Akşehir’deyiz. Kurtuluş Savaşı’nın ölüm kalım günleri. Batı Cephesi karargâhı burada. İki katlı evin üst katında küçük bir odada Gazi Mustafa Kemal komutanlarla toplanmış. Masaya büyük bir harita serilmiş. Kuvvetler, saldırı yolları, günler saatler konuşuluyor.
Gazi Başkomutan Mustafa Kemal konuşuyor:
“20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra 16.00’da Batı Cephesi Karargâhı’nda, yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmenin ardından 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırı için cephe komutanına emir verdim.”
Nutuk’ta bunları yazıyor.
“26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk. Sabah saat 5.30’da topçu ateşimizle saldırı başladı.
Efendiler, 26-27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde düşmanın Afyonkarahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğundaki sağlamlaştırılmış cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar civarında kuşattık. 30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonrasında düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak aldık. Düşman ordusunun başkomutanlığını yapan General Trikupis de tutsaklar arasında bulunuyordu.
Demek ki tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oldu.”
Yunan ordusu bozgun halinde kaçarken geçtiği yerleri yakıp yıkıyordu.
Ama 9 Eylül’de İzmir’e giren Türk ordusu başkomutanın verdiği emri,
“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini yerine getirmişlerdi.
Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, bundan sonra bütün vatanın kurtuluşunu gerçekleştirecekti.
Sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu oluyordu.
Çağdaş uygar dünyanın seçkin bir örneği olarak “Bağımsız-Laik-Uygar Cumhuriyet” kuruluyordu.
Bundan sonraki seferberlik eğitim seferberliği, sağlık seferberliği, tarım ve endüstri alanlarında seferberlik oluyordu.
Kendine yetmeyi hedefleyen üretim ve ekonomi programları, ulusal bankacılık, yeraltı ve yerüstü servetlerini devlet eliyle işletmeyi amaçlayan planlar yürürlüğe konuyordu.
YÜZ YILIN SONRASINDA BUGÜN
Yarının tarihi 30 Ağustos 2022.
1922 yılından yüz yıl sonrasında Gazi Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ü görüyorum. (1934 yılında TBMM kararıyla Atatürk soyadı verilmiştir.)
O’nu yeniden görüyorum.
Gene kararlı.
Önünde gene Türkiye haritası.
Gene düşman güçlerini hesaplıyor.
Gene düşmanı yenme planlarını yapıyor.
Yanında kurmayları.
Şimdiki kurmayları öğretmenler, doktorlar, mühendisler, hukukçular, ekonomistler, sosyologlar, sanatçılar.
Şimdiki kurmayları hep aynı;
Bilim insanları, sanatçılar, toplumun bilinçli insanları.
Atatürk’ü yeniden görüyorum.
Atatürk’ü yeniden dinliyorum.
Bir kez daha büyük.
Bin kez daha büyük.
Büyük Atatürk.
Yolun yolumuz. Biz de biliyoruz.
Sen de biliyorsun.
BU VATAN BÖYLE KURTULDU
Herkesin bir kez daha, bir kez daha bilmesi gerekiyor.
Bu vatan böyle kurtuldu.
Bu Cumhuriyet böyle kuruldu.
Şimdi soyguncuya bırakılamaz.
Şimdi vurguncuya bırakılamaz.
Şimdi goygoycuya bırakılamaz.
Şimdi cehalete teslim edilemez.
Şimdi din sömürücülerine bırakılamaz.
Şimdi dogmaya, hurafeye, yalana, talana bırakılamaz.
Aşılama, canlıya zarar verici bir etkene karşı, onun etkisi azaltılmış biçimde önceden verilmesi ile kazanılan bağışıklıktır.
Aşıların tarihi, insanlık tarihinde gene “akıl ile dogmanın savaşımı”nın serüvenidir.
Akla dayalı bilimsel buluşlar, önce mikropların neden olduğu hastalıkları keşfetmiş; Louis Pasteur’ler, Robert Koch’lar bu keşfin savaşımını vermişlerdir.
Dogmalarla doldurulmuş kitlesel cehalet bu keşifleri kabul etmemiş, kimi zaman tıp çevrelerini bile ikna etmek için zorlu bir uğraş verilmiştir.
Aşılar da aynı dirençle karşılaşmış, bu yolla hastalıkların önlenebileceği konusunda, gene dogmatik cehaletin karşı çıkmasıyla uğraşmak zorunda kalınmıştır.
Çiçek hastalığının neden olduğu ölümlere çare olacak “çiçek aşısı”, İngiliz doktor Edward Jenner tarafından bulunmadan önce (1897), Osmanlı İmparatorluğu’nda İngiliz büyükelçisinin eşi olan Leydi Montagu, yazdığı mektuplarda “burada hasta ineklerden alınan sıvının sağlam kişilere verilmesi ile çiçek hastalığının önlendiğini” belirtmiştir (1717). Ancak İngiltere’de “bu yöntemin tehlikeli olduğu” öne sürülerek Jenner’e kadar aşılama yapılmamıştır.
Amerika’nın fethinde (1492), İspanyol istilacıların çiçek hastalık etkeni sürülmüş battaniyeler vererek yerli halkın binlercesinin ölümüne yol açtıkları bilinmektedir.
İşte, çiçek hastalığından insanlığın kurtuluşu bu aşının bulunup uygulanması ile olmuştur.
18. yüzyılda başlayan çalışmalar 19. yüzyılda artarak sürmüş, kuduz aşısı Pasteur tarafından bulunmuş, Koch da tüberküloz basilini keşfetmiş, aşılar arka arkaya uygulamaya konulmuştur.
Bugün insanlığın karşılaştığı pandemi, yeni bir virüsün yaptığı tehlikeli hastalıktır.
Covid -19 virüsü, bir grip gibi başlayan hastalığın akciğerlere inmesiyle kana oksijen taşıyan kesecikleri (alveol) işgal ederek bedeni oksijen yoksunluğu ile tehdit etmektedir.
Ağır hastaların yoğun bakıma alınmasının, entübe edilmelerinin nedeni de bedenin oksijensiz kalmasına karşı tedavi edilmeleridir. Hem virüse etkili olan ilaçlar hem de oksijen yoksunluğuyla savaşım bu tedavinin özüdür.
Bedenin “bağışıklık sistemi”, bu hastalıkta da devreye girmektedir.
Bağışıklık sistemi güçlü kişiler virüse karşı daha iyi bir karşılık vermekte, hastalığın şiddeti azalmaktadır.
Ama bağışıklık sistemi zayıflamış, başka hastalıklarla yıpranmış kişilerde hastalık daha tehlikeli olmaktadır.
Bu nedenle de:
– Korunma: Maske takma, başkalarıyla temasın azaltılması ve mesafe konulması, ellerin, ağız- boğaz temizliği virüsten korunma açısından çok önemlidir.
– Bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi:
Zihin-beden bütünlüğü gözetilerek stresin yönetilmesi, dinlendirici uyku, doğru beslenme (hayvansal proteinler, yeterli kalori, vitaminlerin minerallerin sağlanması), hareket etme, zihinsel huzur, yaşam dengesinin sağlanması.
– Covid -19 aşısı ile bağışıklık sisteminin özel olarak bu virüse karşı güçlendirilmesi.
Burada iki konuya dikkat çekmemiz gerekiyor:
Birincisi, aşıya karşı öne sürülen görüşlerin temelsizliği.
Aşının yan etkilerinin olması nedeniyle karşı çıkışlar yanlıştır. Her aşıda, hatta her ilaçta yan etki olasılıkları vardır ama bunların giderilmesi için alınacak önlemler de vardır. Hatta, kimyasal ilaçlara karşı çıkarak hazırlanan bitkisel maddelerin de yan etki riski vardır. Ayrıca, “bitkisel kökenli” denilerek kullanılan maddelerin denemeleri yapılmadığı için risk daha fazladır. Bilinmelidir ki, toksik (zehirli) etki yapan pek çok bitkisel madde vardır.
İkincisi, aşının etkili olmadığı, boşuna yapıldığı iddiasıdır.
Bu iddia da yanlıştır. Aşı her koşulda etkilidir. Elbette, yaşa, kişinin sağlık durumuna göre etkisi farklı olabilir ama her durumda etkilidir.
Virüsün mutasyonunda etkisiz olacağı savı da geçersizdir. Her mutasyonda da virüs aynı virüs olduğundan etkili olacağı bilinmektedir. (AS: Buraya çekince koyuyoruz….)
Bu nedenle “Covid -19 aşılaması” hiç duraksamadan sürdürülmelidir.
İŞTE, LAİK BİLİMİN ZAFERİ
Ülkemizde çok tartışılan “laiklik” konusu da burada bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.
TTB / Tabip Odaları çalışmalarımızı 1975’ten bu yana 45 yılı çıkarmaya çalıştık..
8 sayfa çalışma – emek – görev listesi çıktı. TTB – Tabip Odalarının yayın organlarında;
– 6’sı kitap bölümü olmak üzere 32 makale yazmışız.
– TTB ve Odalarımızda 18 konferans-panel vermişiz
1997-2002 arasında 6 yıl boyunca 32 Tabip Odasında İşyeri Hekimliği Sertifika Kurslarında akademik sorumluluğa ek, 318 x 2 = 636 saat ders anlatımı yapmışız ve
TTB’ye çok önemli maddi kazanımlar sağlanmış..
Aldığımız görevler arasında 4 yıl (2 dönem) Tabip Odası Yönetim Kurulu üyeliği, 4 yıl (2 dönem) seçimle gelinen Yüksek Onur Kurulu üyeliği de var (1992-96)..
Tıbbiyede, öğrencilerimizi düzenli olarak Tabip Odası ziyaretine götürmekteyiz meslek örgütünü tanımaları amacıyla..
Halen ATO YK’nun 2020-2022 dönemi 2 genç üyesi, AÜTF 2014-15 mezunu öğrencilerimiz..
Sayısız sokak etkinliklerine katıldık.. 1989’da Etlik – Kasalar’da yürüyenler arasında Edirne – Kırklareli Tabip Odasını temsilen 2 kişiden biri bizdik.. (fotoğrafı arşivimizde)
3 Kasım 1990’da, yağmur altında Prof. Dr. Nusret Fişek hocamızın cenazesinde portresini taşıyan da bizdik (fotoğrafı arşivimizde)
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye) www.ahmetsaltik.netprofsaltik@gmail.com
Uşşaki tarikatı şeyhi Fatih Nurullah 12 yaşlarındaki kız çocuğuna cinsel istismar suçundan tutuklandı. Bu olay ilk değil.
Anımsarsınız, Ensar Vakfı’nda da daha çok sayıda erkek çocuğa cinsel istismar olayları ortaya çıkmıştı. Daha ortaya çıkmayan, suskunlukla örtülen, tehditle gizlenen nice olay vardır.
Nedir bu olaylar? Neden bu dinci kesim cinsellikle bu denli uğraşıyor?
Küçük yaştaki kızlı erkekli çocuklar, her yaşta kadın neden hep bu kesimin cinsel hedefleri oluyor? Bu konu “kişilerin cinsel bozuklukları” mıdır? Yoksa bir “psikolojik hastalık” mıdır? Ya da “toplumsal ahlak çöküşü” mü yaşanıyor? Belki hepsinin payı mı var?
Yasaklanan cinsellik…
Sigmund Freud’a psikanalizin kapısını açan gözlemi “cinselliğin yasaklanması” olmuştu. 19. yüzyıl Viyanası’nın tutucu ahlak anlayışı cinsellik dürtüsünü sıkı kurallar altına almıştı. Cinselliğini yaşayamayan genç kızların tanı konamayan hastalıkları “histeri” adıyla biliniyordu. Genç kızın bedeni kasılıyor, hiçbir uyarıya yanıt vermiyor, çevresini korkutan kasılmalar geçinceye kadar bilinci kapanıyordu.
Freud, daha sonra “psikanaliz” adını verdiği yöntemiyle serbest çağrışım yoluyla bilinçaltına itilen dürtülerin açığa çıktığında hastalığın düzeldiğini gördü. Psikanaliz böylece bir terapi yöntemi oldu. Yasaklanan cinsellik, bu dürtünün bilinçaltına itilmesine yol açar. Orada daha da yoğunlaşan, daha da şiddetlenen cinsel dürtü kendine bir çıkış yolu arar. Cinsel dürtünün bu çıkışında toplumsal kurallar ya yan yollarla aşılır ya da düpedüz çiğnenir.
Cinselliğin yasaklanması her zaman toplumlarda yaşanan erkek ya da kadın cinselliğinin kuralları çiğnemesiyle sonuçlanır. Erkeklerin “oğlancılığı” ya da kadınların “seviciliği” bu yasakların sonucudur. Karşı cinsle eşit birlikteliğin yasaklandığı her ortam bu sonuçlara açık duruma gelir. Osmanlı’nın cinsel kültürü dürüstlükle incelendiği zaman bu gerçekler ortaya çıkmaktadır.
Toplumlar uygarlaştıkça kadın – erkek arasındaki engeller kaldırılmış, iki cinsiyet arasında uygar ve eşit ilişkiler kurulmuştur. Böylece kadın ve erkek birbiri için “cinsel obje” olmaktan kurtulmuş, “insan – insan” ilişkisi kurulmuştur.
Atatürk Cumhuriyeti’nin laik eğitiminde karma okullarda kız – erkek arkadaşlığı hepimizin yaşadığı doğal iletişimi sağlamıştır. Sonraki yılların erkek ortaokul ve liseleri gene ayrımlar yaratmış, buluşma üniversiteye kalmıştır. Köy Enstitülerinin kızlı erkekli eğitimleri hiçbir zaman cinsel sapmalara yol açmamıştır. Bu iftiraları atan çevreler, bugün kendi öğrenci yurtlarında yaşanan cinsel istismar olaylarını nasıl örteceklerini bilemiyorlar.
Uygarlığın öğretisi, iki cinsi ayırmak değil, tam tersine iki cinsi birbirine tanıtmak ve cinsel konularda eğitmek gerektiğidir. (AS: Bizce bu tümcede “cins” değil “cinsiyet” denmeli..)
Ancak o zaman cinsel yaşamı da dürtülere uygun kurallar koyarak yaşatabilirsiniz.
Karşı koymak günahtır…
Cinsel istismar olaylarının önemli bir nedeni de “biat – itaat” kültürüdür. “Biat- itaat” kültürü bireyden teslimiyet ister. Dini kendilerine göre yorumlayan tarikatlar – cemaatler bu kültürü de kendi emellerine uyarlarlar.
“Sana ne denirse sorgusuz sualsiz kabul edeceksin.”
“Efendinin dediği dinin emirleridir. Böyle bileceksin.”
“Karşı çıkmak haramdır. Büyük günaha girersin.”
“İtaat et, iyi kul ol, cehenneme girme.”
“Biat – itaat” kültürü, şeyhlerin, emirlerin, mürşitlerin, hocaların “her söylediğinin kabul edilmesini – her yaptığına itaat edilmesini” emrettiğinden, cinsel istismara maruz kalan çocukların neden suskun kaldığı da anlaşılır. Bu çocukların ailelerinin de aynı tarikata mensup olmaları, olayı daha da kapalı duruma sokar. Olayı açıklayanlar, yapılanlara karşı çıkanlar her türlü şiddeti göze alarak yapabilirler.
Uşşaki tarikatı olayında da olaya karşı çıkan baba (ki o da bu tarikatın içindedir) diğer müritler tarafından dövülmüş, kolu kırılmıştır.
Kadına biçilen sosyal rol…
Laik toplumlar kadına sosyal hayatta erkeğe eşit yer verirler. Bu toplumlarda kadın her mesleği yapabilir, her konuma ulaşabilir, yönetici olabilir, cumhurbaşkanı olabilir. Tektanrılı din toplumlarında ise başroller hep erkeklerindir. İmam erkektir, hükümdar erkektir, papa erkektir, rahip erkektir, haham erkektir. İslamda da Hıristiyanlıkta da Musevilikte de böyledir.
Tektanrılı din toplumlarında kadın erkeğe eşit değildir. Kadın meslekleri de ayrıdır, kadının konumu da ayrıdır. Kadın örtülüdür, erkekte örtü yoktur. Kadının başı kapalıdır, erkeğin başı açıktır. Kadının yeri evidir, işi de ev işleri ve çocuklardır. Bu da “kadının cinsiyetçi rolünü” belirler, onun “cinsel obje” olarak görülmesine yol açar. Onun için de “Kız çocuklarıyla kaç yaşında evlenilir” sorusu tartışılır durur.
Çocukların cinsel istismarı da bütün bu nedenlerle toplumsal bir olgudur. Çözümü de ancak bu yolla bulunacaktır…
Koronayı ve virüsü fırsat bilen baskıcı düzencilerin gemi azıya aldığı günlerde tüm sağlıkçılar zorlu bir savaşım veriyor. Mesleklerinin gereği insanları, sağlığı korumak için uğraşırken yaşamı özgürleştirme savaşımının da ön cephesinde özverileriyle yer alıyorlar.
Bu, tıp tarihimizin özünden gelen bir nöbetin devralınışıdır.
Yakın tarihimizde hekimler
Hekimler, özgürlükler konusunda her zaman öncü oldu.
1897’de Abdülhamit, kendisine başkaldıran birçok hekim ve tıbbiye öğrencisini Fizan’a sürdü.Tıbbiyeliler, okullarının odunluğunda kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti (1892) ile padişahlığı sarstı, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanını sağladı.
Tıbbiyeli Hikmet, Sivas Kongresi’nde adını duyuran bir askeri tıbbiye öğrencisiydi (Tıbbiyeli Hikmet-B. Suat Çağlayan-2019).
Balkan ve Çanakkale savaşlarının Tabip Yüzbaşı, 1919’da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) kurucusu, 1920’de TKP Merkez Komitesi üyesi, 1945’te Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) kurucusu, 1951’de TKP Genel Sekreteri olan Dr. Şefik Hüsnü (Aydınlık İçinde Dr. Şefik Hüsnü, Gökhan Atılgan, 2020) ile “Eski tüfek”Dr. Hikmet Kıvılcımlı (Hikmet Kıvılcımlı Hayatı ve Eserleri,Tarkan Tufan, 2008, Dr. Hikmet: Savaşçı Bir Hayat 1902-1971,Cenk Ağcabay, 2015) ülkemizde sol muhalefetin önemli önderleriydi.
Türk Tabipleri Birliği (TTB)
Hekimleri temsil eden, hekimlerin haklarını ve hekimlik ahlakını korumayı, tıp eğitimine katkıda bulunmayı, halk sağlığını geliştirip yaygınlaştırmayı amaç edinen meslek örgütü TTB, 1953’te İstanbul’da kuruldu. Doç. Dr. Ahmet Rasim Onat’ın başkanlığında (1953- 61) DP hükümetinin baskılarına karşı koydu.
(Dr. A. Saltık : İstanbul Tabip Odası, 11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şubatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 14. maddesine dayanarak 6 Mart 1929’da kabul edilen Etıbba Odaları Nizamnamesiyle kuruldu. O dönem 9 Etibba Odası kuruluyor, bunlardan 3. Mıntıka Etıbba Odası da İstanbul‘da… 1953’te 6023 sayılı yasa ile kurulan, üst ya da çatı örgütü olan Türk Tabipleri Birliği’dir..)
TTB’nin 1966’dan 12 Eylül 1980’e dek uzun bir dönemine damgasını vuran başkanı, seçildiği kongredeki konuşmasında “Hekimlik gerçeği ile memleket gerçeklerini birlikte değerlendirerek başarıya ulaşılacağını, hekim özlük hakları ve halk sağlığının tam sağlanmasına çalışacaklarını” belirten Dr. Erdal Atabek’ti.
Birlik, genel sağlık sigortası, grevli toplusözleşmeli sendika, insan hakları, demokratik üniversite, silahlanma karşıtlığı, 1 Mayıs hakkı konularında başarıyla savaşım verdi. 1979’daki kongrede, “günümüzün en yakın sorunu olarak tüm demokrasi güçlerinin faşizme, emperyalizme, şovenizme karşı güç ve eylem birliğinin sağlanmasının ertelenmez bir görev olduğu”, demokratik haklar ve özgürlükler, halk sağlığı, hekim hakları, tıp eğitimi ve sağlık hizmetinin denetiminin öncelikli olduğu belirlendi. (23 Mayıs 1980 günü sayman Dr. Sevinç Özgüner evinde faşistlerce öldürüldü.)
12 Eylül döneminde TTB kapatıldı, yönetim 141-142’ye muhalefetten Diyarbakır’da yargılandı.
1980’lerden bugüne
1983’te Ankara’ya taşınan TTB’de ertesi yıl Prof. Nusret Fişek başkan oldu. 1985’te ölüm cezasına, 1986’da işkenceye, 1991’de Körfez Savaşı’na karşı açıklama yapan yönetimler hakkında dava açıldı. 1987-88 yıllarında yoğun hekim eylemleri oldu.
1990’lı ve 2000’li yıllarda Dr. Selim Ölçer, Dr. Füsun Sayek, Dr. Gençay Gürsoy dönemlerinde TTB, demokratik, etik ve bilimsel değerlere uygun, her zaman emek güçleriyle birlikte hareket eden, insan hakları konusunda aktif tutum izleyen bir çizgi izledi. “Herkese eşit, ücretsiz sağlık ve iş güvencesi” istedikleri için yargılanırlarken Dr. Sayek, “Dünyanın en güzel suçlularıyız” dedi.
TTB, Dr. Özdemir Aktan, Dr. Beyazıt İlhan, Prof. Dr. Raşit Tükel ve şimdiki başkan Prof. Dr. Sinan Adıyaman yönetimleriyle direnmeyi sürdürürken inatla halk sağlığını öne çıkarıyor. *** Prof. Dr. Kayıhan Pala, insan sağlığını ve yaşamı her şeyin üstünde tutan bu tarihsel özün nöbetini devralmış gerçek bir hekimdir.
İktidar güç, otorite, yetki, olanak demektir. Ülkemizi yöneten siyasal iktidarda bunların hepsi var. İtibar ise saygınlık, adaletli ve adil olmak, insancıl olmak, doğaya, çevreye ve yasalarına saygılı olmaktır. İktidarınızın olması itibarınızın olacağı anlamına gelmez. Sözün özü adil ve sevecen değilseniz itibarlı da değilsiniz.
Sayın Dr. Erdal Atabek bir yazısında “Yerel seçimlerin en önemli sonucu bence bu oldu: İktidar kaybetti, itibar kazandı.” diyor. Doğru diyor. AK Parti Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ise alamadıkları oylar için “Demek ki kendimizi iyianlatamamışız”dedi. Tam aksine, kendinizi çok çok iyi anlattınız. Eğer onlarca TV, onlarca gazete, iktidarın güç ve görkemi ile kendinizi siz anlatamadıysanız kim anlatmış olabilir ki? En küçük ilçelere dek bilbordlarda sizi gördük. TRT’de her açtığımızda sizi gördük. Kendinizi öyle çok ve uzun uzun anlattınız ki, halka parmak sallayışınızdan ürperdik. TV’lerde davudi sesinizle olabildiğine bağırırken, çocuklar bile korkudan yataklarından fırladı. Kulaklarımızla duyduk, gözlerimizle gördük, yüreklerimizle burkularak izledik tüm bunları. Daha nasıl anlatacaktınız ki!?.
Sayın AK parti genel başkanı, hani hep “kandırıldığınızı” söylersiniz ya, oysa siz de halkı kandırdınız. Halka karşı hiç içtenlikli olmadınız. Her şey oya endeksliydi. Bakınız basit ve güncel örnek: Halk yokluk ve yoksulluktan inim inim inliyor, siz de farkındasınız.. toplumun gazını almak için tanzim satış mağazaları açtınız, halk iki kilo soğan ve üç lira tasarruf için saatlerce kuyrukta bekledi. Ama seçim biter bitmez, daha oylar sayılırken o tanzim satış mağazalarını yıktınız. Gereksinim mi kalmadı? Halk doydu mu? Siz de halkı kandırdınız. Artık toplum bunları sorgulamaya başladı. On’u aşkın makam uçağınız varken ve halk kuru soğana muhtaçken siz Katar’dan “uçan saray” aldınız, karşılığında, göz bebeğimiz Sakarya Tank Palet Fabrikasını katarlılara yemlik verdiniz…… Halk da seçimlerde kararını verdi.
Kendinize muhalif olanı hapisle tehdit ettiniz. Tarih adil olmayanın uzun süre ayakta olamayacağına tanıktır. Kendi dışınızdakilere teröristdediniz. Cumhuriyetin tüm varlık ve kazanımlarını tükettiniz, yine de elde avuçta birşey yok. Dış borç gırtlağı aştı (yakl. 500 milyar $!). “Şah” diyenin dilini koparıyorsunuz. Mapushaneler gazeteci ve karşıtlarınızla dolu. Mapushaneler masum insanlarla dolu. Binlerce insan kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın işten atıldı. Üstelik yargıya başvurmalarının yolu da tıkandı. Parasız, pulsuz, mağdur aileler. Hiçbiri umurunuzda değil. Ama partinizin içinde FETÖ’nün siyasal ayağı partiniz içinde “nedense” asla ve kat’a sorgulanmadı!? Bedeli sandıktır. Tüm bunlara karşın yine de çok oy aldınız ve ne yazık ki hala 1. partisiniz.
Bir kez düşünün Sayın D. Bahçeli, Sayın N. Kurtulmuş, Sayın S. Soylu hatta Sayın T. Türkeş’le karşılıklı birbirinize söylediklerinizi. Ben burada yinelemeyeceğim. Çünkü o sözleri anmaktan utanıyorum. Söylenen sözün hiç ağırlığı ve samimiyeti yok mu? İlke ve ideallerin hiç önemi yok mu?
Bakın size 3 örnek vereyim İlke, İdeal ve Sözün arkasında durma konusunda : İlki filozof Sokrates (MÖ 469-399) inançları yüzünden ölüme gönderilirken elleri kelepçeli, eşi kolluk güçlerinin önünü keser. “Eşimi suçsuz yere ölüme götürüyorsunuz” der. Sokrates ise, “Hanım, hanım suçlu olarak ölüme gitsem daha mı iyi olacaktı?” diye tarihe geçen sözünü söyler. Mahkemenin “Vazgeç düşüncelerinden, bağışlayalım..” pazarlığını reddeder.
Öbür örnek : 1600’de İtalya’da engizisyon mahkemesi kararıyla Giordano Bruno adında bir düşünür, diri diri yakılarak öldürüldü. Mahkeme, “sözlerinden vazgeçerek afdilerse bağışlanacağını” söylediğinde, Socrates gibi O da reddetti ve yakılmayı göze aldı.
2000 yılında Giordano Bruno adına “Hoşgörü ve İfade Özgürlüğü”400 yıl sonra kutlandı.
Pir Sultan Abdal (1480-1550) : Hızır paşa, Pir Sultan’a “Bana bir şiir söyle içinde Şah sözü geçmesin, seni bağışlayayım..” der. Pir Sultan Abdal 7, 6 ve 5 dörtlükten oluşan 3 şiir söyler, hepsinde de “şah” sözcüğü geçer. Hatta kimi dörtlüklerde 2, 3 kez bu yasaklanan sözcük geçer. Ölümü ilke ve idealleri uğruna hiçe sayar. İnanç ve itibar, işte böyle bir şey…
Sözün, ilke ve ideallerin ağırlığı, saygınlığı, itibarıdır; yüzlerce yıl sonra onları dillerden düşürmeyen..
Mevcut iktidar, çeşitli manevralarla Cumhuriyetin temel değerlerini ağır erozyona uğrattı. Ama yerine yeni bir şey koyamıyor, çıkmazda, Türk halkı bu ‘ateşten gömleği’ daha fazla giyemez. Cumhuriyetin değerini ve erdemlerini anlayan Türkiye halkı, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ışıklı yoluna yeniden tutunuyor. Görüyor ki çözüm parlamenter demokraside.. 31 Mart 2019 yerel seçimleri, çıkmaz sokaktan dönüşün ışıklı parıltısıdır.
İktidarlar geçici, saygınlık (itibar) kalıcıdır. İktidardakiler yolcu, halk hancıdır!
Dünya, söylenceye (efsaneye) göre 900 yıl salatan süren Sultan Süleyman’a bile kalmamıştır!
Saygınlığın altın tacı adalettir.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün devrim ve ilkeleri ile gerçek iktidar olalım, itibar edinelim geleceğimizi taçlandıralım; daha çok geç olmadan.. (14.4.19)
===================================== Dostlar,
Değerli dostumuz ve sitemize içten duygularla yüklü yazılar gönderen Sn. Aydınlı‘ya teşekkür ediyoruz. Ne var ki AKP iktidarının tüm çabalara karşın sağduyuya yanaşmadığını ibretle izliyoruz. İstanbul Maltepe’de ilçe seçim kurulunun kendi sayımlarını iptal ettiğini, yeniden sayıma karara verdiğini dehşetle öğreniyoruz!
Bu tablo, iktidarın baskısının sanılandan çooook daha ağır olduğunun açık kanıtı…
AKP İstanbul belediye başkanlığını ne pahasına olursa olsun “kaptırmak” istemiyor. Buna mecbur – mahkum – tutsak hatta! Ama niçin böyle?? Bu sorunun yanıtı gerçekte herkesçe iyi biliniyor..
– Bir yandan yandaşlara ihaleler sürdürülüyor,
– bir yandan “arşiv temizliği” yapılıyor,
– bir yandan da yine yandaşlara ödemeler öne alınarak yapılıyor, kasa boşaltılıyor…
Bütün bu yüz kızartıcı işler, Sn. Aydınlı’nın deyimleriyle “iktidar” adına “saygınlık” ayaklar altına alınarak yapılıyor.. Tüm dünyanın gözleri önünde ve her türlü demokratik – ahlaksal – etik – hukuksal – insani – dinsel … değer ayaklar altına alınarak.. Toplumsal barış – huzur dinamitlenerek..
AKP’nin utanç veren, ibretlik FETÖ bağlantılarını kendi sesleri ve görüntüleri ile izleyin : https://youtu.be/KKxkccTS1DI
Başta YSK (Yüksek Seçim Kurulu) olmak üzere il – ilçe seçim kurullarındaki yetkili yargıçların bu çok tehlikeli traji – komik tabloya derhal son vermeleri gerekiyor..
Yiğitçe, gerekirse tüm baskıları topluma açıklayıp reddederek!
Yıkım (tahribat) giderek büyüyor ve onarımı olanaksızlaşıyor..
Halkla ve özgür iradesiyle “alay etmek” ülkemize çok ağır bedeller ödetebilir..
Lütfen,,, inatlaşmayın, hak yemeyin, zerrece dürüst olun lütfen.. artık yeter..
Sevgi ve saygı ile. 14 Nisan 2019, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Atatürk’ten konuşuyorsunuz, öyle mi? Anasından, babasından, yatağından, yorganından laf açıyorsunuz. Kendi meşrebinize, niyetinize göre konuşuyorsunuz. Anlıyorum, O’nu yenemiyorsunuz. Yıllardır uğraşıyorsunuz. Olmuyor, yenemiyorsunuz. Uğraşın bakalım ama biraz da dinleyin. *** Tarih: 1 Mart 1922. Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3. yılında açış konuşmasını yapıyor. 23 Nisan 1920’de açılan TBMM 3. toplantısını yapıyor. Dikkat edilsin. Kurtuluş Savaşı devam etmektedir. Konuşmadan bir bölüm şudur: “Efendiler… … Demiştim ki bu ülkenin gerçek sahibi ve sosyal yapımızın gerçek unsuru köylüdür.
İşte bu köylüdür ki, bugüne kadar eğitim nurundan yoksun bırakılmıştır. Bundan dolayı,
bizim uygulayacağımız eğitim politikasının temeli ilk önce var olan bu cehaleti yok etmektir. Ayrıntıya girmekten çekinerek bu düşüncemi birkaç kelime ile açıklamak için diyebilirim ki, genel olarak bütün köylüye okumak ve yazmak ve vatanını, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafya, tarih, din ve ahlak ile ilgili bilgiler vermek ve dört işlemi öğretmek eğitim programımızın ilk amacıdır.” (Bravo sesleri) Kaynak: Atatürk’ün Meclis Açılış Konuşmaları –Özgür Erdem, İleri Yayınları, 2017.
Kurtuluş Savaşı en sıcak çatışmalarla devam etmektedir. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Meclis’ten cepheye koşacaktır. 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlayacak, 30 Ağustos’ta Başkumandanlık Meydan Muharebesi kazanılacaktır. 9 Eylül’de muzaffer Türk orduları İzmir’e girmiştir. Anlaşılıyor mu efendiler? Siz, hepiniz, efendileriniz, yamaklarınız, uşaklarınız bu sayede buralardasınız. Bu sayede ekran karşısına çıkıp oradan buradan konuşuyorsunuz. Başkumandan Gazi Mustafa Kemal’in sayesinde. Efendileriniz, yamaklarınız, uşaklarınız O büyük adamın sayesinde şimdi olduğunuz yerlerdesiniz. Unutmayın efendiler! Siz unutursanız biz unutmayız. Bunu da bilin efendiler. *** Şimdi efendiler, gelelim tarihin bir başka gerçeğine! Fransızlar, İncil’i ne zaman Fransızca okuyabildi, bilir misiniz? Ya İngilizler? Ya Almanlar? İncil Latince idi. Başka bir dile çevrilmesine Vatikan izin vermiyordu. I. Fransuva (François), Fransa kralı emir verdi. Sorbonne Üniversitesi karşı çıktı.
Kral aldırmadı. İncil Fransızcaya çevrildi. Yıl 1530’lar. İngiltere’de VIII. Henri kraldı. O da İncil’in İngilizceye çevrilmesini buyurdu. Çevrildi.
Yıl 1530’lar. İncil’in Almancaya çevrilmesi Martin Luther tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıl 1530’lar. Bu yıllardan sonra bu ülkelerin insanları kutsal kitaplarının ne dediğini okuyup anlamışlardır. Buna karşı çıkan Vatikan ve ruhban sınıfı da eski güçlerini kaybetmişlerdir. Peki Türkler? Arapça okunan Kuran’ı anlamadan dinleyip ağlayan, hislenen ama ne dediğini bilmediği için imamın her dediğini doğru sanan Türkler? Kuran Türkçeye ne zaman çevrildi? Kuran Türkçeye Atatürk’ün önerisiyle 1929’da çevrildi. Atatürk’ün önerisi, Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla çeviri işi yapılmıştır. Avrupa’dan 400 yıl sonra Türkler, kendi dillerinde kutsal kitaplarının ne dediğini okuyup anlamaya başladılar. 400 yıl sonra. Anlaşılıyor mu efendiler? Anlaşılıyor mu, din adına her türlü sahtekârlığı yapıp halkı kandıran bezirgânlar? Anlaşılıyor mu Atatürk’ü ordan burdan çekiştirenler. Atatürk’ü yenemiyorsunuz efendiler. Yattığı yerden sizi yeniyor. Vesselam…
================================ Dostlar,
Dr. Erdal Atabek bizim meslek büyüğümüzdür, tıp doktorudur.. Yaşı 90’lara yaklaşmaktadır
ama hala pırıl pırıl bir zihinle AYDINLANMA savaşımı sorumluluğunu sürdürmektedir.
Uzun yıllar Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığı yapmıştır.. Bu yazısı da çok değerlidir. Ülkemizin gerici yobazları, onların da kurtarıcısı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘e, hele O’nun anasına ve manevi kızına sefil iftiralar atmak yerine, ülkemizin içine sürüklendiği kanlı batağı sorgulamalıdırlar.. En azından, Ülkemiz neden her gün birkaç vatan evladını şehit veriyor? Bu can yitikleri AKP döneminde neden muazzam ölçüde arttı??
Bunca yoksulluğun, geri kalmışlığın, hukuksuzluğun, soygun – talanın, demokrasi dışına savrulmuşluğun, anayasanın ayaklar altına alınışının, onbinlerce insanın hapse atılışının, yüz bini aşkın insanın sorgusuz – sualsiz işlerinden atılmasının ve sivil ölüme mahkum edilişinin,
16 Nisan deli saçması halkoylamasına aoaçık hile katılarak sonucun tersine çevrilmesinin…..
Nedeni – sorumlusu kimlerdir? Dini siyasete – uçkura – cüzdana – kin ve intikama alet eden dinciler değil midir? Alnı secde görenlerin yönetiminde Türkiye’nin gördüğü bu zulüm niyedir? Bilip de susan dilsiz şeytan ve suça ortak değil midir??
Martin Luther bir papazdı. İncil’i Almanca’ya çevirmek istedi Latince’den. İsa’dan yaklaşık 300 yıl kadar sonra toplanabilen İncil, 1200 yıldır Latince yazılıyordu. Jan Gutenberg matbayı 1450’lerde icat etmişti. Hızla kitaplar basılıyordu. Avrupa’da çok az insan Latince okuyabiliyordu. Ceberrut Katolik Kilisesi Luther’i “derisini yüzmekle” tehdit etti. Luther yobaz Kiliseye meydan okuyarak çeviriyi yaptı. 1525’li yıllardı. Protestan Alman prensleri O’nu 3 yıl Westfalya ormanlarında Kilise zulmünden sakladılar… Luther’in Aydınlanmaya yandaki katkısının da okunması gerekir. Luther, yaratıcı zekasıyla, “Cehennemi satın aldığını”, artık Kilisenin kimseyi oraya yollamakla tehdit edip korkutamayacağını… duyuruyordu.. Hristiyanlar, yaklaşık 1200 yıl sonra kendi dillerinde kutsal kitaplarını okuyabildiler bu Aydınlanma öncüleri sayesinde.
Türkiye’nin AYDINLANMA ÖNCÜSÜ – DEVRİMCİSİ ise Luther’den 400 yıl sonra Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa idi.. (ATATÜRK soyadı 1934’te alındı). Muhammet Peygamberin 632’de ölümünden 1300 yıl sonra Türkler Kuran’ı Türkçe okuyabildi Mustafa kemal Paşa’nın yaratıcı devrimciliği sayesinde. Parasını (on bin TL) cebinden ödeyerek aydın din bilgini Elmalı’lı (Antalya) Hamdi Yazır‘a Kuran’ın Türkçe tefsirini (yorumunu, mealini, enterpretasyonunu) yaptırdı. Kuran’ı anlamadan okuma ayıbı bitti. Örneğin Kuran’ın ticaret hükümleri okunurken duygulanıp ağlama tuhaflığı sona erdirildi Mustafa Kemal Paşa sayesinde. Türkler 750’li yıllarda İslamiyeti kabul etmiş, 1200 yıla varan çooooooook uzun zaman diliminden sonra Türkiye’nin kurucusu ve kurtarıcısı Mustafa Kemal Paşa sayesinde kutsal kitaplarını kendi dilleriyle okuma – anlama lütfuna erişmişlerdi. 1299 – 10 Ağustos 1920 (Sevr Andlaşması) arasında 621 yıl yaşayan (Saltanatın kaldırılması 1 Kasım 1922) Osmanlı döneminde 36 padişahın hiçbiri böylesine aydınlık bir girişimi akıl edememişti.. Yeni Osmanlıcılara anımsatalım bu hazin çelişkiyi..
Ve siz şimdi kalkacak, İslam dinine bu paha biçilmez katkıyı – hizmeti yapan insana “dinsiz” demeye kalkacaksınız, utanmadan Anasını iffetsizlikle suçlayacaksınız, manevi kızıyla ahlak dışı ilişki iftirası atacaksınız ve bu iğrenç çamurlarınıza geçerli hiçbir kanıt da gösteremeyeceksiniz!?
Sizi Martin Luther’in “satın aldım” dediği cehennemler bile kabul etmez..
***** Yüce ATATÜRK‘ün bir “minik” (!) katkısını – devrimini daha anımsatalım :
Özellikle kadınlarımızı Cumhuriyet‘e, devrimlere sahip çıkmaya, çocuklarına bu tarihsel gerçekleri öğretmeye çağırıyoruz. Kadın, Büyük ATATÜRK‘ün inanılmaz Devrimleri ile insan oldu Türkiye’de.. Pek çok medeni – politik – ekonomik.. haklarını dünyanın gelişmiş ülkelerinden önce kazandı.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve devrimleri bu topraklarda, Türkiye Cumhuriyeti‘nde sonsuza dek yaşatılacak ve yarasalar tarihin çöplüğünde yok olup tükenecek.. Tarihin tekerleği geriye dönmez!
Sevgi ve saygı ile. 16 Mayıs 2017, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
Tek parti iktidarlarında
en yüksek işsizlik AKP döneminde
Tek parti iktidarları üzerine yapılan bir Meclis araştırmasında AKP döneminin en düşük ortalama büyüme ve en yüksek ortalama işsizlik rakamlarına sahip olduğu ortaya çıktı.
Ali Ekber ERTÜRK
SÖZCÜ, 20 Şubat 2017
Ekonomide yaşanan durgunluğa paralel, işsizlik %12.1’e tırmanırken, 2002’den bu yana
tek başına iktidar olan AKP’nin uyguladığı politikalar da sorgulanmaya başladı.
Yapılan araştırmalar, AKP’nin tek parti iktidarları arasında en başarısız hükümet olduğunu gösterdi. TBMM tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Cumhuriyet tarihinin en başarısız hükümetlerinden biri AKP çıktı. TBMM Araştırma Hizmetleri Başkanlığı
“Ülkemizde Tek Parti ve Koalisyon Hükümetleri Dönemlerinde Büyüme ve
İşsizlik Oranları”
başlıklı rapor hazırladı. Raporda, tek parti iktidarları dönemi ile koalisyon hükümetleri döneminde ekonomik büyüme ve işsizlik oranları kıyaslandı.
Rapora göre AKP’nin tek başına iktidarındaki işsizlik oranı, diğer tüm hükümet dönemlerini katladı. AKP dönemindeki büyüme hızı da, diğer tüm tek parti hükümetlerinden geride kalırken, birçok koalisyon hükümetinin büyüme hızından da düşük çıktı. Ayrıca, AKP dönemindeki büyüme, ekonominin dinamiklerinin tamamen altüst olduğu askeri dönemlerle neredeyse eşit çıktı.
CUMHURİYETİN İLK YILLARI BAŞARILI
Raporun en çarpıcı bölümü ise, ülkenin Kurtuluş Savaşı’ndan çıktığı cumhuriyetin
ilk dönemine ilişkin bölüm oldu. CHP’nin tek başına iktidar olduğu bu 1923-1950 döneminde büyüme oranı %4.67 olurken, işsizlik oranı da %3.4 oldu. 1950- 60 arasında yaşanan Demokrat Parti iktidarı döneminde ortalama büyüme %7.9 olurken, işsizlik yüzde 2.6’da kaldı. Yine aynı şekilde 1965-71 arasında AP döneminde büyüme %5.8, işsizlik oranı %5.2 düzeyindeydi. En tartışmalı tek parti dönemi olan 1983-1991 yılları arasında ise ekonomik büyüme %5, işsizlik %8.1 düzeyinde seyretti. Ekonomi politikaları ile övünen AKP’nin 15 yıllık iktidarında ise büyüme %4.58, işsizlik %10.1 oldu. Ancak, AKP’nin kendi dönemini 2001’de yaşanan ekonomik krizle kıyaslaması politikalarının uzunca bir dönem başarılı olduğu şeklinde yorumlanmasına neden oldu.
KOALİSYONLAR BİLE DAHA BAŞARILI
1991-1996 arasında iktidara gelen DYP-SHP koalisyonunda ekonomik büyüme %3.94,
işsizlik %8.4 düzeyindeydi. 1996’da kurulan ANAP-DYP koalisyonu döneminde büyüme %7, işsizlik % 6.6 idi. Hemen arkasından 1996-97’de iktidara gelen Refah-Yol koalisyonunda ise büyüme %7.25, işsizlik % 6.7 düzeyinde kalmıştı. 1997-99 arasında kurulan ANAP-DSP-DTP koalisyonunda bile büyüme % 7.50 olurken, işsizlik %6.9’da kalmıştı.
============================================ Evet dostlar,
TBMM’nin yaptığı araştırmanın çarpıcı sonucu :
EN BAŞARISIZ TEK PARTİ AKP!
Son TÜİK raporunda Tüketici Güven İndeksinde de düşüş var..
“2023’te ilk 10 ekonomi arasında olacağız” masalları ise hiç sıkılmadan
anlatılmaya devam ediliyor.. Ülke ekonomisi talan edilmiştir. Salt bununla da kalınmamıştır;
AKP’li son 14+ yılda Türkiye’nin maddi manevi tüm değerleri
hoyratça yağmalanmıştır.
Meslek büyüğümüz Dr. Erdal ATABEK‘in 20.02.2017 günü Cumhuriyet‘te yer alan makalesi “Uygarlarla barbarların savaşı” başlığını taşıyor.. Okunmasını dileriz
(http://ahmetsaltik.net/2017/02/21/erdal-atabek-uygarlarla-barbarlarin-savasi/).
Sevgi ve saygı ile. 21 Şubat 2017, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
ADD Bandırma Şube Başkanı Melih Çınar’ın Önemli Konuşması
Dostlar,
ADD Bilim Danışma Kurulu Başkanı Sayın Prof. Ali Ercan kısa bir ileti yolladı.
Onu aşağıda sunacağız. Ekinde bir konuşma metni var..
Kadim dostumuz, ADD Bandırma Şubesi Kurucu Başkanı ve 20 yılı aşkın süredir de kesintisiz seçimle gelen başkanı Sayın Melih Çınar‘ın konuşma metni..
ADD’nin 11 Şubat’ta yapılan toplantısında yapılan bir konuşma..
Biz ADD Çankaya Şubesi’nin seçilmiş delegesi olmamıza karşın bu toplantıya çağrılmadık,
hiç haberimiz olmadı.. (Herhalde Tüzük gereği katılmamız gerekmeyen bir toplantıdır..??)
Bu yüzden, geç de olsa o başarılı konuşma metnini yeni paylaşabiliyoruz :
Sayın Ercan’a da, Sn. Melih Çınar’a da teşekkür ederiz.
ADD Bandırma Şube Başkanımız Sayın Melih Çınar’ın 22 Şubat 2015 günü
11. Olağan Genel Kurul konuşmasını sizlerle paylaşıyorum.
Bir bakıma Tarihe not düşen bu kısa konuşma metni uyarıcı olduğu kadar da öğreticidir.
Sevgilerimle. Æ
12.3.2015
*** Saygıdeğer Ülküdaşlarım,
Sizleri şahsım ve yönetim kurulumuz adına saygı ile selamlıyorum.
11. Olağan Genel Kurulumuzun başarıyla geçmesini diliyorum.
Sizle ülkemizin son yılları içinde küçük bir gezinti yapalım istiyorum.
Biliyorsunuz, AKP 2001 yılında kuruldu ve 2002 yılı 3 Kasım’ında iktidara geldi.
Bir partinin kurulduktan sonra bir yıl içinde iktidara gelmesi görülmüş bir şey değildir.
Arkadaki güçler çok çabuk açığa çıktı. Recep Tayyip‘in seçilme hakkı olmamasına karşın başta İngiltere ve Fransa olmak üzere
AB ve ABD’nin olağanüstü ilgisine mazhar oldu. Hiçbir yetkisi olmadığı halde bu ülkelerde kezlerce resmi kimliği varmış gibi karşılandı.
Sonra birileri birilerinin kulağına bir şeyler fısıldadı, yasa değişikliğiyle seçilme hakkı elde etti. Bu yetmiyormuş gibi Siirt seçimleri iptal edilerek seçim yasasına aykırı olarak aday gösterildi ve Meclise girdi. İçteki ve dıştaki Cumhuriyet yıkıcıları statükoya karşı “ileri demokrasi” (!) söylemiyle harekete geçti. Halk, satılık liboşlar ve irtica artıklarının saldırıları altında
adeta hipnotize olmuştu. Bizi şaşırtan Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olduğu halde,
siyasal partilerin, yargının, Ordu’nun, üniversitelerin, baroların, sivil toplum örgütlerinin
ve sendikaların suskunluğu, Ülkenin geleceğini görememeleri idi.
Oysa biz bu ekibin ne olduğunu biliyorduk. Bu siyasal anlayışa karşı, ülkemizde ilk başkaldırıyı Şubemiz yaptı. Bunlar henüz iktidarda on beş aylık iken, 14 Şubat 2004’te Ulusal Uyanış Mitingi yaptık. Marmara ve Ege bölgelerindeki ADD şubelerini çağırdık.
Çağrı metnimiz şöyle başlıyordu:
“Bütün Yurtseverlere, Atatürkçü Düşünce Derneği sayın şube başkanları, yönetim kurulu ve üyelerine,
Ülkemiz bir karşı devrim süreciyaşıyor. 3 Kasım 2002 seçimleriyle iktidara gelenler Avrupa Birliği kalkanı arkasında pervasızca Cumhuriyete karşı eyleme geçmiş bulunmaktadırlar. Ulusalcılığa karşı ümmetçiliği savunan bu yönetim, Devletin bütün kadrolarını ele geçirme peşindedir. Bütün bakanlıklarda en alt kademeye dek on binlerce, hatta yüz binlerce kadroyu kendi yandaşları ile doldururken, dokunulmazlık rafa kaldırılmış, kişiler için yasalar çıkarılmış, onları denetleyecek yargı oyun içinde oyun ile töhmet altına sokulmak istenmiştir. Avrupa Birliği hevesi ve yutturmacası içinde;
*Annan Planı ile Kıbrıs elden çıkarılmak istenmekte. *Ege Yunan gölü haline getirilmek istenmekte,
*Dış borç sürekli artmakta,
*Fener Rum Patrikhanesine Vatikan usulü statü verilmek istenmekte,
*Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulması işlerlik kazanmakta,
*Karadeniz’de Rum Pontushayali canlandırılmakta,
*Ekonomi IMF dümen suyunda teslimiyetçi bir çizgi izlemekte,
*Tarımımız öldürülmekte…
*Petkim, Tüpraş, Tekel, Türk Telekom gibi ulusal stratejik KİT’ler çok uluslu şirketler (ÇUŞ) yararına yok pahasına satılmaktadır…”
Aradan bir süre geçti. Bir sabah duyduk ki; ADD Genel Başkanı Em. Org.Şener Eruygur ile emekli 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon tutuklanmışlar.
Biz darbe heveslisi değiliz; Darbelerden en çok zarar görenleriz. İşte 12 Eylül 1980 darbesigözümüzün önünde. Ama maksat başka, maksadın arkasını görmek gerek.
Bu komutanların tutuklanması 2 veya 3 Haziran 2008’de oldu,
ben 18 Temmuz 2008’de Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’a mektup yazdım
“Sayın İlker Başbuğ, Orgeneral Kara Kuvvetleri Komutanı
Sayın Komutanım,
İçim acıyor…
Yurdumuzu hayasızca işgale kalkan, yaşlı- genç insanlarımızı öldürüp, çocuklarımızı süngüleyen, kadınlarımızın ırzına geçip köylerimizi, kentlerimizi yıkan Yunan ordusu
bozguna uğrayıp komutanları Trikopis tutsak edilince yüce Atatürk tarafından teselli edildi, konuk işlemi gördü. Oysa yaşamları boyunca ülkesine onurla hizmet veren görevi vatan savunması olan Atatürk Ordusunun iki şerefli komutanı F tipi cezaevinde bölücülerle, soyguncularla, çetelerle aynı çatı altında tutuklu bulunuyor. Tutuksuz yargılanırlarsa birtakım soysuzun dediği gibi darbe mi yapacaklar, yoksa kaçacaklar mı? Cumhuriyete, Cumhuriyeti ve Aydınlanmayı savunanlara karşı bu ne kin;
düşmandan daha düşmanca davranış? Demokrasi, özgürlük, insan hakları insanlığın
en kutsal kavramlarıdır. Ne var ki, Türkiye’de kim bu kavramların arkasına gizleniyorsa
bilin ki ülke aleyhine bir pislik vardır.
İçim acıyor …
En derin saygılarımla.”
***
Arkadan nelerin geldiğini, aydınlarımızın, bilim adamlarımızın, gazetecilerin ve en önemlisi ülkemizin karada – havada – denizde savunmasını yapacak olan Ordumuzun başına neler geldiğini gördük. Bakın Dr. Erdal Atabek bir yazısında neler diyor:
“ÖN GÖRÜ MÜ? SON GÖRÜ MÜ?”
“Böyle olacağı hiç aklıma gelmemişti”.
“Nasıl oldu ben de anlayamadım”.
“Daha önce böyle bir şey olmamıştı. Olmazdı da bize rastladı, şans işte.”
Bu tür sözleri duyduğum zaman bizim kültürümüzün ne denli “son görü kültürü” olduğunu düşünürüm. “Son görü” sözcüğünü, -sonradan görebilmek- anlamında kullanıyorum. “Aklı başına iş işten geçtikten sonra, geç gelmek” de denebilir.
Saygıdeğer ülküdaşlarım;
Kurucu irade Türkiye Cumhuriyetini
– akıl ve bilim temelinde, – tam bağımsız, – ulusal / üniter, – laik ve demokratik bir hukuk devleti
olarak kabul etmiştir. Tam bağımsızlık kime yarar, kimin işine gelmez?
Ulusal ve tekil (üniter )yapı kime yarar, kimin işine gelmez?
Laik, demokratik hukuk devleti kimin işine gelir, kimin işine gelmez?
Cumhuriyetin temel ilkelerine (6 OK!) gelince;
1. CUMHURİYETÇİLİK insanlığın bulduğu en son rejimdir. 2. LAİKLİK çağdaş toplumun, Demokrasinin olmazsa olmazıdır. 3. MİLLİYETÇİLİK Yurt sevgisini, yer altı ve yer üstü zenginliklerini kendi ulusu için kullanmayı,
4. HALKÇILIK sınıfsız, ayrıcalıksız toplumu hedefler.
5. DEVRİMCİLİK sürekli gelişmeyi,
6. DEVLETÇİLİK ise halkı liberalizmin acımasızlığından korumayı,
özel girişimin başaramadığını devletin yapması gerektiğini, planlı ekonomiyi öngörür.
Bunların hangisi “statükoculuk” tur? “Bilimi rehber alan Ulus-Devlet anlayışı” şeklinde
kısaca tanımlayabileceğimiz Atatürkçülük ve Cumhuriyet devrimi, bir çağdaşlaşma modeli,
bir aydınlanma tasarımıdır.
Peki biz aydınlanmayı bu anlamda gerçekleştirebildik mi? Bilimi dinden, aklı inançtan ayırabildik mi?Cumhuriyet bunu yaratabilmek için yola çıkmıştı. Oysa bugün gelinen noktaya bakın. Akıl kör inancın batağında çırpınmaktadır.
“Profesör” sanı taşıyan bir politikacı önce 4+4+4 uygulaması için çırpınmış,
kavga ile TBMM Komisyonundan geçirmiş ve ödül olarak Bakan olmuş,
şimdi de minicik yavruların beyinlerini dıştan tesettürle ile içten hurafelerle karartmaktadır.
Saygıdeğer arkadaşlarım,
Bizim A Partisi, B Partisi ile işimiz yok.
– Biz her şeyden önce, Laik Cumhuriyetin yıkıcılarına karşıyız.
– Biz halkımızı Ortaçağın kör karanlığına itenlere karşıyız.
– Biz devletimizin adından “T.C.”yi kaldıranlara karşıyız.
– Biz tekil (üniter) yapımızı bozmaya kalkanlara karşıyız.
– Biz ulusal bütünlüğümüzü hedef alanlara karşıyız.
– Biz güney doğuyu elden çıkarmak isteyenlere, Ege’deki adalarımızı Yunan’a verenlere karşıyız.
– Biz Atatürk heykellerini yıkıp, İskilipli Atıf Hoca’ların, Şeyh Said’lerin heykellerini dikenlere karşıyız.
– Biz KİT’lerin satılmasına karşıyız.
– Biz yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek elde toplanmasına, diktatörlüğe karşıyız.
– Biz Yüce ATATÜRK‘ün ““yurtta barış, dünyada barış” ilkesinden uzaklaşıp etrafımızın düşmanlarla çevrilmesine karşıyız.
– Biz rüşvete, hırsızlığa, yolsuzluğa karşıyız.
– Biz ülkemizin aşırı borçlandırılıp, geleceğimizin ipotek altına alınmasına karşıyız.
– Biz polis devleti oluşturulup Berkin’lerin – Ali İhsan Korkmaz’ların öldürülmelerine karşıyız.
– Biz ancak düşmanlarımızın yapabileceği, ulusal bütünlüğümüzü parçalayıcı, ayrıştırıcı, kitleleri birbirine düşman edici politikalara karşıyız.
Evet, sevgili arkadaşlarım,
Söylenecek çok şey var. Ama konuşmayı bir kenara bırakalım, zaman konuşmak zamanı değil birleşmek, birlik olmak ve gücümüzü ortaya koymak zamanıdır.
Çünkü biz Vatanı satıp, İngiliz donanmasıyla kaçanların değil,
Bandırma Vapuruyla yola çıkıp, Laik Türkiye Cumhuriyetini kuranların torunlarıyız.
Melih Çınar ADDBandırma Şube Başkanı
11 Şubat 2015, ADD Kurutayı, Ankara
Meraları yok ederek halkı ve ülkenin hayvan varlığı açlığa terk edilmiş olunacaktır.
Yeni çıkartılan “Torba Yasa” ile mera, yayla, otlak, yaylak, kışlak, harman yerleri gibi tarım alanlarının önce kiralanıp sonra da satılabileceği ve bunun için Kırklareli’nin 70 köyündeki meralarda bu işlemin başlatıldığı ortaya çıktı. Hayvancılığın bel kemiğini teşkil eden mera, otlak ve diğerleri mevcut yasaların emrettiği hükümlere göre satılması, kiralanması demek; ülkenin insanlarının aç kalmasının yanı sıra hayvan varlığının da açlığa terk edilmesi demektir. Bu yerler, “Devletin hüküm ve tasarrufundaki yerlerdendir. Bu yerlerin özel mülkiyete konu olması mümkün değildir.” Bu durum Türkiye Cumhuriyeti Yasalarında belirlenmiştir. Satacak kamu varlığı, halkın malı bırakmayanlar işi, devletin arsalarına,
tarihi okullarına kadar indirgediler. Sıra meralara, yayla, yaylak, otlak, harman yerleriyle kışlaklara geldi.
4234 sayılı ilk Mera Yasası ve 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 16. maddesi,
“ Mera, bir veya birden fazla köy ve kasaba halkının bağımsız olarak veya birlikte kullandığı yerlere denir. Yetkili makam tarafından ayrılan veya böyle bir ayırma bulunmamasına karşın başlangıcı bilinemeyen zamandan beri (kadimden), ilgili kasaba ve köy tarafından mera olarak kullanılagelen ve hak sahiplerinin mevcut kullanma (intifa) hakları dışında üzerinde eylemli ve yasal iyelikte bulunmadıkları arazilerdir.” diye tanımlamaktadır.
Meraların hiçbir koşulda özel iyeliğe (AS: mülkiyete) konu olamayacağı devletin ve kamunun ortak malı yerler olduğu belirtilmektedir. Bütün bu devlet ve kamusal engelleyici,
caydırıcı önlemlere karşın meralar satış tahtasına konmaktan kurtulamamıştır.
Devlet demek, bir anlamda halk demektir; İktidar ya da hükümet gücü demek değildir.
Meralar yerli ve yabancı şirketlerin insafına terk edilemez
Bu alanlar üzerindeki yapılaşmalar, yerel yönetimlerin görev ihmalinden doğmuştur.
Bu durum yeni bir oy avcılığına dönüşüp, siyasal rant sağlanacaktır. Yaylak, kışlak, otlak, harman ve panayır yerleri de aynı yasanın etkisinden kurtulamayacaktır. Bu alanlarda da, 2004 yılından önce yapılan yapılar affa uğrayacaktır. Yetkililer, “buralarda yıkılmasında yarar bulunmayan; çok katlı binalar, siteler yıkıma tabi tutulmayacak”, “derme-çatma” yapılaşmaya ise izin verilmeyerek yıkılacaktır” diye konuya yaklaşmaktadır. Yani yine toplumun en altta kalan kesiminin gözünün yaşı, çeşmeler gibi akmaya devam edecek!
Bu durum aynı zamanda “imar affı” uygulamasının bir kopyasıdır.
Uygulama, dünyamızın çevre yıkımlarıyla ısınarak geldiği bu ürkütücü aşamada, dünya ve Türkiye çevrecilerinin feryatları na aldırış etmeden gerçekleştirilmekte. Ne köylü ve ne de çiftçi düşünülmekte, tarımın her kolu öldürüldüğü için, hayvancılıkta payına düşeni alıyor. Kuraklık ve açlık,
bir süre sonra ülkemizde de ölümlere neden olursa, her halde ona da alıştırılacağız!
Bir ülke bu kadar dengeden çıkartılır mı?
Daha önce, 5462 sayılı “Organize Sanayi Bölgeleri Yasası”, 2634 sayılı “Turizmi Teşvik Yasası”, 2924 sayılı “Orman Köylülerini Kalkındırma Yasası”, 4915 sayılı “Kara Avcılığı Yasası”, 3213 sayılı “Maden Yasası”, 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirler ile Yapılacak Yardımlara Dair Kanunlar” tarafından da meralar vasıflarını kaybediyordu. Yine “Serbest Bölgeler”, “Endüstri Bölgeleri” ve
son çıkartılan “Kentsel Dönüşüm Yasası”gibi yasalarla meralar özel mülkiyete veya
49-99 yıllığına kiralamaya açık hale getirilmişti. Ancak bütün bu durumlara karşın,
mevcut Mera Yasası’na göre mahkemeyle bu uygulamalar iptal ettirilebiliyordu.
Yeni çıkartılan yasayla bu yol tümden kapandı. Bir süre sonra bu alanlar da satılarak yabancıların eline geçecek.
Bir ülkenin ekseni ve dengesiyle bu kadar oynanır mı?
=======================================
Dostlar,
Sayın Orhan Özkaya eski Tapu Kadastro Genel Müdür yardımcısıdır.
Alanına çok egemen bir yurtsever bürokrattır. Yabancılara taşınmaz ve özellikle toprak satışlarının ciddi sakıncalarını Türkiye’nin yöneticilerine ve kamuoyuna anlatabilmek için
çok emek harcamıştır. Pek çok kitap yazmıştır… Birkaçı aşağıda..
Sayın Özkaya‘nın yukarıdaki yazısı da son derece önemli ve uyarıcıdır.
Kendisine teşekkür borçluyuz..
Bir eski Maliye Bakanı “babalar gibi satarım, satıca alıp götürmüyor ya, ülkeye yabancı sermaye geliyor…” türünden saçma sapan sözler ediyordu.
Şimdilerde, bu geri dönüşümü neredeyse olanaksızlaşan sürecin sakıncaları
daha da belirginleşiyor.
Zaten 6330 sayılı Büyükşehir / Bütünşehir yasasıuyarınca son yerel seçimler sonrası
(30 Mart 2014) 750 bin + nüfuslu 31 ilde hiç köy bırakılmamış, 17 bine yakın köy
sabah kalkınca kentin mahallesine dönüştürülmüş idi. Dolayısıyla köy tüzel kişiliği
ortadan kalkmış (mahalle muhtarlığının tüzel kişiliği ve mal varlığı yoktur..) ortak taşınmaz mallar da başta otlak – yayla ve meralar olmak üzere Büyükşehir Belediye Başkanlığı tasarrufuna geçirilmişti.
Kentsel rantlardan sonra sıra kırsal kesim arazilerini imar planları oyunlarıyla ranta çevirmek tasarlanıyordu. Bir bölümünü de yapılaşmaya açarak.. Ya da yabancıların büyük tarımsal arazileri şirketler kurarak ele geçirmeleri ve topraklarımızda tarım yapmaları..
Kendi insanımızı ise dün sahibi olduğu topraklarda ırgatlaştırarak.. Şu kör talihe bakınız ki, toprak köleliği (reaya, serflik) sanki yüzyıllar gerisinden hortlatılarak geriye döndürülüyor.
Toprak reformu ile topraksız köylüyü topraklandırmak (Toprak işleyenin, su kullananın!?) ise artık Kaf Dağının ardında düşer ötesi bir özlem mi?? Hani Köylü milletin efendisi idi??
Köylüsünü Cumhuriyetin başı dik yurttaşı yapmak yerine, kendi ülkesinde, üstelik de
yabancı feodallerin (toprak ağaları), LANDLORD’ların post-modern kölesi yapmak zilleti de varsın AKP’nin ve yandaşlarının omuzlarında kalsın..
*****
Kapatılan İl Özel İdarelerinin malları da yandaş belediyelere kaymakam ve valiler eliyle dağıtılmıştı.
Son derece tehlikeli – kritik bir dönemece gelmiş bulunuyoruz. AKP’nin gözü kara, çünkü ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak istiyor.
2023’e dek mutlaka.. Bu uğurda göze alamayacağı hiçbir şey yok..
Ülke yangın yerine döndürüldü ve Hedef 2023 ile Cumhuriyet’e nokta koyarak Anadolu Federe İslam Devletini, Bay RTE’nin de Halife – Sultanlığını ilan etmek.
Bu kıyamete gidişin mutlaka durdurulması gerek..
En temel tarihsel sorumluluk, yurtsever – vatansever, çıkar çarkına bulanmamış,
vicdanını ve ülkesini – vatanını satmamış – satmayacak AKP’li vekillere ve tabana düşüyor.
Sakın unutulmasın, aynı gemideyiz!
Böyle gidere kendi vatanımızda yaşam olanağımız kalmayacak. Dr. Erdal Atabek‘in ünlü kitabının adı gibi : KENDİ YURDUNDA SÜRGÜNSÜN..
Ormanlık arazilerin 2B oyunu ile orman olmaktan çıkarılarak yıllardır zilyedi
(tapulu maliki olmadan fiili malik, ekip – biçen) olan köylülere satılması zaten bir
kıyamet alameti zorbalık değil miydi ??
Duyuyor musunuz ey AKP’liler..
Yoksa uyuyor musunuz??
Ya da siz de testinizi – küpünüzü doldurma telaşında mısınız bu yağma ganimet – talan düzeninde??