Etiket arşivi: Lozan Antlaşması

Venizelos – Atatürk – Nobel!

Venizelos – Atatürk – Nobel!

Özgen Acar
Cumhuriyet, 22 Mayıs 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yunanistan’da “megalo idea (büyük ülkü)” siyasasının savunucusu Eleftherios Kyriakou Venizelos, 1915’te İzmir’i işgal ettirdi. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Osmanlı ile 1920 Sevr Antlaşması’nı imzalayanlar arasında Venizelos da vardı.
9 Eylül’de Mustafa Kemal’in ordusu Yunanları İzmir’den kovaladı. Venizelos, 24 Temmuz 1923’te İsmet İnönü ile Lozan Antlaşması‘nı imzalamak zorunda kaldı. Venizelos 1930’da geldiği Ankara’da Atatürk’ün konuğu olurken “Dostluk Antlaşması’nı” imzaladı.

Atina’da “Venizelos Vakfı’nın” arşivinde, 12 Ocak 1934’te Fransızca yazılmış bir belge buldum. Belgede Venizelos, Atatürk’ün “Nobel Barış Ödülü’ne” adaylığını öneriyordu. Atina’daki Norveç Büyükelçiliği aracılığı ile belgenin doğruluğunu da saptadım. “Atatürk’ün 100. doğum yıldönümünde” açıkladığım mektup şöyle (*):

Sayın Başkan,
Yedi yüzyıla yakın bir süre boyunca tüm Yakındoğu ve Orta Avrupa’nın büyük bir bölümü, yankıları çok daha geniş olan savaşlara sahne olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu ve sultanlarının mutlakiyetçi rejimi, bunun başlıca nedenini teşkil etmiştir.
Hıristiyan halklarının dayanılmaz bir baskı boyunduruğuna tabi kılınması, bunun doğal sonucu olarak Haç’ı Ay’a karşı çıkaran dini savaşlar, özgürlüklerini isteyen bütün bu halkların ardı ardına gelen ayaklanmaları, sultanların Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkilerinin devam ettiği sürece, aralıksız bir tehlike kaynağı olarak ortaya çıkan bu durumu yaratmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal hareketinin hasımlarına karşı 1922 yılındaki zaferinden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, gelecekte barış için yeni ve vahim tehlikeler ortaya çıkaracak bu hoşgörüden yoksun ve istikrarsız bu duruma kesin biçimde son vermiştir.
Gerçekten, bir ulusun yaşamında bu kadar kısa bir süre içinde bu derece köklü bir değişim ender gerçekleştirilmiştir.
Hukuk ve din kavramlarının karıştırıldığı teokratik (dinsel) bir rejim altında, çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, modern canlılık ve hayatla dolu bir devlet almıştır.
Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa’nın itici gücüyle sultanların mutlakiyetçi rejimi kaldırılmış ve devlet açıkça laik olmuştur. Ulus, tümüyle ve haklı olarak ihtiraslı biçimde uygar ulusların öncüleri arasında yer almak üzere gelişmeye doğru atılımda bulunmuştur.
Ayrıca, barışın güçlendirilmesi hareketi, belirgin biçimde etnik, modern Türk devletine bugünkü görünümünü sağlayan iç reformlarla birlikte sürdürülmüştür.
Gerçekten, etnik ve siyasal sınırlarından açıkça memnun Türkiye, komşularıyla tüm toprak sorunlarını çözümlemiş ve böylece Yakındoğu’da barışın temel direği olmuştur.
Husumet içinde geçen uzun yüzyıllar boyunca Türkiye ile kanlı savaşları sürdürmüş biz Yunanlar, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkedeki köklü değişikliğin etkilerini ilk olarak duyabilme fırsatını elde ettik.
Küçük Asya Felaketinin hemen ertesinde, savaştan bir ulusal devlet olarak çıkmış ve yeniden sağlığına kavuşmuş Türkiye ile anlaşma olanağını görerek, ona elimizi uzattık ve o da bunu içtenlikle kabul etti ve sıktı.
Barış arzusunu besledikleri takdirde, en tehlikeli anlaşmazlıkların ayırdığı halklar arasında anlaşma olanağı için bir örnek oluşturacak bu yakınlaşmadan ilgili iki ülke için olduğu kadar Yakındoğu’da barış düzeninin korunması içinde yalnızca olumlu sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
İşte! Barış sorununa bu değerli katkıyı sağlayan kişi Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa’dır.
Yakındoğu’da, barış yolunda yeni bir çağ açan Yunan – Türk anlaşmasının imzalandığı dönemde, 1930 yılındaki Yunan hükümetinin başkanı kimliğiyle, şimdi Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin seçkin üyeleri önünde Mustafa Kemal Paşa’nın adaylığını bu onur ödülüne layık olarak önermekten şeref duymaktayım.
En derin saygılarımın kabulünü rica ederim Sayın Başkan.
Saygılarımla, Eleftherios Kyriakou Venizelos
***
Bu olayların simgelerinden biri de, 1956’da mezun olduğum İzmir Atatürk Lisesi’dir. Ne var ki AKP Reis’i Umumisi’nin oğlunun Türkiye Gençlik Vakfı (TÜKVA), “Medeniyet ve Değerler Protokolü” kapsamında “dini eğitim yapması” için görevlendirildi! (**)
Son olarak da haddini bilmez Müdür, “mezuniyet balosunda” öğrencilerin “Onuncu Yıl” ve “İzmir” marşlarını söylemelerini engelledi, görevden alındı!
***
AKP Reis-i Umumisi, Venizelos’un 84. yıl önceki şu sözlerini makam odasına asmalıdır:

  • Hukuk ve din kavramlarının karıştırıldığı dinsel bir rejim altında, çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, modern canlılık ve yaşamla dolu bir devlet almıştır!” 

(*) 20 Mayıs 1981 Milliyet – (**) 8 Ağustos 2017 Cumhuriyet
=======================================
Dostlar,

Sayın Özgen ACAR Cumhuriyet’in en kıdemli yazarlarındandır.
Yazıları belgelere, araştırma emeğine dayalıdır.
Yukarıdaki yazısı da bu kapsamdadır.
Ülkemizde Mustafa Kemal ATATÜRK ve O’nun görkemli yapıtı Türkiye Cumhuriyeti için ölçüsüz bir vefasızlıkla görmezden gelen, hatta karalayan, düşmanlık duyguları,kin – nefret besleyen.. bu yönde yetiştirilen kulaklara örnek bir yazıdır.
Korkunç bir vekalet savaşı ile emperyalizmin kışkırtması – desteği ile Batı Anadolu’yu işgal  eden ve 9 Eylül 1922’de Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki Türk ordusu ile denize dökülen Yunanistan’ın devlet başkanı, örnek bir olgunluk – devlet  adamlığı göstererek savaşta yenildiği Mustafa Kemal ATATÜRK’ü NOBEL’e aday gösterebilmiştir. Üstelik NOBEL Barış ödülüne. Bu davranışta Venizelos’a yakıştırılması gereken bir asalet payı tartışma dışıdır.

Öte yandan, tüm ayrıcalıklı kişiliğine karşın Venizelos’un NOBEL Barış ödülüne aday gösterdiği

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “biricikliğini” görmezden gelme olanağı olabilir mi??

Sevgi ve saygı ile. 25 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com


 

Kılıçdaroğlu: Karşı darbe girişimiyle karşı karşıyayız!

Kılıçdaroğlu:
Karşı darbe girişimiyle karşı karşıyayız!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin grup toplantısındaki konuşmasında, ‘Yenikapı ruhu’ üzerinden kendisine yöneltilen eleştirilere tepki göstererek,
* “Yenikapı ruhu mağdur yaratmak değil, Yenikapı ruhunun özü adalettir adalet. Onların anladığı uzlaşma kültürü şu. ‘Biz ne dersek siz evet deyin. Oh ne kadar güzel anlaştık’. Böyle bir uzlaşma kültürü yoktur. Bunun adı uzlaşma değil, dayatmadır. Hiçbir kişi kalkıp bana ‘Yenikapı ruhunu bozuyorsun’ demesin. Diyen varsa gelsin, önüme ve yüzüme karşı söylesin. Başbakan ise Başbakan söylesin, Cumhurbaşkanı ise Cumhurbaşkanı söylesin.” dedi.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, partisinin, TBMM’nin 26’ncı Dönem 2’nci Yasama Yılı’ndaki ilk grup toplantısında konuştu. AKP hükümetinin 14 yıldır öğrencilerin yurt sorununu çözemediğini belirten Kılıçdaroğlu, “Çocuklarını üniversiteye gönderen anneler ve babalar yurt sorunuyla yine karşı karşıyalar. 14 yıldır yurt sorununu çözemediler. Şimdi kıyameti koparıyorlar. ‘Vay efendim, senin çocuğun neden cemaat yurdunda kaldı? Memur oldu, savcı oldu, hakim oldu. Madem ki o yurtta kaldı, ben onu atıyorum işten’. Kardeşim sen devletsin. Sen yurt yaptın da o çocuk cemaat yurduna mı gitti? Niye yurt yapmadın? Bütün annelere, babalara, öğrencilere sesleniyorum. CHP iktidarında en geç 1 yıl içinde çözülecek. 14 yılda yapamadılar, 1 yılda yapmazsam başbakanlığı da siyaseti de bırakacağım” dedi.

“IŞİD TERÖRÜ EN SONUNDA FETÖ TERÖRÜ ÇIKTI, BUNLARI YARATANLAR KİM?”
Artan terör olaylarına değinen Kılıçdaroğlu, terör örgütlerini yaratanın kim olduğunu sorarak, “2002’de terörsüz bir Türkiye devraldılar. Şimdi Türkiye, terör batağında. Son 10 ayda 500’ün üzerinde şehidimiz var. Kim bu işin sorumlusu? Terör örgütüyle masaya oturan, pazarlık yapan kim? Bu yanlış, dediğimiz zaman bizim için kıyameti koparan kimlerdi? O şehitlerin hesabını kim verecek? Eskiden bir PKK terörü vardı. Şimdi IŞİD terörü, en sonunda da FETÖ terörü çıktı. İyi de bunları yaratanlar kim? 14 yıldır iktidarda olan sensin. 14 yıldır istediğin kanunu çıkaran sensin. Terörü önleyeceğim, diye getirdiğin her kanuna da destek veren CHP. Buyur önle. Hükümetsin, vali emrinde, kaymakam emrinde, emniyet emrinde, ordu emrinde, her şey emrinde. Niye engelleyemiyorsun? Niye faturayı anneler çekiyor?” diye konuştu.

“CHP YAPSAYDI HER CUMA NAMAZINDAN SONRA CAMİLERDE EYLEM VARDI”
Türkiye’nin dış politikasına ilişkin eleştirilerde bulunan Kılıçdaroğlu, “Dış politikada da çuvalladılar. Herkesi düşman ilan ettin. Mısır bizim kadim dostumuz. Mısır’ı niye düşman ilan ediyoruz? Suriye ile, binlerce insan hayatını kaybetti. Türkiye’de sadece 3 milyona yakın mülteci var. Küçücük çocuklar, kadınlar, aileler perişan vaziyette. Sorumlusu kim? Suriye’de akan kanın, o Müslüman kanının sorumlusu kim? İsrail’le kavga ettiler. Sonra tıpış tıpış gittiler. İsrail’in her dediğinin altına imzayı bastılar. 9 vatandaşımız uluslararası sularda öldürüldü. Dediler ki ‘Gazze ablukası kalkmadan asla barış olmaz’. Abluka aynen devam ediyor. Eğer bunu CHP yapsaydı emin olun Türkiye’de kıyamet kopmuştu. Her cuma namazından sonrası bütün camilerde eylem vardı. Geçmişte o eylemleri yapanlara soruyorum. Allah aşkına sizde vicdan var mı? Memleketin itibarını İsrail’e 20 milyon Dolar’a sattılar” dedi.

“BÜYÜKELÇİNİ DÜŞÜK TABUREYE OTURTURLAR, KALKARSIN LOZAN’A LAF EDERSİN”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Lozan Antlaşması‘yla ilgili sözlerine atıfta bulunan Kılıçdaroğlu, “Bizim büyükelçiyi çağırdılar. İsrail’de, düşük tabureli bir masa, sandalye verdiler. Orada oturttular, kendileri daha yüksek yerde oturdular. Hiçbir tepki gelmedi. Ama İnönü ne yaptı? Lozan’a gider İnönü. Toplantının yapıldığı salona girer. Bakar ki bütün başkanların sandalyeleri aynı kendisine tahsis edilen sandalye küçük bir sandalye. Der ki ‘Niye bu sandalye böyle?’. ‘Efendim, aynı ebatta sandalye bulamadık’ derler. İnönü salonu terk eder. ‘Niye ayrılıyorsunuz?’ der. ‘Aynı ebatta sandalye bulduğunuz zaman salona gelirim’ der. İşte onuru kurtarmak budur. Sen büyükelçini gönderirsin düşük tabureye oturturlar, gıkın dahi çıkmaz. Kalkarsın Lozan’a laf edersin. İnsanda biraz tarih bilgisi olur. Nutuk’un ilk 50 sayfasını okusalar öğrenecekler aslında” açıklamasında bulundu.

“BARIŞ VE HUZUR İÇİNDE BİR ORTADOĞU’YU İNŞA EDECEĞİZ”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda boş bir salona hitap ettiğini söyleyen Kılıçdaroğlu, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü üzerinden Arap dünyasına seslendi. Kılıçdaroğlu, şöyle konuştu: “Bütün Arap kardeşlerime sesleniyorum. Sizinle ortak kültürümüz, ortak inançlarımız var. CHP iktidarında bütün Arap dünyasını kucaklayacağız ve bütün Arap dünyasının sorunlarının çözülmesi için elimizden gelen barış katkısını sonuna kadar yapacağız. Arap dünyasıyla, Arap halklarıyla kardeş olacağız. Kavga yok. Barış ve huzur içinde bir Ortadoğu’yu el birliğiyle inşa edeceğiz”

“ABD’DE DARBE OLMAZ DA TÜRKİYE’DE NİYE DARBE OLUYOR?”
15 Temmuz günü yaşanan darbe girişimine de değinen CHP lideri Kılıçdaroğlu, “14 yılın sonunda Türkiye geldi, bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı. ABD’de, Fransa’da, Japonya’da, Hollanda’da darbe olmaz da Türkiye’de niye darbe oluyor? Çünkü oralarda tam demokrasi, özgürlük var. İnsanlar düşüncelerini söylüyorlar. Baskıcı bir yönetim yok. Darbenin ilacı budur. Bir tarih yazdı bu parlamento. Bombalar atılırken, sabaha kadar görevinin başındaydı. 240 şehidimiz oldu, bunun sorumlusu kim?” ifadelerini kullandı.

“‘HABERİMİZ YOKTU’ DİYOR, BAL GİBİ HABERİNİZ VARDI”
Fethullah Gülen konusunun gündeme geldiği 25 Ağustos 2004 tarihli MGK kararını gösteren Kılıçdaroğlu, Gülen’in yurt içi ve yurt dışındaki faaliyetlerine karşı eylem planı hazırlanması konusunda tavsiye kararının o dönemde alındığını hatırlatarak, “FETÖ dedikleri Fethullahçı Terör Örgütü’nü kim büyüttü? Kim bu hale getirdi? Kim imkan sağladı? Bunun üzerinde iyi durmazsak darbe girişini de zaten anlayamayız. Sayın Erdoğan söylüyor, 3 Ağustos 2016’da şu cümle çok önemli. ‘Bir ortak yanımız vardı. İnanın bana aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz bu yapı’ diyor. Bu aynı menzilden ne kast ediliyor? Öbürünün menzilini biliyoruz. Bunun da menzili aynı. O zaman kavganın sebebi ne? Aynı menzile erken ben mi gideceğim sen mi gideceksin? Kavganın sebebi bu. Aldatıldık, diyor. Bir Cumhurbaşkanı, ‘Beni kandırdılar’ dedikten sonra o makamda oturabilir mi? ‘Haberimiz yoktu’ diyor. Bal gibi haberiniz vardı. Ne demek ‘Haberim yoktu’? Bal gibi, kapı gibi haberin var. Altında imzan var. Bu işin siyasi sorumlusu Türkiye Cumhuriyeti’ni 14 yıldır yönetenlerdir” diye konuştu.

“BUNUN ADI UZLAŞMA DEĞİL, DAYATMA”
FETÖ soruşturmasında çok sayıda öğretmen, akademisyen ve gazetecinin tutuklanmasını eleştiren CHP lideri Kılıçdaroğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Sayın Başbakan’a dedim ki ‘Bu kadar gazeteciyi, yazarı, bu kadar sanatçıyı eğer hapse atarsanız darbeyi ne siz anlatabilirsiniz ne de ben anlatabilirim’. Türkiye’de bir karşı darbe girişimiyle karşı karşıyayız. Yazarın, çizerin ne günahı var? Televizyonları kapatıyorlar. Televizyonlar, gazeteler, yazarlar hepsinin üstünde baskılar var. Kapatılan üniversitelerdeki hocalar başka bir özel yerde çalışmak istiyorlar. Sosyal Güvenlik Kurumu kaydına girildiğinde OHAL kapsamında fişlendiği ortaya çıkıyor. Yani deniyor ki ‘Sen açlığa mahkum olacaksın’. Böyle bir anlayış olabilir mi?. Hz. Ömer diyor ki ‘Dicle’nin kıyısında bir koyun kaybolursa onun sorumlusu benim’ diyor. Binlerce kişiyi mağdur etmişsin. 1 milyonu aşkın mağdur var. Ortada sorumlu yok. Ben soruyorum. Din, iman, inanç, itikat, adalet, hukuk, hukukun üstünlüğü, bu sorumlular nerede? Soruyorum. ‘Yenikapı ruhundan uzaklaştınız, Yenikapı ruhunu çiğnediniz’. Yenikapı ruhu mağdur yaratmak değil, Yenikapı ruhunun özü adalettir adalet. Onların anladığı uzlaşma kültürü şu. ‘Biz ne dersek siz evet deyin. Oh ne kadar güzel anlaştık’. Böyle bir uzlaşma kültürü yoktur. Bunun adı uzlaşma değil, dayatmadır. Dayatma kültürünü de CHP kabul etmez. Ruhunda Kuvay-i Milliye var

“HİÇBİR KİŞİ BANA ‘YENİKAPI RUHUNU BOZUYORSUN’ DEMESİN”
‘Yenikapı ruhu’ üzerinden kendisine yöneltilen eleştirilere tepki gösteren CHP lideri Kılıçdaroğlu, şu ifadeleri kullandı: “Hiçbir kişi kalkıp bana ‘Yenikapı ruhunu bozuyorsun’ demesin. Diyen varsa gelsin, önüme ve yüzüme karşı söylesin. Başbakansa Başbakan söylesin, Cumhurbaşkanıysa Cumhurbaşkanı söylesin. Neyi bozduk biz? Ben mazlumların hakkını sonuna kadar koruyacağım. Adaleti sonuna kadar savunacağım. Hukukun üstünlüğünü sonuna kadar savunacağım. Zalimin karşısında durmak mazlumun görevidir. Bizim görevimizdir. Zalime teslim olmayacağız. Bütün mağdurların sesi olacağız. Zalimin karşısında susan dilsiz şeytansa zalimin karşısında susmayacağız. Sonuna kadar direneceğiz. Çünkü biz zulmedenlere meyletmeyeceğiz”

================================

Dostlar,

Dileyelim, CHP, Sayın Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun konuşmasındaki bu son derece önemli hedeflere dönük tutarlı – kararlı kurumsal politikalar izlesin.. Salı konuşması o salonda kalmasın. Türkiye’nin en temel, dayanılmaz gereksiniminin günümüz koşularında HUKUK DEVLETİ olduğu anlaşılıyor.. Demokratik hukuk devleti..

Bir yandan ülkenin güvenlik gereksinimi, öbür yandan temel hak ve özgürlüklerin özünün korunması.. Ülkemizin faşizme – despotizme sürüklenmemesi.. Bu nazik ve vazgeçilmez denge sağlanabilir, sağlanmak zorundadır. Devlet kin ve intikam dürtüsüyle yönetilemez! HUKUK DEVLETİ her durumda korunmak zorundadır. Tersi durumda hem ülkemizin iç huzuru ve barışı bakımından beklenen gelişmeler sağlanamayacağı gibi, çoook uzun yıllara uzanan toplumsal travmalar tohumlanacaktır hem de AİHM önünde yüzlerce – binlerce davayı yitirerek muazzam tutarlarda tazminat ödeme yükümü doğabilecektir. Bu tutarların sorumlu kamu görevlilerine rücu edilmesi kolay ve yaygun değildir. Dolayısıyla kamusal kaynaklardan yani vergilerimizden ödenecektir bu tazminatlar. Ülkemizin ekonomisi bakımından ciddi yükler doğabilecektir. Ekonominin hiiiiiiç de rahat olmadığı kim ne derse desin çok iyi bilinmektedir.

AKP, OHAL kararnamelerinin TBMM’de görüşülmesini geciktirmekten vazgeçmelidir. Adalat Bakanı Bozdağ, OHAL döneminde Anayasanın kendisine aykırı düzenlemelere izin verdiği yönündeki akıl ve hukuk dışı, utandırıcı açıklamasını (gafını!) geri çekerek kamuoyundan özür dilemelidir. Bay Bozdağ ve tüm AKP’liler Anayasa Mahkemesi Başkanı Sn. Zühtü Arslan‘ın 5 Ekim 2016 günü yaptığı konuşmayı dikkatle okumalıdırlar.. Sn. Başkan incelikle ve yumuşaklıkla hukuk dersi vermiştir o konuşmasında..

  • OHAL döneni hukuksuzluk dönemi değildir..
  • Anayasa, bu dönemlerde temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasının sınırlarını açıkça koymuştur..
  • ……………

Bu bağlamda 2 kapsamlı yazı yazmıştık web sitemizde.. Bakılmasını dileriz..

ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANI ARSLAN’ın KONUŞMASI ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

ADALET BAKANI BEKİR BOZDAĞ’IN BİLMEDİKLERİ..

*****

CHP, halka umut ve direnme gücü verecek politikalarını kararlılıkla sürdürmelidir..
İç çatışma  – çekişmelere boğulmasına itecek tuzaklardan skınmalıdır..

Sevgi ve saygı ile.
07 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

İstanbul Barosu : ANAYASA’nın TEMEL HÜKÜMLERİNE DOKUNULAMAZ

istanbul_barosu_logosu

ANAYASA’nın TEMEL HÜKÜMLERİNE DOKUNULAMAZ

(AS: Bizim kapsamlı irdelelememiz yazının altındadır..)

Bilindiği üzere son günlerde, Anayasamızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkelerini ve buna ilişkin maddelerini tartışmaya açma girişimi ortaya çıkmıştır. Bu girişimin, esasen Anayasayı ve Anayasal uygunluğu denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesinin hukukçu olmayan başkanından gelmesi de ayrıca dikkat çekici ve düşündürücüdür.

Hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar vardır ki, değiştirilemez bu maddeler;
– devletin şekline,
– Cumhuriyetin niteliklerine,
– devletin bütünlüğü,
– resmi dili,
– bayrağı ve
– marşına ilişkindir.

Bu üç temel madde ile Türkiye Devletinin
Cumhuriyet olduğu,
demokratik,
laik ve
sosyal bir
hukuk devleti olduğu,
tekil (üniter) bir devlet olduğu,
dilinin (AS: Resmi) Türkçe olduğu belirlenmiştir.
(AS : İnsan haklarına saygılı olma 1. özellik olarak sayılmaktadır..)

Görüldüğü gibi bu temel ilkeler, Devletin rejimi, yapısı, nitelikleri, üniter yapısı ile ilgilidir. Bunlar, 1923 yılında kurulan modern ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti‘nin temelini ve kuruluş felsefesini oluşturmaktadır. Hiçbir gerekliliği ve nedeni olmadığı halde, üstelik Anayasamızın 4. maddesine göre bu maddelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemezken bunları tartışmaya açmanın, masumane ve samimi bir davranış olmadığı aşikârdır. Ülkemizde son yıllarda başta laiklik ve devletin üniter yapısı olmak üzere, bu kurucu temel ilkelere karşı yoğunlaşan açık saldırılar da dikkate alındığında, bunun belirli bir amaca yönelik planlı bir davranış olduğu da açıkça görülmektedir. Gene bu girişimin, ülkemizin 25 parçaya ayrılması yönündeki taleplerden ve düşüncelerden, Anayasa Mahkemesinin bu temel niteliklerle ilgili önemli kararlarından ve Yüce Mahkemeye karşı yapılan ağır, haksız ve planlı saldırılardan, Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü tartışma adı altında değersiz gösterme gayretlerinden sonra veya eş zamanlı olarak ortaya çıkması da ayrıca düşündürücüdür.

Bu ilkeleri tartışmaya açmak, Türkiye?nin rejimini, laik ve üniter yapısını, bayrağını, dilini tartışmaya açmaktır. Bu ise ülkemizi 85 yıl (AS: T.C. 2016’da 93 yaşında!) öncesine, yani 1923 yılı öncesine döndürme, Lozan Antlaşması’nı ortadan kaldırma çabalarından başka bir anlam ifade edemez. Her demokratik devletin kendisini, bu anlamda kendisini var eden temel ilkeleri ve felsefesini koruma hakkı mevcuttur. Anayasamızın 4. maddesi de bu korumayı sağlamaktadır. Ancak Türk Ulusu da bu ilkelerin koruyucusu ve kollayıcısıdır.

İstanbul Barosu bu ilkeleri koruma bakımından taraftır. Biz İstanbul Barosu ve hukukçular olarak, başta laiklik ve tekil devlet yapısı olmak üzere bu temel ilkelere, bunları koruyan anayasal hükümlere daima sahip çıkacağımızı, her durum ve koşulda bu ilkeleri koruyacağımızı ve kollayacağımızı, buna karşı yapılan hukuk dışı saldırılara sessiz kalmayacağımızı saygı ile Kamuoyuna duyururuz.

İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

========================================

Dostlar,

Adı “mini” de olsa, AKP tarafından gündeme taşınan ve muhalefetin de sınırlı – koşullu destek verdiği bir “anayasa değişikliği” paketi önümüzde..

Her an AKP’nin artık iyi bildiğimiz ayak oyunları ile içine beklenmedik madde ve saklı – gizli değişikliklerin yapılabileceğine ilişkin endişe ve kaygılarımız pek haklı olarak belirtelim. Örnekler öyle çok ki.. En yakını ve doğrudan ilgili olanı 12 Eylül 2010’da halkoylamasına “blok olarak” sunulan 26 maddelik Anayasa değişikliği paketi.. Örneğin günümüzün HSYK’sı ve yargının AKP tarafından ele geçirilmesi, FETÖ ile pazarlıklar ve FETÖ ile iktidarın paylaşımında sorun çıkınca da can düşmanı (gerçekte çıkar = siyasal iktidar kavgası!) olan AKP – FETÖ dalaşı bu değişikliklerle yakından ilgilidir. 26 madde halka blok olarak sunulmuş, “ya hep ya hiç” dayatması yapılmıştır. Halkın iradesine saygı ve demokratlık bu mudur?

Ya o dönemin kiralık – satılık kalem ve sözcülerine, sanatçılarına (!?) ne demeli?? Eğitimi ve nesnel haber alma kaynakları çook sınırlı Halkın beynini yıkamak için “yetmez ama evet” ayakoyunları!?

Pek çok Torba yasa içinde tuzak maddelerin gizlenmesi.. Örn. 667 sayılı 2.11.2011 tarihli YGK (Yasa Gücünde Kararname, KHK) içine Türk Tabipleri Birliğini kökten anlamsızlaştıracak bir madde konması… (Daha sonra Anayasa Mahkemesince iptal edildi bereket!) Bu elbette bir etik – moral sorun aynı zamanda ama AKP için her yol mübah, vız geliyor, böylesi değerleri ve kaygıları yok ne yazık ki!

  • Tüm yollar, artık deşifre olan 2023 hedeflerine = Anadolu Federe İslam Devleti’ne.. çıkıyor.. Ama yağma yok, bunu asla başaramayacaklar..

Dolayısıyla, bizce zamanı ve gereği hiç OLMAMAKLA birlikte, “mini” de dense Anayasa değişikliğine gitmenin zamanı ve gereği yokken “AKP ile aynı çuvala girmenin” anlaşılır yanı yoktur. Gelenin geçenin “kandırdığı” (!?) AKP, gerçekte kendisi bu bağlamda çoook mahirdir. Muhalefetin ağzı açık kalabilir.. İstanbul Barosu’nun 8 yıl kadar önce yayımladığı uyarıcı metni bu yüzden bir kez daha kaygı ile paylaşmak istedik.. Kaldı ki, AKP – RTE ne anayasa ne babayasa ne AİHS takmadan, 667-675 sayılı 9 OHAL Kararnamesi ile Türkiye’yi buldozer gibi düzlemekte..

TBMM, OHAL altında inletilen bir ülkede adeta sürgün tatilindedir..

28 kişilik = gerçekte TEK ADAMLIK bir oligarşi – monarşi neredeyse “mutlak” düzeyde Türkiye’yi tutsak almıştır.. 1876’da bile despot Padişah 2. Abdülhamit döneminde Meclis-i Mebusan kurulmuştu ve varolma yaşamı veriyordu..

Sonuç                                       :

1. “Mini” de dense AKP ile Anayasa değişikliğine Muhalefet partileri yanaşmamalıdır.
2. Anayasa’nın ilk 4 maddesi T.C.’nin varlık nedeni – tabusudur; asla DOKUNULAMAZ!

Büyük ATATÜRK‘ün  komutasında kazanılan 9 Eylül 1922 Büyük Zaferi’mizin 94. yılını bir kez daha coşkuyla kutlar ve o öncülere, kahramanlara sonsuz minnet ve şükranlarımızı sunarken; hala Cumhuriyetimizin temel değerlerini tartışıyor olmak, savunmak zorunda kalmak ve hele hele bu meşru savunma eylemini ülkemizin iktidarını her nasılsa ele geçirmiş günümüz siyasal kadrolarına / tarikatlar koalisyonuna karşı yapmak zorunda kalmak çok ağır geliyor bize..

Ne yazık ki karşıdevrim diyalektiği başka yol bırakmadı ve 1 kez daha başaracağız!

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TBB Paneli : KIBRIS’ta SON SÖZ SÖYLENMEDİ.. ve Çağrışımlarımız


KIBRIS’ta SON SÖZ SÖYLENMEDİ..
Ve Bizim çağrışımlarımız..

Türkiye Barolar Birliği’nden açıkoturum..
20 Şubat 2016, Cumartesi, saat : 10:00
Yer bilgisi : Posterin altında kayıtlı…

Dostlar,

Bu sitede Kıbrıs için çok yazdık…
Örneğin : KKTC Karambole Kurban Edilmesin..
(http://ahmetsaltik.net/2014/12/29/kktc-karambole-kurban-edilmesin/)

2004’te, ADD Genel Başkan Vekili sıfatıyla, Annan Planı halkoylaması öncesi KKTC’de
çok sayıda konferans verdik – düzenledik, radyo – TV konuşması yaptık ve gazete söyleşileri, makaleleri yazdık..

KIBRIS_konusmalarimiz

 

 

 

 

 

 

 

 

Ne yazık ki KKTC halkı bu lanetli Plana % 65 “evet” dedi.. Bıktırılmış ve adeta “öğrenilmiş çaresizlik sendromu” na sokularak özgür istenci (iradesi) teslim alınmıştı.
Tarihin cilvesine bakınız ki, daha çoğunu elde edebileceğinden emin olan (!?) Batı’nın şımarık çocuğu Ada Rumları Annan Planı’na “hayır” dediler de KKTC yaşamaya devam etti!..
Yoksa şimdi tek bir Kıbrıs Cumhuriyeti vardı ve 1974 katliamları öncesine dönülmüş idi..

Kibris'ta_kanli_Noel_ve_Makarios'un_katliam_buyrugu

Ne yazık ki, ikiyüzlü AB, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tek parça devleti olmasına karşın,
kendi hukukunu çiğneyerek tüm Kıbrıs’ı temsilen (!) AB’ye kabul etti (2004)..

1983’ten bu yana koca kahbe dünya, Kıbrıs Türklerinin uluslararası hukuka tümüyle uygun kendi yazgısını belirleme (self determinasyon) hakkını görmezden gelerek Ada Türklerine
adeta politik – ekonomik soykırım uygulamakta.. Oysa Ada Türkleri bir “nation community” olarak Self determinasyon eyleminin hukuksal öznesi (süjesi) olmaya ehil (yetkili).
Bu yalın olguyu görmezden gelen kokuşmuş BM sistemi ve Batı emperyalizminin şürekası ise Türkiye’de uluslararası hukuka tümüyle aykırı olarak Kürt kardeşlerimizi kışkırtarak
self determinasyon hakkına gönderme yapmaktadırlar.. Oysa Lozan Antlaşmasına göre Türkiye’de “azınlık” statüsünde olanlar yalnızca Ermeni, Rum ve Yahudilerdir..

Kibris'ta_Turk_varligi_MO_6._bine_uzaniyor

AKP – RTE iktidarı ise kadim kahraman Denktaş‘ı harcamak ve Annan Planı’nı onaylatmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Bay RTE, diplomasi literatüründe yeri olmayan saçma bir kavram ve davranış biçimiyle “herkesten 1 adım önde olmak” gibi -çoooook derin uluslarararası siyaset ve hukıuk bilgisinin ürünü olsa gerek (!)- tuhaf bir politika izledi, izliyor..

KKTC’nin uluslararası düzlemde tanınması için hiçbir somut – içtenlikli çabasını görmedik AKP’nin.. Şimdilerde ise, AKP – RTE iç ve dış politikada, ekonomide, iç terörde ve Suriye – Irak’ta olağanüstü zorda..

BOP = Türkiye’yi parçalama planı Eşbaşkanı RTE, kıskıvrak kuşatılmış durumda uydu ve serüvenci – sığ politikalarının ürünü olarak.. Dolayısıyla hemen her türlü ödünü verebilirler.. İktidarda kalmak üzere ver(e)meyecekleri ödün olmadığı ne yazık ki yaygın kanı..
O bakımdan, KKTC özel bir özen ve sahiplenme istiyor..

TBB (Türkiye Barolar Birliği) bir yurtseverlik ve KKTC halkı Türk soydaşlarımızın haklarını – hukukunu koruma adına böylesi bir açıkoturum düzenliyor..

KKTC, Türkiye güvenliği ve Ada Türklerinin can güvenliği açısından ülkemizin
en temel sorunlarından biridir..

  • Kırmızının da kırmızısı çizgimiz;
    2 kesimli – 2 bölgeli – egemen eşit 2 devletli bir yapının mutlaka korunmasıdır.

KIBRIS_Girit_Olmasin

Son çözümlemede GKRY, Yunanistan ile onyılların özlemi ve politikası yönünde ENOSİS özlemleri uğruna birleşirse, Ada Türkleri KKTC yurttaşları da kendi yazgılarını belirleme hakkını kullanarak Türkiye’ye katılabilirler..

Başkaca ödüncü çözümler, Ada’da 1571’de fetihten bu yana dökülen kanların, binlerce şehitlerin ve gazilerin.. aziz ruhlarına ihanet olacaktır.. Türkiye’nin güvenliğini de tehlikeye atmak ve
Ada Türklerinin assimilasyonuna (katliamına değilse bile!) razı olmak demektir.
Türkiye buna asşa izin veremez, tarih de kesinlikle bağışlamaz..

 

AKP – RTE’yi bir kez daha kaygı ile uyarmak isteriz..
Yapamayacaksanız, bırakıp gitmek diye namuslu – onurlu bir davranış vardır..
Halka gerçekleri anlatır ve yapabileceklere yerinizi bırakırsınız..

Aman ha, sakın ha… KKTC’yi kurtlar sofrasında diplomasi oyunlarına kurban vermeyelim..

TBB’nin bu açıkoturumuna katılalım, sahiplenelim…

Sevgi ve saygı ile.
18 Şubat 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Yazımızın pdf biçimi; KIBRIS’TA_SON_TANGO’ya_DOGRU

AİHM Türkiye’den zorunlu din dersi uygulamasına derhal son verilmesini istedi

AİHM’den Türkiye’de ‘zorunlu din dersi’ne son verilmesi kararı..


Dostlar
,

Kanayan yaradır.. 1982 Anayasası ile birlikte 32 yıldır zorunlu din dersleri tam bir İSLAMCI faşist baskı İLE SÜRDÜRÜLÜYOR.. AİHM kezlerce bu konuda kararlar verdi ama özellikle AKP hükümetleri hukuka karşı hile ile AİHM kararlarının arkasından dolanarak (hile-i şeriye) kararları özüyle uygulamadılar. Söz konusu derslerin içeriklerinde yüzeysel ve kandırmaca amaçlı değişikliklere gidilerek
AİHM kararlarının içi boşaltıldı, pişkinlikle AİHM aldatılmaya çalışıldı!

Ciddi ölçüde zaman kazanıldı.. Bu arada “12 yıllık zorunlu kesintisiz” eğitim sistemi 4 + 4 + 4 ile parçalanarak ve İHL’ler sayıca ezici biçimde artırılarak İmam hatip Ortaokulları (IHO) da açıldı. Yetmedi, kimi derslerin İngilizce verilmesi bahanesiyle
İHL ve IHO’nın başına bir de “Anadolu” sözcüğü getirilerek var olan okul binaları
bu kayırmalı okullara verildi.

Yetmedi, bir de haremlik – selamlık ayrımı ile kızlar için IHO – IHL açıldı..
Oysa İslam dini kaynaklarında kadınlar İmam – Hatip olamıyor.
Bu gerçeğe karşın kızlar için ayrı İHO – İHL açmak, apaçık beyin yıkama,
Başbakan iken RTE’nin itiraf ettiği üzere “inançlı” nesil yetiştirmektir..

Bu neyin “inancı” dır?? Başka inanç sahipleri ve sistemleri yok mudur Türkiye’de?
Salt Hıristiyan ve Museviler bağışık tutuldu bu zorunlu derslerden
(Lozan Antlaşması güvenceleri ve Batı korkusu!).

Yetmedi; bilinçli TEOG rezaletiyle (TEOG : Temel Eğitimden Ortaöğrenime Geçiş) öğrenciler utanç verici biçimde seçeneksiz bırakılarak İHL’lere yerleştirildiler.. IHO – IHL yapılanması 4 + 4 + 4 sistemini son 2 bölümünde başlıca sistem ve omurga oldu.. Laik bir ülkede yapıldı bunlar.. Anamuhalefet partisi başkanı “Türkiye’de laiklik tehlikede değil” dediğinden olacak..

Yetmedi, İHL bitirenleri (mezunları) meslek sahibi olmak üzere eski Yüksek İslam Enstitüleri – yeni İlahiyat Fakülteleri’ne (sayıları 30’dan çok!) yönlendirilmek yerine
tüm eğitim alanlarına girebildiler. Ezici çoğunlukla AKP kadroları bu okullardan mezun.
Farklı inançtan, örneğin Alevi, tek 1 orta- yüksek bürokrat 12 yıldır atanmıyor!

Yetmedi, Harpokulları için zorlama yapılmakta..
Polis okulları, Hukuk ve Mülkiye zaten öncelikle tercih edildi.
Fethullah Gülen’in hedefleri doğrultusunda Devletin can damarlarına girildi..

Yeter mi? Bilmiyoruz??

20 – 25 milyon Alevi insanımız İslamı çok farklı yorumluyor ve Sünni İslamın devlet eliyle – kendi vergileriyle kendilerine dayatılmasına çoook haklı olarak isyan ediyorlar.
Cemevleri tapınç (ibadet) yerleri olarak kabul edilmiyor, tek kuruş devlet desteği görmüyor. Ama cami sayısı yüz bini aştı, ayrıca ilkokullarda bile mescitler doldu.
Bu bağlamda ağzını açanlar çok merkezli ve sistematik biçimde linç edildi, susturuldu, vuruldu.. Ama hoparlörlerden sanal ezan kayıtları 5 vakit çok yüksek sesle dinletiliyor.

DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) muazzam bir İmparatorluk oldu.
Bütçesi çok sayıda bakanlığın ödeneğini aşıyor. TÜBİTAK bütçesinin 4 katı! Ayrıca Diyanet Vakfı çok ciddi parasal kaynaklara hükmediyor. İki yüz bin dolayında Sünni imam – vaiz -mele vb. nin aylıklarını tüm vatandaşlar ödüyor ama DİB’de Alevilik ve başka inançlara yer yok! DİB SÜNNİ İSLAMIN Dükalığı! Oysa “Diyanet” sözcüğü salt “Sünni” İslam demek değil ki!

Başbakan Davutoğlu bu gün hemen savunmaya geçti ve terör örgütlerini örnek göstererek Ortadoğuda din eğitiminin zorunlu olduğunu.. savundu. “İslamcı terör” ü engellemek için bu dersler gerekliymiş.. Hatta uygulamalı, Kilisede veriliyormuş yer yer.
Oysa hiçbir AB ülkesinde 12 yıllık kesintisiz zorunlu temel eğitim tamamlanmadan zorunlu din eğitimi yok’

Yine bu gün 12. CB – Yarıbaşkan RTE de Esnaf Birlikleri toplantısında “İslami terör” diye bir kavramı kesinkes reddetiklerini söyledi. RTE de Davutoğlu da “IŞİD unsurları” demeyi sürdürürken, tüm dünya “kanlı IŞİD terörü” diyerek şiddetle lanetliyor,
kendi yarattıkları canavarla başetmek için çabalıyor….

Büyük atasözüdür.. “Zırva tevil götürmez..”
Ne yaparsanız yapınız, bu politikayı artık daha fazla sürdüremezsiniz.

AİHM’nin kararı oybirliği iledir. Temyiz etme pişkinliğine girilmez umarız.
Çünkü tazminat istemi de hükmü de yoktur kararda.
Uluslararası Yüksek Mahkeme, kararının nasıl uygulanması gerektiğini de açıkladı.

Eh artık yeter..
Bu dinci faşizme son verin..
Zaten okullarda Arapça, Peygamberin Yaşamı gibi dersler de koyarak dinci içerik
iyice zenginleştirildi..

İnsaf artık..

  • Toplum bo-ğu-lu-yor, bo-ğu-lu-yor, bo-ğu-lu-yor..
    anlıyor musunuz, duyuyor musunuz, görüyor musunuz?

Yoksa kör ve sağır mısınız?

Bu yaptıklarınızın İslam’a uyan neresi var? Kuran’da karşılığı var mı??
Kuran’ın neresinde insanlara zorla din öğretmek, Arapça sure ezberletmek yazıyor? Zorla abdest, namaz, oruç.. Hangi ayette, hangi ayette??
Tek bir ayet gösterebilir misiniz herkese ZORUNLU DİN DERSİ için??
Yoksa tam tersine “tebliğ” den öteye geçmek Kuran’da yasak, değil mi!?

AİHM kararını kıvırtmadan artık uygulayın..
Mahkeme uyarıyor; Türkiye’de sorun “yapısal” diye!
(Karar özeti aşağıda.. dikkatle okunmalı..)

Sevgi ve saygı ile.
17 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================

AİHM’den ‘zorunlu din dersi’ kararı..

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 
Türkiye’den zorunlu din dersi uygulamasına derhal son verilmesini istedi!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),eğitimde zorunlu “Din Bilgisi ve
Ahlak Kültürü Derseri” ne karşı Ankara’dan davacı olan 14 Türk vatandaşının
2011 yılında açtığı davada kararını bugün açıkladı.

AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) eğitim hakkıyla ilgili maddesinin ihlaline hükmetti.

Mahkeme, oy birliğiyle aldığı kararda,
Türk hükümetinden

Zaman geçirmeden öğrencilerin zorunlu din ve ahlak kültürü derslerinden
bağışık (muaf) tutulmalarını da sağlayacak yeni bir sisteme geçmesini.”
istedi.

Kararda, Türkiye’de din ve ahlak kültürü kitaplarının içeriğinde yapılan son değişikliklerin“yetersiz” olduğu belirtilip; Devletin dinsel konularla ilgili düzenlemelerde “yansız ve tarafsız olma yükümlülüğü” anımsatıldı.

AİHM, kullanılmakta olan “Din ve Ahlak Kültürü” kitaplarında Türkiye’de çoğunluğun
ait olduğu Sünni İslam’a daha çok yer ayrılmasının “beyin yıkamak” anlamına gelmediğini belirtmekle birlikte;

Alevi inancının özellikleri dikkate alındığında, anababaların çocuklarında
okul ile kendilerine özgü değerler arasında bir “bağlılık çatışması” 
yaratabileceğini
düşünmekte haksız olmadıklarına kanaat getirdi.

Türk eğitim sisteminin yalnızca Hıristiyan ve Musevi öğrencilere zorunlu din derslerinden bağışık (muaf) tutulma hakkı tanıdığına işaret eden AİHM’nin gerekçeli kararında,

“Bu durum, çocukları okulda gördükleri eğitim ile ailelerinin dinsel veya
felsefi inançları arasında çatışmaya itebilir..
” sonucuna vardı.

Avrupa ülkelerinin çoğunluğunun öğrencilere din derslerine girmeme veya
bu ders yerine başka bir derse girme hakkı tanıdığını da anımsatan AİHM,
Türk eğitim sisteminin anababaların (ebeveynlerin) inançlarına saygı konusunda
hâlâ Avrupa standartlarında olmadığı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin
eğitim hakkıyla ilgili maddesini ihlal ettiğine hükmetti.

AİHM, sorunun “yapısal” olduğunu da belirterek, kararın nasıl uygulanması gerektiği konusunda Ankara’ya mesaj da verdi.

Mahkeme, en kısa sürede “Din ve Ahlak Kültürü” derslerinin zorunlu olmaktan çıkartılıp, öğrencilerin bağışık tutulabilecekleri bir sisteme geçilmesi
gerektiğine hükmetti.

Davacılar maddi veya manevi tazminat talep etmediğinden,
bu konuda herhangi bir hükümde bulunulmadı.

Karar, benzer olası davalar için örnek oluşturması (emsal teşkil etmesi)
bakımından önem taşıyor. (Kaynak: Ntvmsnbc, 16.9.14)

***********

Bu dosyanın tümünü pdf olarak okumak – indirmek için lütfen tıklayınız…

AİHM’den_Turkiye’de_‘zorunlu_din_dersi’ne_son_verilmesi_kararı

Onur Öymen : Ermeni Propagandası


Dostlar,

Çok deneyimli ve birikimli diplomat, eski büyükelçi, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı
Sn. Onur ÖYMEN‘in, bitirdiği fakültede (Mülkiye, 1963) bir de doktora yaptığı, sanırız pek bilinmiyor.. “Teknolojik Gelişme ve Savunma Politikası” başlıklı bu doktora tezi,
Bilgi Yayınlarınca kitap olarak da yayımlandı. Sn. Öymen, arı gibi ve 74. yaşını sürmesine karşılık aydın sorumluluğu sürüyor.. Yazıyor, konferanslara gidiyor,
TV programlarına katılıyor, gazetelerde söyleşileri yayımlanıyor.. Ne yazık ki
satılık – kiralık medya dışındaki sınırlı basın – yayın organlarında..

http://www.onuroymen.com/ adresli web sitesinde bu etkinlikleri izlemek olanaklı.

Aşağıda paylaştığımız yazı ise şimdiye dek Sn. Öymen’in yazdığı en uzun yazı olsa gerek.. (PhD tezi bir yana!).. Hep kısa, vurucu ve özlü yazıyor pek haklı olarak.
Ancak bu konu çok nazik ve kimi ayrıntıların atlanmaması gerek.. Dolu dolu 5 A4..
“Şeytan ayrıntıda gizlenir..” denir ya.. Kimi küçük notları da ayraç içinde biz ekledik.

Dr. Öymen,
hiçbir önemli ayrıntının “Şeytanca gizlenmesine” (!) izin vermemiş
bu uzun makalesinde.. Dikkatle okunmalı ve arşivlenmeli.. Dışişleri kadroları gereğince değerlendirmeli.. 2015’in 24 Nisan’ı yaklaştığında (Ermeni soykırımı emperyalist yalanının  100. yıl!), yumurta kapıya dayandığında çook geç olabilir.

Teşekkürler Sn. Öymen.. Ah bir de biraz daha güncel, arı Türkçe ile yazma özeni gösterebilse.. Neredeyse çeviri yaptık güncel Türkçe’ye (anlama dokunmadan..)

Sevgi ve saygı ile.
8 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Not   :
Yukarıdaki dizeleri Sn. Öymen’e e-ileti olarak yolladık, face sitelerinde de paylaştık.
Dosyanın pdf biçimi için lütfen tıklayınız: Ermeni_Propagandasi_Onur_Oymen_Mayis_2014

==============================================

Ermeni Propagandası

portresi2

 

 

Onur Öymen                         

Ermeni sorunun köklerini araştırmak için 19. yüzyılın ortalarına dek gitmek gerek.
1856’da ilan edilen Islahat Fermanı‘ndan sonra Müslüman olmayan nüfus, Müslümanlarla eşit haklara kavuşmuştu. 19. yüzyıl sonlarında Hıristiyanlara da
oy verme hakkı tanındı. Bu arada Ermeniler devlet yönetiminde önemli görevler üstlenmişlerdi. Padişahın kişisel servetini yöneten Hazine-i Hassa Nezaretini,
1880-1908 arası 28 yıl sırasıyla Hagop Paşa Kazazyan, Mikael Efendi Portakalyan ve Ohannes Sakız Efendiler üstlenmişlerdi. 2. Meşrutiyet döneminde (AS: 1908 sonrası) Krikor Sinapyan, Oskan Mardikyan, İstanbulyan ve Hallaçyan Efendiler Nafia, Orman
ve Maadin, Posta ve Telgraf ve Ticaret Nezaretlerinde bulunmuşlardı. 1912’de
Dışişleri Bakanlığı makamında Kapriyel Noradunkyan isimli bir Ermeni görev yapmıştı.

1876’da Anayasanın ilanıyla (AS: 23 Aralık 1876, Kanun-u Esasi) birlikte oluşturulan Osmanlı parlamentosunda toplam 46 gayrı Müslim milletvekili vardı. Bunlardan 9’u Ermeni’ydi. 1908’de 2. Meşrutiyetin ilanından sonra kurulan Mecliste 11,
1914’teki Mecliste de 12 Ermeni milletvekili görev yapıyordu.

Osmanlı İmparatorluğunda 7 Ermeni Büyükelçi ve üst düzeyde 41 Ermeni subay
görev yapmıştı. Yani Ermeniler toplumdan dışlanmamış, hatta itibar görmüştü.
Böyle bir toplumda Ermenilere soykırım yapılması düşünülebilir miydi?

İstanbul’da bu olumlu hava yaşanırken Doğu’da bazı Ermeni gruplar
Rusya’nın Kafkasya’ya yayılma politikalarına destek oluyorlardı.

Rusya daha 18. yüzyılın sonlarından başlayarak Kafkaslara yayılma yolunda adımlar atmıştı. 1800 yılında Gürcistan Krallığı’nı kendi topraklarına katmış, 1804 ve 1829 yıllarında da İran’a ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşmıştı. Rusya 1804 ve 1829 yılarında silahlı yerel Ermeni güçlerinin yardımıyla Ermenistan ve Azerbaycan’ı
ele geçirmişti.1855 ve 1877 yıllarında Rus birlikleri Anadolu topraklarını işgale başladıklarında Ermenilerden destek görmüştü. Yapılan barış antlaşmaları sonucunda Ruslar Anadolu’daki kimi toprakları terk edip çekilirlerken, on binlerce Ermeni de onlarla birlikte Anadolu’dan Kafkasya’ya geçmişti. 1878’de yapılan San Stefano, sonra da Berlin Antlaşmasıyla Rusya Kars, Ardahan ve Batum’u almıştı ama Ermenilerin beklentileri  karşılanmamıştı. İstanbul’daki Ermeni Patriği Nerses’in bağımsız bir Ermenistan kurulması için yaptığı girişimlere Rusya’dan olumlu yanıt alınamamıştı.

İşte o tarihlerde Ermeniler şiddet hareketlerine başvurarak büyük devletlerin dikkatini çekmeye ve bağımsızlık hedeflerine bu yolla ulaşmaya çalıştılar. Ermenilerin bu
şiddet eylemlerine Anadolu’da görev yapan Amerikalı Misyonerler de destek olmuştu.

1865’ten sonra misyonerler yetenekli gördükleri Ermeni gençlerine burs vererek
onların Amerikan Üniversitelerinde eğitimini sağladılar. Bunların bir bölümü
Amerikan vatandaşlığına geçirildi ve Türkiye aleyhindeki propagandalarda kullanıldı.

1886’da ilk Amerikan konsolosluğu Sivas’ta açıldı. Görevlerinden biri Ermenilerin haklarını korumaktı. 1900 yılında bir Konsolosluk da gene Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları Harput’ta (AS: şimdiki Elazığ) açıldı.

Ermeni propagandaları Amerika’da sonuç vermeye başlamıştı. Amerikan Senatosu,
3 Aralık 1895’te Sasun’daki Ermeni ayaklanmasını bahane ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu kınayan bir karar kabul etti. 1896’da da Ermeni propagandasının etkisiyle Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosu Türkiye’yi kınayan benzeri kararlar aldı.

1860’lı ve 1870’li yıllarda şiddet yoluyla bağımsızlığa ulaşmak isteyen Ermeniler İstanbul’da ve Doğu Anadolu’da örgütlenmişlerdi. 1887’de Cenevre’de kurulan
Hınçak Partisi‘nin programında hedeflerine terör yoluyla varmayı amaçladıkları belirtiliyordu. Ermeni örgütlerinin en etkilisi 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnak Partisi oldu. Bunların hedefi Osmanlı topraklarına sokacakları çeteciler ve silahlarla
Osmanlı Devletinin binalarını, kuruluşlarını ses getirecek eylemlerle bombalamaktı.
Bu derneğin üyelerinden biri, Robert Kolej’in kurucusu Hamlin’e şöyle diyordu:

  • Hedefimiz Türkleri ve Kürtleri öldürmek, onların köylerini yakmak
    sonra da kaçarak dağa çıkmaktır. Bu saldırılara tepki olarak Müslümanlar da
    masum Ermenilere saldıracak ve onları barbarca katledecektir.
    Rusya bu saldırılara tepki olarak insanlık ve Hıristiyanlık namına
    müdahale edecek ve Ermenilerin yaşadıkları bölgeleri ele geçirecektir.

1894’te bu plan yürürlüğe kondu. Sasun bölgesindeki Hınçak çeteciler önce
Osmanlı vergi memurlarına ve öbür devlet görevlilerine saldırdılar. Osmanlı Hükümeti
bu çetelerin üzerine asker gönderince de dağlara doğru kaçtılar ve yolarının üzerindeki Türk köylerini basarak çok sayıda Türk’ü öldürdüler. 1895’te bu kez Zeytun bölgesinde Hınçak Partisi bir saldırı düzenledi. Bir yıl sonra Van’da bu kez Armenakan Partisi
bir ayaklanma başlattı. Orada da her iki yanan çok sayıda insan öldü. Ermeni çeteciler çok ses getirecek başka eylemlere de giriştiler. İstanbul’da Osmanlı Bankasını bombaladılar. Şehrin başka yerlerinde de bombalar patlattılar.

Aynı yıllarda İngiltere ve Rusya, Osmanlı devletini Ermenilere zulüm yapıldığı iddiasıyla kınadı. Bu arada Amerikan basınında Türkleri şiddetle suçlayan ve Ermenileri destekleyen çok sayıda yazı çıktı. Amerika’ya yerleşen Ermeniler orada güçlü bir lobi oluşturmuşlardı.

1914’ün Haziran ayında Washington’a atanan Büyükelçi Ahmet Rüstem Bey’in karşılaştığı en önemli sorunlardan biri, Amerikan basınındaki Ermeni propagandalarıydı. Ermeni propagandasının arkasında İngiltere Hükümeti ve onun Türkiye aleyhtarı propagandalarını yönlendiren İngiliz Propaganda Bakanlığı’nın Washington’daki temsilciliği vardı. Fransa da bu çabaları destekliyordu.

Washington Büyükelçimiz Ahmet Rüstem Bey, 8 Eylül 1914’te Evening Star gazetesine bir demeç vererek Ermenilerin Hıristiyan oldukları için değil devlete karşı ayaklandıkları için cezalandırıldıklarını söyledi. Büyükelçi sert bir dil kullanarak İngiltere’yi ve Fransa’yı kınadı. Amerikalıların da kimi ülkelerdeki halka yaptıkları kötü muameleleri anımsattı. Başkan Wilson bu açıklamaya tepki gösterdi. Büyükelçi baskılar karşısında geri adım atmadı, sözlerinin arkasında durdu ve özür dilemedi. Durumu Hükümetine bildirdi ve
15 gün sonra ABD’yi terk etti. Ahmet Rüstem Bey, Türk diplomasi tarihine şerefli bir ad bıraktı.

Savaş başladıktan sonra (AS. 1. Dünya Paylaşım Savaşı) Amerika’daki Ermeni propagandası hızlanarak sürdü. İngilizler, Ermeni savlarını abartarak Amerikan kamuoyunda Türklere karşı nefret duyguları yaratma çabalarını sürdürüyor ve bu yolla ABD’yi savaşa girmeye ikna etmek istiyorlardı. Bu arada İstanbul’daki ABD Büyükelçisi Morgenthau da Türklerin Ermenilere katliam yaptığı yolunda savlar içeren raporlarını Washington’a gönderiyordu. 1918’dan başlayarak “Near East Relief” adlı ABD
yardım kuruluşu, Ermenilere büyük maddi destek sağladı.

O yıllarda İstanbul’daki işgal kuvvetlerinin baskısı üzerine, çok sayıda suçsuz ve namuslu devlet görevlisi Nemrut Mustafa Divanında yargılandı. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’le Urfa Mutasarrıfı Nusret bey gibi yüksek devlet memurları haksız yere idam edildilerBu mahkeme, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını
11 Mayıs 1920’de gıyaplarında (AS:
yokluklarında) idam cezasına çarptıran mahkemedir.

Savaş yıllarında misyonerlerin yazdıkları  raporlara bakılacak olursa, yalnızca Türkler Ermenileri öldürmüş, Ermenilerse Türklere hiçbir şey yapmamış, kimseyi öldürmemiştir. İngiliz Propaganda Bakanlığı’nın öncülüğünde yayınlanan Mavi Kitap’ta bu asılsız savlara yer veriliyordu. Oysa o tarihlerde Ermeniler çok sayıda Osmanlı subayını öldürmüş, Osmanlı ordusunun ikmal ve ulaşım yollarını kesmiş, kimi Osmanlı kent  ve kasabalarını ele geçirmeye çalışmış, Van’da ve başka yerlerde Türkleri kitlesel olarak imha etmişler, bir milyondan çok Müslümanı göçe zorlamışlardı.
Devletin arşivlerindeki bilgilere göre

  • Ermenilerin öldürdüğü Türklerin sayısı 500,000’i aşıyordu.

Yazdığı tek yanlı raporlarla Ermenilerin propagandalarının yayılmasına ve
etkili olmasına  yardımcı o ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau,
Lozan Antlaşması‘ndan sonra The New York Times gazetesinde yayınlanan
bir makalesinde şunları yazıyordu:

400 yıldır Türkleri Avrupa’dan kovmakiçin çaba harcayan Avrupalılar için Lozan,
çok acı bir ders olmuştur. Türkleri yola getirmenin tek yolu onlara karşı silaha başvurmaktır.

O yıllardan beri ABD’de sürüp gelen Ermeni propagandalarına ve soykırım savlarına karşı 69 ABD’li bilim adamı 19 Mayıs 1985’te bir bildiri yayınladı. Basında da yer alan
bu bildiride ABD Temsilciler Meclisinde hazırlanan ve Ermeni tezlerine haklılık verecek bir nitelik taşıyan 192 sayılı tasarı eleştirilmekte ve soykırım sözcüğünün kullanılmasına itiraz edilmekte, ilgili ülkelerin arşivleri açılmadan o tarihlerde olup bitenler hakkında
tam bir kanıya varılamayacağı kaydedilmektedir. Temsilciler Meclisi’nin 192 sayılı kararının Türkiye hakkında adaletsiz yargılara varılmasına yol açabileceği vurgulanmakta, tarihsel bir soruna yasa yoluyla karar vermeye çalışmanın yanlışlığına değinilmektedir. Bildiride son olarak, “Tarihsel olarak kuşkulu varsayımlara dayalı böylesine bir karar yalnızca dürüst tarihsel araştırmaya zarar verir ve
Amerikan yasama sürecinin güvenilirliğini sarsar..” anlatımlarına yer verilmektedir. 

Bu bildirinin altında Heath Lowry, Bernard Lewis, Justin McCarthy, Dankwart Rustow, Pierre Oberling, Stanford Shaw gibi dünyaca tanınan saygın bilim adamlarının
imzaları da bulunmaktaydı.

Ermeni Propagandalarına en etkili yanıt 1923’te Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni’den gelmişti. 1923’te Taşnak Partisi kongresinde yaptığı konuşmada

  • Ermenilerin başlarına gelen felaketlerin başlıca sorumlusunun
    doğrudan doğruya Taşnak Partisi olduğunu söyledi.

Buna karşın Ermeniler Türkiye karşıtı yanıltıcı propagandalarını hala sürdürüyorlar.
Türk diplomatları bu propagandalara karşı uzun yıllardan beri büyük bir savaşım
sürdürmekte. 1971’de Fransızların Marsilya’da Ermeni soykırımı anıtı dikmesine
Paris Büyükelçimiz Hasan Esat Işık sert tepki gösterdi. Derhal görevinden ayrılıp Ankara’ya döndü.

Türkiye’nin 1974’te yaptığı Kıbrıs barış harekâtından sonra Rum, Kürt ve Ermeni
terör örgütleri arasında yakın bir işbirliği oluştu. Bu işbirliğini değerli gazeteci
Uğur Mumcu ayrıntılı biçimde yazmıştı. Ermeni Asala örgütünün militanları 1975 başında başlayarak Türk Büyükelçilerini, diplomatlarını ve Büyükelçilik çalışanlarını
şehit etmeye başladılar. Önce Viyana Büyükelçimiz Daniş Tunalıgil, O’nun arkasından Paris Büyükelçimiz İsmail Erez katledildi. Fransa’da çok sayıda ASALA teröristlerinin saldırısı oldu. Bütün dünyada öldürülen Büyükelçi ve diplomat sayısı 40’ı geçti.

Ermenilerin soykırım savlarına itibar eden 20 dolayındaki ülkenin parlamentosu bu yolda oy kullandı ama savaş yıllarında ve sonrasındaki gerçekleri en iyi bilecek durumda olan İngiltere’nin Devlet Bakanı Barones Ramsey of Cartvale, 14 Nisan 1999’da İngiltere Hükümeti adına yaptığı açıklamada şöyle diyordu:

Osmanlı İdaresinin Ermenilerin yok edilmesi kararını kanıtlayacak bir belgenin yokluğu nedeniyle İngiliz Hükümetleri 1915 ve 1916’daki olayları soykırım olarak tanımamaktadır… Bizce 80 yıl önce olmuş olayların bugünkü hükümetlerce
değerlendirilmesi uygun değildir. Çünkü bu olaylar hukuksal ve tarihsel tartışmalardır
.”

İngiliz Bayındırlık ve Çevre Bakanı Beverly Hughes da 24 Ocak 2001’de İstanbul’da gazetecilere verdiği demeçte şöyle diyordu:

Bir süre önce İngiltere Hükümeti Ermeni savları konusunda sunulmuş olan kanıtları gözden geçirdi. 1915 ve 1916’da meydana gelmiş olayların belgelerini inceledi. Bu olayların Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış olan soykırım tanımlamasına uymadığına karar verdi. Bu İngiliz Hükümetinin tutumudur ve değişmeyecektir.”

Savaş yıllarında Ermeni konusunda Türkiye’ye karşı en aşırı propagandaları yapan İngiltere’nin şimdi sergilediği bu yaklaşım dikkat çekicidir.

Buna karşılık Fransa Parlamentosunda 2001’de bir soykırım yasası kabul edildi.
2006’da da soykırımı reddedenlerin para ve hapis cezasına çarptırılmasını öngören
bir yasa tasarısı  Mecliste kabul edildi ancak Senatoda reddedildi. Fakat birkaç yıl sonra, Sarkosy’nin Cumhurbaşkanlığı sırasında ve O’nun ısrarıyla benzer bir tasarı
hem Meclisten hem de Senatodan geçti. Bu kez de yeterli sayıda milletvekili ve senatör bu tasarı karşıtı olarak Yüksek Mahkemeye (AS: Fransız Anayasa Konseyi) başvurdu. Yüksek Mahkeme yasayı iptal etti. Birkaç yıl sonra aynı nitelikte bir yasa hem Meclisten hem de Senato’dan geçti ama Yüksek Mahkeme tarafından gene iptal edildi.

Fransız Sosyalist Partisinin o zamanki 1. Sekreteri François Hollande ile Fransa’yı ziyaret eden Ermeni Taşnak Partisi Başkanı Murad Papazyan 3 Haziran 2004’te yaptıkları açıklamada Türkiye’nin AB’ne üyeliğini Ermeni soykırımı savlarının kabulüne bağlayan anlatımlara yer verdiler. Yani bu bildiriye göre Türkiye, soykırım savlarını
kabul etmezse AB’ye üye olamayacaktı.

Öte yandan, diplomatlarımızı öldürdükten sonra Ermenistan’a yerleşen
ASALA teröristlerinden hiçbiri yakalanıp yargılanmadı ve cezalandırılmadı.

Kimi büyük devletlerin önerisi sonucunda Türkiye, Ermenistan’la Cenevre’de yaptığı
gizli görüşmelerden sonra 2 protokol imzaladı. Bu protokollerde özetle Türkiye’yle Ermenistan arasındaki sınırın açılması ve 2 ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin başlaması öngörülüyordu. Protokollerde Türkiye’nin uzun yıllardan beri dış politikasının önemli belgelerinden biri olarak kabul ettiği Kars Anlaşmasından söz edilmemekte, Yukarı Karabağ sorununun çözümüne değinilmemekte ve Ermenilerin sözde soykırım savlarını sona erdireceklerine ilişkin bir anlatım yer almamaktaydı. Metinde yer alan kimi muğlak anlatımların Ermenistan açısından ne anlama geldiği Ermenistan
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bağlayıcı bir kararla yorumlandı. Bu karar, Ermenistan’ın protokolleri Türkiye’nin beklediği biçimde yorumlamasının önünü de tıkamış oldu.

Azerbaycan Hükümetiyle Türkiye’deki muhalefet partileri bu protokollere tepki gösterdi. Başbakan da Yukarı Karabağ sorununun çözümünü koşul gördüklerini açıkladı. Sonuçta bu Protokoller TBMM tarafından onaylanmadı ve dolayısıyla
yürürlüğe girmedi.

Ermenilerin hala Türkiye’ye karşı izledikleri suçlayıcı politikaların arkasında
büyük ölçüde kendi suçlarını gizleme çabası olduğu anlaşılmaktadır.

  • Ermenistan, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından kısa bir süre sonra başlayan çatışmalar sonunda Yukarı Karabağ dahil Azerbaycan topraklarının % 20’sini işgal etti ve 1 milyon Azeri’yi zorunlu göçmen durumuna düşürdü.

Yukarı Karabağ bölgesi kendini bağımsız bir cumhuriyet olarak ilan etti.

  • Ermenilerin yaptığı Hocalı katliamında yüzlerce Azeri yaşamını yitirdi!
    (AS : 26 Şubat 1992, Azerbaycan Cumhuriyeti‘nin resmi açıklamasına göre saldırıda 106’sı kadın, 83’ü çocuk toplam 613 Azerbaycanlı yaşamını yitirdi!)

Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan oylamada bu toprakların Azerbaycan’a ait olduğu teyit edildi (AS: doğrulayıcı) ve yabancı ülkelerin askerlerinin bu topraklardan çekilmesi istendi. Yukarı Karabağ sorunun çözümüyle görevlendirilen
MİNSK Grubunun liderleri ABD, Fransa ve Rusya bu oylamada olumsuz oy kullandılar.
Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün korunamaması uluslararası toplumun ayıbıdır.

Türkiye, Ermeni propagandasıyla mücadele ederken yalnızca geçmişle ilgili olarak kendisine yöneltilen suçlamalara yanıt vermekle yetinmemeli;
Ermenilerin yaptıkları insanlık dışı eylemlerim de her vesileyle dile getirmelidir.   

Reşit Galip; Andımız ve Tapınç (İbadet) Dilinin Türkçeleştirilmesi


Reşit Galip; Andımız ve Tapınç (İbadet) Dilinin Türkçeleştirilmesi

portresi fotoso_Ata_ile

 

  

 

 

 

Dr. Reşit Galip:

  • “Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz..
    Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla birlikte Ankara’da bir kurulca
    Türkçe Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.”

İlköğretim okullarında okutulan yeminin (Andımız)  kaldırılması, andı yazan ve okullarda okutulmasını sağlayan Dr.Reşit Galip’i gündemin tartışma konularından biri durumuna getirdi.

Dr. Reşit Galip kimdir?

Rodos’ta dünyaya gelen Reşit Galip ilköğrenimini özel dersler alarak tamamlamış bir süre de  Alliance lsraelite’ devam etmişti. Rodos ve İzmir idadisini bitirdikten sonra
1911’de Askeri Tıbbiyeye girmişti. Daha lise yıllarında aktif bir öğrenci olan Reşit Galip, Meşrutiyet döneminde Ferday-ı Temmuz, Tıbbiye’de de Hakikat adında bir gazete ile Sivrisinek adında bir karikatür dergisi yayımlamıştı. Tıbbiyede Türk Ocaklarının bir şubesini açan Galip, aynı zamanda Ocak örgütlerinin müfettişliğini üstlenmişti.

2. Balkan savaşında ve I. Dünya savaşında gönüllü asker olarak görev almıştı.
Bu nedenlerle Tıbbiyeyi ancak 1917’de bitirmişti. Mondros Ateşkesi’ nden sonra işgallere karşı İstanbul mitinglerine katılan Reşit Galip, Damat Ferit hükümetine karşı kaleme aldığı bildiriyi polis müdürlüğünün kapısına yapıştıracak ölçüde de gözü karaydı.
Sakarya Savaşı‘ndan sonra Ankara’da Hıfzıssıhha dairesi yardımcılığına getirilen
Reşit Galip, Lozan Antlaşması üzerine kurulan Nüfus Değişimi (Mübadele) Kurulunda da görev almıştı.

Reşit Galip’in yaşamındaki dönüm noktası ve Türk siyasetinde yer etmeye başlaması ise Mustafa Kemal’in Mersin ziyaretinde oldu. 17 Mart 1923’te Mustafa Kemal Mersin’e geldiğinde Millet Bahçesinde düzenlenen toplantıda Reşit Galip’in şu sözleri
Atatürk’ün gözüne girmesine ve takdirini kazanmasına neden olacaktı.

  • “Sizin karşınızda, zaferlerinizden bahsetmeye gerek var mı? Grönland’daki Eskimolardan Afrika’nın yanık ve kızgın çölleri ortasında, sam yellerinden haber uman zencilere dek herkes öğrendi.. ”
  • “Sen bu milletin yalnız müncisi, yalnız bir halaskarı (kurtarıcısı) ve
    yalnız bir kahramanı değilsin; sen bunlardan daha çok büyüksün;
    sen bu milletin bir ferdisin. Senin en birinci büyüklüğün bu milletin
    bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.”

Bu konuşmasıyla Mustafa Kemal’in dikkatini çeken Reşit Galip, yaklaşık iki yıl sonra Aydın milletvekilliği görevine getirildi ve TBMM’de görev aldı. 1930’da Türk Tarihi Heyeti’ne seçilen Dr. Galip, yine o tarihlerde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’na Atatürk’ün isteğiyle katıldı. Atatürk’ün 1930 Kasımından 1931 Martına dek süren
yurtiçi gezisine katılan Galip,Türk Ocaklarının kapatılıp yerine kurulan
Halk Evlerinin oluşumu
nda da  görev aldı.

Türkçe’nin arılaştırılması ve özüne dönmesi gerektiğini savunan Galip’in yaşamında Dolmabahçe’de Atatürk’ün sofrasında yaşadığı tartışma bir dönüm noktası oldu. Atatürk’e öğretmenlik de yapmış olan Maarif Vekili  Esat Sagay’ı eleştirmesi, Çankaya ile olan ilişkilerinde bunalıma neden oldu. Sofra’daki tartışmanın konusu
kız öğrencilerin giysileriydi. Esat Bey’in, “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu giymelerini uygun görmediğini” belirtmesi ve bir genelge yayımlayıp daha kapalı giymelerini isteyeceğini söylemesi üzerine Reşit Galip, bunun bir gericilik olduğu biçiminde yanıt verdi. Sofrada gerginliğin sürmesini istemeyen ve bu durumdan
hoşnut kalmayan Atatürk, bu konunun daha sonra konuşulmasını isteyecekti.
Ancak Reşit Galip, ‘bu Sofra’da Devrimleri zedeleyecek icraattan söz edilmesi küstahlıktır!’ diyerek ortamı daha da geren bir çıkış yaptı.

Bunun karşısında Atatürk kendisini, “Yorgun görünüyorsunuz, gidip istirahat edebilirsiniz!” diye uyardı. Ancak O daha da alevlenerek “Burası milletin Sofrasıdır, kovulmamalıyım. Kendimi iyi hissediyorum, kalkmam.” diye Atatürk’le dikleşecekti. Bu durum karşısında Atatürk, “O halde biz kalkalım, masayı Beyefendiye bırakalım!” diyerek odasına çekilmişti. Öbür konukların da kalkmasıyla tek başına kalan Reşit Galip, o gece bir koltukta sabahlamıştı. Çankaya Sofrası’nda bulunanlardan
Vasfi Zorlu’nun deyişiyle Reşit Galip ‘evin şımarık çocuğu’ydu ve “her şeyi söyler, yine de Atatürk O’nu hoşgörürdü”. Gerçekten de öyle oldu, Sofra’da yaşanan
bu çatışmadan bir yıl geçmeden, Reşit Galip Maarif Vekilliğine atandı.

Andımız

Maarif Vekilliğine getirilen Reşit Galip’in günümüze dek uzanan “And” uygulaması da 1933’te başladı. Cumhuriyetin 10. yılında 23 Nisan 1923’te kendi yazdığı Andı
çocuklara okutan Dr. Galip, bir genelgeyle andın bütün okullarda okutulmasını sağladı. Dr. Galip’in yazdığı Andın ilk durumu şöyleydi:

  • Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!”

     Dr. Reşit Galip, tapınç (ibadet) dilinin Türkçeleştirilmesinde de önemli
rol oynamıştı.
1931 Ramazan’ında Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayında tapınç dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında Mustafa Kemal’in yanında olan ve O’nunla birlikte son düzenlemeler yapan kişiydi. Mustafa Kemal ile Dr. Reşit Galip çalışmaların sonucunda şu kararları aldılar:

– Müslümanlığın bir Türk dini olduğunun ispatlanması.
– Dinde ibadetin “Allah ile kul arasında bir kalp bağlılığı olduğu tezinin yayınlaştırılması.
– Kul, Tanrısına ibadet ederken söylediklerini kalbinden söylemeli.
Bunun ancak anadil ile olanaklı olduğu inancının oluşturulması.
– Bu fikirler yaygınlaştırıldıktan sonra, duaların Türkçeleştirilmesi için iş bölümü yapılması.

29 Ocak 1932’de Sultanahmet Camisi’nde Türkçe Kuran okunması kararlaştırıldığında, İstanbul’un ünlü hafızları Dolmabahçe Sarayı’na davet edildi.
9 kişiden oluşan kurulu karşılayan Reşit Galip’ti. Galip hafızlara; 

  • “Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz..
    Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla birlikte Ankara’da bir kurulca Türkçe bir Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.”
     diyecekti.

Kaynaklar
Prof. Dr. Şerafettin Turan; Dr. Reşit Galip’in Atatürk’e Yakınmaları.
Prof. Dr. Seçil Karal Akgün; Türkçe Ezan

http://www.add.org.tr/index.php/makaleler/1380-dr-resit-galip, 5.3.14

Muammer Aksoy’un Aydın Sorumluğu

 

Dostlar,

Kardeşimiz sevgili Hüsnü Merdanoğlu‘nun,
Devrim Şehidimiz Prof. Dr.  Mumammer Aksoy anısına
değerli yazısını paylaşmak istiyoruz..

Teşekkür ederiz Sayın Merdanoğlu..

Sevgi ve saygı ile.
31 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

Muammer Aksoy’un Aydın Sorumluğu

PORTRESI_husnu_merdanoglu

 

 

Hüsnü MERDANOĞLU

 

Aydın kişi; kendini aydınlatmış olan ve toplumun bilinç düzeyini artırmak için, aydınlatma görevini kendine görev edinendir. Ülkemizin yetiştirdiği onurlu hukukçulardan ve Atatürkçü Düşünce Derneğinin Kurucu Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy, Atatürk’ün aydınlığından yararlanarak, aydınlanmış ve aydınlığını topumla yansıtma onurunu taşıyarak, 31 Ocak 1990 günü bir suikast sonucu yaşamını yitirmiştir.

Bilinen gerçektir ki; Ulusal Kurtuluş Savaşımız, bağımsızlığımıza el koyan emperyalizme karşı yapılmıştır. Yine tarihi gerçektir ki; Kuvayı Milliye koşullarında yapılan anlaşmalar ile Lozan Antlaşması dâhil, Atatürk döneminde yapılan tüm uluslararası anlaşmalarda ve Kemalist Devrim’in yapı taşlarının yerleştirilmesi sürecinde, sürekli olarak ülkemizin tam bağımsızlığına öncelik verilmiştir.

Muammer Aksoy, Kemalizm için vazgeçilmez olan tam bağımsızlık konusunu iyi anlayan bir aydın olarak, aydınlatma görevini yerine getirirken tam bağımsızlık konusuna ayrı bir önem vermiştir.

Türk Devriminin öncüsü Atatürk, günümüzde de anlamını, önemini ve
güncelliğini koruyan, tam bağımsızlığı şöyle tanımlamıştır:

  • “Tam bağımsızlık demek, elbette siyasa, ekonomi, adalet, askerlik,
    kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir.
    Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve
    ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir….”

Nitekim kuruluş mücadelesinin ilk yazılı belgelerinden olan Amasya Genelgesi’nde;

“Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.”

vurgusuna yer verilerek (AS: 22.6.1919) başlatılan kurtuluş ve kuruluş sürecinde,
sürekli olarak tam bağımsızlık (esas bağımsızlık) göz önünde tutulmuştur.
Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, kurtuluşumuzu gerçekleştiren, tüm Kuvayı Milliyecileri için;

“… Kuvayı Millliyeyi âmil ve iradeyi Milliyeyi hâkim kılmak” formülü,

kutsal bir parola olarak benimsemişlerdir.

Tam bağımsızlığa dayalı olarak sürdürülen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile kazanılması yurdumuzun bağımsızlığını sağlamakla birlikte, emperyalistlerce ezilen, sömürülen uluslar tarafından örnek alınması, onlara “ulus” olma bilincini aşılaması yönünden de anlamlı olmuştur.

Öyle ki, Fransız yazar Pierre Benoit, Anadolu’da emperyalistlerin yenildiğini işiten Arapların tepkilerini şu cümlelerle günümüze aktarmıştır:

“Kudüs’te toplanan on binlerce Arap, minarelere ve kulelere yerleştirilen İngiliz mitralyözleri, zırhlı otomobillerdeki İngiliz askerleri karşısında, semayı dalgalandıran
bir gürleyişle coşkun ve korkusuz haykırıyorlardı;

Yaşa Mustafa Kemal Paşa!

Atatürk’ün öncülüğünde yönetilen Türkiye’nin, sömürülen uluslara örnek olması, emperyalist güçlerin huzurunu kaçırmış ve emperyalist güçler, Atatürk’ün O’nun devlet yaşamına yansıttığı Kemalist Devrimin açıktan ya da örtülü düşmanlığını yürütmüşler ve yürütmektedirler.

Tam bağımsızlık kolay elde edilmemiştir!

Bir yandan iç ayaklanmalar kışkırtılırken, bir yandan Mustafa Kemal Paşa
ve yakın arkadaşları için idam fermanları çıkarılmıştır. Bir yandan da her dönemde geçerli olan din sömürücülüğünden yararlanılarak Kuvayı Milliyeciler
başarısızlığa uğratılmaya çalışılmıştır.

Ne var ki, Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllardan başlayarak; ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel yönlerden tam bağımsızlığımız kuşatma altına alınmıştır.

Ülkemiz bir yandan kuşatma altına alınırken bir yandan da, bağımsızlık bilinci yani
ulusal (milli) ruhun gerilemesine göz yumulmuştur.

Küreselleşme süreci bahane edilerek ulus ve tekil (üniter) devlet yapısına gerek kalmadığı dayatılmış, hemen her aşamadaki ulusal eğitim izlenceleri yozlaştırılmıştır.
Oysa Kemalist kadro, bağımsızlığımızın güvencede olması için çağdaşlığı da içinde barındıran ulusal eğitim izlencesini uygulamış, güçlü Türkiye için ulusal gücümüze dayanan güçlü Orduya önem vermiş, Ordumuzu ve halkımızı başkalarına muhtaç etmemek için, Kumu İktisadi Kuruluşlarını işletmeye açmışlar, Sadabat Paktı,
Balkan Paktı gibi uluslararası dostluk anlaşmalarını yürürlüğe koymuşlardır.

Atatürk’ün Türk Gençliğine Hitabesi olarak bilinen ve gelecek kuşaklara
vasiyet özelliğini taşıyan metinde; koşullar ne olursa olsun görevin,
“Türk istiklâl ve Cumhuriyetini korumak” olduğu vurgulanmıştır.

Bunun anlamı tam bağımsızlığı (siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız) korumak,
elden çıkmış ise yeniden elde etmektir.

Muammer Aksoy,
Atatürk’ün tam bağımsızlığa ne denli önem verdiğini, şu yerinde tespitle açıklamıştır:

  • “Mustafa Kemal Atatürk’ün, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasındaki hemen bütün konuşmalarında, genelgelerinde, telgraflarında, bildirilerinde asıl amaç olarak, hep bağımsızlık (istiklal) kavramına yer vermiştir. Bütün bu konuşma ve yazışmaları okuyanlar, bir tek düşüncenin perçinleşmesi için ‘sanki bir demircinin, elindeki çekici, aynı noktaya yüzlerce kez, binlerce kez vuruşunu’
    görür gibi olurlar.
  • Çünkü Tam bağımsızlık,
    Atatürk’ün kurmak istediği Türkiye’nin “baş ilkesidir.

Yurttaşlarımızın; yeniden açık ve örtülü kuşatılmışlıktan, vesayetten ve uyuşukluktan kurtulabilesi için; yöneticilerimiz Atatürk öncülüğünde geçekleştirilen
Ulusal Kurutuş Savaşı’nın amacını kavrayarak
ve bu Savaşı ruhundan
cesaret alarak sorumluluklarının ayırtına varmalıdırlar.

Aydınlar bu konuda ısrarla yöneticileri ve toplumu uyarmalıdırlar.

Toplumun yazgısını etkileyecek düzeyde aydın olma görevini yerine getirenlerin aydınlığından, toplumun aydınlanmasını istemeyenlerin rahatsız olmaları da doğaldır.

Bu nedenle tarihte, toplumu aydınlatma görevi üstlenmiş birçok aydın insanın canına kıyılmıştır.

Muammer Aksoy da bu aydınlardan biridir.

Doğal almayan ise, toplumun aydınlanmasından rahatsız olanlara teslim olarak aydınlatma görevini yapmamaktır.

Ne mutlu, aydınlatma görevini yerine getirme onurunu taşıyanlara.
Ne mutlu, aydınların ışığından yararlanmasını bilenlere.

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ruhsar Yanmaz, ADD Bilim – Danışma ve Yazı Kurullarında birlikte çalışmaktan keyif aldığımız bir Cumhuriyet kadınıdır. Yüce Atatürk‘ü ve ne yapmak istediğini – ne yaptığını derinlemesine kavramış ve bu Çağdaşlaşma tasarımını sahiplenmniştir. Güleryüzlü, dostça ve çalışkan kişiliği ile sevgi ve saygımızı kazanmıştır.

Yarın, 4 Ekim 2013, Devrim’in “Türk Kanun-u Medenisi” nin 1926’da yürürlüğe sokulmasının 87. yıl dönümüdür. Ruhsar hoca, o görkemli yasanın ürünüdür. Bunun bilincindedir ki; Devrimin ilk üniversitesi olan Ankara Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi öğretim üyesi olmasına karşın, Medeni Yasa rejimini aydın sorumluluğu ile irdeleyen değerli bir makale “klavyeye almıştır” (artık “kaleme” değil!).

Sayın Bayan Prof. Yanmaz’ın yazısından çok şey öğreniyoruz.

Kendisini öncelikle aydın sorumluluğu ikincil olarak doyurucu makalesi için kutlayarak, ADD web sitesinde de yer alan bu çalışmasını paylaşmak istiyoruz.

  • “Medeni Yasa” seküler bir devlet – toplum yaşamının omurgasıdır.

Onu ve çok değerli kazanımlarını koruyup kollayarak geleceğe daha da geliştirerek taşımak, bize bu değerli kalıtı – emaneti bırakanlara ve gelecek kuşaklara karşı vazgeçilmez yükümümüzdür.

Ekleyelim ki; Yüce Atatürk‘ün öncülüğündeki devrimci – aydınlanmacı genç Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’ini ilan etmesinin üzerinden 3 yıl bile geçmeden, seküler – laik bir toplum – devlet düzenini seçerek Batı’dan – İsviçre’den Medeni Yasa’sını uyarlamıştır. Doğrusu Batı’lılara bir kez daha “pes” dedirtmiştir Anadolu Rönesansı‘nın mimarları. Böylelikle, beklenmedik bir gelişme yaşanmıştır :

  • Lozan Antlaşması (24 Temmuz 19213) uyarınca “azınlık” (minority) sayılan gayrı müslim yurttaşlar (Rum, Ermeni ve Yahudiler), cemaat önderleri aracılığıyla Türk Hükümeti’ne başvurarak Medeni Yasa’ya bağlı olmak istediklerini dilekçe ile bildirmişlerdir. (Bkz. “90. Yılında Lozan Anlaşması ve Türkiye’nin Geleceği” başlıklı makalemiz; 24.72012’de http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=2729&action=edit, izleyen gün www.add.og.tr’de)

Bu olgu, genç Türkiye Cumhuriyet’inin insan haklarına ve demokratikleşmeye dönük içtenliğinin ve kararlılığının somut göstergesi olarak değerlendirilmiş,
uluslararası toplum katında pek haklı olarak, ülkemize saygınlık ve güven kazandırmıştır

Anılan destansı devrimci dönüşümleri gerçekleştirenlere, başta Türk Devrimi‘nin de Başkomutanı olan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, en yakın
dava ve silah arkadaşlarına, dönemin Başbakanı İsmet İnönü‘ye şükranlarımızı sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
03.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Medeni Hukuk Bizi Medenileştirdi mi?

portresi

 

Prof. Dr. Ruhsar YANMAZ
Atatürkçü Düşünce Derneği 
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Ülkemizi yönetenler görevlerine başlarlarken hukukun üstünlüğü üzerine yemin ederler. Uygulamaya bakıldığında ‘Hukuk herkese gerekli’ derler ama, ülkemizde son dönemlerde hukukun üstünlüğünün tehlikeye girdiğini görüyoruz.

Hukuk, toplumları düzene sokmak için geliştirilmiş kurallar bütünüdür. Hukuk kuralları devletin yaptırım gücüne bağlı olduğu için, yöneticilerin hukuka bakışı toplumun gelişimi üzerinde etkilidir.

“Medeni hukuk” denilen hukuk dalı, toplumdaki insanların kişisel, aile, varlık, borç ve miras hakları ile ilgili kuralları düzenler. Buna göre medeni hukuk kuralları evrensel olan toplumlarda insan hakları en üst düzeyde uygulanır. Medeni hukuk, adından da anlaşıldığı gibi toplumları uygarlaştırmayı hedefler. Dolayısıyla bir ülkenin ne kadar demokratik olduğu, sahip olduğu Medeni Hukuk Yasası ve bunun uygulanış biçimiyle de değerlendirilir.

İnsanlar toplum yaşamına geçtikten sonra, aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözümlemek için yasalar hazırlamışlardır. İlk Medeni Hukuk kuralları Doğu Roma İmparatoru Jüstinyen tarafından MS 6. yy’da İstanbul’da (O zamanki adıyla Konstantinopolis) yapılmıştır.

Osmanlı döneminde toplum düzeni şerî hukuk kuralları dikkate alınarak, padişahın yetkisi altında sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki uygulamalarda kadınların toplum düzeni içindeki hakları yok kabul edilmiş, eğitim hakları, miras hakları şeriat yasalarına göre değerlendirilmiştir. Tanzimat döneminde, hukuk sistemindeki aksaklıkları gidermeye yönelik düşünceler dillendirilmeye başlanmış; Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa Sultan Aziz’e Fransız Medenî Kanunu’nun aynen kabul edilmesi için girişimde bulunmuşlardır. Ancak medrese kökenli Ahmet Cevdet Paşa’nın itirazı sonucu, 1851 maddeden oluşan Mecelle denilen (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye), 20 Nisan 1859’dan başlayarak 16 yılda 16 bölüm olacak şekilde hazırlanmış ve 16 Ağustos 1876’da yürürlüğe girmiştir. Yani dini düşünce nedeniyle hak ve hukuk sistemi 16 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Dini esaslara göre hazırlanan Mecelle’de, kişi, aile ve miras hukuku kurallarına yer verilmemiş, eşya ve borçlar hukuku esas alınmıştır. Aile hukukuna ilişkin düzenlemeler 25 Ekim 1917’de “Aile Hukuku Kararnamesi” ile getirilmiş, ancak bu kararname İstanbul Hükümeti tarafından 19 Haziran 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır.

Kurtuluş savaşı sonrası Mustafa Kematl Aatürk’ün en önemli icraatlarından biri de Medeni hukuk kurallarını yeniden düzenlemesi olmuştur. Türk Medeni Kanunu’nun esası Atatürk devrimlerinin temeli olan dinsel (AS : şer’i, Şeriata dayalı) hukuk düzeninden laik hukuk düzenine geçişine dayanmaktadır. Nitekim Atatürk, 1923’te Bursa’da halka yaptığı bir konuşmada, “Yeni Türkiye’nin 1000 yıl öncesine dayalı kurallara göre oluşturulmuş Mecelle yerine, en uygar ulusların kullandığı hukuk kuralları ile yönetileceğinin..” de sinyallerini vermiştir.

Medeni Yasa hazırlıkları 1923’te başlamış, bu amaçla Batılı ülkelerin yasaları incelenmiş ve en sonunda en gelişmiş yasa olan ve İsviçre’de 1912’de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Yasası benimsenmiştir. Benimseme gerekçeleri arasında basit dille yazılmış olması, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzenine dayanması ve yargıca takdir yetkisi vermesi bulunmaktadır.

Yasa hazırlanırken Avrupa’daki en eski yurttaşlık yasalarından olan Fransız Medeni Yasası’nın eskimiş olduğunun kabul edilmesi, Avusturya Medeni Yasası’nın Habsburg Hanedanının “mutlakiyetçi” anlayışını yansıtır nitelikte bulunması, Alman Medeni Yasası’nın ise çok teknik bir metin olması nedeniyle kabul edilmemesi, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye için öngördükleri uygarlığın hedefini açıklama açısından önemlidir.

Türk Medeni Kanunu tasarısı hukukçu milletvekilleri, öğretim üyeleri, yargıç ve avukatlardan oluşan 26 kişilik bir kurulca hazırlanmıştır. Taslak 20 Aralık 1925‘te Bakanlar Kurulu’nda (3. İnönü Hükümeti) görüşülerek kabul edilmiştir.

O dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alınan gerekçe bölümünde yer alan sözlerin bugün geldiğimiz koşullarda hâlâ geçerli olması da ülkemizdeki Medeni hukuk kurallarının ne derece uygulandığının bir göstergesidir. Bozkurt, gerekçede;

  • Türkiye halkının, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısında bulunduğunu, halkın kaderinin rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukuk kurallarına bırakıldığını belirtmiştir. Yine gerekçede Türk adaletinin
    bu karışıklıktan, yokluktan ve ilkel durumdan kurtarılması için, modern ve yeni bir Türk Medenî Kanunu’nun hızla yapılarak uygulamaya konulmasının zorunlu hale getirdiği de vurgulanmıştır.

4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan yasa, 6 ay sonra,
4 Ekim 1926’da yürürlüğe girmiştir.

Medeni Hukuk yasasının temel olarak getirdiği yenilikler aşağıdaki gibi sıralanabilir :

  • Türkiye’de hukuk birliği sağlanmıştır.
  • Tek eşle evlilik esası getirilmiştir.
  • Ailede kadın-erkek eşitliği sağlanmıştır.
  • Evlilikte resmî nikâh zorunluluğu getirilmiştir.
  • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınmıştır. 
  • Böylece kadın ve erkekler arasında ekonomik ve sosyal alanlarda eşitlik sağlanmıştır.
  • Kadınlara mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında
    erkekle eşit haklar verilmiştir.
  • Patrikhane ve konsoloslukların yargı yetkileri sona erdirilmiştir.
  • Laik hukuk anlayışı toplumun her kesiminde uygulanır duruma gelmiştir.

Doğal olarak yasanın işleyişi sırasında ortaya çıkan aksaklıkları gidermek amacıyla
Türk Medeni Kanunu’nda ilki 1938’de olmak üzere 15 kez değişiklik yapılmış,
1988 ve 1990’da çıkarılan yasalarla 6 maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.

1994-98 arasında yeni Anayasa hazırlama çalışmaları başlamıştır. Yeni yasa için, 1971 ve 1984’te yayımlanan 2 öntasarı ile İsviçre Medeni Yasası, bir ölçüde Alman Medeni Yasası, Fransız Medeni Yasası ve İtalyan Medeni Yasasından yararlanılmıştır. 1999 seçimleri nedeniyle yürürlük alamayan tasarı, seçim sonrası yeniden ele alınmış; sonunda 1 Ocak 2002’de yeni Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi ile ‘İsviçre Medeni Yasası’nı esas alan ve 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren yasa yürürlükten kaldırılmıştır.

1926’da uygulamaya konan ve temeli laik (dinin devlet işinden ayrıldığı), demokratik
ve hukuka saygıya dayanan O günkü medeni Hukuk kurallarının günümüze gelindiğinde daha modernleşmesi beklenirdi. Nitekim toplum bu hukuk düzeni içinde laikliği benimsemiş, öbür Müslüman ülkelerde görülmeyecek biçimde dinini yaşar duruma gelmiş, kadınlar hukuksal haklarının bilincine varmış ve haklarını savunur hale gelmiştir. Ancak 1950’li yıllarda başlayan, ardından 1980’li yıllardan sonra ivme kazanan ve 2000’li yıllarda hızla artan dini esaslara dayalı eğitim ve hukuk anlayışının ülkemizin medenileşmesinin önündeki 2 büyük engel olduğu görülmektedir. Ülkeye yönetmeye istekli olanların laik düzene bakış açıları nedeniyle modern bir hukuk sistemi getirebilecekleri konusunda kuşkular bulunmaktadır. Geçmiş yıllarda insan haklarına uyulmadığını, hukuksuzluk olduğunu, demokrasiden uzaklaşıldığını söyleyenlerin,
bugün hukuka uygunluk altında hukuksuzluk yapmaya devam etmeleri düşündürücüdür.

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…


Dostlar,

10 Ağustos 1920’de Osmanlı devletince (Son Padişah Vahdettin!)
bağıtlanan (imzalanan)
Sevr Antlaşması’nın 93. yılındayız.

Toplumun doğru tarih bilinci edinmesi, uluslaşmada ortak tarih ögesini besler.

Sayın Prof. Ünsal Yavuz, Devrim Tarihi uzmanıdır.
Değerli ve öğretici derlemesini aşağıda sunuyoruz.
Kendisine teşekkür ederiz.

Bizim de bu gün (10.8.13) sitemize koyduğumuz Sevr Antlaşması konulu yazımız var.. Ayrıca Conk Bayırı savunmalarının ve Mustafa Kemal Paşa‘nın
ciddi olarak yaralandığı gün.  Bu konuda da bir yazımızı size sunduk bu gün..

  • Tarihten ders alalım ki, yinelemesin.
  • “Tarih tekerrürden ibarettir” söylemi bir tuzak retoriktir ve
    aptallaştırma ereklidir.

Ders alınırsa tarih yinelemez, yeni yeni yaşanan olayları yazar.

En azından yakın tarihlerini bilmeyen toplumlar,
bir Parkinson hastasından çok farklı değillerdir, zavallıdırlar.

Okuyalım, dünü anlayalım, günümüze bağlayalım ve geleceği öngörelim..
Fikir sahibi olmak için önce doğru – güvenilir – güncel bilgi sahibi olalım.

Sevgi ve saygı ile.
Elazığ, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

SEVR – LOZAN – AB (Yeni SEVR) ?…

portresi_genc
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
ADD Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

 

M. K. Atatürk Söylev’inde Lozan Antlaşması

“…Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve
Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!..”
 şeklinde değerlendiriyor.

Tarih bilimi hiç kuşkusuz üzerinde düşünülecek ve dersler çıkaracak sınırsız örneklere sahip engin bir çalışma alanını oluşturmaktadır.

DOĞU SORUNU…

Osmanlıların Rumeli’ye geçip Avrupa içlerinde ilerlemeleri ve yaptıkları fetihlerle idari düzenlerini buralarda kurarak yerleşmeleri sonunda da Viyana önlerine gelmeleriyle birlikte siyasi platformlarda konuşulmaya başlayan bu siyasi terim; barbar Türkleri önce çıkıp geldikleri Anadolu’ya sonra da Orta Asya bozkırlarına püskürtmeyi ifade etmektedir. II. Viyana kuşatmasından sonra bu projelerini adım adım gerçekleştiren batılı devletler, Sanayi Devrimi’nin getirdiği sonuçların yanı sıra Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan yararlanmışlar; bir yandan sanayi ürünlerini geniş Osmanlı topraklarına sokup pazarları ellerine geçirirken diğer yandan gereksinim duydukları hammadde kaynaklarını elde ettikleri siyasi, ekonomik ve ticari ayrıcalıklarla ülkelerine taşımışlar, işleyip satmışlar ve biriken sermayelerini de ele güne el avuç açarak sıcak para arayan Osmanlı yönetiminin emrine vermişlerdir.

Sonuç; yirmi yilda (1854-1874) on altı borçlanma, Osmanlı Devleti’nin iflasının ilanı olan 1875 Tebliği… ancak, batılı alacaklı devletlerin bunu kabul etmeyip 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesi ile Düyun-u Umumiye’yi (Genel Borçlar İdaresi) kurarak, devletin tüm vergi gelirlerine, toprak altı ve üstü kaynaklarına el koymaları… Sonuç, devletin maliye ve ekonomisinin yabancı denetimine girmesi. Batılıların bu sanayi, sermaye ve kültür yayılmacılığını siyasi açıdan tamamlayan sonuncu aşama ise I. Dünya Savaşı ile gelmiş ve savaştan yengi ile çıkan devletler Mondros Bırakışması (30 Ekim 1918) ile ivedi çözüm bekleyen sorunların üstesinden geldikten sonra I. Dünya Savaşı yıllarında aralarında yaptıkları Gizli Paylaşım Antlaşmaları doğrultusunda Ocak-Mayıs 1919 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirdikleri Barış Görüşmeleri ile nüfuz bölgelerini saptayarak ülke topraklarını işgal etmeye başlamışlar ve 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile de projelendirerek akıllarınca Doğu Sorunu’na son noktayı koymuşlardır ..

SEVR ANTLAŞMASI’NDA NELER İSTENİYORDU?…

Osmanlı Sadrazamı Tevfik Paşa’nın göz yaşlarını tutamayarak (!) imzaladığı, İstanbul’da Saltanat Şurası’nın onadığı ancak, Ankara hükümetinin ise suratlarına yırtıp attığı bu belgede batılılar neler istiyorlardı?

Burada Batılıların o günkü istekleri ve bu günkü oyunları arasında köprü kurmamıza yardımcı olacağı düşüncesiyle yalnızca aralarında benzerlikler olan sorunları masaya yatırmak istiyoruz. Bunlar da sınırlar, azınlıklar ve mali- ekonomik konular ile ilgili olan sorunlardır.

Sınırlar konusu   : Batılılar Giresun’dan Doğu Anadolu’ya uzanan Bitlis ve Van Gölü’nün güneyinden geçen hattın sınırladığı bölgede bağımsız bir Ermenistan devletinin yanı sıra Fırat’ın doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan topraklarda özerk bir Kürdistan devleti planlamışlar ve bunun onayını Wilson’a bırakmışlardı .Burada , önemli olan nokta ; eğer bir yıl sonra bu bölge halkı
Milletler Cemiyeti‘ne başvurarak bir devlet kurmak isterler ve de Cemiyet bunu kabul ederse Türkiye bu bölgedeki bütün haklarından vazgeçmesi ile ilgili idi .

Azınlıklar konusu : Sevr’in 36,72 ve 141. maddelerinde yer alan, yerlerinden (Tehcir Yasası ile) ayrılmış olan halkın eski yerlerine dönmesi, mallarının onarılması ve hükümetçe ödenmesinin Milletler Cemiyeti’nce görevlendirilmiş bir yargıç eliyle denetiminin sağlanmasının yanı sıra azınlıkların Millet Meclisi’nde sayıları oranında temsil edilebilmelerini için seçim yasasında gerekli değişikliklerin yapılarak iki yıl içinde İtilaf devletlerine sunulması , ayrıca Patrikhanenin ve benzeri kurumların haklarının artırılması ve pekiştirilmesinin yanı sıra yönettikleri okul ve öksüzler yurtlarında, hükümetin denetleme haklarının kaldırılması istenmekte idi .

Ekonomik ve Mali Kapitülasyonlar konusu : Sevr’in 231,232,233. maddeleri ile savaştan önce İtilaf Devletleri’ne tanınan ekonomik nitelikli ayrıcalıkların yine tanınmasına devam edilirken bundan yararlanmamış olan devletlere de ( Yunanistan, Ermenistan vb.) yaygınlaştırılması öngörülüyordu . Mali konularda ise; İtilaf Devletleri salt Türkiye’ye yardımcı olmak amacıyla (!) içlerinde bir Türk’ünde bulunacağı bir Komisyon kuruyorlardı. Bu Komisyon Türkiye’nin gelirlerini artırıcı bütün önlemleri(!) alacak, Meclis’e sunulacak bütçe önerilerini öncelikli olarak onaylayacak; ve üyelerini saptadığı Türk Maliye Teftiş Kurulu aracılığı ile mali yasa ve tüzükleri denetleyecek; Düyun-u Umumiye borçlarına karşı tutulan gelirlerin dışındaki tüm gelirler bu komisyonun emrine verilecek, Düyun-u Umumiye ise, Osmanlı Bankası aracılığı ile ülkenin para işlerini düzenleyecekti ?!…

LOZAN ‘DA NE OLDU ?…

Soy, din ve dil azınlıkları yaratarak, ülke ve ulus bütünlüğünü bölme mali ve ekonomik ayrıcalıkların yanı sıra eğitim, kültür, ibadet özgürlüğü gibi istemlerle her türlü bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza yönelik suikastlarla üzerimize gelen bu saldırganlara, Sevr belgesi yırtılıp suratlarına çarpıldıktan sonra  ulusal boyutta onurlu bir bağımsızlık savaşı ve onu tamamlayan Mudanya Bırakışması ve Lozan Antlaşması ile uluslararası diplomasi arenalarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Ulusu varlığı gerçeği yadsınamaz bir şekilde kabul ettirildi.

Ancak, batılılar ne bu üst üste aldıkları yenilgileri ne Atatürk’ü ne de O’nun önderliğindeki devrim ile kendi düzeylerini tutturan, çağdaşlık ve uygarlık ölçütleri etrafında yönetsel, kurumsal ve toplumsal yapılanmasını gerçekleştiren, sanayileşerek kürede saygın yerini alan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerçeğini hiçbir zaman içine sindiremedi, sindiremiyor ve sindiremeyecek…

Yakın zamanda İnternet ortamına düşen Rockfeller ve Rotschild’in birlikte yaptığı ve Banu Avar ile Murdoch’un tanık olduğu açıklamalardan aktardığımız ufak bir alıntı batılı çevrelerin bu düşüncelerinin somut kanıtını oluşturmaktadır.

Rotschild şunları söylüyor                       :

  • “…Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürrem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı
    bir süreliğine ertelememize neden oldu
    …”

AB veya YENİ SEVR…

Şimdi Avrupa Birliği Parlamentosu’nun gözlerden uzak tutulmaya çalışılan
ve ülkemizde soy, din, dil ayrıcalıkları yaratarak devletimizin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne yönelik kararlarına kısaca göz gezdirelim :

22.12.1993 tarihli karar : Türk Devleti’nin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla ve gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir.

18.1.1996 tarihli karar : Kürt vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik elde etmeleri için, barışçıl yollardan çaba gösterme hakları tanınır .

10.6.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türk yetkililerden Türkiye’de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister .

19.9.1996 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi, ciddi bir uluslar arası hukuk ihlali olarak değerlendirir. Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur.

17.9.1998 tarihli karar : Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür .

8.11.2000 tarihli rapordan : Avrupa Birliği, devlet yetkilerinin merkezi idareden mahalli idarelere devrini savunmakta ve bu amaçla mahalli idareler reformu tasarısının kabulünü istemektedir ; “Merkezi idarenin mahalli yönetim üzerindeki denetimi güçlü olmaya devam etmektedir. Daha öte bir adem-i merkeziyetçiliği amaçlayan ve hala bakanlıklar arasında görüşülmekte olan mahalli yönetime ilişkin yasa taslağının kabul edilmesini beklemektedir.”.

24.10.1996 tarihli karar :

1) Avrupa Parlamentosu, Dünya’nın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hristiyan için Konstantinopolis’teki (!) Patrikhanenin önemini göz önünde tutarak, Türk yetkililerinin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerinin farkında olarak, diğer dinsel yerlerin korunması yönünde gerekli önlemleri alması için Türk yetkililerine çağrıda bulunur.

2) Avrupa Parlamentosu, Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur .(Parlamentonun 13.11.2001 tarihli kararında aynı konu yinelenmektedir.)

8.11.2000 tarihli rapor : “… Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun kapalı kalması konusu da dahil olmak üzere, 1923 Lozan Antlaşması kapsamında olsunlar olmasınlar, Müslüman olmayan tüm kesimlerin somut taleplerinin gerektirdiği gibi incelenmesi …” istenmektedir .

18.1.1996 , 19.9.1996 ve 17.9.1998 tarihli kararlar : Türkiye’nin adayı askersizleştirmesi, Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulunması yolunda BM kararlarının kabul edilmesi, Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılması yolundaki görüşmelerin kesintisiz olarak devam edilmesi konularını içermektedir .

15.11.2000 tarihli kararı ile Avrupa Parlamentosu, 1980’li yıllardan beri 1915-1917 olaylarını BM’nin 9.12.1948 tarihli kararına uygun olarak “soykırım” olarak ilan etmiş ve bunu Türk hükümetlerinin de kabul etmesini istemiştir. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklamıştır.

25.10.2001 ve 13.11.2001 tarihli kararlarında ise Avrupa Parlamentosu Türkiye’ finansal krizden kurtulabilmesi için IMF ve Dünya Bankası’nın destek sağladığı ekonomik reformlarla ilgili olarak hükümetin aldığı kararları ve çıkardığı yasaları memnuniyetle karşılamakta ve bunların” AB üyeliği için gerekli kriterlerin yerine getirilmesine yardımcı olacağını” vurgulamaktadır.

SONUÇ                                        :

Avrupa Birliği üyelerinin yıllardır ülkemizi aralarına alacakları yolunda bağımsızlık ve egemenlik haklarımıza saldırı niteliğindeki kabul edilemez ve sonu gelmez ısrarlı isteklerinin yanı sıra inandırıcılığını yitirmiş sözlerinin artık, bir türlü kabullenemedikleri Lozan Antlaşması’nın rövanşını almaya dönük olduğu, sınırlı sayıdaki ahmak ve işbirlikçi vatandaşımızın (!) dışında sokaktaki sade vatandaşların bile görüp, anladığı ve tepkisini dile getirdiği yadsınamaz bir gerçektir

Bütün bunlardan sonra bugünlerde bir de akıl ve mantıktan uzak yapay Lozan tartışması yaratarak kamuoyuna mal etmeye çalışan nankör aydın ve ahmaklar için Verheugen, Karen Fogg, Oostlander, Giscard d’Estaing, Bayan Mitterand, Bush, Wolfowitz, Grosmann, Rumsfeld ve benzerlerinin küstahça sözleri ve davranışları, başımızın torbalanması ellerimizin kelepçelenmesi gibi ulusumuza doğrudan yapılan saldırılar da bir anlam taşımıyorsa , böylesine işbirlikçilik ve satılmışlık ruhu içinde, gözleri dönmüş ve kendinden geçmişlere söylenecek tek şey kalıyor :

Bu ülke, geleceği bunlara bırakılamayacak kadar saygın ve onurludur!..

O halde görev yine, Atatürk’ten aldığı güçle

  • Laik ve Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülke ve ulusuyla bölünemez bütünlüğüne
  • ödünsüz ve kararlı bir biçimde sahip çıkma görevini
  • üstlenmiş olan toplumun dinamik ve ulusal güçlerine kalıyor…