Etiket arşivi: yargı bağımsızlığı

GÜVEN GÜVENSİZLİK VE İSTENMEYEN 10 BÜYÜK ELÇİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Günümüzde, hem ulusal ve hem de küresel ölçekteki ilişkiler, özel koşullar dışında, KARŞILIKLI GÜVEN üzerine kuruludur. Eğer güven bozulursa ilişkilerdeki istikrar da bozulur. Oluşan güvensizliğin boyutlarına göre, oluşan ve oluşacak irili ufaklı krizler mevcut (AS: kurulu) ilişkiler sistemini bozabilir, hatta içinden çıkılmaz hale getirebilir…

Önce kısa bir anı: 1960’lı yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken, devrin Borçlar Hukuku hocası Sayın Prof. Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu “Borçlanma karşılıklı ortak iradeye dayalı bir sözleşmedir. Ancak yine karşılıklı ortak güvenle ortaya çıkar. Anlaşmadan doğan güveni bozanlar krize neden olurlar. İş mahkemeye giderse güveni bozan haksız duruma düşer.” demişti. Daha sonra yaptığım araştırmada rahmetlinin doktora, doçentlik, profesörlük takdim tezleri ve çoğu makalelerinin ana konusu GÜVEN NAZARİYESİ (TEORİSİ) idi. (AS: Kuramı)

Aile yaşamında eşler arası güven bozulursa aile krizi (AS: bunalımı) doğar; sonuç boşanmaya dek gidebilir.

Ticarî partnerler (AS: ortaklar) arasındaki güven bozulursa aradaki iş ya da ticaret ortaklığı krize girer ve ortaklık sona erebilir. Aynı güvensizlik arkadaşlıkta da dostluğu sona erdirebilir ve hatta düşmanlığa dönüşebilir. Eğer devletler de karşılıklı olarak yaptıkları anlaşmalar ve imzaladıkları sözleşmelere uymazlarsa, güvenin yerini güvensizlik alır. Böyle durumlarda kriz (bunalım) çok yakın demektir.
…..
Güvensizliğin temelinde ahlaksal, hukuksal, ticari (tecimsel), ekonomik, siyasal, kültürel …bağlantıları oluşturan normları ve temel kuralları, yani eski bir deyimle, ahde vefa(AS: pacta sund servanda!) göz ardı etmek, hatta kimi kez hiçe saymak vardır. Eğer bu vefasızlık ve güveni bozma bilerek ve isteyerek güce ve tehdide dayanırsa ortaya zorbalık ve zulüm çıkar.

Demokratik rejimlerde bir ülkeyi yönetenlerin ya da siyasal iktidarların mutlaka bağlı olmaları gereken 2 küme ana sözleşme vardır :

1. küme ana sözleşmeler : O toplumun anayasası ve yürürlükteki anayasaya uygun olarak, yetkili organlarca üretilen yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerdir. Bu sözleşmelerinin hepsinin bir yanında devlet, daha doğrusu kurulu siyasal iktidar; öbür yanında ise o ülkenin yurttaşları vardır.

Siyasî iktidarlar, hukukun üstünlüğünü benimsediği, anayasa ve yasalara bağlı kaldığı, yurttaşlarına karşı yaraşırlık (liyakat) ve adalet ilkelerine içtenlikle uyduğu sürece istikrar sürer. Ancak tüm yurttaşlar için ayrımsız olarak, yasalar önünde eşitlik, adalet ve liyakat ilkeleri göz ardı edilirse, yurttaşların zihninde siyasal iktidara karşı GÜVENSİZLİK oluşmaya başlar.

İktidar ve yurttaşlar arasında çıkan ya da çıkacak anlaşmazlıklar yargı kurumu tarafından adil ve hukuka uygun çözüme kavuşturulamazsa o toplumdaki hukuksal, ekonomik ve siyasal istikrar bunalıma sürüklenir.

Bir tümce ile de yargı bağımsızlığından da söz etmek gerekir. Gerçek demokrasilerde, Yargı erkinin Yürütme erkine, siyasal iktidara karşı bağımsızlığı olmazsa olmaz bir koşuldur. Ancak yargının bağımsızlığı, yargıçların başına buyruk oluğu anlamına gelmez. Tersine yargının patronu da anayasa, yasalar ve evrensel temel hukuk ilkeleridir. Yani yargı kurumları ve yargıçlar da anayasaya bağlı ve hatta bağımlı olmalıdır. Vicdan, hukuk kurallarının yetersiz kaldığı durumlarda devreye girer. Aksi durumda bir hukuk devletinden söz edilemez.

Siyasal iktidarları bağlayan 2. ana küme normlar ise o ülkenin bağlı olduğu küresel anlaşmalar, imzaladığı uluslararası sözleşmeler ve anayasa metnine dahil ettiği uluslararası hukuk normlarıdır. Örneğin Türkiye, anayasasına eklediği bir madde ile (AS: 90/5 2004’te eklendi) Avrupa İnsan Hakları Sözleşesini kendi anayasa ve yasalarından daha üstün tutmuştur. Türkiye’deki yargı kurumlarının, AİHM kararlarına uymaları kendi anayasasının zorunlu buyruğudur.

Ancak kimi yargı kurumları, kimi kez iç kamuoyu baskısı ya da siyasal iktidarların isteklerini de dikkate alarak, hem Anayasa Mahkemesi kararlarına ve hem de AİHM kararlarına uymak istemiyorlar. O zaman da küresel bir hukuk ve adalet GŪVENSİZLİĞİ oluşuyor. Ülke bir hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyor. Yabancı ülkelerin ülke hukukuna karışmaları için zemin oluşuyor. Ülkenin dış itibarı (AS: saygınlığı) ve istikrarı da yaralanıyor.

Bir anımsatma da şudur : Evrensel nitelikteki din ve vicdan özgürlüğü ve evrensel insan hakları ihlalleri (AS: çiğnemleri) başka devletlerin içişlerine müdahale hakkı doğuruyor…

Sonuç: 10 devletin büyükelçilerinin, bireysel olarak, görülen ve belgelenen (AS: ve ısrarla sürdürülen) hukuk ve hak ihlalleri konusunda, Türkiye’nin yetkili makamlarını uyarma hakları vardır. Ancak 10 büyükelçinin bunu hep birlikte ve adeta bir güç gösterisi biçiminde buyruk verir gibi yapmaları hukuksal değil SİYASAL bir iletidir.

Sorulması gereken temel soru şudur :

  • Türkiye hem yurt içinde ve hem de küresel ölçekte bu önemli GÜVEN BUNALIMINA VE SİYASAL BUMALIMA NASIL VE NEDEN SÜRÜKLENDİ?
  • Niçin bağıtlamış olduğu hukuksal sözleşme ve kurallara uyulmuyor?
  • Mevcut siyasal iktidarın kendisine sorması gereken temel soru çok önemlidir.

Sorunu doğru ve güçlü olarak irdeleyip çözebilmek için muhalefetin desteğini almaya, muhalefetle birlikte davranmaya ve mutlaka ORTAK AKLA gerek vardır.

ANAYASA YAPMAK

Suay Karaman

Ülkemizin büyük sorunları arasında ne yazık ki şu an iyi denilebilecek hiçbir olgu yoktur. Ekonomik denge bozulmakta, sürekli olarak paranın değeri düşürülmekte, enflasyon artmakta, açlık, işsizlik, yoksulluk alıp başını gitmekte ve her gün gelen zamlar yurttaşların belini bükmektedir. Tarım, hayvancılık ve sanayi bitirilmiş, demokratik ve laik eğitime son verilmiştir. Terör can almaya devam etmekte, hukuk dışı tutum ve davranışlar sürmektedir. Bunların yanında yolsuzlukta ve savurganlıkta birinciliği kimseye kaptırmamak eğilimindeyiz.

Şimdi bütün bu ve benzer sorunları önemsemeyip yeni bir anayasa yaparak, mucize beklenmektedir. Darbe dönemi denilen 1982 Anayasası’nda birçok kez kritik değişiklikler yapılmış, neredeyse bu anayasa %70 oranında değiştirilmiştir. Ama ülkemizin sorunları azalmadığı gibi daha da artmıştır. İstediğiniz kadar güzel bir anayasa yapın, eğer hukukun dışına çıkarsanız, değişen bir şey olmaz.

12 Eylül 2010 tarihinde halk oylaması ile anayasa değişikliği yapılmıştı. Bu değişiklikle yargı bağımsızlığı kalıcı bir şekilde yok edilmiştir. Mühürsüz oy pusulalarının geçerli sayıldığı 16 Nisan 2017 tarihinde halk oylaması ile çok kapsamlı bir anayasa değişikliği daha yapılmıştı. Bu değişiklikle parlamenter rejim değiştirilmiş ve ne olduğu belli olmayan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen tuhaf bir yönetime, tek adam yönetimine geçilmişti. Hukuksuzca yapılan bu rejim değişikliğini onaylayanlar ve sessiz kalanlar, şimdi anayasa taslağı hazırlamaya başladılar. Buradaki amaç demokratik ve laik cumhuriyet rejimine son vermek olarak görülmektedir. Mevcut (AS: Eldeki) anayasanın ilk 4maddesi şöyledir:

1. Devletin şekli
Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, Resmî dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti

Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Milli marşı “İstiklal Marşı“dır.

Başkenti Ankara’dır.

Değiştirilemeyecek hükümler

Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Yapılmak istenen yeni anayasadaki amaç; ilk 4 maddenin de değiştirilmesidir. Proje olan siyasal partiler bunu gerçekleştirmek için el ele vermektedir. Buradaki amaç, laik ve demokratik cumhuriyetimizin, Atatürk ilke ve devrimlerinin sona erdirilmesidir. Yeni anayasa yapılmasını savunmak, ileri demokrasinin sivil anayasası olarak pazarlanmaktadır. Bunu da ambalajlayarak, reform olarak sunmaktadırlar.

  • Yapılmak istenen yeni anayasa, tam anlamıyla bir aldatmacadır, emperyalizmin çeşitli oyunlarından biridir. 

24 Haziran 2018’de seçilen TBMM üyeleri, beş yıl için yasama yetkisi almıştır. TBMM üyeleri, mevcut (AS: yürürlükteki) anayasaya bağlılık yemini ederek, görevlerine başlamıştır. Bu nedenle mevcut (AS: yürürlükteki) anayasaya bağlılık yemini eden TBMM üyelerinin yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur. Bu durumda TBMM üyelerinin mevcut (AS: eldeki) anayasayı tümüyle yok sayarak, yeni bir anayasa yapmaya çalışması etik olmadığı gibi, açıkça suçtur. Anayasa yapmayı, başka yasa yapmak ile karıştırmamak gerekir.

Yeni anayasa yapma koşullarını oluşturmak için, öncelikle halkın yeni bir anayasa isteyip istemediği halkoyuna sunulur. Bu halkoylamasında nitelikli çoğunlukla “evet” oyu çıkarsa, barajsız bir seçimle kurucu meclis oluşturulur. Bu kurucu meclisin hazırlayacağı yeni anayasa taslağı, yeniden halkoyuna sunulur. Yeni bir anayasa ancak bu yolla yapılır. Ancak bir kurucu meclisin yapabileceği yeni anayasayı, kurulu meclise yaptırmaya çalışanlar, tarihin sorumluluğundan kaçamayacaklarını da unutmamalıdırlar.

Anayasa, devletin temel işlevini yerine getirecek organları belirleyen, devletin nasıl yönetileceğine yön veren, kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, devletle birey arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı ve bütünsel bir belgedir. Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirten devletin temel yasasıdır.

19 yıldır ülkeyi yöneten bitik bir iktidar ile silik bir muhalefetin yapacağı “yeni anayasa“, hiçbir sorunu çözemeyeceği gibi, daha da kötüleşmesini sağlayacak ve Cumhuriyetimizle hesaplaşmaya gidecektir. Bu oyunlara gelmeden önce geçmişi ve bugün yapılanları sorgulayarak, düşünmeliyiz, kararımızı buna göre vermeliyiz.

Azim ve Karar, 25 Ekim 2021

MAKAS DEĞİŞTİRİLİNCE

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Cumhuriyet tarihinin en iddialı ve cesur makas değişikliğini gerçekleştirdik” dedi. Gerçekte bu söz son yirmi yılın bir tümce ile özetidir. “Biz İstanbul’a ihanet ettik, bunda benim de payım var” sözü ölçüsünde gerçekçi ve yalın bir sözdür. Bu söze resmi büyüterek bakarsak, bunun salt İstanbul’la sınırlı kalmadığı, sınırların tüm ülke olduğu ortaya çıkar.

Bakalım özet olarak, “makas değiştirince” son yirmi yılda neler oldu? Parlamenter sistemi bitirip “Türk tipi başkanlık sistemi” denen ucube rejime geçildi. Parlamento kararları ve yasalar yerine, herkes tek kişinin ağzına bakar oldu. Bakanlar bile bırakın bir şey söylemeyi, irade ortaya koymayı, istifa ederken bile yalnızca “görevden aflarını dileyebildiler

Yargı bağımsızlığı ortadan kalktı. Yargı iktidarın sopasına dönüştü. Makas değişmeden önceki sınırlı da olsa, hukuk devletini arayın ki bulasınız.

Hangi açıdan baksak, neye, nereye baksak tam bir çuvallama. Her şey dökülüyor, her şey elde kalıyor. Salgın, sel, ve yangın felaketleri bu gerçekliği tam olarak ortaya çıkardı.

  • Tek Adam İktidarı kimseye hesap vermiyor!

Devlet sırrı… ticari sır” adı altında her olumsuzluğun üzerine simsiyah bir şal örtüyor. “Yayın yasağı” getiriyor. Gerçekçi yayın organlarına ceza üstüne ceza kesiliyor. Toplum adeta kör ve sağır bırakılmak isteniyor.

Ekonomi dibe vurmuş, vatandaş yarınını göremiyor. Sayıştay görev yapamıyor. 128 milyar $ yitik. Hazine tam takır. Kefen parası denen yedek akçe bile tüketilmiş. Sel, deprem, yangın, salgın gibi doğal afetlerde devlet vatandaşa yardım yerine yalnızca “IBAN” verebiliyor. Bir de halkın kafasına çay paketi fırlatıyor. “Her şeyi unutun, için çayınızı keyfinize bakın..” dercesine.

Toplum yalanla besleniyor, sözde yerli ve milli otomobilden, uçağa, hızlı trene dek her şeyi yaptık!…Sıra “Ay’a sert iniş yapmaya” geldi. Karadeniz’de, Akdeniz’de bulduğumuz doğalgazın, petrolün hesabını yapamaz olduk!.. Ne garip ki petrole, doğalgaza her ay yapılan zam durmaz oldu. Elektrik zamlarını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Vatandaşın faturalarla beli kırıldı.

Kendi ordusuna kumpaslar kurularak, imamlara biat eden subaylar, tarikat cübbeli komutanlar yaratıldı.

Laiklik salt Anayasada yazılı kaldı. Uygulamada, Diyanet İşleri Başkanı protokolde 40 sıra öne geçirildi. Diyanete ayrılan bütçe birçok Bakanlığı geçti. Halka bu dünyada verecek bir şey kalmayınca, Diyanet umudu öbür dünyaya bıraktı, yoksullara; “Biz öbür dünyada size özeneceğiz” diyerek fetva verdi!? Nedense azıcık da olsa bu dünyada yoksula / yoksulluğa özenmeyi aklından bile geçirmiyor, lüks Mercedes’i içinde.

Tarikatlar, cemaatler “Devletin malı deniz” deyip halkın malına çökmede yarış ediyorlar. Keyfin dışa vurumu ise lüks arabalar içinde “pudra şekeri koklamak!” oldu.

Devlet ve mafya etle tırnak gibi oldu. Özel aflarla dilediklerini hapisten çıkarıyorlar. Öte yandan RTE, ABD’ye “Bu can bu tende oldukça, papazı vermem” filan dedi, üst perdeden. ABD papazını aldı gitti. Keşke yalnızca onunla kalsa, paramız TL %40 değer yitirdi, Dolar 4 liradan 7 liraya fırladı. Hala o kazığı çıkaramadık. Üzerine katlamayı sürdürüyor.

Dinci eğitime hız verildi. Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altındaki 8 Devrim Yasasından biri olan Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) çiğnendi. MEB ve dinci vakıflar arasında protokoller imzalanıyor. Laboratuvar ve kitaplıklar yerine cami, mescit açılıyor. Anaokullarına dek Kuran kursu dayatılıyor. Din derslerini zorla seçtirmek için türlü baskılar yapılıyor. Pozitif ve sosyal bilimler dışlanırken “dindar ve kindar nesil” tasarımına hız verildi.

Yüksek öğretimde Prof. Osman İnci’nin deyimi ile “Medreseleşen üniversiteler, mollalaşan akademisyenler” yaratıldı. Üniversitelerin özerkliği kaldırıldı, rektörü bile seçemiyorlar!

Ülkeyi “Avrupa Birliğine sokacağım, yasakları, yolsuzluğu, yoksulluğu” kaldıracağım diye yola çıkan AKP iktidarı, “yetmez ama evetçi” sazanların da yardımı ile açıktan Cumhuriyeti boğazladı.

“Değişen makasta” (!) AKP’li Cumhurbaşkanı “Taliban’la ters yanımız yok” diyebilmektedir!

Laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti olma rayından ayrılan Türkiye “Taliban’la ters yanı olmayan” (!) bir yola girmiştir. İlk seçimlerde ülkemiz insanı “Makas değişikliğine devam veya tamam” diyecektir. “Tamam” diyemezse artık seçim yapmaya da gerek kalmayacaktır. Cumhuriyetin 100. yılında yeniden Ortaçağ değerlerine ve kulluğa merhaba mı??!!

Türkiye Barolar Birliği üzerine

Av. Hüseyin ÖZBEK
TBB BAŞKAN YARDIMCISI
Cumhuriyet, 16 Eylül 2021

Kurumlar gelenekleri üzerinde yükselirler. Varoluş nedenine yabancılaşmış, geleneklerinden kopmuş kurumlar yalnızca saygınlıklarını kaybetmekle kalmazlar, tabanının ve toplumun güven duygusunu da yitirirler.

TBB, avukatların meslek örgütleri olan baroların çatı örgütü, üst birliği olmasının yanında, ülkedeki hukuk birliğinin de kurumsal teminatıdır (güvencesidir). TBB’nin saygınlığı, kuruluşundan (1969) bu yana hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı konularında kamuoyunca da yakından bilinen geleneksel duyarlılığından kaynaklanır.

VAHİM SONUÇLAR

Barolar ve TBB, doğası gereği hukukun yanında olmak zorundadır. Hukukun ve yargının halkın savunma kalkanı olmaktan çıkıp siyasal gücün baskı aracına dönüştüğü yerde baroların ve TBB’nin tercihi hiç kuşkusuz temel hakları ve hukuku ihlal edilenden yanadır.

TBB ve baroların birer güven kurumu olarak varlıklarını sürdürebilmelerinin olmazsa olmazı, askeri darbelere olduğu kadar sivil darbelere ve despotik yönetimlere karşı da hukuku savunmalarıdır. Siyasal iktidarı her koşulda onaylayan bir tutum ve söylemin, geçmişte verilen hukuk mücadelesinin kazandırdığı saygınlığı kısa zamanda sıfırlayacağı bilinmelidir.

Hiç kuşkusuz TBB’nin Adalet Bakanlığı başta olmak üzere yargı bürokrasisi ve yargı organları ile Avukatlık Kanunu ve mevzuattan kaynaklanan kurumsal ilişkileri söz konusudur. Süreklilik arz eden bu ilişkilerin yasa ve yönetmelikler kapsamında sürdürülmesi tartışma dışıdır. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, TBB’nin, Adalet Bakanlığı’na bağlı bir genel müdürlük ya da siyasal otoritenin vesayetinde bir meslek örgütü haline dönüştürülmesinin yol açacağı vahim sonuçlardır.

TARAF OLMA ZORUNLULUĞU

TBB adına kamuoyuna açıklama yapılırken kurumsal geleneklere özen gösterilmelidir. TBB Yönetim Kurulu’nun onayından geçmemiş, kurum kararına dönüşmemiş konularda bu özen daha üst dereceden gösterilmelidir. TBB’nin kurumsal görüş ve düşüncelerinin hukuk dili ve hukuk üslubuyla açıklanması esastır.

  • Siyasal iktidarla özdeşleşen ve her koşulda siyasal otoriteyi onaylayan, alkışlayan bir dil ve söylem TBB’nin dili olamaz.

TBB’nin ve baroların siyasal otorite karşısındaki bağımsızlığı, yargı bağımsızlığının önkoşuludur. İktidarın TBB’ye etki ve keyfi müdahalesine izin vermeyen yasal düzenlemelerin, temelde yurttaşlarımızın hak arama özgürlüğünün teminatı (güvencesi) olduğu unutulmamalıdır.

Avukatlık Kanunu’nda, ülkedeki hukuk birliğini temelden zedeleyen, çoklu hukukun yolunu açan ve baroları denetim altına almaya yönelik değişiklik sürecinde kimlerin karşı çıktığı, kimlerin hararetle destek olduğu gelecek kuşaklar tarafından hiç kuşkusuz birer ibret belgesi olarak değerlendirilecektir.

Avukatların da tüm yurttaşlarımız gibi bireysel siyasal tercihleri, farklı düşünceleri elbette ki olacaktır. Burada anlatılmak istenen, baroların ve TBB’nin demokrasi ve hukuk sınırlarını daraltan, siyasal otoriteyi mutlaklaştıran bir süreçte hukuk devletinden yana taraf olma zorunluluğudur.

TERS ORANTILI DENKLEM

Baroları ve TBB’yi temsil konumunda bulunanların bireysel ikbal ile kurumsal itibar arasında yapacakları tercih her zaman ve her koşulda hukuktan ve meslek örgütünden yana olmalıdır.

Dönemsel gücün çekim alanına girenler, yalnızca tarafsızlıklarını ve bireysel bağımsızlıklarını kaybetmekle kalmazlar. Hukukun ve kurumsal geleneklerin ihlali pahasına kazanılan bireysel itibar ile kaybedilen kurumsal saygınlık, ters orantılı bir denklem olarak tarihe not düşülür.

Gücün çekim alanına kapılıp varlık nedenine yabancılaşan bir meslek örgütü mü? Hukukun, demokrasinin ve meslektaşlarının safında yer alan bir TBB mi?

İşte bütün sorun bu!

DİNCİLİK, IRKÇILIK ve DEMOKRASİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

1- DİNCİLİK

Gerçek ve içten (samimi) dindarlar “DİNCİ” olamazlar. Onların inançları, ahlakları, adalet, liyakat ve vicdan ölçüleri Allah’ın ilahi kutsal buyruklarını kendi çıkarlarına alet etmeye uygun değildir. Dindarlar kul hakkı yemezler. Her türlü cebir, şiddet, kin, nefret, yalan, iftira ve haksızlıklardan uzak dururlar. Yaşadıkları ortama huzur, güvenlik, esenlik ve barış getirirler. Selamlaşmaları bile güven ve esenlik üzerinedir. Olağan yaşamlarına yardımlaşma, dayanışma, dostluk, iyilikseverlik ve hoşgörü … egemendir.

  • Dindarlık ilahidir; dincilik ise ideolojiktir. Dinin kötüye kullanılmasıdır.

2- IRKÇILIK

Gerçek ve içtenlikli (samimi) milliyetçiler (ulusalcılar) asla ırkçılık, kabilecilik ve kafatasçılık yapmazlar. Milliyetçiliği (Ulusalcılığı) bireysel çıkar ve bireysel istikbal  (gelecek) devşirme aracı olarak kullanmazlar. Kendi milletlerinin içerde ve dışarda, her yönden gelişmesi ve çıkarlarının korunması için üstün çaba ve çalışma içinde olurlar. Ancak başka milletlere karşı da düşmanlık beslemezler. Bu tür doğru milliyetçiliğin (ulusalcılığın)  en güzel örneğini M. K. Atatürk göstermiştir. Kurtuluş Savaşı kuvvetleri İzmir’i geri alırken, kendi ülkesine saldıran Yunan Milletinin bayrağını çiğnememiştir.

Tarihsel gelişme süreçlerine ve çağımızdaki çoğu güncel gelişmelere bakılınca şöyle genel bir saptama yapılabilir :

Genelde dincilik ve ırkçılık kozları; toplumları baskılamak, çoğu zaman da, siyasal, ekonomik, hukuksal, sosyal, kültürel (ekinsel) ve sanatsal…. alanlardaki haksızlık, yolsuzluk, adaletsizlik, ahlaksızlık, zorbalık ve çeşitli yetersizlikleri örtbas etmek için kullanılagelmiştir.

3- DEMOKRASİ

Daha iyisi bulunana dek, çağımızdaki en geçerli ve en erdemli yönetim biçimleri, hukukun üstünlüğüne, yargı bağımsızlığına, evrensel insan haklarına, din, vicdan ve basın özgürlüğüne, serbest, güvenli ve adil seçim sistemlerine dayalı ve milli iradeyi (ulusal istenci) doğru yansıtan çoğulcu, parlamenter sisteme dayalı anayasal gerçek DEMOKRASİLERDİR.

Darısı Türk Toplumunun başına.

Enseyi karartmayalım ve umutlarımızı diri tutalım.
***
Ek not :

KÖY ENSTİTÜLERİ NİÇİN KAPATILDI?

Köy Enstitülerinin kapatılması; Türkiye’nin akıl, bilim, sanat ve uygarlık yönündeki en önemli kalesinin düşürülmesi, Batı emperyalizminin, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye siyasetine büyük oranda egemen olması; feodal dönemdeki tarikat, cemaat ve aşiret kültürünün yeniden tedavüle (AS: dolanıma) sokulması, Kurtuluş Savaşı ile kazanılan milli irade (AS: ulusal istenç), ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ilkelerinin yara alması, karşı devrim hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması demektir.

Aynı geri bıraktırıcı rota, çeşitli askeri darbelelerle daha da güç kazanarak hala sürmektedir.

Ancak önünde sonunda aklın, bilimin, uygarlığın parlak ve sürekli ışığı her türlü karanlığı güneş gibi mutlaka aydınlatacaktır.

Millet uyanmaya başlamıştır.

Ayrıca “Z” kuşağından çok umutluyum. Kötümser olmaya gerek yoktur.
================================

Mevlânı arıyorsan,
Sanma ki o Çin’dedir
Gönül gözünü aç bak,
O senin içindedir
(2)
Söz aklın meyvesidir,
Her pazarda satılmaz
Olmuşuna doyulmaz,
Hamı balla yutulmaz
(3)
Yaşi ken eğmek gerek,
Diyerek her fidanı;
Koltuk değneği yapar,
Kullanırlar insanı
(4)
İçki en büyük dostum,
Paramca sarhoş eder,
Benim dost sandıklarım,
Param bitince gider

TOPLUMSAL GELİŞME ve BİREYİN DÖNÜŞÜMÜ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Çağdaş Toplumlar

Çağdaş toplumlar eski Grek ve Roma uygarlığının yeniden yorumlanması, aydınlanma felsefesi, rönesans ve reform haraketleri, özgür aklın ve bilimin yol göstermesi vb. nedenlerle insanların başta din, doğa, çevre, siyaset, iktidar, ekonomi, hukuk, ahlak, adalet, devlet, toplum, aile, birey, egemenlik…vb. kavramlar dizelgesinin yeniden yorumlanması ve uygulamaya aktarılmasına dayanır. Başka bir söyleyişle de bu çağdaş düzen, yeni bakış, düşünüş ve davranışların yarattığı yeni bir toplum, yeni bir devlet yeni bir aile ve yeni bir birey olma düzenidir. Batı kaynaklıdır. Günümüzde de gelişmiş Batı toplumlarında somutlaşmıştır.

Çağdaş toplumlarda ruhban (din adamları) sınıfının devlet, toplum ve bireyler üzerindeki vesayeti ortadan kalkmıştır. Devlet ve toplum laikleşmiş, bireyler din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmuştur. Feodal beylerin (toprak ağalarının) toplum üzerindeki vesayeti de sonlanmış, derebeylikler yok olmuş, merkezi devletler doğmuştur. Dinsel ve geleneksel cemaatler yerlerini modern mesleksel, teknik, ekinsel (kültürel), sosyal, siyasal… ekonomik örgütlere bırakmıştır.

Ataerkil, erkek egemenliğine dayalı geniş aile yapısı çözülmüş, onun yerini anne – baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile ve kadın – erkek ilişkileri, hak ve sorumluluk eşitliğine dayalı demokrat aile almıştır. Cinsiyet ve ırk ayrımcılığı büyük oranda gerilemiştir.

Çağdaş toplumun bireyleri, genel olarak, özgür aklın ve bilimin rotasından çıkmayan, başka grup liderleri ve bireysel kişilerin akıl dışı telkinlerini dikkate almayan, başkalarının hak ve hukukuna saygılı, fakat kendi hukukunu sonuna dek savunan ve kendi özgür istenci (iradesi) ile davranan bireylerdir. Bencilleşmeden bireyselleşmişlerdir. Demokrasi kurallarına, hukuk devletine ve çalışma düzenine uyum yetenekleri çoktur. Çoğunlukla eğitim ve kültür düzeyleri yüksektir. Kendi bireysel kazançları ile geçinirler.

  • Çağdaş toplumlarda siyaset kurumu meşruiyetini dinden değil halkın özgür istenci ile oluşan seçimlerle belirlenen halk egemenliğinden alır.

Halk, kendisini yönetenlere belirli sürelerle sınırlı iktidar olma yetkisi verir. Beğenmediklerini yine seçim yolu ile iktidardan uzaklaştırır. Gelişmiş toplumlar mili iradeye dayalı parlamenter demokrasilerlerle yönetilirler. Dinsel hukuk yerini modern  – laik hukuka bırakmıştır. Devleti yönetenlerin gücü anayasalarla sınırlandırılmıştır. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, eşit yurttaşlık, insan hakları, azınlıkların korunması, basın özgürlüğü vb. değerler vazgeçilmez bir konumdadır. Çağdaş toplumlarda, cinsiyet farkı olmadan, yetişkin her kadın ve erkek kendi aklını ve özgür istencini kullanır. Her konuda son karar daima bireyin kendine aittir.

Geçiş Dönemi Toplumları

Geçiş dönemi toplumu hem geleneksel, feodal ve teokratik toplum düzeninden tam olarak kurtulamamış hem de çağdaş toplumun değer ve yaşam standartlarını tam olarak yakalayamamış bir yapıyı anlatmak için kullanılır. Geçiş dönemi toplumlarında çağdaş olanla geleneksel olan yan yana ve iç içe yaşar. Bu durum, ailede, sokakta, işte, resmî ve kamusal alanda, tatilde, kahvehanede hatta ibadet yerlerinde bile kendini belli eder. Dinde siyasette, meslekte, eğlencede, yeme – içmede, giyim – kuşamda… her yerde ve her konuda insanlarca gündeme getirilir.

Geçiş dönemi toplumlarındaki demokrasi hukuk, adalet, insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri gibi temel değerler hem siyasal iktidarlar hem toplum ve hem de bireylerce yeterince derinleşmemiş ve içselleştirilmemiştir. Çoğu zaman da biçimseldir. Bu tür toplumlarda ırkçılık – demokratlık, tutuculuk – çağdaşlık, ilericilik – gericilik, dindarlık – dinsizlik, müminlik – sapkınlık, yurtseverlik – hainlik, maçoluk – feministlik, modern  mahrem… tartışmaları hiç bitmez. Ayrıca varolan tartışmalar ideolojik kamplaşma ve kutuplaşma ve hatta uzun süreli çatışma ve savaşlara neden olabilir.

Geçiş dönemi toplumları kuşak çatışmalarına, aile içinde, karı-koca arasındaki iktidar mücadelelerine, siyasal, etnik ve dinsel yarılmalara her zaman gebedir. Kimlik ve üstünlük çekişmeleri söz konusudur.

Türkiye’de kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda şöyle bir yorum yapılabilir :

Kültür ve eğitim düzeyleri düşük kimi erkekler; erkek egemen ataerkil feodal kültür değerlerini korumak istiyorlar. Halbuki ilişki ve iletişim kurdukları kadınlar çağdaş değerleri içselleştirmişlerse çatışma kaçınılmaz oluyor.

Bu tür toplumlarda, farklı toplumsal kümeler arasında sürekli ötekileştirme, had bildirme, sindirme vb. güç gösterileri olabilir.

Geçiş dönemi toplumlarında en elverişsiz konumda olanlar etnik azınlıklar ve özellikle yeni yetme gençlerdir. Etnik azınlıklar iki arada bir derede gibidir. Gençler açısından da toplumun rotası, yani normal – anormal, doğru – yanlış, iyi – kötü, faydalı – zararlı, güzel – çirkin anlayışları net değildir. Evde annesinin öğütleri ile babasının öğrettikleri çelişebilir. Evin, sokağın, eğiticinin, yöneticinin, arkadaşların ve komşuların doğru ve yanlışları çoğu zaman çelişir. Eğitim sistemleri bile bu çağcıl (modern) ve mahrem çekişmelerinin çelişkilerini içlerinde barındırır.

Geçiş dönemi toplumları ekinsel (kültürel), sosyal, ekonomik, siyasal ve yönetsel… kararsızlıkları (istikrarsızlıkları) bünyesinde taşımaya elverişlidir. Türkiye ne yazık ki geçiş dönemi sürecini henüz geride bırakmamıştır

SONUÇ                       :

Toplumsal gelişme evrimi yavaştır. Bu nedenle hiçbir toplumun birden bire, akşamdan sabaha, çağdaşlaşma olanağı yoktur. Ayrıca değişim yasaları gereği, çağdaş toplumlar da değişme ve gelişme içindedir. Geleneksel toplumdan çağdaş topluma geçişte, her toplum geçiş dönemi evresini yaşamak ve geçiş dönemi sorunları ile karşılaşmak ve yüzleşmek zorundadır.

Ancak, hiçbir toplum geçmişe dönemez ve geçmişin “altın çağ masalları” ile yaşayamaz. Geçmiş kendi koşullarında yaşanmış ve bitmiştir. Önemli olan geçmişten doğru ders çıkarabilmektir. Çünkü toplumsal yaşam çarkı, geçmişe doğru değil, geleceğe doğru döner ve yaşam zinciri geleceğe doğru uzanır.

Öyleyse yapılacak şey bellidir ve nettir: Akıldan, bilimden, laiklikten, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, adaletten, insan haklarından, eşit yurttaşlıktan, din ve vicdan özgürlüğünden… her türlü çağdaş girdiler ve çağdaş değerlerden yana; kimseleri incitmeden ve ikna yolunu seçerek akılcı tavırlar bulup üretmek gerekir. Gençlerimize de her alanda doğru rotalar göstermek gereklidir.

Bu görev de başta eğitim sistemi ve siyasiler olmak üzere, kamu yöneticilerine, aydınlara ve medyaya düşer. Bir ipin iki ucundan tutup ip çekişerek siyasete ve toplumsal gelişmelere yön ve güç verilemez. İdeolojik ip çekişmeler, ayrışmalara, geriye düşmelere ve toplumsal enerjiyi ziyan etmeye neden olur.

Biri ‘reform’ mu dedi?

Biri ‘reform’ mu dedi?

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
05 Mart 2021, Cumhuriyet

Basın-yayın âleminin, hem şekil hem de içerik açısından yaptığı ve bir türlü düzeltemediği yüzlerce temel hatadan biri de “reform” sözcüğünü olur olmaz yerde ve uluorta kullanmasıdır. Bakın, özellikle “basın-yayın âlemi” diyorum. Siyasetçilerden söz etmiyorum. Siyasetçiler istedikleri şeye istedikleri etiketi yapıştırmakta serbesttir (!) zaten. Hani şu “doktorun, artık ne yerse yesin demesi” hesabı. Onlara hiçbir konuda yasak yok.

“Reform”un hemen her dilde sözlük anlamı, aşağı yukarı şudur:

“Yanlış, yozlaşmış, tatmin edici olmayan vb. şeylerin iyileştirilmesi veya köklü değiştirilmesi” ve “Zararlı bir durumun veya koşulların onarılarak iyiye dönüştürülmesi.”

Özetle, “iyi, pozitif ve ileri yönde bir değişim”den söz edilir, “reform” diyorsak.

Bir başka deyişle, “her türlü değişim”e reform demek yanlıştır. Hele ki bir şeyleri mevcut durumun ötesine yani daha ilerisine taşımıyorsanız, daha çağdaş, zamana uyumlu ve daha nitelikli hale getirmiyorsanız “reform” demek abestir.

Ama gel gör ki kurumları ya da ülkeleri yönetenlerin, her yaptıkları veya “yapıyormuş gibi yaptıkları” değişikliğe “reform” etiketini yapıştırmaları âdettendir. Yukarıda da belirttiğim gibi “siyasetçi-yönetici” tayfası bunu bilerek ya da cehaletinden yapabilir. Arkasında bir amaç vardır mutlaka. Ancak medyanın, her önüne gelen değişimden “reform” diye söz etmesi, eğer “yandaşlık ya da başka bir niyet taşımıyorsa” yanlıştır. Hatadır.

AKP iktidarının, “gider ayak” önümüze getirip “yememizi” istediği son sözde insan hakları (!) adımları da bunun en somut örneklerinden biridir. Daha önce de yani geçen 19 yıl boyunca ülkeyi neredeyse 100 yıl öncesine götürecek bir yığın değişikliği de “reform” diye adeta bu topluma “kakalamaya” çalışmadılar mı? Bunların ve yardakçılarının (ve tabii her tuzluk gördüğünde eline hıyarı alıp koşturan yetmez ama evetçi işbirlikçi liboş tayfasının) en sevdikleri şeydir bu. 2010 Anayasa Referandumu, hani şu Pennsylvanialı alçak Ağlak Vaiz’in “Ölüleri bile mezardan çıkarıp oy kullandırın” diye fetva verdiği değişiklikleri bile “reform” diye satmadılar mı?

“Başkanlık Sistemi Pazarlamacısı” rahmetli Burhan Kuzu Hoca’ya (AS: hocaya) sorduklarında “reform”un da ötesinde, adeta “devrim” değil miydi bugünkü ucube antidemokratik rejim?

Bugün de mesela Türkiye Barolar Birliği Başkanı Sayın Metin Feyzioğlu da “devrim” demiyor mu, “reform”la uzaktan yakından ilgisi olmayan son pakete?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın; sanki yargı bağımsızlığını yerin yedi kat dibine gömen, hâkimlere talimat veren, önüne geleni “terörist ve hain” diye yaftalamaya bayılan, AİHM kararlarını ve AYM kararlarını tanımamanın kitabını yazan kendisi değilmiş gibi neredeyse dakika başı ihlal ettiği tüm temel ilkeleri ısıtıp “reform” diye önümüze getirmesi, son yıllarda yaşanan en büyük garabet değil mi?

Tam da bu yüzden, bu ülkenin aklı başında tüm insanlarının “reform”u bu zevatın ağzından duyduklarında bir yandan müstehzi bir eda ile gülümsemesini, bir yandan da sırtını dönmesini yadırgamamak gerekmiyor mu?

Magna Carta’yı (1215) ve Fransız İhtilali’ni (1789), Islahat Fermanı (1856) ve hatta Tanzimat Fermanı’nı (1839) bile açsak, bugünkü “pratik uygulamanın ötesine geçecek” özgürlükler içerdiğini bilenler için bizim “muhteremlerin” satmaya çalıştığı ucube paketi konuşmaya bile zaman harcamak abestir.

FEZLEKE FETİŞİZMİ

“Ben sevmiyorum. O halde vurun, öldürün” zihniyetinin TBMM çatısı altında vücut bulmuş, oraya uyarlanmış halidir, fezlekeler. Bugün paketler halinde TBMM’ye getirilip, halkın seçtiği milletvekillerini kafileler halinde hapishaneye yollamanın acınası bir pratiğidir. DEP’li bir grup milletvekilinin o utanç verici sahneler eşliğinde 1994’te Meclis’ten “Başları eğilerek polis aracına bindirilmesi” pratiğine, Türkiye’yi geri götürmektir. Bakın, 1994 diyorum. Bu utanç size yeter…

Sandıkta yenemediğini, kayyım yoluyla, fezleke yoluyla alt etmeye çalışmak, demokrasiye inanmamaktır.

Demokrasi, muhalefete tahammüllü olmanın, itirazlara kulak verebilmenin ve en önemlisi de hesap verebilmenin, kendinizden hesap soranları kolluk ve yargı yolu ile bastırmaya çalışmamanın adıdır. Bunların hepsini ayaklar altına aldığınız bir rejime demokrasi diyemezsiniz. Hele ki “reform” ve “demokrasi” sözcüklerini her ağzınıza aldığınızda millet size gülmez bile. Hazin hazin seyreder.

Ve sandıkta ağır bir ders verir.

İsterseniz devam edin.

23 Haziran 2019’u unutmayın.

Zaten hiç aklınızdan çıkmıyor ki.

Ve zaten, hırçınlığınız ve saldırganlığınız da bundan.

Manzara-i umumiye

Manzara-i umumiye

Zafer Arapkirli
24 Temmuz 2020, Cumhuriyet

Ülkenin bugün geldiği noktada, bu enkaz ve bence tam adını koymak gerekirse bu “cinnet hali”nin müsebbipleri, hasarın büyümesi için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Tabii ki aklı başında herkese göre “hasar” derken, iktidar sahipleri ve oradan nemalananlar açısından, en baştan beri gizlemedikleri karanlık ajandalarını gerçeğe dönüştürmek için “giderayak” son fırsatın kullanılmasına dönük çabalardan söz ediyorum.

“Giderayak” tanımlamasını özellikle ve hiç çekinmeden kullandım, çünkü bu kadar hasarlı bir yönetim aygıtının daha uzun mesafe kat edebilmesinin mümkün olmadığını kendileri de biliyor. Ekonomik ve toplumsal yıkımın boyutu, devlet aygıtının her bir vidasının, düğmesinin ve cıvatasının artık çalışamaz durumda olması, Cumhuriyetin kuruluşundaki ilkelerin ayaklar altına alınması yoluyla, tüm toplumsal ayarların bozulması, topyekûn bir felaket senaryosunun eşiğinde bulunuyoruz.

Sistemin en tepesindeki “irade” bile sonunda “Bazı eksiklikler olabilir. Giderilebilir. Tam da mükemmel bir sistem iddiamız yok” mealinde geri adım atmanın işaretlerini vererek utangaç bir özeleştiri yapmak zorunda kaldı. Aslında bu bile tüm “kulakları sağır, hiç dinlemiyorlar” izlenimine rağmen, anket midir, örgütten gelen geri dönüşler midir, her ne suretle olursa olsun, “alarm sinyalleri”nin, sonunda “Kristal Kuleye” ya da “Saray”a ulaştığının somut bir belirtisidir.

Artık, onlar bile bu gidişin sürdürülebilir olmadığının farkında olduklarını ikrarla, son bir “gaz alabilme” çabası ile iktidardan gidişi geciktirmeye çalıştıklarının işaretidir.

Buna rağmen, yine de meslek örgütlerinin yapısını değiştirmenin ilk ayağı niteliğindeki “Baro Düzenlemesi”ni kavga dövüş Meclis’ten geçirerek “yangından mal kaçırma” haleti ruhiyesini iyice açığa vurmuştur. Bunun hemen akabinde “Ayasofya” adımı gelmiş ve yine “giderayak”, yani panik içinde alındığı her halinden belli olan bir kararla “laiklik karşıtı” eylemlerine bir yenisini eklemiştir. Ayasofya adımı, sadece laikliğe yani din ve vicdan özgürlüğüne vurulmuş ağır bir darbe değil, aynı zamanda kendi devletinin “devlet olma niteliğinin” dibine konulmuş bir dinamittir.

1450’li yıllarda ilan edilmiş bir fermanın ya da imzalanmış bir vakfiyenin temelindeki hukukun, 1923 Cumhuriyeti’ni kuran iradenin imzasının “üzerine çıkarılması” pratiğidir.

Bizzat Kurucu Yüce Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün imzasının yok sayılması, onyıllardır bazı yıkıcı zihinlerdeki “Cumhuriyet parantezi” anlayışının hayata geçirilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tüzelkişiliğine bir meydan okuma egzersizidir.

Bununla da yetinilmediği, üç beş gerici ve feodal oyun da parti (ya da koalisyon) saflarında konsolide edilebilmesi amacıyla, şimdi de kadınların suratına bir tokat, kafalarına bir odun, alınlarının ortasına pompalı tüfek fişeği anlamına gelecek bir uygulama ile İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme hazırlıkları yapılmaktadır.

Bu iktidar döneminde yapılmış çok az sayıda hayırlı işten biri olan ve onyılların (belki de yüzyılların) mücadelesinden kaynaklanan bir potansiyelle uluslararası bir taahhüt anlamına gelen “kadına şiddetin önlenmesi ve kadın haklarının korunmasında” tarihi bir adım olan bu Sözleşme ve ona bağlı olarak çıkarılmış 6284 sayılı yasanın çöpe atılması demek olacak bu adım, ülkede kadın haklarını (yani temel insan haklarını) 1923 Türkiyesi’nden bile geriye taşıyacaktır. Üstelik bu çılgınca girişim, neredeyse her saat başı bir kadın cinayeti, her sabah kalktığımızda bir dayak, tecavüz ve şiddet eyleminin haberi, gazetelerin sayfalarına, TV’lerin bültenlerine yansıdığı bir ortamda gerçekleşmektedir.

Bununla da kalmayıp, iktidarın “din işlerini düzenleyen” aygıtı, ilgili birimi aracılığı ile yayımladığı abuk sabuk fetvalarla örneğin üvey torun dedeye helaldir; örneğin “nişanlılar el ele tutuşmasın” benzeri akıllara ziyan önerilerle toplumu yüzyıllar öncesine yani kesif bir karanlığa taşımanın başka başka yollarını aramaktadır.

Ekonomide, dış politikada ve tüm diğer alanlarda, özellikle de yargı bağımsızlığının ağır yara aldığı ve toplumsal hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alındığı bir ortamda umutlar giderek tükenme noktasına varmaktadır.

Böyle bir manzara karşısında, toplumun tüm aklı başında muhalif unsurlarının, daha sıkı örgütlenmekten ve iktidarın gidişini hızlandırmaktan başka bir çaresi yoktur. Bu çerçevede, her şeye rağmen en yaygın ve en köklü muhalif örgütlenme niteliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nin, elindeki her fırsatı, en başta da bu hafta sonu yapacağı kurultayı iyi değerlendirerek “ne olduğunu, kim olduğunu, nerede durduğunu” gözden geçirerek, toplumsal rahatsızlığı bir iktidar alternatifine dönüştürmenin yollarını vakit geçirmeden bulması şarttır.

Mülkiyeliler Birliği : Hukuku ve Adaleti Savunan Baroların Yanındayız

Hukuku ve Adaleti Savunan Baroların Yanındayız

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Diyanet İşleri Başkanı’nın LGBTİ bireylere karşı nefret içeren sözlerinin ardından Ankara Barosu, evrensel insan hakları ve anayasamızın koyduğu ölçülere göre bir kınama mesajı yayımlamış, ardından Baro hakkında soruşturma başlatılmıştır. Aynı süreç Diyarbakır Barosu için de işletilmiştir.

Barolar, Anayasayı savunmuştur. Yürürlükte olan 1982 Anayasası’na göre Türkiye laik bir devlettir, temelini dinden değil, hukuktan alan kurallara uygun olarak yönetilir. Hiçbir kamu görevlisi dinine dayanarak ayrımcılık yapamaz. Bir devlet memuru olan Diyanet İşleri Başkanı da buna dahildir.

Barolar evrensel hukuk ilkelerini savunmuştur. Türkiye’nin taraf olduğu İstanbul Sözleşmesi’nde, AİHM’nin açık içtihadında yer alan cinsel yönelim ve kimlik ayrımcılığı yasağının bir devlet görevlisi tarafından, hem de dini temelden yapılmasını kınamışlardır.

Barolar, ifade özgürlüklerini hukuku savunmak, bir kamu görevlisini ulusal ve evrensel hukuka uygun davranmaya çağırmak için kullanmış; adalet bakanının açıklamasının hemen ardından cumhuriyet savcılarının açtığı soruşturmalara maruz kalmışlardır.

Türkiye’de yargı bağımsızlığına ilişkin ağırlaşan sorunlar başta olmak üzere, ağırlaşan insan hakları ihlallerinin, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, demokratik kitle örgütleri, sendikalar ve meslek kuruluşlar üzerindeki baskıların geldiği dereceyi açık biçimde gösteren bu gelişmeler karşısında,

  • Mülkiyeliler Birliği, hukuku savunan Baroların yanındadır.

Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu
=================================

Dostlar,

Devletin en yüksek tepelerinden DİB Başkanı hazretlerine en güçlü perdeden kol kanat gerilmiş, Diyarbakır ve Ankara Barosu hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca, 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 216/3 maddesi kapsamında, Halkın bir kesiminin benimsediği dinsel değerleri aşağılama suçundan re’sen soruşturma başlatılmıştı. (http://ahmetsaltik.net/ 2020/04/28/ diyanet-baskani-ali-erbasa-yonelik-aciklamasi-nedeniyle-ankara-barosuna-sorusturma-baslatildi/)

??????
!!!!!!!!
????????

Cinsel tercihleri nedeniyle aşağılanan, dışlanan, ötekileştirilen ve “mücrim – günahkar”, din dışı ilan edilen hedef gösterilerek adeta linç ve aforoz edilen insanların haklarını hangi Cumhuriyet savcıları koruyacak??

Şeyh-ül İslam’lık makamı yaratmak yetmedi, bir de kalın kalın, güçlü mü güçlü zırhlarla korumaya aldık??!!

DİB hurafe üretecek, Dini buna alet edecek, karşı çıkan Ankara ve Diyarbakır Barosu ceza koğuşturmasına uğrayacak!?

Türkiye’nin savrulup sürüklendiği yere bakar mısınız??

Suçlu, apaçık güçlü..

Ve bir bakıyorsunuz, Türkiye basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke içinde 154. sırada!

AKP ve maşalarını alkışlamak (!) gerek..…

AKP’nin “yetmez ama evetçi” yandaşlarını da..

Türkiye’de ileri demokrasiye geçilmiş bulunuyor AKP = Erdoğan rejimiyle, gözümüz aydın..(!)

Sevgi, saygı ve KAYGI ile. 30 Nisan 2020, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi (SBF-Mülkiye)
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci 

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

İDLİP FACİASI

İDLİP FACİASI

Örsan ÖYMEN
Cumhuriyet, 02 Mart 2020
Türkiye, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Gezi” protesto eylemleriyle ilgili yargı sürecine müdahale etmesini, bu davada beraat kararı veren hâkimler hakkında soruşturma açılmasını, beraat eden Osman Kavala’nın yeniden tutuklanmasını, yargı bağımsızlığının bir darbe daha yemesini tartışırken, kendisini bir anda İdlib krizinin içinde buldu.
Suriye sınırları içinde yer alan İdlib bölgesindeki Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı askerler, Rusya’nın desteğindeki Suriye ordusunun saldırısına uğradı, 36 asker yaşamını yitirdi. Bunun üzerine TSK, Suriye ordusuna yönelik saldırıya geçti, onlarca tankı, helikopteri, topçu bataryasını, silah deposunu imha etti, bini aşkın Suriye askeri yaşamını yitirdi.
* Böylece AKP hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve muhalefeti devre dışı bırakarak Suriye ile savaşa girmiş oldu!
TSK “Zeytin Dalı”, “Fırat Kalkanı” ve “Barış Pınarı” harekâtlarında, terör örgütü PKK’ye ve onun uzantısı PYD/YPG’ye karşı, Suriye topraklarında sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirmişti. Bu nedenle de söz konusu operasyonlar, Türkiye’de halk tabanında yaygın bir destek görmüştü.

Ancak TSK’nin İdlib’deki varlık nedeni farklı. TSK burada, terör örgütü PKK’ye karşı bir operasyon için bulunmuyor.

  • TSK burada, Birleşmiş Milletler tarafından resmen tanınan Suriye yönetimini devirmek için mücadele eden silahlı grupları korumak amacıyla görev almaktadır!

Bu gruplar, Suriye devleti tarafından terörist olarak tanımlanmaktadır. Bir yönetimin, kendisini devirmek için mücadele eden silahlı grupları terörist olarak nitelendirmesi doğaldır. Türkiye PKK’yi nasıl terörist olarak nitelendiriyorsa, Suriye de aynı biçimde bu grupları terörist olarak nitelendirmektedir.

El Kaide ve El Nusra gibi laiklik karşıtı İslamcı köktendinci terör örgütlerinin ve laiklik karşıtı İslamcı köktendinci “İhvan/Müslüman Kardeşler” örgütünün uzantısı olan bu gruplar, Suriye’de laiklik karşıtı İslamcı köktendinci bir rejim kurmayı amaçlamaktadırlar.

  • AKP hükümeti, Suriye’de bu grupları desteklemektedir ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bu gerici projeye alet etmektedir!

AKP hükümetinin, laiklik karşıtı İslamcı köktendinci takıntıları ve dinci, mezhepçi
dış politikası nedeniyle, TSK’yi başka bir ülkenin topraklarında konuşlandırması ve
Türk askerlerinin can güvenliğini tehlikeye atması kabul edilebilir bir şey değildir.

TSK, Türkiye’ye yönelik işgal girişimlerine yanıt vermekle, Türkiye’ye karşı gerçekleşen terör eylemlerini bertaraf etmekle, Türkiye’nin savunmasını sağlamakla yükümlüdür.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevi ve sorumluluğu, başka bir ülkenin yönetimini devirmek ve başka bir ülkede İslamcı köktendinci bir rejim kurmak değildir!

Erdoğan’ın, dünyanın iki askeri süper gücünden birisi olan Rusya’yı karşısına alması, Rusya Devlet Başkanı
Vladimir Putin’e, Rusya’nın bölgeden çekilmesi çağrısı yapması, Türkiye’yi başka bir ülkeyle savaşa sokması,
ulusal çıkarlarla açıklanabilecek bir şey değildir.

  • AKP’nin ve onun destekçisi MHP’nin, ABD emperyalizmine ve İsrail’in bölgedeki çıkarlarına hizmet ettikleri açıktır!

AKP hükümetinin, Avrupa Birliği’ni susturmak ve İdlib için AB’nin desteğini almak amacıyla göçmen ve mülteci kozunu kullanması, sınır kapılarını açarak AB’yi tehdit etmesi, olayları göçmen ve mülteci sorunuyla ilişkilendirerek çarpıtması da, Türkiye’ye itibar kazandıracak bir davranış değildir.

İdlib’de yaşananlar, “Arap Baharı” olarak adlandırılıp Arap kâbusuna dönüşen sürecin bir devamıdır.

  • Amaç, İsrail’in tehdit olarak gördüğü İran, Libya, Irak ve Suriye’deki yönetimleri din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden oluşturulan örgütlenmeler kullanılarak devirmekti.

Irak’ta Saddam Hüseyin yönetimi, Libya’da Muammer Kaddafi yönetimi bu şekilde devrilmiştir, iki ülke de bölünmüş ve iç savaşa sürüklenmiştir. Suriye’deki Beşşar Esad yönetiminin devrilmesi, Rusya’nın devreye girmesiyle engellenmiştir.
***

TSK’nin İdlib’deki varlığını ve burada yürüttüğü operasyonları
ulusal çıkarlarla açıklayanlar, Türk halkına yalan söyleyerek,
askerlerin kanı üzerinden siyaset yapmaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Yurtta Barış, Dünyada Barış ilkesinin yerini, “Yurtta Savaş, Dünyada Savaş” almıştır!