Etiket arşivi: Sakarya Savaşı

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI’NIN ANLAM VE ÖNEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
27 Ağustos 2021

Bu yıl, yurdumuzun düşman işgalinden kurtuluşunun ve emperyalist güdümlü düşmanları kesin yenilgiye uğratarak yurttan kovduğumuz 30 Ağustos Zafer Bayramımızın 99. yıl dönümü. Ancak konuya başlamadan önce çok önemli bir noktanın altını çizmek gerekir.

Tarih sosyolojisi açısından krallıklar, imparatorlukla ya da devletlerin yaptıkları savaşları ve bu savaşlarla kazanılan zaferleri (utkuları) iki ana grupta (kümede) toplamak olasıdır.

Bazı savaşlar sadece (yalnızca) fetih, başka ulusların yurtlarına saldırma, toprak kazanma, sınır genişletme, vergi gelirlerini artırma, ideoloji yayma ya da Haçlı Seferlerinde olduğu gibi inanç ihracı olabilir. Bu vb. fetih ve nüfuz savaşları, fetih yapan uluslar için zafer ama ne yazık ki fethedilen, toprak kaybına (yitimine) uğrayan ülkeler ve uluslar için ise işgal ve zulüm (ezinç) anlamına gelir. Empati ya da duygudaşlıktan yoksundur.

İkinci tür savaşlar ise, öz savunma (nefsi müdafa), vatanın, devletin ve ulusun varlığını koruma ve sürdürebilme, ölüm kalım yani var olma, yaşayabilme ya da yok olma (ya istiklal ya ölüm, hayat-memat) savaşlarıdır. Aslında meşruluğu fazla savaşlar bu gruba girer.

Bu 2. tür savaşlar; yurdu, ulusu, devleti ve halkın namusunu koruyabilme amacına yöneliktir. Bu nedenle 2. kümedeki savaşlar, 1. tür fetih savaşlarına göre çok daha yaşamsal ve önemli konumdadır. Yok olan, varlığı sönerek, ortadan kalkan bir ulusun ya da halkın inanç, kültür (ekin), dil ya da din bekçiliği hiçbir anlam taşımaz.

Bizim Kurtuluş Savaşımız, ulusumuz ve devletimizin, başta ulusal varlığımız, yurt ve ekonomi olmak üzere, her anlamda emperyalistlerin boğucu kıskacından kurulma, kendini var etme ve yaşatabilme savaşıdır. Tam bir öz savunmadır (nefsi müdafa). Bu nedenledir ki, kazanılan zaferin (utkunun) değeri ve sonuçları başka savaşlar ve zaferlerle karşılaştırılmayacak kadar (ölçüde) kutsaldır ve büyük önem taşır.

Büyük Taarruz‘dan yaklaşık bir yıl önce, 22 Ağustos – 11 Eylül 1921 de gerçekleşen ve 22 gün 22 gece süren Sakarya Savaşı işgalci düşman ordusunu durdurmuş ve direncini kırmıştı. Sıra düşmana son darbeyi vurup yurdu işgalden, ulusu da işgalci zulmünden yani düşmandan kurtarmaya gelmişti. Düşmana son darbe hazırlıkları birçok ekonomik, sosyal, askeri ve siyasal zorluklar içinde ancak bir yılda tamamlanabilmişti. Artık düşmana karşı saldırıya geçme (taarruz) zamanının geldiği kararı alındı.

26 Ağustos 1922 günü sabah 05.30’da başlayıp 9 Eylül 1922’de İzmir’de zaferle perçinlenen ve ” BÜYÜK TAARRUZ” ya da Başkumandanlık Meydan Savaşı olarak adlandırılan Kurtuluş Savaşımızın son ve bitirici halkası, ülkemizi yoktan var eden büyük bir zaferle taçlanmıştır. Bu taç, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, yurtsever arkadaşları, tüm Kurtuluş Savaşı gazileri ve şehitlerinin hep birlikte Ulusumuzun başına onurla giydirdikleri tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, özgürlük ve çağdaş uygarlık tacıdır.

Türk Ulusu Kurtuluş Savaşı ile birlikte, sanki küllerinden yeniden doğmuş, dimdik ayağa kalkmış, ülkesini emperyalist düşman ittifakından kurtarmış, yepyeni bir uygar devlet kurmayı başararak, uygar uluslar kervanında yerini almıştır. Özgürlük, bağımsızlık, ulusal egemenlik ve vatan toprağımızın temel tapusu ise Kurtuluş Savaşından sonra, dönemin emperyalist ve işgal heveslileri ile yapılan ve perçinlenen Lozan  Barış Andlaşmasıdır.

Kurtuluş Savaşının kazanılması ile birlikte:

1- Emperyalizmin güdümündeki düşmanlar yurttan sökülüp atılmış, vatanımız, ulusumuz ve namusumuz işgalcilerden temizlenmiştir.

2- Aile, birey ya da hanedan iradesine, padişahlık yönetimine dayalı teokratik devlet rejimi sona ermiş, onun yerine ulusal egemenliğe, halk iradesine (istencine), halkın kendi kendini yönetmesine dayalı bir siyasal rejim getirilmiştir. Bu durumun en önemli kanıtı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulmuş ve devleti yönetme yetkisini doğrudan üstlenmiş olmasıdır.

3- Tam bağımsız bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Laikleşmenin, ekonomik bağımsızlığın, demokratikleşmenin ve bireysel olarak din ve vicdan özgürlüğüne kavuşabilmenin yolu açılmıştır.

4- Şer’i hukuk düzeninin yerini, laikleşmiş, meşruluğunu ulustan (milli iradeden) alan anayasal ve sivil devlet rejimi almıştır

5- Akılcılığa, bilimselliğe ve karma eğitime dayalı bir eğitim ve öğretim sistemi getirilmiştir. Siyasal, ekonomik, mesleksel ve kültürel açıdan kadın ve erkek eşitliği hedeflenmiştir.

6- Mustafa Kemal Atatürk,Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” diyerek çoğunlukçu kültür anlayışından ÇOĞULCU TOPLUM ANLAYIŞINA kavuşmanın önündeki engelleri kaldırmıştır. Bu oluşumun en önemli kanıtı hukuksal olarak her konuda ve devlet katında YURTTAŞLARIN EŞİTLİĞİ ilkesidir.

7- Kurtuluş Savaşımızın temel ve çok önemli bir özelliği de emperyalizmin kıskacındaki öbür uluslara özgüven, umut ve başarma iradesi aşılamasıdır. Mazlum uluslara önderlik edilmiştir.

Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki; ülkemiz ve ulusumuz açısından Kurtuluş Savaşımız, ZAFER BAYRAMI ve hatta Lozan Andlaşmasının anlam ve önemini, neden ve sonuçları ile birlikte henüz yeterince derinlemesine anlayamamış kimi cahil (eğitimsiz) yurttaşlarımız, aydınlarımız (!) basınımız (!) ve siyasilerimiz vardır. Ancak güneş balçıkla sıvanmaz. Uygarlık güneşi uygarlık karşıtlarını bir gün mutlaka kör edecektir.

Bu duygu ve düşüncelerle, başta M.K. Atatürk, silah (ve dava) arkadaşları, Kurtuluş Savaşı şehitlerimiz, gazilerimiz ve bu savaşa canı, malı ve emeği ile destek veren kadın ve erkek yurttaşlarımızı şükran, minnet, saygı ve rahmetle anıyorum.

HERKESİN 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN!

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Cumhuriyet, 24 Eylül 2020
Son günlerde, anlamsız bir biçimde Gazi Mustafa Kemal Atatürk tartışması yaratıldı.

Bu konuda, gazetemiz her zamanki objektif tutumunu sürdürdü. Gazetemizin yazarları da kendi açılarından konuyla ilgili görüşlerini açıkladılar. Bu başyazı, Türkiye’nin en ciddi, aydın kesimin güvendiği ve itibar ettiği, temelinde Atatürk’ün aydınlanma devrimlerinin harcı bulunan Cumhuriyet gazetesinin kurumsal görüşünü belirtmek ve konunun çerçevesini çizmek amacıyla yazılmıştır.

Konu basit değildir. Bu, basit bir konu olarak değerlendirilemez. “Ülkemizde birçok sorun varken bu konunun öne çıkarılması doğru değildir” biçiminde formüle edilen görüş, temelinden sakattır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı, CHP’nin kurucu önderi Atatürk’ün adını kullanmamak ve bu konuda çeşitli gerekçeler üretmek olağan sayılamaz.

KONUNUN TEMELİ

I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra 1918 Kasım ayından itibaren (AS: bşlayarak) Anadolu’nun dört bir yanında yabancı orduların işgalleri başladı. Sosyalist düşünceye bağlı bilim insanı ve anayasa hukukçusu Prof. Bülent Tanör, Türkiye’de ve Türk toplumunda, “1918’de başlayıp 1940’lara kadar süren büyük bir dönüşüm yaşandığını” belirtir. (Kurtuluş-Kuruluş, s. 7)

Önce Kuvayi Milliye örgütlenmesi, sonra 3 yıl süren antiemperyalist savaş… 9 Eylül 1922 zaferlerinden sonra 1940’lara kadar süren aydınlanma devrimleri… Yine Tanör’e ve birçok yabancı siyaset bilimciye göre “1940’lardan sonra çok partili yaşama geçiş, 1920’lerde başlayan yeni oluşumun uzantısı niteliğindedir”.

Kimi yazarlar çok partili yaşama geçişi “karşıdevrimin başlangıcı” olarak yorumlasa da, yabancı siyaset bilimciler, bu demokratik atılımı da Atatürk devriminin kendini yok etmesi değil, kendini tamamlaması olarak değerlendiriyorlar.

BÜYÜK DÖNÜŞÜM BİR BÜTÜNDÜR

1919’da başlayan ve 1940’lara kadar giden bu hareket, ister “ihtilal” ister “inkılap”, ister “devrim” adı verilsin, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, yüzlerce yıl durağan olarak kalmış Türk toplumu açısından büyük bir dönüşümdür.

Bu nedenle, 1919-1940 arası bir bütündür. Birinci aşama Kurtuluş Savaşı, 2. aşama Kuruluştur. Birbirinden ayrılmaz. Her iki aşamanın önderi Mustafa Kemal’dir. Bu nedenle Gazi Mustafa Kemal ve Atatürk birbirini izleyen bir süreçtir ve birbirinden ayrılamaz.

KİM KULLANIYOR?

Osmanlıcılar, halife hayranları, siyasal İslamcılar laik devrimleri anımsattığı için “Atatürk” adını kullanmazlar. Bir kesim soldan dönen ve kendilerine ikinci cumhuriyetçi denilen liberaller de kendi “entel takıntıları” çerçevesinde Atatürk adını kullanmayarak solculuk yaptıklarını sanırlar.

KENAN EVREN: ‘KENDİNDEN MENKUL ATATÜRKÇÜLÜK’

Atatürkçülüğü hiç anlamamış, 12 Eylül askeri cuntasının başı Kenan Evren’in Atatürkçülüğü “kendinden menkuldür”, “kendi kendine verilmiştir”, tutarsızdır. Bu nedenle gerçek Atatürkçü Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü değilim” yazısını yazdı. Ancak Atatürk ismini kullanmaktan da hiçbir zaman geri durmadı. 16 Aralık 1965 günü bir yazısında aynen şöyle demişti:

“… Böylece büyük kahramanın ömrü boyunca nefret ettiği ve bütün gücü ile bizi kurtarmaya çalıştığı dogmacılığı şimdi gericiler O’nun adına sığınarak tam anlamıyla hortlattılar…”

Nadi, böylece “dogmacı” Atatürkçülere de karşı çıkıyordu.

Bu günlerde hiçbir değeri olmayan 40 yıl önceki Kenan Evren’e gönderme yaparak ve sebep göstererek Atatürk adını kullanmak istememek, kendini ve karşısındakileri aldatmaktan öteye bir anlam taşımaz. Bu davranışlar; Türk devriminin sosyolojik gelişimini anlayamamış, sözü edilen ayrımın da bir emperyalist tuzak olduğunun ayırdına varamamış, “entel takıntılar”dır.

SINIFSAL AÇIDAN DEĞERLENDİRME

Gerçek sosyalistler, Mustafa Kemal, Gazi Mustafa Kemal Paşa ya da Atatürk adlarını kullanmakta bir sakınca görmezler. Bundan bir ayrıcalık yaratma yoluna gitmezler. Sosyalistler, gerek Kurtuluş gerekse Kuruluşu’ ele alırken temelde eleştirel yaklaşırlar. Kurtuluş ve Kuruluş döneminde yapılanları, günümüz emekçi sınıflarının işine yarayacak düşünce modeli çerçevesinde değerlendirirler. Atatürk’ün antiemperyalist liderliğini daima üstün tutarlar. Bu nedenle, sosyalist düşünce sahiplerinin bu tutumu önemlidir ve saygıyla karşılarız.

DİNCİLER VE ‘İKİNCİ CUMHURİYETÇİLER’

Radikal dinciler, kutsal din duygularını her zaman siyaset rantı için kullananlar, Atatürk’ten nefret ettikleri için numaracı solcular da her fırsatta Türk toplumunda tartışma yaratma zeminini kullanmak istedikleri için bu ayrıma sarılmak isterler. Bu girişten sonra konuya daha somut noktalardan bakmalıyız.

KENDİSİNE UNVAN VERMEDİ

Atatürk, kendisine hiçbir zaman isim ve unvan vermedi. O’nun isimleri ya öğretmenleri ya da Meclisler tarafından verildi. Mustafa idi, ortaokulda öğretmeni tarafından kendisine Kemal adı verildi ve Mustafa Kemal oldu. Anafartalar’da savaş kahramanı olarak Mustafa Kemal adını tarihe geçirdi. Yabancı askeri strateji uzmanlarının kitaplarına genç Yarbay Mustafa Kemal adı, askeri bir deha olarak girdi.

MUŞ VE BİTLİS’İ KURTARDI

Çanakkale savaşlarındaki başarılarından sonra Diyarbakır’a kolordu komutanı olarak atandı. Generallik rütbesini Diyarbakır’da Nisan 1916’da aldı. Henüz 35 yaşındaydı.

Kolordu komutanı olarak ilk girdiği savaşta Çarlık Rusyası’nın işgalci ordularından 7-8 Ağustos 1916’da Muş ve Bitlis’i kurtardı. Böylece Mustafa Kemal Paşa adı savaş tarihi kitaplarına işlendi. Acaba bu tarihsel gerçeği dinciler, kendilerini yerli olarak tanıtanlar ve “İkinci Cumhuriyetçiler” biliyorlar mı?

KUVAYI MİLLİYE ÖRGÜTÇÜSÜ

19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya ayak bastı ve yalnızca 80 gün sonra tüm rütbeleri elinden alındı, ordudan tart edildi ve apoletleri söküldü. Tarih 8 Temmuz 1919’dur. Ve o tarihten sonra “Kuvayı Milliye” önderi olarak sivil örgüt çalışmalarına başladı, Erzurum ve Sivas kongrelerini gerçekleştirdi, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açtı.

Meclis başkanı olarak ve tartışmalarda demokrasiyi koruyarak dünyanın en acımasız emperyalist işgaline karşı antiemperyalist bağımsızlık savaşını yönetti. Sakarya Savaşı’ndan önce Meclis’in kararıyla Başkomutan oldu. Ancak bu karar nedeniyle asker elbisesini yeniden giydi ve savaşı yönetti. Sakarya Savaşı’nda “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” diyerek dünyanın binlerce yıllık savaş stratejisini tersyüz etti. Tüm dünyada, anti-emperyalist savaşların temel ilkelerini belirledi. Sakarya savaşının zaferle sonuçlanması sonunda Meclis tarafından kendisine “Gazilik” unvanı oybirliğiyle verildi.

MAZLUM MİLLETLERİN ÖNDERİ

30 Ağustos 1922 bir saldırı savaşıdır. Türklerin son 200 yıldır yenilerek ve toprak yitirerek gerilemelerinden sonra ilk kez yaptıkları bir savaştır. Her şeyden önce emperyalist işgalcilere karşı bir saldırı savaşıdır. Mazlum milletlere cesaret veren bir zaferle sonuçlandı. İşte bu nedenle 30 Ağustos zafer haberini alan ve İngiliz sömürge yönetimi altında yaşayan Gandi şu açıklamayı yapıyordu: “Bu zafer, mazlum ve tutsak uluslara ilk kez bağımsızlık düşüncesini kavrattı.” (8 Eylül 1922)

Bizim ayakları yere basmayan “İkinci Cumhuriyetçi” solcular Gandi’nin bu sözlerini kavrayabiliyorlar mı, anlamını algılayabiliyorlar mı? Bu zaferin tüm dünyadaki tutsak halkların üzerindeki etkilerini değerlendirebiliyorlar mı?

ANTİEMPERYALİST BAŞARI

Kuvayı Milliye ordularının, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girişleri, vatanın işgalci emperyalistlerden temizlenişi salt Türk milletinin bağımsızlık yolundaki temel sınır taşı değil, tüm bağımsız milletlerin emperyalistlere karşı zaferidir.

YENİ BİR EVRENE GİRİŞ

Bundan sonra, Mustafa Kemal yeni bir evrene giriyordu. Zaferden yalnızca 50 gün sonra, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanıdır. Yalnızca bu iki tarih, Ortadoğu ve tüm İslam dünyası açısından çok büyük 2 devrimdir. Hemen ardından 1500 yıllık halifelik ilga edilerek (kaldırılarak) din devleti yıkılıyordu. Bundan sonra aydınlanma hareketi başlıyordu. Çağdaş bir toplumun inşası, adım adım yaratılması başlıyordu.

Alfabe reformu, Türklerin yüzyıllardır süren ve Araplaştırılmalarına son veren büyük devrimin adıdır. Tekke ve zaviyelerin kaldırılması, mahalle mekteplerinin kapatılması, eğitim (AS: Öğretim olacak) birliği yasasının kabul edilmesi ardından alfabe devriminin kabul edilmesi, kadın haklarının verilmesi, hukuk devrimi, kimilerinin sandığı gibi üstyapı değil; sosyolojik açıdan toplumbilimi yönünden tümüyle altyapı devrimleridir.

EKONOMİDE DEVLETÇİLİK

Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomiye de önem verildi. Ülkenin nüfusu 13 milyon, genç kesim savaşlarda yitirilmiş, Osmanlı Devleti’nden çok büyük borç yükü devralınmış; işte bu koşullarda ülkenin dört bir yanında yabancıların elinde bulunan tüm demiryolları millileştiriliyor, tüm limanlar kamulaştırılıyordu. 1930’lardan sonra planlı ekonomiye giriliyor, kamu iktisadi girişimleri yaratılıyordu.

“Yetmez ama evet”çi liberaller, 1923’te başlayan bu sol görüşlü ekonomi politikalarının önemini ve anlamını ne yazık ki kavrayamıyorlar…

KARL MARKS VE AVRUPA AYDINLANMASI

Karl Marks, Avrupa aydınlanma devriminin ürünüdür. 400 yıl süren karanlık ortaçağ, Rönesans ve Reform, büyük Fransız İhtilali derinlemesine özümsenmeden Atatürk devrimlerinin sosyolojik nedenleri de anlaşılamaz. Karl Marks’ı Avrupa aydınlanma devrimlerinin temel bağlamından kopararak okumaya kalkanlar, ne kapitalizmi ne de sosyalizmi anlayabilirler. Marks’ı aydınlanma devrimlerinin bağlamından kopararak Atatürk’ün yaptıklarını anlayabilmek olanaksızdır.

AYDINLANMAYI BİLMEDEN OLMAZ

Sol düşünce ile Atatürk’ü bağdaştıran, Atatürk’ün temelde sol düşünce metodolojisi içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan İlhan Selçuk’un bir yorumunu anımsatalım. İlhan Selçuk, ayakları yere basmayan, Atatürk’ün yaptığı büyük dönüşümü küçümseyen ve anlayamayan kimi sol liberaller için şöyle diyordu:

  • “Onlar, Avrupa’daki gelişmeleri, Fransız İhtilali’ni, Aydınlanmanın büyük yazarlarını (J. Locke, Voltaire, Kant gibi) okuyup özümsemeden Karl Marks’ı okudular. Marks’ı aydınlanmanın bağlamından kopardılar, bu nedenle Atatürk’ün yaptığı büyük devrimin boyutlarını anlamalarına olanak yoktur.”

“Gardırop Atatürkçülüğü” deyimini kullanan İlhan Selçuk, bu gibiler ve burjuvalar için şöyle yazmıştı:

“Türkiye’de hiç kimse gardırop Atatürkçüsü kadar Atatürkçülüğe zarar vermedi.”

ATATÜRK, MUSTAFA KEMAL’İN DEVAMIDIR

Mustafa Kemal olmasaydı, Aydınlanma devrimcisi Atatürk olamazdı. Atatürk, Mustafa Kemal’in devamıdır. Atatürk, yüzlerce yıl ümmet olarak yaşamış bir topluma vatandaşlık bilincini vermek istedi. Atatürk devriminin temeli; ümmetten ulusa, kulluktan vatandaşlığa geçiştir. Kadının 2. sınıflıktan eşit vatandaşlığa taşınmasıdır.

Atatürkçülük, eleştirel aklın öne çıkarılmasıdır. Atatürk, “En gerçek yol gösterici ilimdir” diyen bir devrimcidir. Bu nedenle Atatürk, Gazi Mustafa Kemal’in devamıdır ve birbirinden ayrılamaz.

DEMOKRATİK DEVLETİN HAZIRLANIŞI

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on beş yılı kendini kabul ettirme ve dış kaynaklı iç isyanların bastırılma dönemidir. Yönetim modeli otoriterdi, ancak Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren sivil örgütlenme ve demokratik meşruluk temellerine dayanılmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra karizmatik lider Atatürk, Avrupa’da 400 yıllık bir süreç sonucu ortaya çıkan Aydınlanma hareketini Türk toplumuna getirerek devrimci ve Aydınlanmacı bir yol izlemiştir.

Dünyaca ünlü siyasetbilimci Duverger, 1930’lar CHP’sini şöyle değerlendiriyor:

“…Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır…

…Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (M. Duverger, Siyasi Partiler, s.364)

BİR SİMGE

Atatürk adı bir simgedir ve Gazi Mustafa Kemal’e Meclis kararıyla soyadı olarak verilmiştir.

Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini general üniformalarını giyerek Nazi ve faşist diktatörlüklerini kurarlarken Atatürk; askeri üniformasını dolabına koyarak, Türk toplumunun çağdaşlaşması yolunda devrimlerini gerçekleştiriyor, aynı zamanda bir muhalefet partisi kurulmasının girişimlerini de yapıyordu.

Bizim “İkinci Cumhuriyetçiler”, esip gürleyen, kimi noktalarda ego şişkinliği yaşayan, ancak ayakları yere basmayan ve kendileri için sol etiketini yapıştıran sol liberaller, tüm bu büyük değişimi, devrim niteliğindeki dönüşümü anlayabiliyorlar mı? Bunları değerlendirebiliyorlar mı?

Bu gelişmeleri dünya tarihi, Ortadoğu tarihi ve Türkiye tarihi açısından ele alıp makro düzeyde özümseyebiliyorlar mı?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, “Anadolu aydınlanması”nın devrimci önderi Atatürk adı, kimi “entellerin takıntılarını” tatmin etme alanı ve oyun sahası olmamalıdır.

“HOMO AHRETİKUS”

“HOMO AHRETİKUS”

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com, 22.02.2020
Tarihçi Sina Akşin’in uzun yıllardır üzerinde çalıştığı ve uzun aralıklarla yayımladığı “İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele” dizisinin IV. cildi olan “Savaş ve Etnik Temizlik (Yumuşatılmış Sevr Dönemi)” adlı kitabı da yayımlandı. (Eylül 2019, İŞ B. yay.)
Akşin, dipnotlar ve dizin de içinde olmak üzere büyük boy 485 sayfalık bu hacimli kitabında Kurtuluş Savaşı’nın Tevfik Paşa’nın yeniden iktidara getirildiği Ekim 1920 ile Sakarya Savaşı’nın bittiği Eylül 1921 tarihleri arasındaki bir yıllık sürenin kritiğini yapıyor. Yazarın yargılarından bazıları tartışma götürse de, bu kitapla Kurtuluş Savaşı edebiyatımızın biraz daha zenginleştiğini söylemeliyiz. Sayın Akşin’in kitabında vardığı bazı yargılar üzerinde durabilirdim. Ancak bunlar tek bir yazıya sığmayacağı için bu yazıda yalnız köylülere bakış açısı üzerinde durmaya çalışacağım.
HOMO AHRETİKUS KİMLERMİŞ?
Akşin, birkaç yıldır, AKP’ye oy verenler için “Homo ahretikus” diye bir kavram kullanıyordu. Sanırım bunun patenti kendisine aittir. Bu kavramı çok sevmiş olmalı ki, sözünü ettiğim kitapta da bunu cömertçe kullanıyor. O’nun anlatımına göre “Homo ahretikus”, öbür dünya için yaşayan insandır.
Bu görüş, son 17 yıldır, orta sınıf aydınlar ve onların etkisindeki kişiler tarafından başka ifadelerle dile getiriliyordu. AKP dini kullanarak iktidara gelmiştiBirkaç yıldan beri ben de bu görüşün yanlışlığına vurgu yapıp duruyorum. Türkiye’deki siyasal ayrışmanın ve tercihlerin başta ekonomik, sınıfsal ve kültürel daha esaslı nedenleri vardır.

AKP’nin Türkiye’nin yoksullarından daha çok oy aldığı, onların desteğiyle ayakta kalmaya devam ettiği bir gerçektir, ancak bunun nedeni AKP’nin öteki partilerden daha dindar olması değildir.

Bütün canlılar gibi insanlar da yaşamda kalma kavgası içindedirler. Yiyecekler, barınacaklar, kendilerini güvenlik içinde hissedeceklerdir. Bunları kim kendilerine sağlıyorsa ona sempati duyacaklardır. Yoksulların AKP’ye sempati duymuş olmalarının nedeni de bu partinin onlara daha çok çıkar sağlayacağı ve sağladığı inancıdır. 

Bu inanç yitirildiği zaman, hangi söylemi kullanırsa kullansın, ister dinci, ister laik, çağdaş, sosyalist veya milliyetçi.. halk o partiden yüz çevirir. Bu nedenle AKP’nin kitle desteğini yitirmesi de yoksulluğun artması, yaşam pahalılığı, güvenli yaşama koşularının yitirilmesi gibi nedenlerle olmaktadır.

HOMO AHRETİKUS‘un MARİFETLERİ

Gelelim, Kurtuluş Savaşı yıllarında “Homo ahretikus”ların marifetlerine.
Akşin, kitabının “Koçkiri İsyanı” bölümünde (s. 250), şunları yazıyor:

Türkiye, Batı Cephesi içinde ölüm kalım savaşımı içinde asker bulmakta zorlanırken, isyanı kesin olarak sona erdirecek bir güç ayıramıyordu. Öte yandan isyan eden kitle arasında sayısız aşiretin, şeyh ve ağalarının, reislerinin kulları homo ahretikus’ları idiler. Dolayısıyla çok kez sorun, aşiret reislerini kazanmaktan ibaretti.

Oysa öbür etnik isyanlarda da olduğu gibi, Koçgiri isyanına katılanlarla ona karşı çıkanlar arasında fark, ahreti için yaşayanlarla dünyası için yaşayanlar arasında değildir. Bu, etnik bir ayrılıktan kaynaklanıyordu. Koçgiri isyancılarının istekleri ahretle değil, dünya yaşamı ile ilgilidir.

ASKERDEN NİÇİN KAÇMIŞLAR”?

Sakarya Savaşı öncesine rastlayan Kütahya-Eskişehir savaşlarında kitleler halinde kaçış yaşanmıştır. Sayın Akşin, bu sorunu anlatırken şöyle yazıyor:

“İşin bir de toplumsal-ideolojik yönü var. Erlerin hemen hepsi homo ahretikus, yani Ortaçağ insanıydı. Ortaçağ feodal toplumlarında doğal organik önderler şeyhler ve ağalardı. Homo ahretikus, gözü kapalı, bu önderlere biat etmeye koşullanmıştır. Padişah böyle bir toplumda süper ağa, halife süper şeyh durumundaydı. O’na itaat kendiliğinden oluşan doğal bir ilişkiydi. Dolayısıyla İstanbul’dan komut geldiğinde Kuvayı Milliye’ye, BMM’ne karşı çıkmak, isyan etmek çok kolaydı. İç savaş böyle çıkarılabilmişti.”

Kurtuluş Savaşında askerden, özel olarak da Kütahya Eskişehir Savaşlarında firar edenlerin yalnız ahretini düşünen insanlar olduğunu, hatta bunların padişah-halifeden veyahut da ağa ve şeyhlerinden gelen emir üzerine kaçtıklarını söylemenin sosyolojik bir gerçekliği yoktur. 

Öte yandan ahretikus’luk itaat ile ilgiliyse, bu durum, komutana ve hükümete itaat edenler için de geçerli olur. Bu mantık, kendi tezi açısından da ters tepmeye elverişlidir. Savaşta ölenlere “şehit” denildiğine göre, savaştan kaçınanlar ahreti değil kendi canını, malını düşünen kişilerdir. Yani savaşmayı göze alanlara göre ahiretus’luktan daha uzakta durmaktadırlar.

Akşin, Tekalifi Milliye’yi konu aldığı bölümde bu ahretikus kavramını bir kez daha kullanmakta (s. 382) ve şöyle yazmaktadır:

Türkler bitkindi. Üstelik Mütareke döneminde (AS: 30 Ekim 1918 Mondros..), Türkler iç savaş ve Yunan istilası yaşamışlardı. İç Savaşı sonuçta TBMM kazanmıştı; ama Kuvayı Milliye’ye silah çeken homo ahretikus Ankara Hükümetini ne ölçüde meşru hükümet olarak görüyordu?”

GERÇEK NEDİR?

Kitlelerin Kurtuluş Savaşındaki tutumlarını dindar veya laik olmalarına göre sınıflandırmak büyük bir yanlışlıktır. Türkiye bugün olduğu gibi o dönemde de Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkeydi ve bu savaşa katılanlar da Müslümanlardı. Eğer gene de bu konuya ilişkin bir tahlil yapılacak olursa, Müslümanlık duygularının bu savaşa katılmakta olumlu bir rol oynadığı söylenebilir.

Bütün belgeler gösteriyor ki, Ankara’nın siyasal ve askerî önderleri İslam âleminden destek isterken yaptıkları gibi, halka yayımladıkları bildirilerle de bu savaşın aynı zamanda din için yapıldığına vurgu yapmışlardır. Savaş boyunca Orduya destek için yapılan mitingler cuma günleri namazdan çıkıldıktan sonra yapılmış, müftüler ve din adamları bu önderlerin arasında bulunmuştur. İzmir’in işgalinden başlayarak Kuvayı Milliye örgütlerini kuranlar Balıkesir, Alaşehir, Erzurum gibi kongreleri toplayanlar arasında dindar olup olmamak gibi bir ayrışma yaşanmamıştır. 

Kurtuluş Savaşı bir bağımsızlık savaşı idi. Bunda eylemli olarak yer alıp alamamanın başka nedenleri vardı. Halkın uzun süren savaştan bıkmış olması, umutsuzluk, örgütsüzlük… Eğer o yıllara ait Türkiye’nin açık renkten koyu renge doğru bir dindarlık haritası yapılmış olsaydı, en açık renklerin İstanbul ve İzmir gibi kentlere ait olması gerekirdi. Oysa bu kentlerin halkları bağımsızlık isteğine duyarsız olmamakla birlikte, savaş, başka stratejik nedenlerle de buralarda üst kurabilmiş değildi.

Savaş üsleri, en dindar bölgeler sayılan sırasıyla Erzurum, Sivas, Ankara gibi kentlerde kurulabilmiştir. En büyük desteği de bu kentlerden başka Kastamonu, Bolu, Çorum, Kayseri, Eskişehir, Konya gibi kırsal alandaki kentlerden almıştır.

  • Kurtuluş Savaşı’nın sosyolojisini doğru okuyamazsak,
    bu konuda yapacağımız tarih çalışmalarının değerinden çok şey eksilir… 

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, ayakta duran insanlar ve açık hava

ATATÜRK YA TAARRUZ ETMESEYDİ

ATATÜRK YA TAARRUZ ETMESEYDİ!

Mustafa SOLAK Tarihçi-Yazar ile ilgili görsel sonucu

Mustafa SOLAK
Tarihçi-Yazar
solak81@outlook.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Sakarya Savaşı’ndan sonra TBMM’de taarruz için sabırsızlık gösterilmesi üzerine Mustafa Kemal “yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten çok daha kötüdür” diyerek Meclisi ikna etmiştir. 20 Temmuz 1922’de ise Mustafa Kemal’in Başkomutanlık görevi Meclisçe süresiz olarak uzatılır.

Mustafa Kemal Paşa, ordu birlikleri arasında bir futbol maçı bahanesiyle komutanlarını Temmuz ayında Akşehir’e davet eder. Böylece Yunanlıların (AS Yunanların olmalı) ve İşgal devletlerinin dikkati çekilmeyecektir. 28 Temmuz gecesi komutanlara “genel taarruza hazırlanılması” emrini verir. Çok gizli bir şekilde yürütülen bu olayları kamuoyundan saklamak maksadıyla, 21 Ağustos’ta da Çankaya köşkünde bir çay daveti verileceği gazete ve ajanslara bildirir.

Şuhut ilçesi, ordumuzun karargahıdır ve Afyon’un işgal edilemeyen nadir yerlerinden biridir. 7 Nisan 1921’de Aslıhanlar köyü çevresindeki çarpışma sonunda Yunanlar bölgeden çekilmişti. 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı artık düşmana taarruz emrini verir. Büyük Taarruz, diğer savaşlardan farklı olarak saldırı savaşıdır. Büyük Taarruz’un (26 Ağustos 1922-18 Eylül 1922) hedefi Afyon’un güneyinde mevzilenmiş 1. ve 4. Yunan tümenlerini yararak ve geride bir mevziye çekilmesine izin vermeden Yunan ordusunu imha etmek ve savaşa son vermekti.

Türk milletinin yüzyıllardır süren geri çekilmesi ve savunmada kalması durumu bu savaşla sona ererek taarruza geçilmiştir. Emperyalistlerin “6 ayda ele geçiremezler” dedikleri tepeler yarım saatte alınmıştır.

27 Ağustos’ta Afyon kurtarılır. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçerek düşmanın topyekün yok edilerek savaşın sonuçlandırılmasını gerekli bulurlar.

30 Ağustos 1922 tarihine kadar 4 gün süren çetin bir savaş yapılır. Bu aşamaya “Başkomutanlık Meydan Savaşı” adı verilir.

“Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!”

30 Ağustos’ta askerimiz Mustafa Kemal’in “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emriyle Yunan askerinin peşine düşer. 1 Eylül 1922’de başlayan takip,  6 Eylül’de Balıkesir’in, 8 Eylül’de Manisa’nın, 9 Eylül’de İzmir’in kurtarılmasıyla sürmüş, 18 Eylül 1922’de Yunan askerinin Balıkesir – Erdek limanından ülkeyi tümden terk etmesi ile son bulmuştur.

“Biz Burada Vatanımızı Savunuyoruz”

Meydan Savaşı’ndan sonra çevreyi gezen Mustafa Kemal, düşmanın ağır yenilgisini, savaş alanında bıraktığı silah, cephane ve savaş malzemesini, ölülerini, esirlerin kafilelerle yürütülmesini izleyerek suçun emperyalistlerde olduğunu belirtir:

  • “Bu manzara insanlık için utanç vericidir. Ama biz burada vatanımızı savunuyoruz. Sorumluluk bize ait değildir”

Mustafa Kemal bu sözüyle “analar ağlamasın” denilerek yapılan “savaşa hayır, barışa evet” çağrısına vatan savunması için yapılan savaşın zorunluluğu ve haklılığıyla yanıt vermektedir. Topraklarınız işgal ediliyor, özgürlüğünüz elinizden alınmak isteniyorsa köleliğe, kimliğinizin aşağılanmasına sessiz kalmaya sindiremiyorsanız yaşamınızı savunmak için savaş zorunludur, kaçınamazsınız.

İşgal veya sömürü amacı taşımıyorsanız yaptığınız savaş haklıdır, meşrudur. Dahası vatanı savunanlar Büyük Taarruz’daki gibi savaşı başlatan taraf da olsa sorumluluğun emperyalizmde ve işbirlikçisi Yunanlılarda (AS: Yunanlarda) olduğunu vurgulamıştır.

“Savaşa hayır” sloganı ülkemizi işgal eden Fransız, İngiliz, İtalyan, Yunan devletlerinin vatandaşları açısından atılabilir ama bir Türk yurtseveri “savaşa hayır” diyerek işgali durduramaz. Vatanını savunanın değil, işgale gelenlerin “savaşa hayır” demesine Başkomutanlık Savaşı’nda esir düşen Yunan Başkomutanı Trikopis’in sözleriyle örnek verelim:

  • “Bizim Anadolu Savaşı’nda hiçbir menfaatimiz yoktu. Biz yabancı devletlere âlet olduk.”

 Cumhuriyet’in Temelleri Sağlamlaştırılıyor

Çanakkale ve Sakarya Savaşları hücumdaki düşmanı durdurmakla sınırlı iken, Başkumandanlık Meydan Savaşı’nda düşman ordusu topyekûn yok edilmiştir. Zafer, Yunan işgaline son vererek Kurtuluş Savaşını kesin bir askeri sonuca ulaştırmıştır. Böylece Türk tarafının, Lozan’da toplanan barış konferansına önemli bir diplomatik avantajla katılmasını sağlamıştır.

Bu savaşta Atatürk,

  • Hiç şüphe yok ki yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada atıldı, sonsuza dek sürecek hayatına burada imkân verdi” demiştir.

Benzer bir sözü Sivas Kongresi’nde;

  • “Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini burada attık.” cümlesiyle belirtmiştir.

Sivas’ta atılan temel Afyon’da sağlamlaştırılarak yıkılmaz bir kale haline getirilmiştir.
======================================
Dostlar,

Büyük Taarruz 96 yıl önce 1922’de Batı Anadolu’da halen sürüyordu..
Dolayısıyla, 9 Eylül’e dek bu bağlamda yazılara sitemizde yer vermekteyiz..

Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere O’nun dava ve silah arkadaşlarıyla bu var – yok olma savaşını kan ve canları pahasına başarıya ulaştıran vatan evlatlarına, şehitlere, merhum gazilere borcumuzu ödenemez olduğunun ayırdındayız (farkındayz).

Son nefesimize dek vatan nöbeti tutarak, kutsal emaneti şan ve şerefle yaşatarak ancak bu borç ödenmeye çalışılabilir..

Lütfen tıklar mısınız :

  • Cengiz Özakıncı’ya Göre 30 Ağustos
    “…26 Ağustos’ta başlayan 9 Eylül’e yayılan süreç, Türk ulusunun soykırımdan kurtulma savaşıdır!” https://youtu.be/rje2TlEFZEM 

Arkanıza yaslanın ve yüksek sesle dinleyin lütfen..

Sevgi ve saygı ile. 05 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Reşit Galip; Andımız ve Tapınç (İbadet) Dilinin Türkçeleştirilmesi


Reşit Galip; Andımız ve Tapınç (İbadet) Dilinin Türkçeleştirilmesi

portresi fotoso_Ata_ile

 

  

 

 

 

Dr. Reşit Galip:

  • “Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz..
    Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla birlikte Ankara’da bir kurulca
    Türkçe Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.”

İlköğretim okullarında okutulan yeminin (Andımız)  kaldırılması, andı yazan ve okullarda okutulmasını sağlayan Dr.Reşit Galip’i gündemin tartışma konularından biri durumuna getirdi.

Dr. Reşit Galip kimdir?

Rodos’ta dünyaya gelen Reşit Galip ilköğrenimini özel dersler alarak tamamlamış bir süre de  Alliance lsraelite’ devam etmişti. Rodos ve İzmir idadisini bitirdikten sonra
1911’de Askeri Tıbbiyeye girmişti. Daha lise yıllarında aktif bir öğrenci olan Reşit Galip, Meşrutiyet döneminde Ferday-ı Temmuz, Tıbbiye’de de Hakikat adında bir gazete ile Sivrisinek adında bir karikatür dergisi yayımlamıştı. Tıbbiyede Türk Ocaklarının bir şubesini açan Galip, aynı zamanda Ocak örgütlerinin müfettişliğini üstlenmişti.

2. Balkan savaşında ve I. Dünya savaşında gönüllü asker olarak görev almıştı.
Bu nedenlerle Tıbbiyeyi ancak 1917’de bitirmişti. Mondros Ateşkesi’ nden sonra işgallere karşı İstanbul mitinglerine katılan Reşit Galip, Damat Ferit hükümetine karşı kaleme aldığı bildiriyi polis müdürlüğünün kapısına yapıştıracak ölçüde de gözü karaydı.
Sakarya Savaşı‘ndan sonra Ankara’da Hıfzıssıhha dairesi yardımcılığına getirilen
Reşit Galip, Lozan Antlaşması üzerine kurulan Nüfus Değişimi (Mübadele) Kurulunda da görev almıştı.

Reşit Galip’in yaşamındaki dönüm noktası ve Türk siyasetinde yer etmeye başlaması ise Mustafa Kemal’in Mersin ziyaretinde oldu. 17 Mart 1923’te Mustafa Kemal Mersin’e geldiğinde Millet Bahçesinde düzenlenen toplantıda Reşit Galip’in şu sözleri
Atatürk’ün gözüne girmesine ve takdirini kazanmasına neden olacaktı.

  • “Sizin karşınızda, zaferlerinizden bahsetmeye gerek var mı? Grönland’daki Eskimolardan Afrika’nın yanık ve kızgın çölleri ortasında, sam yellerinden haber uman zencilere dek herkes öğrendi.. ”
  • “Sen bu milletin yalnız müncisi, yalnız bir halaskarı (kurtarıcısı) ve
    yalnız bir kahramanı değilsin; sen bunlardan daha çok büyüksün;
    sen bu milletin bir ferdisin. Senin en birinci büyüklüğün bu milletin
    bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.”

Bu konuşmasıyla Mustafa Kemal’in dikkatini çeken Reşit Galip, yaklaşık iki yıl sonra Aydın milletvekilliği görevine getirildi ve TBMM’de görev aldı. 1930’da Türk Tarihi Heyeti’ne seçilen Dr. Galip, yine o tarihlerde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’na Atatürk’ün isteğiyle katıldı. Atatürk’ün 1930 Kasımından 1931 Martına dek süren
yurtiçi gezisine katılan Galip,Türk Ocaklarının kapatılıp yerine kurulan
Halk Evlerinin oluşumu
nda da  görev aldı.

Türkçe’nin arılaştırılması ve özüne dönmesi gerektiğini savunan Galip’in yaşamında Dolmabahçe’de Atatürk’ün sofrasında yaşadığı tartışma bir dönüm noktası oldu. Atatürk’e öğretmenlik de yapmış olan Maarif Vekili  Esat Sagay’ı eleştirmesi, Çankaya ile olan ilişkilerinde bunalıma neden oldu. Sofra’daki tartışmanın konusu
kız öğrencilerin giysileriydi. Esat Bey’in, “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu giymelerini uygun görmediğini” belirtmesi ve bir genelge yayımlayıp daha kapalı giymelerini isteyeceğini söylemesi üzerine Reşit Galip, bunun bir gericilik olduğu biçiminde yanıt verdi. Sofrada gerginliğin sürmesini istemeyen ve bu durumdan
hoşnut kalmayan Atatürk, bu konunun daha sonra konuşulmasını isteyecekti.
Ancak Reşit Galip, ‘bu Sofra’da Devrimleri zedeleyecek icraattan söz edilmesi küstahlıktır!’ diyerek ortamı daha da geren bir çıkış yaptı.

Bunun karşısında Atatürk kendisini, “Yorgun görünüyorsunuz, gidip istirahat edebilirsiniz!” diye uyardı. Ancak O daha da alevlenerek “Burası milletin Sofrasıdır, kovulmamalıyım. Kendimi iyi hissediyorum, kalkmam.” diye Atatürk’le dikleşecekti. Bu durum karşısında Atatürk, “O halde biz kalkalım, masayı Beyefendiye bırakalım!” diyerek odasına çekilmişti. Öbür konukların da kalkmasıyla tek başına kalan Reşit Galip, o gece bir koltukta sabahlamıştı. Çankaya Sofrası’nda bulunanlardan
Vasfi Zorlu’nun deyişiyle Reşit Galip ‘evin şımarık çocuğu’ydu ve “her şeyi söyler, yine de Atatürk O’nu hoşgörürdü”. Gerçekten de öyle oldu, Sofra’da yaşanan
bu çatışmadan bir yıl geçmeden, Reşit Galip Maarif Vekilliğine atandı.

Andımız

Maarif Vekilliğine getirilen Reşit Galip’in günümüze dek uzanan “And” uygulaması da 1933’te başladı. Cumhuriyetin 10. yılında 23 Nisan 1923’te kendi yazdığı Andı
çocuklara okutan Dr. Galip, bir genelgeyle andın bütün okullarda okutulmasını sağladı. Dr. Galip’in yazdığı Andın ilk durumu şöyleydi:

  • Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!”

     Dr. Reşit Galip, tapınç (ibadet) dilinin Türkçeleştirilmesinde de önemli
rol oynamıştı.
1931 Ramazan’ında Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayında tapınç dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmalarında Mustafa Kemal’in yanında olan ve O’nunla birlikte son düzenlemeler yapan kişiydi. Mustafa Kemal ile Dr. Reşit Galip çalışmaların sonucunda şu kararları aldılar:

– Müslümanlığın bir Türk dini olduğunun ispatlanması.
– Dinde ibadetin “Allah ile kul arasında bir kalp bağlılığı olduğu tezinin yayınlaştırılması.
– Kul, Tanrısına ibadet ederken söylediklerini kalbinden söylemeli.
Bunun ancak anadil ile olanaklı olduğu inancının oluşturulması.
– Bu fikirler yaygınlaştırıldıktan sonra, duaların Türkçeleştirilmesi için iş bölümü yapılması.

29 Ocak 1932’de Sultanahmet Camisi’nde Türkçe Kuran okunması kararlaştırıldığında, İstanbul’un ünlü hafızları Dolmabahçe Sarayı’na davet edildi.
9 kişiden oluşan kurulu karşılayan Reşit Galip’ti. Galip hafızlara; 

  • “Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz..
    Evet bu tercüme belki iyi değildir, çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla birlikte Ankara’da bir kurulca Türkçe bir Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır.”
     diyecekti.

Kaynaklar
Prof. Dr. Şerafettin Turan; Dr. Reşit Galip’in Atatürk’e Yakınmaları.
Prof. Dr. Seçil Karal Akgün; Türkçe Ezan

http://www.add.org.tr/index.php/makaleler/1380-dr-resit-galip, 5.3.14