarını gelişmiş sanayi ürünleri ile çökertip sanayi ürünleri yanında yıkıcı emperyal düşüncelerini de pazarlıyorlardı. Siyasal ve askeri yapılarını güçlendirir, bünyelerinde tekil-üniter yapıyı güçlendirerek egemen kılarken, bizlerin payına da Adem-i Merkeziyet yani bölünme düşüyordu. Koskoca Osmanlı ülkesi iç pazarı yok edilip borca batırıldıkça millet birliğini güçlendirip ayağa kalkacağına, bölünüp parçalanıyordu. Baskıcı II. Abdülhamid rejimini yıkmanın formülü olarak, Jöntürk hareketinin içine de bölücülük serpiştiriliyordu. Adem-i Merkeziyet düşüncesi, geçen yüzyılın başında onlarca devletçiğin doğup gelişmesinin bayrağı oluyordu. Abdülhamid diktasını devirip, 2. Meşrutiyet Devrimini gerçekleştiren, özgürlük ve kardeşlik fikrinin egemen olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin karşısında bu kez Ahrar Fırkası beliriyor ve 10 Eylül 1908’de kuruluşunu ilan ediyordu. Ahrar Fırkası 30 Ocak 1910’da kapatılmış olsa bile, siyasal yaşamımızdan hiç eksilmedi ve siyasal dünyamıza Ademi-i Merkeziyet, bir başka deyişle YEREL ÖZERKLİK kavramını yerleştirdi. Bir bakıma bugün ülkemizdeki Sağ-sol, Devrimcilik-Karşı Devrimcilik, Ulusalcılık-İşbirlikçilik karşıtlıkları Prens Sabahattin’in, daha başka bir deyişle Ahrar Fırkası’nın hediyesidir. Bu tarihten sonra kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Cumhuriyet devrinde kurulan (1924), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programlarının en başına hep Adem-i Merkeziyet kavramını yerleştirmişler, daha sonra kurulan ve sağ partiler (1930-Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Anavatan Partisi, Doğruyol Partisi vb.) programlarına açıkça yazmasalar bile hep bu geleneğin izleyicisi olduklarını kimi kez açık, kimi kez gizli söyleyegelmiştir. (Bu partilerin bir başka ortak söylemi de inançlara özgürlük olmuştur.)

Adem-i Merkeziyet (Yerel Özerklik) düşüncesinin yaşam bulamadığı tek örgüt İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bu örgütün en bilinçli ve yurtsever kadrolarının içinden doğan Cumhuriyet Halk Partisi olagelmiştir. Ta ki yakın zamana dek…

Bugün ülkemizde HDP (PKK) başta olmak üzere, Hüda Par, Deva, Gelecek, Saadet vb. partiler ile adı duyulmadık pek çok partinin dilinden YEREL ÖZERKLİK kavramı düşmemektedir. Bu kavram ayrılıkçılığın üstü kapalı kimi kez de utangaç söylenişidir. Ne yazık ki son zamanlarda YEREL ÖZERKLİK başka bir deyişle Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı söylemi en çok Cumhuriyet devrimini gerçekleştiren ve Adem-i Merkeziyet kavramı ile mücadele eden Partinin diline yerleşmiş ve programına konmuştur.

Prens Sabahattin bugün yaşasaydı Adem-i Merkeziyet düşüncesini yaşatmak için yukarıda adı geçen partilerden birinden gönül rahatlığı ile aday olabilirdi. Ancak uğrayamayacağı tek parti Atatürk’ün partisi olurdu. Ne yazık ki en çok şaşıracağı olay da, Atatürk’ün partisinde kendi düşüncesinin hem de hararetle savunuluyor olması olurdu.

Partilerin programlarında PRENS SABAHATTİN VARSA, DİKKATLİ OLUN…

Hekime saldırı yaşama saldırıdır

Hekime saldırı yaşama saldırıdır

Öner Yağcı
Cumhuriyet, 01 Ağustos 2020

Koronayı ve virüsü fırsat bilen baskıcı düzencilerin gemi azıya aldığı günlerde tüm sağlıkçılar zorlu bir savaşım veriyor. Mesleklerinin gereği insanları, sağlığı korumak için uğraşırken yaşamı özgürleştirme savaşımının da ön cephesinde özverileriyle yer alıyorlar.

Bu, tıp tarihimizin özünden gelen bir nöbetin devralınışıdır.

Yakın tarihimizde hekimler

Hekimler, özgürlükler konusunda her zaman öncü oldu.

1897’de Abdülhamit, kendisine başkaldıran birçok hekim ve tıbbiye öğrencisini Fizan’a sürdü. Tıbbiyeliler, okullarının odunluğunda kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti (1892) ile padişahlığı sarstı, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanını sağladı.

Tıbbiyeli Hikmet, Sivas Kongresi’nde adını duyuran bir askeri tıbbiye öğrencisiydi (Tıbbiyeli Hikmet-B. Suat Çağlayan-2019).

Balkan ve Çanakkale savaşlarının Tabip Yüzbaşı, 1919’da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) kurucusu, 1920’de TKP Merkez Komitesi üyesi, 1945’te Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) kurucusu, 1951’de TKP Genel Sekreteri olan Dr. Şefik Hüsnü (Aydınlık İçinde Dr. Şefik HüsnüGökhan Atılgan, 2020) ile “Eski tüfek” Dr. Hikmet Kıvılcımlı (Hikmet Kıvılcımlı Hayatı ve Eserleri, Tarkan Tufan, 2008, Dr. Hikmet: Savaşçı Bir Hayat 1902-1971, Cenk Ağcabay, 2015) ülkemizde sol muhalefetin önemli önderleriydi.

Türk Tabipleri Birliği (TTB)

Hekimleri temsil eden, hekimlerin haklarını ve hekimlik ahlakını korumayı, tıp eğitimine katkıda bulunmayı, halk sağlığını geliştirip yaygınlaştırmayı amaç edinen meslek örgütü TTB, 1953’te İstanbul’da kuruldu. Doç. Dr. Ahmet Rasim Onat’ın başkanlığında (1953- 61) DP hükümetinin baskılarına karşı koydu.

(Dr. A. Saltık : İstanbul Tabip Odası, 11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şubatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 14. maddesine dayanarak 6 Mart 1929’da kabul edilen Etıbba Odaları Nizamnamesiyle kuruldu. O dönem 9 Etibba Odası kuruluyor, bunlardan 3. Mıntıka Etıbba Odası da İstanbul‘da… 1953’te 6023 sayılı yasa ile kurulan, üst ya da çatı örgütü olan Türk Tabipleri Birliği’dir..)

TTB’nin 1966’dan 12 Eylül 1980’e dek uzun bir dönemine damgasını vuran başkanı, seçildiği kongredeki konuşmasında “Hekimlik gerçeği ile memleket gerçeklerini birlikte değerlendirerek başarıya ulaşılacağını, hekim özlük hakları ve halk sağlığının tam sağlanmasına çalışacaklarını” belirten Dr. Erdal Atabek’ti.

Birlik, genel sağlık sigortası, grevli toplusözleşmeli sendika, insan hakları, demokratik üniversite, silahlanma karşıtlığı, 1 Mayıs hakkı konularında başarıyla savaşım verdi. 1979’daki kongrede, “günümüzün en yakın sorunu olarak tüm demokrasi güçlerinin faşizme, emperyalizme, şovenizme karşı güç ve eylem birliğinin sağlanmasının ertelenmez bir görev olduğu”, demokratik haklar ve özgürlükler, halk sağlığı, hekim hakları, tıp eğitimi ve sağlık hizmetinin denetiminin öncelikli olduğu belirlendi. (23 Mayıs 1980 günü sayman Dr. Sevinç Özgüner evinde faşistlerce öldürüldü.)

  • 12 Eylül döneminde TTB kapatıldı, yönetim 141-142’ye muhalefetten Diyarbakır’da yargılandı.

1980’lerden bugüne

1983’te Ankara’ya taşınan TTB’de ertesi yıl Prof. Nusret Fişek başkan oldu. 1985’te ölüm cezasına, 1986’da işkenceye, 1991’de Körfez Savaşı’na karşı açıklama yapan yönetimler hakkında dava açıldı. 1987-88 yıllarında yoğun hekim eylemleri oldu.

1990’lı ve 2000’li yıllarda Dr. Selim Ölçer, Dr. Füsun Sayek, Dr. Gençay Gürsoy dönemlerinde TTB, demokratik, etik ve bilimsel değerlere uygun, her zaman emek güçleriyle birlikte hareket eden, insan hakları konusunda aktif tutum izleyen bir çizgi izledi. “Herkese eşit, ücretsiz sağlık ve iş güvencesi” istedikleri için yargılanırlarken Dr. Sayek, “Dünyanın en güzel suçlularıyız” dedi.

TTB, Dr. Özdemir Aktan, Dr. Beyazıt İlhan, Prof. Dr. Raşit Tükel ve şimdiki başkan Prof. Dr. Sinan Adıyaman yönetimleriyle direnmeyi sürdürürken inatla halk sağlığını öne çıkarıyor.
***
Prof. Dr. Kayıhan Pala, insan sağlığını ve yaşamı her şeyin üstünde tutan bu tarihsel özün nöbetini devralmış gerçek bir hekimdir.

OSMANLI SONRASI ÜLKEMİZDE BOP’UN ARACI FAŞİZMİN HUKUKU

OSMANLI SONRASI ÜLKEMİZDE
BOP’UN ARACI FAŞİZMİN HUKUKU


Dostlar
,

“Cumhuriyetimizin ağabeyi”, 1921 doğumlu ve 95. yaşını süren bilge insan,
eski CHP milltetvekillerinden, İTÜ İnşaat Mühendisliği mezunu ve sonra iktisat doktorası
(sağlık ekonomisi ağırlıklı) sahibi Sayın Dr. Ali Nejat ÖLÇEN’e bu çok değerli yazısı için
çoook teşekkür borçluyuz.

Özenle okunması ve gereğinin yapılması için hepimize çok çaba göstermek düşüyor.
AKP – RTE’nin akıl sır erdirilmesi çooook güç – dış destekli siyaset tuzağına düşmemek gerek!

Ülkemiz asıl ve yakıcı gündemine dönmeli, yaşamsal sorunlarını uzlaşmacı yasalarla çözmeye koyulmalıdır. 1982 Anayasası’nın 2/3’ünden fazlası, 17-18 kez ve maddelerinde 113 kez değişiklikle 12 Eylül Anayasası olmaktan çıkmıştır. Sorunlarımızın birncil kaynağı bu Anayasa değildir.

Türkiye’nin, Ortadoğu’nun, AB’nin hatta Dünyanın sorunu AKP – RTE iktidarıdır..
Bu ikili, Türkiye için 1 numaralı güvenlik sorunu durumuna gelmiş / getirilmiştir.
Dolayısıyla, bu pek yaman kurgunun mimarı ve uygulayıcısı olan dış güçler,
BOP eşbaşkanlığı aracılığıyla ülkesini ve ulusunu bölme görevini de bu ikiliye yüklemiştir!

Türkiye’nin bağımsızlığı ve güvenliği bakmından ciddi sorun oluşturan bu ikiliden,
ülkemizin hızla kurtulması gerekmektedir. AKP – RTE, apaçık sivil darbe uygulayarak
rejimi başkalaştırmışlar ve Anayasa suçu işlemişlerdir.
Bunun mutlaka hukuk önünde hesabı sorulmalıdır, sorulacaktır..

  • Başkanlık ve sözde yeni Anayasa girişimi AKP – RTE’den yasal hesap sorulmasını engellemeye ve ülkemizi daha da ağır bir Batı sömürgesi yapmaya yöneliktir.
    2 temel – saklanan amaç budur.
  • Finans kapital, 1982 Anayasası ile Türkiye’nin “epey” küreselleşTİRilmesini = post-modern
    yarı sömürge kılınmasını sağlamıştır. 1982 Anayasası bu bağlamda işlevini tamamlamıştır.
    Sözde “Yeni Anayasa” nın misyonu, Türkiye’yi finans kapitalin mutlak bir sömürgesi kılmaktır..
  • Biraz küçültülerek, Misak-ı Milli dokunulmazlığı kırılarak, mini Sevr uygulayarak, Cumhuriyet’in onuru çiğnenerek, tekil yapısı federalizme dönüştürülerek ve laik – seküler rejim de oldukça yeşile boyanarak Ortadoğu’da 2. bir Suudi Arabistan benzeri kukla rejim yaratmak..

    Bu hayın emperyalist tasarım, iç ve dış bedhahları ile deşifre edilmeli ve engellenmelidir.
    Böyle de yapılacaktır..

    Sevgi ve saygı ile.
    11 Ocak 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

    ==================================

 resmi_portresi

Dr. Ali Nejat ÖLÇEN

 

 

İnsan haklarının ve öz­gürlüklerin yok edilişinin kaynağı olarak faşizmin hu­kukunu algılamak eksik bir düşünce olarak kalabilir çünkü, ülkemizde olay, insan haklarını aşan ulusal varoluş sorununa dönüşmüş bulunmaktadır.

İçinde yaşadığımız faşiz­min hukuku uzun dönemde adım adım yürünerek oluşturuldu.
Bu yazıda faşizmin hukukunun tarihsel gelişimini açıklamaya çalışırken
önce bir öz eleştiri sürecinden toplum olarak geçmemiz gerekecek:

1. Olguların kendisini değil sonuçlarını eleştiriyor ve fakat o sonucu yaratan nedenleri
yani genel’i görmekten uzak kalıyoruz.
2. Genelin yarattığı ayrıntıyı irdelemeye çalışırken birbirimizle anlaşmazlık yaratmakta da uzmanlaşmaktayız.
3. Birbirimizle anlaşmazlığımız tersine dönerek ay­rıntıyı yaratan geneli görmemize
engel olmakta.
4. Tarih bilincinden ve tarihin diyalektiğinden yoksunuz..

Faşizmin Hukukunun doğuşuna ilişkin süreçleri gözden geçirir­ken,
geneli görme yetisin­den şimdilerde ne denli uzakta kaldığımız ortaya çıkmaktadır.

  1. 1909 Meşrutiyetle Birlikte Faşizm Hukukuna Giriş

Tunceli Mebusu Fikri Lütfi bey, 18 Aralık 1326 (2.1.1911) günlü Meclisi Mebusan’ın
20’nci birleşiminde bu konudan şöyle yakın­mıştı:

  • “Bendeniz Ağustos sonlarına doğru idi, Rıza Nur beyin tutuk­lanması Temmuzdadır, kendisini kimseyle görüş­türmüyorlardı. Bilmem Hakkı Paşa Hazretleri (Başba­kan; a.n.ö.) görüşebildi mi? Bendeniz birkaç kez giri­şimde bulundum, başarama­dım. Yalnız Ağustos ayla­rında idi, yolda birine rastladım, Rıza Nur beyle görüştü­rüyorlar, dedi. O vakit ben de sizin gibi düşündüm.
    Bu, Divan-ı Harbe ait bir sorun­dur, dedim; Divan-ı Harb daire­sine başvurdum. Kenan Paşa ile o vakit tanıştım. Dedi ki: Bu konuda size yardımcı ola­mam, çünkü gizli ekibin soruş­turmasından biz de bilgi sa­hibi değiliz. Bu soruş­turma bi­zim yönetimimizde yapılmı­yor
    .”

Rıza Nur milletvekili (mebus idi) ve tutuklanmış hiç kimse O’nun nerede olduğunu bilmiyordu.

Başbakan R.T. Erdoğan’ın devlet içinde kendisinin yapılan­dır­dığı “Paralel Devlet” dediği örgütün benzerini ilk kez Meşrutiyetin öncüsü İttihat ve Te­rakki iktidarı oluşturmuştu.
Tunceli mebusu Fikri Lütfi bey o gün konuşmasında (2 Ocak 1911) şunları söyler:

  • “Hafız Sami’yi postaneden paketleri alırken gözetleyen ve tu­tuklattıran kişinin ne Kanun Dairesi’nden ne de Sıkıyö­ne­timce bu tür sorunlarla ilgilenen birisi olmamasıdır.”

Lütfi Fikri Bey’in konuşmasını Meclis-i Mebusan üye­leri sessizlik içinde dinliyorlardı.
Elindeki kanlı sopayı gös­tererek:

“Orada çaresizler üzerinde kırılmış sopadır.” diyor, elindeki zar­fın içindeki cismi göstererek “Şu gördüğünüz ufak şey, işkence edilen adamın parmağından düşmüş tırnaktır.
Bu kadar kesin ve açık suçlamalar karşısında sanırım namuslu bir kabine…” 
diyordu.

Edirne mebusu Feylesof Rıza Tevfik bey, 1911 yılında bugünkü AKP iktidarını anlatıyor gibiydi:

  • “Benim görüşümde memlekette bir felaket var, oysa ger­çek hükümetin hangi ellerde olduğuna dair bende kuş­kular var. Acaba hükümet (hükümet üyelerini göstererek) şu sayın kurul mu? Bence de­ğil. Acaba?

Meşrutiyeti savunan İttihat ve Terakki Cemiyeti, paralel Devletin ilk yapımcısı mı olmuştu! 

  1. 1950 Demokrat Parti İle Gelen Faşizm

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti, İttihat ve Te­rakki iktidarının benzeriydi.
Adındaki demokrasiyi yerle bir etmiş, kendisine oy vermeyen Kırşehiri, ilçeye dönüştür­müş, eleştiri yazıları nedeniyle Hüseyin Cahit Yal­çın’ı, Bedii Faik’i tutuklatarak hapse attırmış, Demokrat İzmir gazetesinin partisinin militanları eliyle tahrip edilmesini sağ­lamış,
ken­disine demokratik koşulları kazandıran CHP ge­nel başkanı İsmet İnönü’yü taşlatarak yurtiçi gezilerini sür­dürmesini önlemeye çalışmış, Büyük Millet Mec­lisinde Tahkikat
Ko­misyonu kurarak yasama ile yargıyı kendi elinde topla­maya yeltenmişti. İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord. Prof. Sıddık Sami Onar’ın saçlarından tutup sürükleyerek dışarı atan polis
Bumin Yamanoğlu cezasız kalabilmişti. Halkevlerini kapatarak ulusal kültürün birliktelik çinde gelişimini önlemiş, Cumhuriyetin kitap yakan ilk siyasal iktidarı DP olmuştur.

1955-60 DP dönemi, İttihat ve Terakki iktidarının faşizminin benzerini ya­şamaya başlamıştı Cumhuriyet Türkiyesi. Ülkede bu denli gaddar ve zalim olan Demokrat Parti ikti­darı İstanbul’da azınlık haklarını yok eden 6-7 Eylül 1955 olaylarına karşı Yunanistan‘dan gelen tepkilere   boyun eğmiş ve yazar Nazlı Ilıcak’ın Bayındırlık Bakanı olan Ba­bası Muammer Çavuşoğlu, İzmir’de Yunan bayrağı gön­dere çekilerek selam duruşuyla o ülkeden özür dilemeye boyun eğmişti.

Ülkeyi ikiye bölme girişimi Menderes hükümetinin eseridir. Va­tan Cephesi ile devletin radyo denilen haberleşme aracı her gün o Cephe’ye katılanların (aralarında yaşamı terk etmiş olanlar da vardı!) adlarını yayınlamakla görevlendiril­mişti.

  1. 61 Anayasasında Özgürlüğün Güvencesi : 11. madde

27 Mayıs 1960 Devrimi‘nin en önemli girişimi Anayasa Mahkemesi’ni ve planlı ekonomiye girmesini sağlayan Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurmuş olmasıdır. Bunun kadar önemli olan konu, Anayasa’da “Teme hak ve özgürlükler”i güvenceye alan 11. maddenin yer almasıdır.
O maddenin en önemli yönü, “Yasaların temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunamayacağını, öngörmüş olmasıydı. 12 Eylül 1980’de yürürlüğe sokulan Anayasada
bu hüküm kaldırılmış, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunan yasaların gündeme girmesi dönemi başlamıştı.

Demirel hükümetleri “Millî Cephe” tanımıyla ikilem yaratmış olsa ve o hükümetim Adalet
Ba­kanı (Milli Selamet Partisi üyesi) Adalet Bakanı İsmail Müftüoğlu, gençlik olaylarını
“vatansever ile vatan sevme­yenler arası ça­tışma” olarak nitelese bile, Anayasa’nın bu çok önemli 11. maddesini bugünkü kadar ülkeyi tehlikeye sürükle­yen sorunları gündeme getirmemişti.

4.12 Eylül 1980 ile Hortlayan Faşizim

Aslında 12 Eylül 1980 öncesinde, 23 Nisan 1980 günlü Tercü­man gazetesi, Prof. Orhan Aldıkaçtı’nın başkanlı­ğında Anayasa değişikliğini tartışmaya açmıştı. O yayında, Prof. Orhan Aldıkaçtı, İlhan Akın, Yaşar Karayalçın, düşün birliği içinde:

“Anayasada Yürütme kuvvetine, Yasama ve Yargı kuv­vetlerinin altında yer verildiğini
ileri sürerek ve Bakanlar Kurulu’na takdir yetkisini kullanacağı çok dar bir alan bırakıldığını eleştirerek”, işe giriştiler. Tercüman gazetesinin bir sonraki 24 Nisan 1980 günlü yayınında
Prof. Orhan Aldıkaçtı,

“Anayasa Mahkemesi, Anayasada değişiklikleri sadece şekil bakımından incelemeye yetkili olduğu halde, Anayasa’nın 9. maddesine yeni bir anlam vererek deği­şikliklerin muhtevasını denetlemeye devam etmekte böylece Anayasa millet iradesinin üstüne çıkmaktadır.” diye­bilmişti.

Söz konusu 9. madde, Cumhuriyetin korunması için şu koşula yer vermişti:

“Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Ana­yasa hükmü değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez.”

Prof. Aldıkaçtı bu maddeye ilişkin bir siyasal iktidarın değişiklik getirmesini istemesine karşılık “Anayasa Mahkemesi’nin konuyu sadece biçim yönünden incelemesini” ileri sürüyor, Anayasaya uygunluğu bakımından incelemenin tartışmaya açılmasını öneriyordu. Üstelik :

Yürütme organının, Yasama organını feshedebilme­sini önermiş ve de yazabilmişti.
(23.4.1980, Tercüman).

Ve o Prof. Orhan Aldıkaçtı’yı, 12 Eylül 1980 Kenan Evren darbesinde 1982 Anayasasını hazırlayan komisyonun başkanı olarak görüyo­ruz. Yasaların “temel hak ve özgürlükle­rin
özüne dokunamayacağı” hükmünün kalkmasını sağlamış ve bununla yeti­nilmeyip
konut dokunulmazlığını koşul gören 16’ncı mad­dede:

  • “Millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından gecik­mede sa­kınca bulunan hallerde de,
    kanunla yetkili kılınan merciin emri bulunmadıkça konuta girileme­yeceği..” hükmündeki
    “millî güvenlik ve kamu düzeni” koşulları, Prof. Aldıkaçtı’nın başkanı olduğu komisyonda kaldırılarak, yerine “yetkili mer­ciin kararıyla gece yarısı konutların girilmesi yetkisinin
    siyasal iktidarların eline geçmesi” sağlandı. (Resmi Gazete 9.11.1982, sayı 17863)

Adalet ve Kalınma Partisi (AKP) iktidarında, “hukuk” kav­ramı­nın, tutarlı, belirgin ve
adalet  duygusunu besleyen kurallar diz­gesinden uzaklaştırabilmesinin birincil kaynağı,
Prof. Aldıkaçtı’nın 82 Anayasasıdır.

5. Hükümetler devletin kendisi değildir. 

Ülkemiz, Osmanlı devletinin enkazı üzerinde ilk kez John Stuart Mill’in “Temsili Hükümet” (Representative Government) modelini Mustafa Kemal Atatürk sayesinde ya­şamaya
başladık.. Demokrasiye geçebilmek için gerekliydi bu. Temsilî Hükümet modeli,
“hükümetin kimler tarafından nasıl temsil edileceğine karar verme yetkisinin toplumda olma­sını öngörüyordu. 1921 Kanun-u Esasisi (Anayasa) bunu getirdi. 

6. Hukuk’ta Güvenlik Güçlerinin Egemenliği 

Önce 61 Anayasasındaki 11. maddede öngörülen “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamaz” koşulu, 82 Anayasasıyla yok edildi. Bununla da yetinilmedi, bilişim teknikleri geliş­tiği için, bilgi­sayardaki internet kayıtlarının da suça kanıt olması hükmü. Ceza Muhakemeleri Yasası madde 134’te yer aldı. Bununla da yetinildiği sanılmasın. İlk soruşturma yetkisi, savcıların denetimi dışında güvenlik güçle­rine ta­nındı. Bugün güvenlik güçlerinin
gizli tanık, imzasız ihbar yazıları, internete düşen kaynağı belirsiz ka­yıtlar, gazete haberle­rinden kesilen parçalar hatta cep te­lefonlarına ya­pıştırılan kime ait olduğu  bilinmeyen mesajlar,
suç kanıtları olarak, yargıçların önüne el arabalarıyla taşı­nır oldu. Bununla da yetinilmedi
ve Gizli tanığı korumak İçin Devlete Sahtekârlık yapma Yetkisi tanındı. Şöyle: 

5726 sayılı yasa ile gizli tanığın tanınmaması için kimliğinin tüm belgelerinde
(evlilik cüzdanı, pasaport, nüfus kaydı dahil) değişiklikler yapılmasını,

Devletimiz sağlayacak yani sahtekârlık yapacaktır. Devleti korumakla görevli olan
Çan­kaya’daki kişi Abdullah Gül, bu ahlak dışı yasayı onaylamıştır.

61 Anayasasında “Milli güvenlik ve kamu düzeni bakı­mın­dan gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kanunla yetkili kılınan merciin emri bulunmadıkça konuta girile­mez, arama yapılamaz” hükmünün kapsamı 82 Anayasa­sında genişletildi: Yani, “Suç işlenmesinin önlen­mesi,
genel sağlık ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin ko­runması koşulları eklenerek yetkili merci, kişinin suç işleyece­ğini tahmin ederek konuta baskın düzenlenmesine karar verebilmektedir.

Kişinin dokunulmazlığı da ortadan kaldırıldı. 82. Anayasasındaki madde 17 ile “tutuklu ya da hükümlünün kaçmasını önlemek için yetkili merciin verdiği emirle silah kullanılarak
yaşamı yok edilebilmektedir. Anayasa’nın 17. maddesi:

“Bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetimveya olağanüstü hallerde yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılması birinci fıkra hükmü dışındadır.”deniyor. Nedir 17. maddenin ilk fıkrası?

Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip” olamayacaktır. Bir hükümlünün kaçacağına kim karar vere­cek? İlgili merci. İlgili merci kim? Siyasal iktida­rın görevlen­dirdiği silahlı müneccimler!

Ceza Muhakemeleri Yasasında 1992 yılındaki değişiklikle Zabıta amir ve memurlarına
ilk tahkikatı yapma yetkisi v
erildiğinde, İki ayda bir yayınlamayı sürdürdüğüm
Türkiye So­runları kitap dizisinin ilk sayısında (Şubat 1994) CHP eski Senatörü arkadaşım Hayri Öner ile yaptığımız söyle­şide; 

“CMUK’da 1992 yılında yapılan değişiklik bir yanlış yön­temi yasal hale getirmiş ve bu niteliğiyle bir hu­kuk ci­nayeti işlenmiş oldu,” demişti.

61 Anayasası’nın önemli bir maddesi “İktisadî ve Sosyal hayatın düzeni güvence altına alınmıştı:

Madde 41- İ”ktisadî ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma çalışma esasına ve herkes için
insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir.”
h
ükmü de  82 Anayasasında kaldırılmış ve AKP iktidarında taşeron işçilik gibi bir uğraş alanı yaratılmıştır.

7. AKP’nin Hukuku 1860’ların Mecelle Hukukunun da Gerişine Düşmüştür!

1850’li yıllarda Osmanlı Devleti’nde çağdaşlaşmaya yönelik çok önemli devrimler gerçekleşmiştir. Bunlardan en önemlisi mezhepler arası hukukun (Fıkıh’ın) birbiriyle çelişen hükümlerini ve padişahın iki dudağı arasından çıkan sözün yasa olması koşulunu ortadan kaldırarak Mecelle denilen tek bir hukuksal yapıya indirgemiştir. Osmanlı Devleti geç kalmış olsa bile ilk kez evrensel hukuka adım atmış oldu.

Ne yazık ki, SÖZCÜ Gazetesi’nin başmakale yazarı  Rahmi Turan, 29 Eylül 2014 günlü yazısına “Mecelle Denilen Ahmaklık” başlığını koyabilmiş ve ne denli yanıldığını kendisine bildiren yazımız yanıtsız kalmıştır. Oysa bugün AKP iktidarının faşizmin hukuku Mecelle’nin de çok gerisindedir. Örneğin Mecelle’nin 1717’nci maddesi, kişinin tanık olabil­mesini ve
sözüne güvenilir olmasını sağlamayı bakınız nasıl koşul görüyordu:

Şahitler gerek sırren ve gerek alenen (gizli ve açık) mensup oldukları canibden yani talebe-i ulümden ise sakin oldukları medrese müderrisi ile mutemed ahalisinden ve askeriyeden ise taburu za­bitan ve kâtiblerinden ve ketebeden ize kalem zabi­tan ve hülafesinden ve tüccardan ise tüccarın muteberanınden ve esnaftan ise kethüdasıyla lonca ustalarından.. teskiye olunur.

Adaletsiz ve kalkınmasız parti  (AKP) iktidarı Cumhuriyet Türkiye’sinin hukukunu,
220 yıl öncesi Me­cellesinin gerisine düşürmüştür. AKP iktidarın hukukunda gizli tanığın sözleri kanıt olabilmekte ve kimsenin onu tanımaması için nüfus kayıtlarında tahrifat yapılması
devlete görev olarak verilmiş, yani sahtekârlık dahi hukuklaştırılmıştır.

  1. AKP İktidarının Faşizmin Hukuku, Roma Hukukunun da Gerisindedir! 

AKP iktidarında hukuk kavramı 1500 yıl öncesinin Roma hukukun da gerisine çekilmiştir. İmparator Iustinianus, eyaletlerin birbirinden farklı hukuksal kurallarını Corpus Iurus Civilis adıyla bütünleştirmişti (AS: MS 527 yılında..). Oysa AKP iktidarı, yasalara ve yargı organlarına getirdiği ikilemle bütünlüğü bozmuş, yargı kararları arasında çelişkiler doğmasına
neden olmuştur.

Özetle                             : 

Kenan Evren Anayasasından ayrılarak  61 Anayasasının temel ilkelerine yeniden ulaşmak
amaç olabilmelidir. Çünkü o Anayasanın 28’inci maddesi:

  • “Herkesin, önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplanma veya gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahip..” olmasını tanımıştı. 

82 Anayasası böylesi gösteri yürüyüşlerinin biber gazıyla, basınçlı su fışkırtan tomalarla, güvenlik güçlerinin çizmeleri ve silahlarıyla önleyen faşizmi Türkiye’mize getirmiştir ve
AKP iktidarı, tarihte yönetime çalanı, ekonomiye talanı ve hukuka yalanı sokan parti olarak anılacaktır. Onun böyle anılmasının kaynağı 82 Anayasası’nın Temel hak ve özgürlüklerin
özüne dokunan yasaların tümüdür. Öylelikle 61 Anayasasını saygıyla anımsıyorum.
Çünkü o Anayasanın 11’inci maddesine yeniden gereksinim duymamız gerekecektir:

  • “Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin,
    millî güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile veya Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen özel sebeplerle, Anayasanın özüne
    ve ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun, temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz.”

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ulusuyla var olabilmesinin temel koşuludur bu. Ülkeyi faşizmin hukukundan kurtaracak bir Anayasa bu koşulla birlikte var olabilecektir. Çünkü 61 Anayasası, yüksek yargı kurumlarına Cumhurbaşkanının asıl ve yedek üye atamasına olanak sağlamamıştı. Eski TBMM Başkan Vekili Sayın Hasan Korkmazcan’ın “Yeni Anayasa Cumhuriyete saldırı demektir” sözü (Ulusal Kanal, 6.1.2016, saat 19) yanlıştır; tersine 61 Anayasanın ilk 30 maddesi korunarak siyasal iktidarın yüksek yargı kurumlarına üye ataması söz konusu olmaksızın
erkler arası tam bağımsızlığın sağlanması koşulunda 82 Anayasasının kaynağı olan faşizmin hukukunun tüm yasalarının yok edileceği yepyeni demokratik ve tam bağımsızlığımızı koruyacak Anayasa gereklidir.

Mustafa Kemal Atatürk 1930 “İktisadî Program”ının 3’üncü maddesinde:

“Adil yasalar ve yargıçlar iktisadi gelişmeyi özendirerek geliştirmelidir.” ilkesine yer vermişti.

Bu temel ilke 1950’ler sonrası yok edildi. Toplumsal refah (gönenç) ancak adil yasalarla korunabilir. Adil yasaların koruyucusu da tam bağımsız yargı organları olacaktır.
Muhalif Parti liderlerinin AKP ile Anayasa pazarlığına girişimi o nedenle çok sakıncalıdır. Kendilerine soruyoruz; “Anayasa taslağınız var mı?”

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Tük ulusuyla birlikte varlığını sonsuza kadar koruyacaktır.

Azınlıklara özerklik kavramı, Misak-millî sınırlarımıza sahip çıkmamızın yok oluşunu sağlamayı amaç almaktadır ve bunun mimarı BOP eşbaşkanlığını üstlenen AKP iktidarıdır.

BOP’a karşı mısınız yanıt veriniz muhalif partiler?
Faşizmin hukuku ülkemizde BOP’un aracıdır. Böyle biline çare buluna.

Dr. A. Nejat Ölçen
(10.1.2016)