Etiket arşivi: sivil darbe

Devletsiz millet

GANİ AŞIK
Eski CHP Kayseri Milletvekili / Emekli Müftü

Yerbilimcilere göre coğrafyamızda son felaketin benzeri asırlardır yaşanmadı. Ağır maddi kayıplar yanında can kaybının ürpertici boyutu da henüz belirsiz. Nice canlar, yaşamdan koparak ebediyete kanat çırptılar. Cennetin, masum ve günahsızların ayakları altına ipek halı gibi serildiği, cehennemin bu felakette sorumluluğu olanlara kapılarını araladığı kesindir. Şehitlere rahmet, yaralılara şifalar. Evren, yüce kudret tarafından yasaları ile birlikte yaratılmıştır. Bunlar, uyulması zorunlu Tanrı emirleridir. Hiçe sayanların cezası bu dünyada, peşin ve acımasızdır ama bizde bu ihlallerin cezasını günahsız insanlar çekiyorlar.

Yaşadığımız topraklar, büyük acı nedeni ile sıkça duyduğumuz “fay, levha, segment ve zon” denilen atom bombaları üzerinde oturuyor. Deprem ülkeleri Japonya ve Şili, bu sorunu bilimin öncülüğünde çözdüler. “Mevlam nice dert vermiş, beraber derman vermiş” ama 21 yıllık iktidarın ortaçağa odaklı zihinsel kodlarını güncellememiş.

‘DAVA’ DEDİKLERİ

  • Kuruluşundan 80 yıl sonra ele geçirdikleri modern devleti,
    Aydınlanma devrimleri ile birlikte ortadan kaldırarak,
    sivil bir darbe ile İhvan modeline geçtiler.
  • “Dava” dedikleri şifreli mesajın, 100. yılında Atatürk Cumhuriyetinin tasfiyesinin resmileştirilmesi olduğunu netleştirdiler.

Her devrim belli aşamalardan geçerek vücut bulur. “Karşıdevrim” de herkesi uyutarak kimi aşamalardan geçti :

Yoksul halkın hazinesini talan ederek –ham hayal olan- şeriat devletinin öncü ideologlarına ve militanlarına devasa kaynak transferi (aktarımı) sağladılar. Çankaya yerine Saray’da oturarak Atatürk’ü ve Cumhuriyeti hatırlattığı için Ulus’tan Çankaya’ya uzanan protokol yolunu iptal ettiler. Devlet tesislerine isimlerini vererek Kurtuluş Savaşı ve Atatürk karşıtlarını kutsadılar. Cumhuriyetin köklü kurumlarını ve bürokrasisini çökerterek koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ni parti devletinden öte, aile devletine dönüştürdüler.

  • Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, iktidar destekli FETÖ kumpasları ile omurgasını kırdıktan sonra, okullarını, hastanelerini ve hiyerarşisini elinden alarak, bu şanlı kurumu sıradan bir genel müdürlük haline getirdiler.
  • TSK, hastanesi olmayan dünyanın tek ordusudur.

Tarikatların ve dinci vakıfların kucağına bıraktıkları Türk milli eğitimini,
şeri eğitime dönüştürdüler.

Diyanet’in gereğinden çok imam hatip liseleri açılması ile gerçekte neyin amaçlandığının bilincindeki aydın kesimin itirazları, “Dinini bilenden ne zarar gelir?” yaygarası ile bastırıldı ve bu iktidarla birlikte imam hatip ve ilahiyat furyası dalga dalga yayıldı.

An itibarı ile bürokrasinin bütün köşeleri, başına getirildiği kurumla ilgisiz ilahiyatçı ve imam hatip kökenlilerin elinde.

Bir bölümü Selefi/Vahhabi öğretisi ile yetiştirildikleri için,
Cumhuriyetin yıkılmasında ve devletin soyulmasında önemli roller üstleniyorlar.

Saygın ve özgün meslekleri adına çok üzücüdür. 21 yıldan bu yana, İslamın saliklerini İslamın sülüklerinin din ile aldattıkları dönem, gelecek iktidara tümü ile harabe bir vatan bırakarak kapanmak üzeredir.

Onuruna ve yetkilerine sahip çıkan bir parlamento ve ömrü boyu boğazından haram lokma geçmemiş, bölen değil birleştiren, nefreti değil sevgiyi, kibri değil tevazuyu, şatafatı değil sadeliği önceleyen bir cumhurbaşkanı dileği ile.

Anayasaya karşı hile!

Necati Özkan
Necati Özkan
17 Ekim 2022, Cumhuriyet
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

 

Seçime doğru yaklaşılırken Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığının hukuken nasıl gerçekleşeceği sorunu gündemi zorlayacak.

Zira yürürlükteki anayasa, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” diyor (AS: md. 101/2) ve üçüncü kez aday olabilmek için tek bir istisnai hal tanımlıyor: (AS: md. 116/3) “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi.”

Kuralın ve istisnasının anayasada açıkça belirtildiği durumlarda yorum yoluyla değişiklik, genişletme veya daraltma yapılamaz.

Anayasada bir kimsenin en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceği kurala bağlanmış ve istisnalar arasında mevcut cumhurbaşkanının her koşulda üçüncü kere aday olabileceği belirtilmemişse hiçbir yargı makamı anayasayı yapan iradenin yerine geçerek, yorum yoluyla yeni bir istisna uyduramaz.   

Böyle bir yorum yargının anayasayı yapan kurucu iradenin, yani, millet iradesinin üstünde yer alması anlamına gelir ki bu demokrasinin ve anayasa hukukunun temel ilkeleri açısından kabul edilebilir bir şey değildir.

Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasının önündeki engel ya bütün bu ilkelerin hiçe sayılmasıyla verilecek bir yargı kararıyla ya da muhalefetin iktidarın erken seçim kararına iştirak etmesiyle kalkabilir.

Muhalefet desteği olmadan erken seçim kararı matematik olarak imkânsız çünkü bu karar için Meclis’te 360 milletvekilinin “evet” oyu vermesi gerekiyor. AKP, MHP ve BBP’nin toplamda 336 sandalyesi olduğundan, en az 24 vekilin desteğine daha ihtiyaç var. (Mehmet Ali Çelebi’nin geçen hafta AKP’ye katılmasını bu amaçla yapılmış bir transfer gibi görmeliyiz.)

MUHALEFETİN AÇMAZI

Erdoğan’ın mağdurmuş gibi görünmesine yol açmamak ve bizzat Erdoğan’ı sandığa gömmek istedikleri için muhalefetin Erdoğan’dan gelecek bir erken seçim teklifine “evet” demeye meyilli olduğunu biliyoruz. Bu eğilim, hukuk ve demokrasiyle tarif edilemeyecek romantik bir eğilimdir.

Öte yandan normal zamanından sadece 40-45 gün önce yapılacak bir seçimin gerçek anlamda bir erken seçim olmayacağı, Erdoğan’ın adaylık engelini aşmaya yönelik olarak anayasaya karşı hile niteliği taşıyacağı da ortada.

Bizzat Erdoğan için yazdırılmış bir anayasaya karşı yine Erdoğan’ın ikbali için bir hile yapılacak ve muhalefet hem bunun içerisinde yer almayı hem de seçimin zamanı ve koşullarıyla ilgili kendisine dayatılan bütün şartları kabulleniyor olacak.

Bu kadarı fazla değil mi?

GAYRİ MEŞRU TALEBE ‘HAYIR’ DEYİN!

  • Erdoğan’ın üçüncü kere aday olmasının hiçbir hukuki meşruiyeti yok.

Cumhur İttifakı sözcüleri istedikleri kadar Erdoğan’ın “demokratik meşruiyeti var” diye söylesinler, böyle bir hakkı da yok. Muhalefet liderleri, Erdoğan’a oy vermiş seçmenlere saygılarından dolayı kendilerini bu hilenin içinde yer almaya mecbur hissetmemeli. Çünkü hukuk ya vardır ya yoktur!

Biz son 21 yılda Erdoğan’ın hukuka, demokratik kurallara ve insan haklarına saygı gösterdiğine kaç kez tanik olduk ki?

Hukuka ve demokratik değerlere ilişkin tavrı tescilli bir siyasetçi lehine muhalefetin bu tür bir hileye destek olması siyasetsizlik ve hukuksuzluk değil midir?

Böylesi bir desteğin muhalefetin bizzat kendisine, seçmenlere ve Türkiye’ye maliyetini kimse düşünmez mi? Bu kadarı göz göre göre milleti aldatmak olmaz mı?

Nereden bakarsanız bakın, muhalefetin hiçbir koşulda bu oyuna alet olmaması gerekir. Muhalefet açıkça ve cesaretle bu gayri meşru teklife hayır demelidir.

2023’E KALACAK SEÇİM, ERKEN SEÇİM DEĞİLDİR!

Gelecek Partisi yöneticisi ve anayasa hukukçusu Prof. Serap Yazıcı önemli bir detayı (ayrıntıyı) daha hatırlatıyor: Seçimler normal tarihinde (18 Haziran 2023, Pazar) yapılacak ise seçim takvimi resmen 18 Nisan’da başlayacak demektir. Bu nedenle, 18 Nisan ile 18 Haziran arasında bir günde yapılacak seçim, anayasanın aradığı “seçimin yenilenmesi” şartını karşılamaz. https://www.yenicaggazetesi.com.tr/iste-erdoganin-3-kez-aday-olabilmesinin-yolu-585170h.htm

Bu durumda muhalefetin 18 Nisan-18 Haziran 2023 arası yapılacak bir erken seçime evet demesi anayasanın arkasından dolanmak gibi bir tavır olmaktan bile çıkar ve doğrudan hukukun çiğnenmesi olur.

18 Nisan’dan kısa bir süre öncesi bir tarihte yapılacak seçim de yapılma kastı itibarıyla anayasaya karşı hile niteliği taşır.

Bu maksatla muhalefet, 2023 yılının herhangi bir gününe kalacak bir erken seçim kararını asla desteklemeyeceğini peşinen ilan etmelidir.
========================
Dostlar,

İlkesel olarak Sn. Özkan ile aynı düşüncedeyiz.
“Mağduru oynamasın”, ve / veya bu iklimle aday olursa oyları artabilir… varsayımı ile Hukuk kurban edilemez. Anayasanın ilgili 2 maddesini fıkralarıyla yukarıdaki yazıda ayraç içinde biz ekledik. Durum çok nettir, kafa karıştırılmasına izin verilemez.
**
6 Nisan 2022’de Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren ve seçim sisteminde önemli değişiklikler getiren, ülke barajını %10’dan %7’ye düşüren ve büyük partilerin lehine düzenlemeler içeren 7393 sayılı yasal düzenleme, ancak 6 Nisan 2023 sonrası yapılacak bir genel seçimde uygulanabilecektir (Anayasa m. 67/son).

Cumhur ittifakı, kurguladığı bu avantajdan yoksun kalmak istemez elbette. Bu düzenleme, Anayasa Mahkemesince CHP’nin başvurusu üzerine Anayasaya aykırı bulunmayarak hukuk düzenimizde yerini almıştır. AKP-MHP’nin Seçimi öne alma girişiminde bulunmamaları biraz da bu yüzdendir. 18 Nisan 2023, erken seçim takviminin “biçimsel olarak” başlatılmasının son günüdür. Ancak böylesi bir yönelim asla gerçek anlamda erken seçim olmayacaktır.

Hukuk – Anayasa tanımazlığı 20+ yıldır belgeli bir parti ve yöneticisine hak etmedikleri kimi ödünleri vermeye hele hukuku çiğneyerek ve ülkenin geleceğini tehlikeye sokarak.. hiç kimsenin kesinlikle hakkı yoktur. Üstelik 3. kez Cumhurbaşkanlığı?! Neden, niçin, bulunmaz Hint kumaşı mıdır Bay RTE? Diploması bile ortalıkta yokken.. Türkiye bunları hak etmiyor.
***
2017 Anayasa değişikliği bir geçiş hükmü koymamış ve Erdoğan lehine yorumlanabilecek ayrık bir düzenleme de getirmemiştir.

Buna ek olarak, değiştirilen 1982 Anayasasının tümü değil, kimi hükümleridir.

Dolayısıyla “yeni bir anayasa” söz konusu olmayıp, 1982 anayasası yürürlüktedir.

  • Erdoğan’ın 3. kez aday olması anayasal olarak O – LA – NAK – SIZ – DIR!

Ancak TBMM Başkanı ve Adalet Bakanı siyaset psikolojisi bakımından ön almak için kurgulu iletilerle hiçbir sorun olmadığını, 3. kez adaylığın meşru (yasal ve hukuksal olmadan da öte!) olduğunu ileri sürmektedirler ve muhalefet bu çıkışlara ne yazık ki sessiz kalmaktadır.

  • Sorun çıkarmayalım, aday olsun, nasılsa sandığa gömeriz yaklaşımı hukuk dışı ve ilkesizdir, çok büyük bir politik kumardır. Buna hiç kimsenin hakkı yoktur.
    Hukuk karşısında herkes eşittir (Anayasa md. 10).

Bu bağlamda şimdiden hazırlık yapılmalı ve seçenek planlar geliştirilmelidir. Son sözü YSK (Yüksek Seçim Kurulu) söyleyecektir. Adaylar YSK’ya başvuracak ve bu Kurul seçime katılabilecekleri belirleyerek duyuracaktır. YSK’nın bu bağlamdaki kararı kesindir ve başka hiçbir makama, Anayasa Mahkemesi dahil, başvurulamaz (Anayasa md. 79/2). (Geçmişte bir başvuruyu AYM, yetkisizlik gerekçesiyle reddetmiştir).

  • YSK’nın, Erdoğan’ın 3. kez aday olabileceğine karar vermesi
    bir hukuk kırımı (katliamı) hatta apaçık SİVİL DARBE olacaktır!

Ardından da seçimde engellenemeyecek hileler, Devlet gücü ve atı alanın Üsküdar’a / Üsküdar’ı bir kez daha geçmesi..

Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti devletinin dinci – teokratik bir şeriat devletine dönüşmesinin ve federasyon altında parçalanmasının kapılarını
ardına dek açacaktır.

Türkiye’nin geleceği ile kumar oynama hakkı hiç kimsenin olamaz!

  • Muhalefet, 6’lı Masa’dan daha geniş bir tabanla hazırlanan lanetli oyunu bozmak zorundadır.

Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
Anayasa Hukuku Doktora Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

28 Şubat ve Afganistan

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 23 Ağustos 2021

 

“Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” (AS: Askeri Casusluk) ve “Gezi” adlarıyla anılan sahte yargı süreçlerine ve kumpaslara bir yenisi daha eklendi: “28 Şubat”!

Emekli generaller ve komutanlar Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp ve Vural Avar

  • hukuka aykırı bir biçimde, sözde hukuk tarafından verilen kararların bir sonucu olarak tutuklandılar!

28 Şubat 1997’de, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakan, Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu RP-DYP koalisyon hükümeti döneminde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu, laiklik karşıtı örgütlenmeler konusundaki kaygılarını dile getiren bir bildiri yayımlamıştı.

Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti, hem üniter bir devlet, hem de demokratik, laik bir (AS: sosyal) hukuk devleti olduğu için, Milli Güvenlik Kurulu o yıllarda, doğal olarak, terör örgütü PKK’nin yürüttüğü bölücü faaliyetlerle birlikte şeriatçı, irticacı, köktendinci, laiklik karşıtı faaliyetleri de milli güvenliğe yönelik bir tehdit olarak görüyordu.

MGK bu konudaki kaygılarını ilk defa (AS: kez) 28 Şubat 1997’de dile getirmemişti. Bu kaygılar hem MGK tarafından hem de birçok siyasetçi tarafından zaten yıllardır dile getiriliyordu.

Ancak MGK, 28 Şubat 1997’de bu faaliyetlerin önlenmesine yönelik bazı (AS: kimi) somut önerilerde de bulunduğu için, bir yandan hükümet ile Cumhurbaşkanı, bir yandan da hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında gerginlikler yaşanmıştı.

Bunun üzerine DYP’den birçok milletvekili, RP ile koalisyon ortaklığına karşı çıktı, birçoğu istifa etti. RP-DYP koalisyon ortaklığı için gerekli çoğunluk ortadan kalktı.
***
Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç gibi RP’li siyasetçiler bunun üzerine “postmodern darbe” söylemine başvurdular. Oysa ortada ne bir darbe vardı ne de bir darbe girişimi. Gerçek darbeler olan ABD destekli 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri konusunda seslerini doğru dürüst çıkarmayan laiklik karşıtı siyasetçiler, bir anda demokrasi kahramanı kesildiler, teokrasiyi demokrasi diye pazarladılar.

Bu kadro daha sonra AKP’yi kurdu. AKP, hükümetin beceriksizliklerinin de katkısıyla, 2002 yılında iktidar oldu, Türkiye’deki demokratik, laik, hukuk devletini, 2008 yılından itibaren (AS: başlayarak) ortadan kaldırarak anayasal düzeni yıktı ve sivil darbe yaptı!

  • Bu sivil darbeyi yapan, anayasal düzeni yıkan, cumhuriyetin yerine monarşiyi, laikliğin yerine teokrasiyi getiren AKP;

28 Şubat sürecinde (AS: 997) anayasal düzen hatırlatması yapan ve bugün 70-80 yaşın üzerinde olan generalleri ve komutanları hapishaneye yolladı!

Oysa 28 Şubat sürecinde hükümeti uyaranların tek kaygısı, Türkiye’nin bugün Afganistan’ın düştüğü durumlara düşmemesi, Türkiye’nin bir Suudi Arabistan’a, bir İran’a dönüşmemesi idi.
***
AKP hükümetinin haftalardır, Afganistan’daki köktendinci, şeriatçı, yobaz, gerici, barbar Taliban yönetimine sıcak mesajlar vermesinin arkasında, sadece (AS: yalnızca) stratejik gerekçeler yoktur. Afganistan’da nasıl cüppeli, sarıklı, şalvarlı mollalar iktidarı ele geçirdilerse,

Türkiye’de de iktidarı takım elbiseli ve kravatlı mollalar ele geçirmiştir.

Görünüşe aldananlar tarih önünde bir kere daha büyük bir yanılgı içerisine (AS: içine) düşmüşlerdir.

Bunun da ötesinde, hem Türkiye’deki hem de Afganistan’daki laiklik karşıtı hareketleri, 1980’li yıllardan itibaren (AS: bu yana), ABD desteklemiştir.

  • ABD emperyalizmi, Afganistan’da SSCB’yi, Türkiye’de de CHP’yi ve Mustafa Kemal Atatürk’ü bertaraf etmek için, bu gerici örgütlenmeleri kullanmıştır.

Bu gerçeği ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri de görememiştir.

IŞIK

IŞIK

Suay Karaman 

Ülkemizde 27 Mayıs 1960 Devrimi ile getirilen 1961 Anayasası ile ilk kez Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Türk demokrasi tarihinin en önemli kurumları arasında olan Anayasa Mahkemesi’nin görevi yasaların ve TBMM içtüzüklerinin (AS: ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin) anayasaya uygunluğunu denetlemek ve Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapmaktır. Demokrasiye darbe denilen 27 Mayıs 1960 İhtilali öncesinde Anayasa Mahkemesi olsaydı, adından başka hiçbir şeyi demokrat olmayan Demokrat Parti’nin demokrasi dışı tutum ve davranışları önlenebilirdi.

Seçimle işbaşına gelen kimi siyasetçiler, kendilerini anayasanın ve yasaların üzerinde görerek istediklerini yapmaktadırlar. Böyle siyasetçiler demokratik seçimleri kullanarak faşizmi getirmişler, hatta kimisi “ileri demokrasi” diyerek, ileri faşizmi yaratmışlardır. Bunun pek çok örneğini tarihte de günümüzde de görmek olanaklıdır.

Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi, karayollarında gösteri ve yürüyüş yapmanın yasaklanmasının, anayasaya, temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine İçişleri Bakanı da Anayasa Mahkemesi Başkanı için; “madem böyle bir karar verildi, öyleyse işe resmi araba ile değil, bisikletle gitsin” gibi konuyla ilgisi ve amacı belli olmayan bir açıklama yapmıştır. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Engin Yıldırım ise sosyal medyada bisikletini göstermişti.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’na ilişkin verdiği hak ihlali kararını tanımaması, hukuksal çürümemizin gözler önüne serilmesidir. Anayasanın 153. maddesinde “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” yazmasına karşın, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı ilginçtir. Anayasa Mahkemesi rejimi koruduğu için, yalnızca bütün mahkemeler değil, bütün devlet kurumları Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymak zorundadırlar. Bu karar üzerine, Prof. Dr. Engin Yıldırım yine sosyal medyada “ışıklarımız yanıyor” diyerek Anayasa Mahkemesi binasının resmini (AS: fotoğrafını) paylaştı. Ardından İçişleri Bakanlığı da sosyal medyada, Bakanlık binasının resmini (AS: fotoğrafını)ışıklarımız hiç sönmüyor” diye paylaştı ve yeni bir tartışma ortamı yaratıldı. Yıllardır devletin ciddiyeti bitirildiği için, ortalık toz dumandır. Anayasa Mahkemesi üyesinin yaptığı yanlış olduğu gibi, İçişleri Bakanlığı’nın tüzel kişiliği kullanılarak mesaj atılması da onaylanamaz.

Anayasa Mahkemesi’nin ışıkları yanıyormuş, İçişleri Bakanlığı’nın ışıkları hiç sönmüyormuş.

Bu tablonun sorumlusunu hepimiz biliyoruz; 12 Eylül 2010 yılında ve mühürsüz oyları geçerli sayarak 16 Nisan 2017 halkoylamalarında anayasa değişikliğini yapanlar ve bu değişikliği destekleyenlerdir. Böylece yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, Anayasa Mahkemesi’nin oluşumu siyasetçilerin emrine verilmiş ve yetkileri sınırlandırılmıştır. Aynı dönemde Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nda Adalet Bakanı ile bürokratların ağırlığı artırılarak (AS: böyle bir şey yapılmadı; Bakan ve 1 yardımcısı HSK üyesi), siyasi iktidarın istemediği kararları veren yargıçların görev yerleri anında değiştirilmeye başlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi üyesinin sosyal medyadaki olay yaratan paylaşımı Anayasa Mahkemesi’ni değiştirmek ya da ortadan kaldırmak isteyenlerin çok işine geldi; AKP ve MHP bir anda Anayasa Mahkemesi’ne saldırmaya başladılar. Toplumun algısı bu yöne çevrilince, adalet, hukuk, yargı, hak ve özgürlükler unutuldu. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın tartışılması bile engellendi.

Ülkemizdeki hukuk dışı uygulamalar için iki örnek yeterlidir: Anayasa Mahkemesi’nin 30 Temmuz 2008 tarihinde verdiği karara göre, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu belgelenen ve hazine yardımı (AS: yarı oranında) kesilen AKP, anayasaya aykırı olmasına karşın laik cumhuriyeti yönetmeye devam etmiştir. AKP Genel Başkanı 28 Ocak 2016’da Anayasa Mahkemesi’nin kararını beğenmemiş ve şunları söylemişti:

  • “Anayasa Mahkemesi bu şekilde bir karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım, o kadar. Ama onu kabul etmek durumunda değilim, bunu çok açık net söyleyeyim ve verdiği karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum.”

Görevine başlarken anayasaya bağlı kalacağına dair yemin edenler böyle davranınca, ülkede hukuk da kalmaz, bağımsız yargı da kalmaz, demokrasi de kalmaz. Bugün yaşadığımız durum açıkça bir sivil darbedir.

  • Hukukun üstüne ampul takılarak, hukukun üstünlüğü yok edildi.

Muhalefet partileri tepkisiz, demokratik kitle örgütleri suskun; bu sivil darbe sürecini film gibi izliyorlar. Her önümüze çıkan ışık yakıyor ama ülkemiz karanlıktan kurtulamıyor. Bizleri çağdaşlaşmaya ulaştıracak hiç sönmeyen ışığımız var. Hepimiz için yaşam kaynağı olan, Atatürk’ümüzün sönmeyen ışığı, bizleri dün olduğu gibi, bugün de, yarın da aydınlatacaktır. Yeter ki bu ışıktan yararlanmayı öğrenelim.

FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA

FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA

Zafer ARAPKİRLİ
Cumhuriyet, 05.06.2020

Uzunca bir süredir bekleniyordu böyle bir adım. Çözmesi gereken hiçbir sorunu çözemeyen, bununla da kalmayıp her geçen gün hatta her geçen saat ülkenin sorunlarına yeni bir sorun eklemek için 7/24 çaba gösteren siyasi iktidar, kendi hatalarının üzerini örtüp muhalefete (aklınca) “hata yaptırmak” için her türlü kumpas hazırlığı içindeydi.

Bunlar, siyasi ve hukuki meşruiyetini yitirmiş tüm iktidarların “tipik” davranış kalıplarıdır. En başta da “hukuksuzluk” üzerinden siyaset mühendisliği yapmak, bu tür dönemlerin en vazgeçilmez “gereçlerinden” biridir. En tipik örneğini, bundan önceki “dokunulmazlık kaldırma” çıkışında gördük zaten. Cumhuriyet Halk Partisi liderliğinin, “Bize sirayet etmez. Nasıl olsa HDP’yi ilgilendirir” saiki ile vahim bir hata sonucu el kaldırdığı ama sonradan Enis Berberoğlu hadisesinde de görüldüğü üzere “kendi kucağında” bulduğu “istimlak hamlesi”ydi bu. Dokunulmazlık kaldırma silahı, bir yandan iktidarın demokrasi dışına çıkmaktan asla çekinmediğinin göstergesi, bir yandan da aynı “Sandıkta kaybettiği belediyeleri kayyım yolu ile ele geçirme” pratiğinin milli irade çatısı altına uyarlanmış farklı bir versiyonudur.

Siyasi iktidar, dün Enis Berberoğlu (CHP), Leyla Güven (HDP) ve Musa Farisoğulları’nın (HDP) milletvekilliklerini düşürme adımını, parlamento sandalye çoğunluğunu kullanarak atmış, yani halkın verdiği oylara karşı apaçık bir “darbe” yaparak, muhalefeti “demokratik olmayan yöntemlerle demokratik siyasi zeminin dışına çekebilme” çabasıdır.

Bununla amaçlanan başka şeyler de vardır.

15 Haziran 2017’de Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun yine Enis Berberoğlu ile ilgili olarak alınan mahkeme kararının hemen ertesi günü başlattığı “Adalet Yürüyüşü” adımının, bu kez tekrarlanıp tekrarlanamayacağı “test edilmek” istenmektedir. Öyle ya, o gün o adımın atıldığı şartlardan ve olaydan, bir hatta birkaç “tık” daha vahim bir durum söz konusudur. İktidar, “Bakalım kalkışabilecek mi?” saiki ile CHP’nin yeniden sokağa çıkmasını arzulamakta, hatta “kışkırtmaktadır”.

“Sokağa çıkmanın” suç olduğunu, ya da anayasal bir hak olmadığını ima etmiyorum. Ama, uzun bir süre CHP’yi ve onunla bir şekilde yan yana duran siyasi unsurları “Kalkışma, ayaklanma, darbe” imaları ile adeta “dürtmeye” kalkışan siyasi iktidar, bugün “Hah işte bakın. Biz demedik ki?..” demeye hazırlanmaktadır. Daha günler önce İzmir’de, Yüreğir’de ve başka yerlerde sergilenmeye çalışılan ve her defasında “CHP’nin üzerine bir şeyleri yıkmayı” amaçladığı besbelli olan provokasyonlar, bu tezgâhın ilk ve çok yüksek sesli adımları değil miydi?

Dün TBMM’de, Berberoğlu’nun yanında iki HDP’li milletvekilinin de (Güven ve Farisoğulları) aynı akıbete uğratılmasının ardında da yine “sinsi” bir başka plan yattığı açık seçik okunabilir.

O plan da TBMM sıralarında hep bir ağızdan ve dayanışma içinde “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganı atılmasına zemin hazırlamak ve bu (bence son derece yerinde) “Dayanışmayı” aklınca (negatif bir muhteva yükleyerek) istismar edip, “Gördünüz mü? Terör yancısı bir siyasi oluşumla (HDP kastediliyor) CHP kol kola girmiş diyorduk da inanmıyordunuz” diyerek buradan ucuz bir siyasi çıkar ummaktır.

Daha da öteye giderek “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganı atan bu iki partiyi, zaten bir süre önce genel başkanları “HDP – PKK sözcüklerini aynı cümlede kullanmış olan” İYİ Parti’yi de o “bileşim”den ayrıştırmak, böylece olası bir erken ya da baskın seçim ortamında, “Bunlarla kol kola girmeyeceksiniz herhalde” diye sıkıştırmaktır.

Bu utanç verici kumpas ve apaçık “Sivil Darbe”nin (aslında elinde asker ve polis, jandarma bekçi gücü bulunduran bir gücün yaptığı darbe, bal gibi de askeri sayılır da.. Orasına girmeyeyim şimdi) karşısında şimdi yapılması gereken şudur.

  • Cumhuriyet Halk Partisi şapkasını artık iyice önüne koyup ciddi bir durum saptaması yapmalı ve başlıktaki sloganın arkasından yürümeli, altını iyice doldurmalıdır.

“Faşizme Karşı” gerçekten, omuz omuza vereceği herkesle omuz omuza vermeli, bu darbeye karşı durmalıdır. Hukukun dışına çıkmaktan zerre kadar utanmayan ve sıkılmayan siyasi karşıtlarına bunun hesabını anayasal zeminde sorabilmenin bin bir türlü yolu vardır.

Yargıtay’ın kararı kesinleşmeden, Anayasa Mahkemesi beklenmeden, üstelik anayasanın 83’ncü maddesinin ilgili bendi ortada iken, hatta ve hatta TBMM Başkanlığı yasama dönemi sona ermeden okutulmayacağı konusunda zımmen söz vermişken, bu “kâğıt”ların TBMM’ye Saray tarafından sevki ve okutulması, bal gibi “Darbe”dir. Darbeye karşı durmak da bal gibi “demokratik” bir haktır.

CHP, hiçbir şeyden korkmadan yeni bir Adalet Yürüyüşü başlatmalıdır. Bu Adalet Yürüyüşü, ille de konvoy oluşturup Ankara – İstanbul arasındaki yolu katetmek değildir. Bu yürüyüş, antifaşist tüm güçleri direnişe çağırmak olarak algılanmalıdır. Bunun bin türlü başka yolu vardır.

CHP bugüne kadar yaptığı (ama geçen kez Adalet Yürüyüşü’nde aştığı) üzere, “sokak” lafından umacı gibi korkmaktan vazgeçmelidir. Anayasada toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Sokakta gösteri, miting, yürüyüş yapmak, “provokasyon” ve “terörizm” olarak algılatılması çabaları tersine döndürülmelidir. “Bizi sokağa çekmek istiyorlar. Oyuna gelmeyelim” söylemi terk edilmeli, iktidarın “Susss” işareti yaparak parmağını dudaklarına götürme tavrına meydan okunmalıdır.

Darbe önlenmeli, boşa çıkarılmalıdır.

DARBE

DARBE

Suay Karaman 
11 Mayıs 2020

Başta AKP genel başkanı olmak üzere siyasal iktidar, bir darbe yapılacak söylentisini ortaya çıkartmaktadır. Muhalefet partisi sözcülerinin cümlelerinden kelime cımbızlayarak, özellikle CHP’nin darbeyi davet ettiğini yaymaktalar. AKP genel başkanı yaptığı konuşmalarda sürekli olarak “Ce Ha Pe zihniyetine” yüklenmekte, çok ağır eleştiriler yapmaktadır.

Yapılan bu konuşmalar gündem değiştirmek amaçlıdır.

  • Bugün ekonomik olarak batış gündemdedir, iflas gündemdedir. Bu ekonomik iflas, ülkemizin çok sıkıntılı günler geçireceğinin, şiddetli açlığın, işsizliğin, yoksulluğun habercisidir.

AKP genel başkanı, ne olduğu belirsiz cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini savunurken, bu sistem darbeler dönemini sona erdirecek demişti. Türkiye’de darbeler dönemi kapanmıştır derken, şimdi bu darbe söylemlerini gündeme getirmek anlamlıdır.

“Ne istediler de vermedik”, “bitsin bu hasret” sözleriyle içli dışlı oldukları Fethullah Gülen ve ekibi ile birlikte Ergenekon, Balyoz gibi sahte kanıtlarla Ordumuza ve milletimize kumpas kuranlar unutulmadı. İktidar, ekonominin dibe vurmasını, başta maske dağıtılamaması olmak üzere salgın dönemindeki beceriksizlikleri, dövizin sürekli yükselmesindeki başarısızlıkları, “darbe yapılacak” yalanıyla perdelemek ve gündemi değiştirmek istemektedir. Yandaş basın da, bu konuda siyasal iktidarın hizmetindedir.

Evet, yıllardır ülkemizde bir darbe söz konusudur; çünkü sivil darbe yapılmaktadır. Askeri vesayete son veriyoruz diyenler, sivil darbe yapmaktadırlar. Bir siyasal iktidarın, yasama, yürütme ve yargıyı kendine bağlayarak, her koşulda sürekli kendi istediğini yapmak için uğraşması, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşması ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturması açıkça sivil darbedir. Elindeki siyasal gücü, rejimin kuralları dışına çıkarak hukuksuz amaçlara yönelmek, hukuk dışı tutum ve davranışlarda bulunmak, sivil darbedir.

Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki, siyasal iktidara karşı söz söyleyenler hemen tutuklanmaktadır. Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki, ülkemizin doğal güzellikleri ve kaynakları keyfi olarak, rant için talan edilmekte, yağmalanmaktadır. Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki, meslek örgütlerini demokratik seçimlerle kazanamayan siyasi iktidar, yasal düzenleme yoluyla işlevsizleştirmek ve denetlemek istemektedir.

Barolar hukuk dışına çıkılmasına direnince, Tabip Odaları gerçekleri dile getirince,  mühendis ve mimar odaları talana karşı hukuk mücadelesi yaparak, ülkenin yararını savununca kuduran siyasal iktidar, şimdi yapacağı yeni düzenlemeyle, sivil darbesine yeni bir halka daha ekleyecektir. AKP genel başkanının açıklamaları otoriter bakış açısının yansımasıdır. Kendi fikirlerini anayasadan ve yasalardan, hatta hukuktan üstün gören bu anlayış, demokratik değildir. Üstelik bu anlayışa “ileri demokrasi” adı verilerek, cahil halk kandırılmaktadır.

Bugün Ordu, MİT, jandarma, polis, istihbarat, yargı, basın, üniversiteler, kamu kurumları iktidarın elindedir. Darbe kimler tarafından ve nasıl yapılacaktır? Şu ortamda yalnızca halk, siyasal iktidarı hile karıştırılmayan bir seçimle değiştirebilir. Bu da muhalefetin başaracağı olumlu çalışmaların yanında, göstereceği yetkin ve seçkin adaylar ile sağlanabilecektir ki bunu zaman gösterecektir.

Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri gerekir. İşte bu nedenle her zaman, her koşulda gerçek demokrasi etkin kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir. 18 yıldır ne olduğu, ne yaptığı görülen siyasi iktidar kendi başarısızlığını yine başkalarına yüklemek amacıyla ortaya attığı darbe söylemiyle, kendini kurtarmak istemektedir. Ancak yolun sonu gözükmektedir.

BERABER YÜRÜDÜK

BERABER YÜRÜDÜK

Suay Karaman

28 Ağustos 2008 ile 27 Ağustos 2010 arasında 26. Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan Orgeneral İlker Başbuğ, 14 Nisan 2009’da Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada cemaat ile tarikatların demokrasi dışı yapılanmaları ve TSK aleyhinde olumsuz çalışmalar yaptığı üzerinde durmuştu. Bu konuşma ile FETÖ’nün hedefi olduğu gibi FETÖ ile beraber yürüyenlerin de tepkisini çekmişti.

28 Ocak 2020’da bir TV kanalında programa katılan Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamaları kimi beraber yürüyenleri kızdırdı. Kızmalarının nedeni ise Başbuğ’un FETÖ’nün siyasi ayağına ilişkin söylediği sözlerdi. Özellikle görev süresinde yaptığı kimi hatalara karşın, İlker Başbuğ’un bu TV programındaki konuşmaları çok önemlidir.

Herkesin FETÖ’nün siyasi ayağını arayıp da bulamadığı bir ortamda Başbuğ, “Ergenekon’dan Çıkış” kitabında yazdığı somut olayları TV programında anlattı ve şunları söyledi:

    • “FETÖ’nün siyasi ayağı var mıdır? Vardır. Yok dersek, gerçeği inkâr olur. Askere sızmış, polise sızmış, yargıya sızmış, üniversiteye sızmış bir örgütün siyasal partilere sızmadığını düşünmek akla ziyandır. Mutlaka vardır, hatta her partide de vardır. Kimdir? Bu konuda ben karar verici ya da yorum yapıcı olamam. Bunu yargının çıkarması lazım. Ama burada siyasi iradenin de ağırlığını koyması lazım.”

25 Haziran 2009’da TBMM’de AB’ye uyum süreciyle ilgili olarak ‘Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’ tasarısı görüşülürken gece yarısı 2 önerge verildi. 1. önergeyle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 3. maddesine ekleme yapıldı, 2. önergeyle aynı yasanın 250. maddesinin 1. fıkrasında değişiklik yapıldı. Her 2 önerge askeri yargının konusu olan kimi soruşturmaların FETÖ’nün elindeki özel yetkili mahkemelere geçmesini sağlayacak düzenlemeleri içermekteydi. Bu önergeleri verenler belli, önergelere katılanlar belli, oy verenler bellidir; o zaman FETÖ’nün siyasi ayağına ulaşmak kolaydır.

1. önerge ile asker olmayan kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmasına son verilmesi amaçlanmıştı. 2. önerge ile savaş durumu dışında askeri kişilerin askeri yerlerde işledikleri suçlar nedeniyle sivil mahkemelerde yargılanmasının önü açılıyordu. 2. önerge ile getirilen değişiklik Anayasanın 145. maddesine aykırıydı ama ‘ileri demokrasilerde’ böyle aykırılıkların olması doğaldı (!). Doğal olmayan, hukuk devletinde böyle bir uygulamanın olmasıydı. Buna “sivil darbe” adı verilmektedir. İlker Başbuğ tarafından Anayasaya aykırılığının kezlerce anlatılmasına karşın, bu yasanın dönemin cumhurbaşkanı tarafından nasıl onaylandığı da sorgulanmamıştır.

1. önerge 12 Haziran 2009’sa Albay Dursun Çiçek’e kurulan İrticayla Mücadele Eylem Planı kumpasıyla ilgiliydi ve bu sayede dosya, askerin elinden alınarak FETÖ’nün savcılarına teslim edildi. Bu olayla ilgili olarak Erzincan Cumhuriyet Savcısı İlhan Cihaner de tutuklandı. 2. önerge ise 4 Mart 2009’da Kayseri’de Hava Kuvvetleri’nin bilgisayar sistemine sahte evrak sokan asker ve sivillerden oluşan gizli bir yapılanmayla ilgiliydi, FETÖ’cülerin suçüstü yakalandığı bir dosyaydı. Suçu işleyen askerler ışık evlerinde yetiştiklerini itiraf etmiş, FETÖ ile bağlantıları ortaya çıkarılmıştı. Asker, FETÖ’yü açığa çıkarmak için somut delil bulmuşken yasa değişikliği ile bu dosya da askerden alınarak FETÖ’cü savcılara teslim edildi. Bu iki önergeden en çok yararlananın FETÖ olduğu bellidir. Eğer bu iki değişiklik yapılmasaydı Kayseri ve Erzincan soruşturmaları sonucunda 2009’da bile FETÖ’ye ciddi bir darbe vurulabilirdi.

CHP ve MHP bu değişikliklere karşıydı. CHP, bu yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve 21 Ocak 2010’da iptal edilmesini sağladı. Ancak bu değişiklik, 12 Eylül 2010 halk oylamasıyla Anayasa değişikliği paketinin içine konarak, yasalaştı. CHP ve MHP, bu değişikliğe de hayır oyu vermişti. Bu halk oylamasından sonra yüksek yargı da FETÖ’cülerin denetimine girdi.

Bu önergelerden sonra kabul edilen yasa ile yaklaşık 70 general ve amiral ile 25 albay yargılandı, haksız yere ceza aldı ve hapse atıldı. Türk Silahlı Kuvvetlerinde çok geniş çaplı bir tasfiye gerçekleştirildi. Cumhuriyet değerlerine bağlı subayların Orduyla ilişikleri kesildi. Bu subaylardan boşaltılan yerlere de FETÖ’cü subaylar getirildi.

İlker Başbuğ, 6 Ocak 2012 ile 7 Mart 2014 arasında ‘silahlı terör örgütü yöneticiliği ve hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs’ suçlamalarından tutuklandı. Zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan, İlker Başbuğ’un tutuklanmasının yanlış olduğunu ve bir örgüt elemanıymış, bir örgütün mensubuymuş gibi yaklaşımları da kesinlikle çok çirkin bulduğunu açıklamıştı.

Bugün o önergelere verdikleri imzalara sahip çıkanlar, FETÖ’nün kurduğu kumpasa da sahip çıkmaktadırlar. Buradan yola çıkarak, Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk gibi davalara da sahip çıkmaktadırlar. O gün Ergenekon davasının savcısı olduğunu söyleyenler (AS: o dönemin Başbakanı RTE), bugün kandırıldıklarını söylemektedirler!

5 Şubat 2020’de AKP’nin grup toplantısında konuşan genel başkan Tayyip Erdoğan şunları söyledi:

  • “Zaman zaman yanlış değerlendirmeleriyle kamuoyunun önüne çıkan eski bir Genelkurmay Başkanı, 25 Haziran 2009’da yapılan düzenlemeyi bahane ederek, Meclisimizi toptan itham eden birtakım açıklamalar yapmıştır. Bu düzenlemenin amacı darbelere zemin hazırlanmasını önlemekti. Darbelere zemin hazırlayan, hukukun işlemesinin önüne geçen yanlış bir uygulamanın düzeltilmesidir. Tüm partilerin desteği ile çıkarılan bir düzenlemenin üzerine FETÖ gölgesi düşürülmeye çalışılması en hafif tabiriyle Meclis’e saygısızlıktır.
  • Bütün milletvekillerini Başbuğ hakkında dava açmaya çağırıyorum.”

Bunun üzerine 25 Haziran 2009’da önergelerin altında imzası bulunan AKP milletvekilleri Bekir Bozdağ, Ahmet Aydın, Mustafa Elitaş, Mehmet Ceylan, Ahmet Müfit Doğan ve Yahya Doğan, genel başkanlarının talimatına uyarak, avukatları aracılığıyla savcılığa suç duyurusunda bulundular. İlker Başbuğ’un “FETÖ’nün siyasi ayağına yönelik iddialarına” aradan 10 gün geçtikten sonra suç duyurusunda bulunulması da dikkat çekicidir.

17-25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet olaylarının ardından, FETÖ ile ipler koparıldı. Birçok kişinin yaşamını yitirmesine, intiharlara neden olan davaların kumpas olduğu ortaya çıktı ve sanıkların hepsi aklandı. Fethullah Gülen ile ortaklık kuranlar, kutlu doğum haftası düzenleyenler, “ne istedi de vermedik” diyenler, kandırıldık diyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştılar.

Özellikle 17-25 Aralık öncesinde yapılan anayasal ve yasal düzenlemelerden FETÖ’nün yararlandığına ve kendi amaçlarına ulaşmak için Türk Silahlı Kuvvetleri’nde geniş çaplı bir tasfiye yapılmasına dikkat çeken İlker Başbuğ’un, TBMM’yi toptan FETÖ’cü ilan ettiğini öne sürmek açık bir çarpıtmadır. Başbuğ’un sözleri TBMM’yi itham etmiyor ancak FETÖ için yapılan yasal düzenlemenin arkasındaki aklı sorgulamayı önermektedir.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı 15 Temmuz Genelkurmay Çatı Davası’nın iddianamesinde “FETÖ’nün 2008-2014 yılları arasında Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ele geçirdiği, 2013 yılı Yüksek Askeri Şura‘sı sonrasında terfi eden generallerin neredeyse tamamının FETÖ üyesi olduğu, tüm düzenlemelerin siyasi otoriteye yaptırıldığı” açıklanmıştır. Bu iddianame, İlker Başbuğ’un açıklamalarını doğrulamaktadır. Şimdi akla şu soru gelmektedir: Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı için de herhangi bir yaptırımda bulunulacak mıdır?

CHP, TBMM’de FETÖ’nün siyasi ayağının tartışılmasını istedi ancak AKP ile MHP bunu kabul etmedi.

“Beraber yürüdük biz bu yollarda,
beraber ıslandık yağan yağmurda,
ne istediler de vermedik,
bitsin bu hasret..”

sözlerinin arkasına sığınarak, FETÖ’nün siyasi ayağına ulaşmak zordur. Ancak bir gün kesinlikle bu olayların perde arkasındaki gizli ilişkiler açığa çıkarılacak ve gerekenler yapılacaktır.

Kemal Kılıçdaroğlu Lozan tartışmasına tepki gösterdi

Kemal Kılıçdaroğlu Lozan tartışmasına tepki gösterdi

CNN Türk’te Taha Akyol’un sunduğu Eğrisi Doğrusu programına konuk olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, gündemdeki son gelişmelere dair değerlendirmelerde bulundu..

(AS : Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

Kemal Kılıçdaroğlu Lozan tartışmasına tepki gösterdi

(blob:http://www.cnnturk.com/bf57e96f-dc39-40b8-b66f-159a9218fa43, 30.09.2016)

15 Temmuz gecesi TBMM binası bombalanırken parlamentonun sabaha kadar görevde kalarak çok önemli bir sınav verdiği söyleyen Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Lozan Barış Antlaşması’na ilişkin yaptığı açıklamaya tepki gösterdi. Kılıçdaroğlu,

  • Bu parlamentoyu parlamento kılan da Lozan Antlaşması’dır. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık nedeni saydığımız bu antlaşmanın, bizim tarihimizdeki yeri özeldir. Sayın Cumhurbaşkanı’nın muhtarlarla yaptığı toplantıda Lozan Antlaşması’nın bizim tarihimize uygun olmayan bir dille eleştirmesini bir vatandaş olarak içime sindiremiyorum. Çünkü Lozan Antlaşması, büyük imkansızlıkların yaşandığı bir süreç içinde Batının dize getirildiği bir antlaşmadır. Türkiye’nin varlık nedenidir. Sayın Cumhurbaşkanı’na ortaokul, lise kitaplarında okuduğu tarihin bilgisinin ötesinde, Lozan hakkında bir şeyler öğrenmek isterse, bir tarih kitabı okumasını da önermiyorum. Sadece ve sadece Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unu okusun. Tamamını okumasına da gerek yok. İlk 30 sayfayı okusun yeter. Osmanlı’nın son dönemlerini görmeden bir Osmanlı tarihi çizmek mümkün değildir. Sayın Cumhurbaşkanı şunu bir bilsin ve kendine sorsun :
    – ‘Bu Osmanlı’nın parası var mıydı, nerede basıyordu?’
    – Bizim ilk milli bankamız ne zaman oldu?
    – Kendi paramızı 1930 yılında bastık.
    – Lozan Antlaşması’nı imzalayan genç Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın borcunu son kuruşuna kadar ödedi.
    – Demiryollarını millileştirdi, fabrika yoktu.
    – Şeker üretemeyen bir ülkeydi. Cumhuriyeti ilan ettikten 6 ay sonra şeker fabrikası temeli atılıyor.
    – Anadolu’nun her tarafına sanayi götürülüyor.
    – Bunları bilmeden, birisinin sözüyle bir Cumhurbaşkanı konuşmamalı.” ifadelerine yer verdi.

‘OHAL’i doğru bulmuyoruz’

15 Temmuz’un üzerinden kısa bir süre geçmesine karşın eski tartışmaların yinelendiğini ve Lozan gündeminin oluştuğunu söyleyen Kılıçdaroğlu, “İşsizlik var. Tüm bu sorunlar dururken neden böyle bir tartışmaya zemin hazırlanıyor, anlayamıyorum. Dikkatler başka yere çekilmek istenmiş olabilir ama, bu Cumhurbaşkanı’nın yapacağı şey değil. Bakanlar yapsın” dedi.  OHAL’e de değinen Kemal Kılıçdaroğlu,

  • “OHAL ilk geldiğinde, görüşüleceği gün Sayın Başbakan beni aradı ve destek istedi. Kendisine ‘Bu parlamentonun demokrasiyi savunacak bir partiye ihtiyacı var. Bu da en çok CHP’ye yakışır. Bizim görevimizdir. Destek vermeyiz’ dedim. Biz bu uygulamaları doğru bulmuyoruz” ifadelerini kullandı.

‘Diğer şehitlere ikinci sınıf şehit muamelesi yapamazsınız’

Demokrasi şehitlerinin, direnme hakkının ne kadar meşru olduğunu gösterdiklerini söyleyen Kılıçdaroğlu, FETÖ soruşturması kapsamında mağdur olduklarını söyleyen vatandaşların durumlarına da değindi.

  • “Darbe yapanları değil de, çok geniş çerçeveden olaya yaklaşıp tamamını darbeci diye alıp cezalandırırsanız, toplumda derin yaralar açar” diyen Kılıçdaroğlu, sözlerine şöyle devam etti:

“O okulların açılmasına, Bank Asya’nın kuruluş iznini onlar (AKP) verdi. Eğitim-Sen’in bazı üyeleri açığa alındı, bazıları uzaklaştırıldı. Bir sendikaya üye olmak suç değil ama. Bu insanlar yarın öbür gün AİHM‘e gidecekler. Türkiye çok daha büyük tazminatlarla karşı karşıya kalacak” dedi. Şehitler arasında ayrım yapılmaya başlandığını söyleyen Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz şehitleri için sağlanan imkanların diğer şehitler için de sağlanması gerektiğini vurguladı.

‘Ancak faşist yönetimlerde olur bu’

Gazeteciler ve akademisyenlerin tutuklanmalarına da tepki gösteren Kemal Kılıçdaroğlu,

  • 12 Mart, 12 Eylül darbesini gördüm. Ama hiçbir darbede böyle bir tablo görmedim. 12 Eylül’de iki işçi sendikasının kapatılması için mahkemeye başvurdular. Şimdi hiç mahkemeye gitmeden kapatıyorlar. Gazeteciler içeri atılırsa, üniversite hocalarının işine son verilirse, yazarlar içeri atılırsa karşı darbe algısı güçlendirilmiş olur. Hele ki gazeteciye kelepçe vurmak. Muhabirler bile tutuklandı. Onları bile içeri atıyorsunuz. Sağlık sorunu olanlar var. Bir dönem ilaçları verilmedi. Yargılıyorsunuz ama, hangi gerekçe ile hapse atıyorsunuz. Bayram öncesi gözaltına aldılar. Bayram boyu karakolda tutuldular. Bu, devletin intikam alması demektir. Bayramdan sonra birisi tutuklu, birisi serbest bırakıldı. Serbest kalan da başka bir gerekçeyle tekrar içeri alınıyor. Darbeyle böyle mücadele olmaz. Hapisteki gazeteci sayısı 110’un üzerinde. Ancak faşist yönetimlerde olur bu.” diye konuştu.

‘Başbakan partiler üstü bir HSYK’ya olumlu bakıyor’

Kanun hükmünde kararnamelere de değinen Kılıçdaroğlu,

  • KHK ile kolektif suç yarattılar. Sanığı rehin alıp, eşini de suçlu sayıyorlar. Davalara bakmak için de çok büyük paralar isteniyor. Bu ailelerin çoğunun durumu yok. 1970’lerde Anadolu’da gördüğüm insanlar neyse, 2016 yılında gördüğüm de aynı insanlar. Dertlerini nasıl anlatacaklarını bilmiyorlar. Bazıları da ‘Bunlar FETÖ’cü, bunun davasını almam’ diyor..” dedi.

Anayasa değişiklikleri görüşmelerine 4 partinin de katılmasını istediklerini belirten Kemal Kılıçdaroğlu “Bu isteğimize yorum yapılmadı. Saraydaki toplantıda da söyledim, Yenikapı mitinginde de söyledim. Yargının bağımsızlığına dikkat çektim. Yargının bağımsız olduğu bir toplumda yargı iyi işleyecektir. HSYK’yı yeniden inşa edelim dedim. Kabul edildi. Ancak nasıl olurunda anlaşamıyoruz.” şeklinde konuştu. Başbakan’ın partiler üstü bir HSYK‘ya olumlu baktığını ifade eden CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Bunu yapabilirsek yargıya karşı görevimizi yapmış oluruz. Yargı siyasetin dışına çıkmak istiyor. Parlamento seçsin diyorlar. Parti kimliği yapıştırmayalım” dedi.
=====================================
Dostlar,

Bu gün, bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği‘nin geleneksel Cumartesi konferansına katıldık (dönemin ilk toplantısı idi ve Haziran 2017 sonuna dek sürdürülecek..) 2 konuşmacıdan Doç. Dr. Kemal İnal Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi idi. Kendisininin de, öğretmen olan eşinin de işine son verildiğini belirtti. FETÖ ya da PKK ile doğrudan – dolaylı hiçbir ilişkilerinin olmadığını, 6 yıldır banka kredisi ödemekten maddi olarak tükenmişken FETÖ‘ye maddi yardım yapmalarının olanaksız olduğunu… aktardı. Ailesinin geçimini sağlamak için Türkiye’de hiçbir iş bulamadığını, kendisine topu topu 4 öğretim üyesinin “geçmiş olsun” dediğini aktardı! (5. kişi biz olduk derin empati ile ” geçecek elbet!” diyen..) Üyesi olduğu EĞİTİM-SEN‘in özel olarak oluşturulan “dayanışma fonu” nun çok mütevazi maddi desteği dışında geliri olmadığını belirtti.. Doç. Dr. Kemal İnal’ın akademik ünvanları da 672 sayılı OHAL Kararnamesi ile savunması bile alınmadan kaldırılmıştı. Yeşil pasaportuna el konmuştu.. Doç. İnal, parlak akademik birikimi nedeniyle Viyana Üniversitesinden iş önerisi almıştı ancak elinde pasaportu yoktu.. Emeklilik hakkı da verilmemişti ve henüz yaşı da elvermiyordu emekliliğe..

Sayın Doç. Dr. Kemal İnal gibi binlerce insan mağdur ve kurban edildi.. FETÖ soruşturması gerekçesiyle adeta züccaciye dükkanına girmiş fil gibi davranmanın alemi ve makul görülebilecek yanı var mıdır?? Kolluk ve istihbaratın verileriyle davranan İdare bunca çaresiz ve sakar olabilir mi? Onbinlere insanın tüm yaşam damarları kesilerek ne yapılmak istenmektedir?

Sayın Kılıçdaroğlu, son derece yerinde olarak, içi yanarak, Partisi CHP’ye ulaşan çok sayıda (onbinlerce) dramları – trajedileri dile getiriyor.. 12. Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Erdoğan’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk katında tapusu olan Lozan Andlaşması‘nı haddi olmaksızın aşağılamaya kalkışması, yukarıdaki örnek ve benzerlerinden geri alır bir trajedi değildir.. Web sitemizde bu sorunu epey işledik (birkaç yazı ile)..
Bakılmasını dileriz..
– LOZAN ANDLAŞMASINA SALDIRMAK!? www.ahmetsaltik.net;
ERDOĞAN LOZAN ANDLAŞMASINA NEDEN SALDIRIYOR!?
http://ahmetsaltik.net/2016/10/01/erdogan-lozan-andlasmasina-neden-saldiriyor/;
LOZAN ANTLAŞMASI TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TAPU SENEDİDİR, TARTIŞILAMAZ! http://ahmetsaltik.net/2016/09/30/egitim-is-lozan-antlasmasi-turkiye-cumhuriyetinin-tapu-senedidir-tartisilamaz/
– LOZAN ANTLAŞMASINI KÜÇÜMSEMEK HİÇ KİMSENİN HADDİ DEĞİLDİR!
http://ahmetsaltik.net/2016/09/30/lozan-antlasmasini-kucumsemek-hic-kimsenin-haddi-degildir/

Bilmiyoruz bir işe yarar mı ama çaresizlik içinde, bir kez daha, belki bininci kez, AKP – RTE’yi sağduyuya, hukuka, adalete, temel insan hak ve özgürlüklerine saygılı olmaya çağırıyoruz.. Hem de A- Cİ – LEN! Bu gidiş hayra alamet değil, AKP – RTE ülkemizin de kendilerinin de başını yiyecek korkarız..

Bu arada, yaşanan acı ve ağır tablonun doğurduğu bu musibetin bin nasihate değer oluşu hatırına,

  • Cumhuriyetimizin temel değerlerini + ülke ve ulus bütünlüğünü” savunmak üzere,
  • Asgari ortaklıkta anlaşarak, tüm kesimlerin AKP – RTE’nin felaket doğuracak – hatta doğurmuş olan dış destekli dinci SİVİL DARBESİ karşısında
  • Birleşerek meşru direnme hak ve ödevlerini yerine getirmesi kaçınılmaz olmuştur.

Bu ulusal kader savaşımının (mücadelesinin) öncülüğünü yapacak kurum da, ülkemizin kurucu partisi CHP olmak zorundadır.

Sevgi, saygı ve derin kaygı ile.
01 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
EĞİTİM-İŞ ve Ulusal Eğitim Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : ASKERE DARBE

ASKERE DARBE

portresi_gulumseyen
Suay Karaman
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
 
Yıllardır bir sivil darbe yaşanan ülkemizde, 15 Temmuz 2106 Cuma günü demokrasi olduğu söylenebilir mi? Demokrasi ile sivil darbeyi birbirine karıştıranların, yaşanan tüm bu olaylarda ve ülkemizin bu karışık duruma getirilmesinde payı vardır.
 
Bir siyasal iktidarın Yasama, Yürütme ve Yargıyı kendine bağlayarak, her koşulda sürekli kendi istediğini yapmak için uğraşması, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir biçimde kadrolaşması ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturması açıkça sivil darbedir. Demokrasilerde elindeki siyasal gücü, rejimin kuralları dışına çıkartarak hukuksuz amaçlara yönelmek, hukuk dışı tutum ve davranışlarda bulunmak, açıkça sivil darbedir.
Bir siyasal iktidarın, kendi ülkesinin ordusuna düşman olması
ve tasfiye etmesi sivil darbe değilse, nedir?
 
Bir siyasal iktidarın, ülkenin Parlamentosu yerine Kanun Hükmünde Kararnamelerle yasama görevini yerine getirmesi, kurumların hesaplarını Sayıştay denetiminden kaçırması, açıkça sivil darbedir. Siyasal iktidarın yöneticilerinin Anayasaya aykırı hareket etmesi, Anayasa Mahkemesi ile Danıştay’ın kararlarına uymayacağını açıklaması, tam anlamıyla sivil darbedir. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen bir iktidarın, bu karara karşın ülkeyi yönetmesi açıkça sivil darbedir. Demokrasi dışı tutumunu alışkanlık haline getiren siyasal iktidar, 14 yıldır ülkemizde sivil darbe yapmaktadır ve bunu da topluma demokrasi diye yutturmaktadır.
 
Bugün demokrasiyi koruduklarını iddia eden AKP’li yöneticiler, daha dün kol kola oldukları Fethullah Gülen’i karalamakla görevlendirilmişlerdir ancak geçmişteki söylemlerini unutmaktadırlar. 24 Mart 2011 Perşembe günü TBMM Genel Kurulunda konuşma yapan AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, Fethullah Gülen için çete diyen CHP Mersin Milletvekili İsa Gök’e tepki vermiş ve şu konuşmayı yapmıştır:
– “Fethullah Gülen, bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir; seversiniz, sevmezsiniz ama değerli bir insandır, bilge bir insandır, bu ülkenin milli ve manevi değerlerine bağlı nesillerin yetişmesi için hizmetini yapıyor; her şeyi de açık, devletin denetimi, gözetimi altında açık, her şey gözünün önünde olan. Yapılan hizmetlere baktığınızda siz buna, hakkında herhangi bir savcının iddiası, mahkumiyet kararı olmayan birine ‘çete’ diye itham ederseniz ona karşı da büyük bir haksızlık yaparsınız. Kendi de burada yok ama çeteden yargılananları çete iddiasıyla soruşturulanları, kovuşturulanları demokrasiye darbe vurmak isnat ve iddiasıyla yargılananları milletvekili olmak için Meclise taşıma gayreti içinde olurken, temiz insanları ‘çete’ diye suçlamak kabul edilemez.”

2011 yılında ‘temiz insan’ dediklerine bugün ‘çete’ diyenlerin inandırıcılıkları ve güvenirlikleri yoktur!

 
TBMM önceki Başkanı ve Adalet önceki Bakanı Cemil Çiçek’in de, yıllardır birlikte olduğu Fethullah Gülen ile ilgili söylemleri ilginçtir:
– “Bu yapı, 70’li yıllardan beri var olan bir yapı. Bunların bu noktaya gelmesinde hepimizin günahı, vebali var. Belki benim vebalim %90, başkasının %5, yüzde 1; ama %1 bile zehirlemek için yeterlidir unutmayın. Türkiye siyasi, dini ve ticari açıdan kandırılmışların ülkesi. Bakıyorsunuz, bu alanlarda insanlar çok kolay kandırılıyor. Bunu en kolay yaptıkları alan da din. O yüzden sık sık kayıt dışı dine vurgu yapıyorum. Her şey şeffaf olursa, denetime tabi olursa, bunlar yaşanmaz. Şimdi devletin içinden temizleniyorlar. Ama yerine kimlerin getirileceği çok önemli. Bu kişiler, liyakat esas alınarak çok iyi kontrol edilerek alınmalı. Yoksa FETÖ gider, ÇETÖ gelir.”
 
Cemil Çiçek’in gerçeği açıklayan bu önemli sözlerine inanmak zor da olsa, din ile insanların kandırıldığını ve Fethullahçıların yerine kimin geleceğinin önemli olduğunu söylemesi, gelecek adına güzel bir gelişmedir. Yalnızca Fethullah Gülen tarikatı değil
Tüm tarikat ve cemaatler kapatılmadıkça,
bu pisliğin temizlenmesi olanaksızdır
.
İşte bu yüzden ‘tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması’ ile laikliğin önemi her geçen gün daha da iyi anlaşılmaktadır. Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi kararıyla onaylanan bir iktidarın, tarikat ve cemaatleri kapatmasını beklemek de, hukuka saygılı olması da yalnızca bir hayaldir.
 
7 Ağustos Pazar günü İstanbul Yenikapı’da yapılan demokrasi ve şehitler mitinginde boy gösteren Cübbeli Ahmet hocanın, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile birlikte yer aldığı fotoğraf, ‘Gülen cemaati gidiyor yerine başka cemaatler geliyor’ yorumlarına neden olmuştu. Bu soytarı, 12 Mart 2015 tarihinde Ahmet Yesevi Derneği tarafından Lalegül Televizyonunda canlı yayına çıkmış ve şunları söylemişti:
* “Bizde demokrasi yok. Allah muhafaza, ne demokrasisi.
Biz şeriatçıyız. Demokrasi, sakın ha, çok tehlikeli bir laf.”
 
Kandırılarak ya da ahmaklık ederek, Fethullah Gülen’i bugünlere getirenlerin hepsinin yargılanmadığı sürece, bu iş sürüp gidecektir. Yoksa gerçek bir hukuk devletinde, Tanrı’dan da, milletten de af dilemekle bu işin çözülemeyeceğini herkesin anlaması gerekmektedir. Ülkemizde yıllardır laiklik, demokrasi ve hukuk dışı sürüklenişi yönetenler, toplumu 15 Temmuz 2016 sürecine getirmişlerdir.
* 15 Temmuz’da askeri darbe değil, askere darbe yapılmıştır
ve Türk Ordusu kafeslenmiştir. 
* Yıllardır emperyalist güçlerin istediği şekilde asker etkisizleştirilmiştir
ve adına ‘demokrasi’ denerek, toplum kandırılmaktadır.
 
Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşundan üç yıl önce, 1773’te kurulan Deniz Lisesi’ni kapatmanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz. 1834 yılında kurulan Kara Harp Okulu’nu kapatmak, 1845 yılında kurulan Kuleli ve Işıklar Askeri Liselerini kapatmak, 1848 yılında kurulan Harp Akademileri’ni kapatmak, 1898 yılında kurulan Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ni (GATA) kapatmak; Türk Ordusu’nu ortadan kaldırmak, emperyalizme destek olmak ve düşmanın elini kuvvetlendirmektir.
* Yöneticilerin aymazlığı ve ihaneti yüzünden Gülen cemaatinin ele geçirdiği yerleri kapatmak, basit bir oyundur ve sonu belirsizdir.

Askere yapılan darbeye, ne askerlerden, ne de muhalefetten ses çıkmaktadır!?Emperyalist güçler gereğini yapmış ve tepki vermesi gerekenler sessizliğe bürünmüştür. Ancak büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile Bursu Nutku’ndan güç alan bu ülkenin aydınlık güçleri ve gençleri, tüm bu yapılanlara sessiz kalmayacaktır.

==================================

Dostlar,

Değerli kardeşimiz Sevgili Suay Karaman‘ın  bu gerçekçi ve içli yazısı de denli belgesel değil mi? Bir yurtsever çığlık.. Sorgulayan ve tarihe not düşen..

Yazıda adı geçen dün başka bu gün başka konuşanlar hiç utanmaz mı acaba??
Bu AKP kodamanları, FETÖ’ye destekten neden hukuksal yaptırım görmez ??
Ortada açık açık “ikrar”, suçu kabul etme var. Burası AKP için Aşil topuğudur!

AKP – RTE, yarattıkları ve ülkemizi – ulusumuzu sürükledikleri batakta yok olacaklardır. Ancak ne yazık ki ülke ve ulus çok büyük, giderimi çok zor-olanaksız bedeller ödüyor.

* Halkımız da artık akıllansa ve din bezirganlarının sefil oyunlarına gelmese..
1 numaralı stratejik hedef HALKI AYDINLATMAK..
Ülke ve yurt gerçekleri ile onların arkasındaki ideolojiyi anlamalarını sağlamak.. Asıl sigorta  bu demokratik – sosyal – laik – hukuk devleti için.

O aydınlık ki; –Mustafa Kemal’in çocukları bu ülkeye mutlaka getirecektir-,
tüm yarasaları medeni yaşamdan sonsuza dek ve kalıcı olmak üzere
tasfiye edecektir. Stratejik hedef bellidir..

* Durmak yok; Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün devrim ve ilkelerini yeniden
yaşama geçirerek tamamlamak, uygarlaşmak, çağdaşlaşmak başlıca
kutsal ödevdir.

Sevgi ve saygı ile.
15 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com


ZAFER BAYRAMI İÇİN

ZAFER BAYRAMI İÇİN

 portresi_Anit_Kabir'de

Suay Karaman

 

 

26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos 1922 günü Başkumandan  Meydan Savaşı ile Ordumuzun zaferiyle sonuçlandı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı, 400 yıldır dünyayı sömüren kapitalizmin yenilebileceğini tüm dünyaya gösterdiği gibi, sömürülen uluslara da
örnek olmuştur. 93 yıl önce vatanımızı emperyalizmin işgalinden kurtararak, özgürlüğümüze kavuşturan Kuvayi Milliye Şehitleri’ni şükranla anmaktayız.
Ancak bugün ülkemizde yaşananlar için büyük önderimiz Atatürk’e ve
Kuvayi Milliye Şehitleri’ne karşı başımız eğiktir.

Mustafa Kemal’in önderliğinde az zamanda çok ve büyük işler başarılarak,
Türkiye Cumhuriyeti’nin her alanda dünyanın önemli ülkeleri arasında yer alması sağlanmıştır. Tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığı ile Atatürk ilke ve devrimleriyle yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve çağdaş bir ülke olma yolunda büyük atılımlar gerçekleştirmişti. Ancak eşsiz önderimiz Atatürk’ün erken ölümü sonrasında, bu atılımlar durdurulmuş ve emperyalizm yeniden kendini göstermeye başlamıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşında emperyalistlere karşı dimdik duran ve zafer kazananların torunları, günümüzde emperyalizmin buyruğuna girerek, ihanete ortak olmaktadırlar.

93 yıl sonra bu gün, yaşadığımız günlerde ülkemiz siyasal ve ekonomik yönden
büyük belirsizlikler içindedir. Yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik ve terör ülkemizin gündemindeki en önemli konulardandır. Bölücülük ve şeriat tehlikesinin büyük boyutlara ulaştığı günümüzde, toplum umutsuzluk içinde savrulmaktadır.

  • “İster kabul edilsin, ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir.”

diyen bir sultan ile hukuk ve anayasa tanımazlık açıklanmıştır. Yıllardır çoğu kişinin söyleyemediği ya da söylemek istemediği sivil darbe, ‘ileri demokrasi’ olarak topluma yutturulmaktadır.

Medya, yargı, üniversiteler, devlet kurumları ele geçirilmiş, Türk Silahlı Kuvvetleri ise sahte ve uydurma belgelerle düzenlenen operasyonlar sonucu etkisiz duruma getirilmiştir (AS: bir ölçüde). 93 yıl önce emperyalistlere karşı dünyanın en haklı savaşını vererek, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanan şanlı ordumuzun, bugün içine düşürüldüğü acıklı durum ortadadır. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, verilecek görevlerin yerine getirildiği, emperyalist işgallere aracılık eden bir ordu istenmektedir!?

Kuvayi Milliye’nin, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve o büyük zaferle sonuçlanan günlerin bilincini kavrayamayanlar, coşkusunu duymayanlar bugün emperyalizme meze olmaktadırlar. 30 Ağustos Zaferi’nden 93 yıl sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün
Gençliğe emanet ettiği Cumhuriyetimize sahip çıkamayıp, Ülkemizin yeniden
işgal edilmesine sessiz, duyarsız ve seyirci kalan herkes bugünlerin sorumlusudur.

Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalmak koşuluyla, bilinçli ve kararlı bir biçimde
örgütlenerek, demokratik ve laik cumhuriyetimizi padişah heveslilerine, şeriat yanlılarına ve emperyalistlere bırakmadan mücadele etmek zorunluğumuz bulunmaktadır.
Doğru siyaset ve planlamayla, doğru insanlar ve kadrolarla, emperyalizmin yeniden yenilip kovulması için ve güzel ülkemizi yeniden aydınlık günlere getirmek için
mücadele ederek, çok çalışmalıyız.